FAŞİZM VE OTORİTERİZM

Mert Yıldırım / 19.02.2024

Açık faşizm, otoriterizm veya tek adam rejimi adı her neyse en berbat, en gerici iktidardan söz ediyoruz demektir. Ve biz her gün iliklerimize kadar hissederek yaşıyoruz bunu.

Elbette bu berbat duruma maruz kalan sadece biz değiliz. Dünya genelinde gerici bir rüzgar esiyor. ABD’de geçmiş dönemde başkan olan Trump hakkında bir yığın soruşturma olmasına karşın önümüzdeki seçimde aday olması durumunda yeniden seçilme olasılığı bulunuyor. Buna benzer örnekler kapitalist uygarlığın merkezi olan tüm Batı Avrupa’da da cereyan ediyor.

 

Bir süredir devam eden bu gerici rüzgara neo sağ diyenler olduğu gibi neo faşizm diyenler de var. Batı Avrupa’da cereyan eden bu neo sağ dalga esas olarak yabancı düşmanlığı üzerinden yükseliyor. Kimi alanlarda hak gaspı ve gericilik yaşansa da burjuva demokratik kurumlar görece olarak varlığını sürdürüyor. Bu anlamda evet sağcılık ve otoriterizm denilse de buna faşizm demek kavramın iç disiplinine uymuyor.

Elbette, günümüzde klasik faşizmin icrasına tanıklık etmek zayıf ihtimaldir. Emperyalizmin İkinci bunalım döneminde (1929- 1948 yılları arası) ortaya çıkan klasik faşizm, Hitler ve Mussolini faşizmi ile özdeşleşmişti. Üçüncü bunalım döneminden (1948-1990 yılları arası) sonra klasik faşizm istisna haline geldi. Tıpkı sömürgecilik gibi faşizmin icrası da biçim değiştirdi. Klasik sömürgecilik istisna bir hal alırken, yarı sömürgecilik yerini yeni sömürgeciliğe bıraktı. Yeni sömürgecilik ile birlikte devlet biçimi de değişti. Görünürde ulusal bağımsızlık, parlamento ve seçimler sözkonusu olsa da özünde uluslararası güçlerle ekonomik, siyasal ve askeri entegrasyon gerçekleşiyor.

(Emperyalizmin sömürgeciliği, dün silah zoruyla ve baskıyla yapılırken yeni sömürgeleştirme operasyonu, bugün borçlandırılarak yapılıyor. Karikatürde siyah Afrika halkının geçmişte ve bugün yaşadığı somut çelişki ifade ediliyor-editör)

Emperyalizm içselleşiyor. Devlet tepeden tırnağa iç savaşa göre organize ediliyor. Burjuva demokratik dönüşümlerin yaşanmadığı sömürgesel ülkelerde kriz sürekli bir hal alıyor. Krizlerin yönetilebilir olduğu durumlarda görece olarak burjuva demokratik teamüller uygulanıyor. Buna “Filipin tipi demokrasi” denildiği gibi “gizli faşizm” veya “sömürge tipi faşizm” de deniliyor. Krizler yönetilemediği günlerde askeri darbeler gündeme gelmekte ve “Filipin tipi demokrasi” yerini “açık faşizme” bırakıyor. Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül günlerinde icra edilen askeri darbeler gibi. Ancak 1990’lardan sonra reel sosyalizmin çözülmesiyle bu yöntemler istisna haline geldi. Örneğin askeri darbe vb. açık faşizme ihtiyaç duyulmamaya başlandı. Artık Faşizm veya otoriterizm askeri darbe ile değil sivil tarzda gelişmeye başladı. Türkiye’de 2015 yılından sonra yaşanan süreç bunun somut bir örneğidir.

(ABD emperyalizmi soğuk savaş esnasında sosyalist kampla bir dünya savaşını göze alamadığı koşullarda, “esnek karşılık” adı verilen yeni bir doktrinle kapitalist-emperyalist sistemden kopma ve ilerici halkçı karakterde yeni rejimler kurma eğilimindeki ülkelerde askeri darbelerle ve yarı sömürge, bağımlı rejimlerin inşasını iç olgularına dayandırarak dayattı. İran 1953, Guatemala 1954, Şili 1973 ve Türkiye 1980 askeri darbeleri bunların örnekleridirler-editör)

2015 yılından beri aks değiştirmeye başlayan Türkiye devleti rotayı tek adam rejimine çevirdi. “Başkanlık sistemi” adı verilen tek adam rejimin inşası için zamana yayılmış “darbe mekaniği” işletilmeye başlandı. Önce Cumhuriyetin kuruluşunda yer alan ve siyasetin “zinde gücü” olarak görülen ordu, ardından yargı, yasama ve yürütme dizayn edildi. Her şey tek elde toplanmaya başlandı. Görece var olan kuvvetler ayrılığı tedricen ortadan kaldırılmaya başlandı. Önümüzdeki süreçte gündeme getirilmesi beklenen yeni anayasa düzenlemesiyle birlikte tek adam rejiminin tüm taşlarının döşenmesi hedefleniyor.

Bu arada cumhuriyetin kuruluş kodlarından tedricen uzaklaşma yaşanıyor. Ulusalcı ve seküler kodlar yerine etnik milliyetçilik ve dincilik hakim kılınıyor. Başka bir ifadeyle klasik Kemalizm tasfiye edilerek Abdülhamit ve Enver Paşa çizgisinin hakimiyeti geliştiriliyor.

Birbirine zıt gibi görünen Abdülhamit ve Enverci çizgiyi buluşturan ise emperyal emellerdir. Özal döneminde başlayan enperyal emellere Saray iktidarı tarafından yeniden güncelik kazandırıldı. Tek adam rejiminin esas nedeni budur. İçeride ve bölgede başta Kürt hareketi olmak üzere, itiraz eden veya itiraz etme potansiyelini taşıyan tüm dinamiklerin nötralize edilmesi hedefleniyor. Ancak bu noktada Özal ile Erdoğan’ın ittifaklar politikası örtüşmüyor.

Özal, “Adriyatikten Çin seddine kadar” derken bunu Kürtlerle çatışmaya girerek değil, Kürtlere statü tanıyarak yapmak istiyordu. Çünkü Kürtlere tanınacak statü ile birlikte bölgede nüfusunun otomatikmen artacağını hesaplıyordu. Ancak Saray bloğu Kürtlere statü tanımak yerine Enver Paşa anlayışla ittifak kurmayı tercih etti. Zaten aktüel deyim ile Ergenekoncular denilen ve tarihsel kodlarını Enver Paşa anlayışından alan kliğin Saray başı ile yaptığı ittifakın başlıca koşulu Kürtlerin yok sayılmasıydı. Bu nedenle en büyük çelişki ve çatışma Kürt hareketi ile yaşanıyor. Çünkü Kürt hareketi sadece içeride değil, bölgede de oyun bozma ve oyun kurma potansiyelini taşıyor.

Saray bloğunun yayılmacı siyaseti ile çatışma içinde olan sadece Kürtler değildir. Saray bloğu hem devletin kurucu kollarıyla (geleneksel Kemalizm) hem bölge ülkeleri ile hem de uluslararası güçlerle çelişki ve çatışma içindedir.

Geleneksel Kemalist çizginin Saray bloğu ile yaşadığı çelişkinin gün yüzüne çıkmamasının nedeni Kürt realitesidir. Hem Saray bloğu hem de Kemalist cenah “Kürt annesini görmesin” istiyor. Fakat bu durum her bakımdan Saray bloğunun lehine gelişiyor.

Saray rejimi, milliyetçilik üzerine toplumu konsolide etmekle kalmıyor, muhalefeti de atomize ediyor. Bütünlüklü bir muhalefetin ortaya çıkmasını engelliyor. Bunun en somut örneğini 14-28 Mayıs seçimlerinde gördük. Faşizm ve otoriter rejimden söz edilirken, bunun karşısında sol-sosyalist çevrelerden liberal ve sosyal demokrat çevrelere kadar geniş yelpazede bir muhalefet beklenir. Ama olmuyor. Bu misyona sahip olduğunu söyleyen parti ve çevreler bu rolü oynayamıyor. Aksine izledikleri taktik ve siyaset biçimiyle Saray rejiminin değirmenine su taşıyorlar.


Bu çoklu çelişki ve çatışmaların nereye evrileceği ise önümüzdeki süreçte ortaya çıkacaktır.

Diğer Yazılar

KARANLIK GECEDEN YANSIYANLAR: SOSYAL ÇÜRÜMENİN TÜRKİYE TASVİRİ

“Bir grubu bir arada tutmak istersen, mutlaka ortak bir suç işlet”- Dostoyevski / Ecinniler. Yönetmen: …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir