(Nermin Sarıbaş’ın bu yazısı daha önce Kafka Okur dergisinde dosya yazısı olarak yayınlandı. Yazarın izniyle sitemizde de yayınlıyoruz.-editör)
Nermin Sarıbaş
“Bir kitabın öznesi olmayı çok yadırgayacağımı baştan belirtmek isterim.Yorucu, alışık olmadığım bir durum bu yaşayacağım süreç.”
Sabahın erken saatlerinde Kadıköy İskelesi’nden baktım İstanbul’un sonsuz maviliğine. İşte orada koyu renk ahşap iskele binası. İskele binası aslına sadık kalınarak onarılmış söylenenlere göre. Rengarenk balıkçı motorları ve kayıklarının yan yana bulunduğu yöne doğru yürüyerek, küçük bir kız çocuğunun orada geçirdiği günleri hayal ettim ve boğazın mavi kokusunu derince içime çektim.Eminönü, Üsküdar, Kadıköy, Topkapı Sarayı… Nazlı minareleriyle Süleymaniye Camii…Sağ yanımda Boğaziçi Köprüsü ve Kız Kulesi. Ve tüm boğazı cam bir fanus gibi çevreleyen masmavi gökyüzü ve deniz… Arkamı döndüğümde yükselen eski ama görkemli yapıların birinden açılan kapıdan giren küçük bir kız çocuğu…
Bu küçük kız çocuğu, Füruzan( asıl adı Feruze’dir) 1932 yılının güzel bir 29 Ekim gününde İstanbul’da dünyaya gelir.Henüz dört yaşında yüzünü bile hatırlamadığı babasını kaybeder. Onunla ilgili aklında kalanlar sadece annesinin anlattıklarından ibaret. Füruzan’ın çocukluğu İstanbul’un her iki yakasında geçer. Büyüklerinin hayatla adamakıllı sorunları varken o özgür bir çocukluk yaşamanın peşindedir. Zira o günlerin büyüklerinin zorlu geçen hayat koşullarında çocuklarıyla uğraşacak pek vakitleri yoktur. Doğumlusu olduğu bu güzel kentin daha korunaklı olduğu yıllarda günlerini başına buyruk girişimlerle geçirir.Kasımpaşa’da yaşadığı yıllarda büyüklerin arasından geçerek Haliç’in küçücük vapurlarına biner evdekilerden habersiz. O zamanlar herkes vapura binen bu küçük kız çocuğunu yolculardan birinin çocuğu zannederken o çoktan İstanbul’un güzelliklerini keşfe doğru yola koyulur. Bu keşifler sırasında başlar onun İstanbul’a olan aşkı. Haksız da sayılmaz. İstanbul’un İstanbul olduğu bu yıllarda boğaza bakan her semtinde birbirini görünce toplanıveren bir sürü arkadaşı vardır. Yoğurtçu Parkı, Moda, Fenerbahçe, Kurbağalıdere, Kalamış… Kah Kuşdili Çayırı’nda bisiklet kiralayıp dolaşırlar, kah Moda’dan Ayazma’ya geçerekanlamsız çığlıklar atıp eğlenirler:
“Şimdi böylesi günler yaşayanlara yoksul bir çocuklukları vardı, diyebilir misiniz?Ben çocukluğumu, yoksul bir çocukluk olarak hatırlamıyorum.”
Karaköy’de vapurdan indikten sonra Tünel’e binmek için sokaklardan yürürken bütün mağazaların isimlerini okumaya çalışarak başlar okuma serüveni. Çok genç ve güzel bir kadın olan annesi, küçük Füruzan bağıra çağıra gördüğü yazıları okurken çevresindekilerin rahatsız olacağından endişe ederek utanır çoğu zaman.
Daha o yıllarda bile hayata bakışı çok farklıdır bu küçük kız çocuğunun. Birçok insan için travmatik bir deneyim olan sık okul değiştirmeyi bir serüven olarak görmeyi seçebilecek kadar olgun ve zekidir. Neden bu kadar sık okul değiştirdiğini hiç hatırlamaz. Hatta bir süre kendisi için çok özel olan Yalova’da devam eder okuluna. Yalova’da okuduğu dönemlerde bir gün, okulda, içinde bir sürü kitabın olduğu camlı bir dolap görür ve öğretmeninden okuyabilmek için bir kitap ister. Öğretmeni de “Al kızım, oku” der. Edebi değerdeki kitaplarla ilk karşılaşmasıdır. O kadar etkilenir ki bu kitaplardan daha sonra sıklıkla kitap arayışına girer.
Yalova’dan Kadıköy’deki tek katlı küçük evlerine döndüklerinde yanlarındaki görkemli konağı satın alan Karadenizli bir aile Füruzan için yeni bir maceranın başlangıcı olur.Bu ailenin evden çıkmayan oğullarını merak ederek boyunun yettiğince uzanıp alt katlarına baktığında içerisinin kitapla dolu oluşundan gözleri kamaşan Füruzan bir gün adının Fikret olduğunu öğrendiği genç adama “Ne çok kitabınız varmış” der. Ardından da “Bir kitap isteyebilir miyim?” diye sorduğunda ise“O kitaplar sana göre değil” yanıtını alır. Ancak Füruzan’ın pes etmeye niyeti yoktur. “Ne olsa okurum!” der. Bunun üzerine Fikret ağabey ona okuması için Emile Zola’nın Germinal eserini verir.Kitaptaki maden kömürü işçilerinin yoksullukları ve acılarından çok etkilenir. Ardından Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını okur. Küçük Füruzan artık farklı dünyaların içine girmiştir:
“Benim olduğuna inanmadığım bir dünyayı o kitaplarla benimleştiriyordum. O dünya sanki bana ait oluyordu.”
Kadıköy’de oturduğu o yıllarda sık sık deniz kıyısına Kalamış’a iner ve kayıkçıları gözlemler.Kayıkçılardan izin alıp arkadaşlarıyla bu küçücük kayıklarda gemicilik oynarken,kayıkçı amcalar da gülümseyerek çocukların oynamalarını izlerler. Devir tam bir hoşgörü devridir ne de olsa. Kadıköy ve iskele öyle renklidir ki Füruzan’ın gözünde. Kayıkhaneye gidebilmek için alttan geçmeye çalışan bu sıska çocuklar için kıyıya sık sık yanaşan ve ayrılan vapurları izlemek bir şöleni izlemek gibidir.İskeleden gelen sesler, ışığın kırılarak yansıması, devinen günün parlayan ışıklarını izlemek için oraya sığınan küçük Füruzan’ın sık sık hayallere dalmasına yol açar.Orada çok sık vakit geçirip kayıkçıları bıktırdığını düşünen bu çocuklar bir süre sonra Haydarpaşa’nın yolunu tutarlar. Yeni oyun yeri orasıdır artık.
“Bunun bir çocuk için kentin dokusunu, seslerini, ikilemini, kokusunu tanımak açısından ne kadar zenginleştirici, büyüleyici olduğunu yıllar sonra anladım.Benim öykülerimde, romanlarımda da çok olduğu söylenen kokular, renkler ve ışıkları, mekan bağlantılarını o yıllarda ayırt etmiş olduğumu düşünüyorum. Çünkü çocuk belleği derinlere kazınmış kesinlikte bir fotoğraf çekme yeteneğine sahip. Fotoğraflar üst üste diziler oluşturarak o bellek denen yere özgün bir hazine değeriyle yerleşiyor.”
Büyüme yıllarında günlerini kimi zaman sokaklarda, çoğu zaman da kitaplarla geçirir. Kitaplar onu ve onun hayata bakışını değiştirir.Onu cezbeden yalnızca edebiyat değildir, sanatın bütün dalları adeta bir mıknatıs vazifesi yapar Füruzan için. Kendini keşfetmeye, içindeki potansiyeli anlamaya çalışır sıklıkla.
Çok zor bir çocukluk geçirmesine rağmen duyarlılığı,dikkatli gözlemciliği ve kendisine aktarılan her kalıp yargıyı zihin süzgeçinden geçirmesi sayesinde karamsarlık ırmağına bırakmaz kendisini. Hayatı bir nakışın detayları gibi gözlemler ve her anından keyif alır. Bu sayede de büyürken acı duymaktan korur kendini. Ve tekbir şeye çok önem verir: “Hayatı ileriye götürmek.”
Ne bulursa okur: Panait İstrati,Gorki,Flaubert…Kadın erkek ilişkileri hakkında çok kafa yorar okuduklarından sonra.Sanata olan merakı doludizgin devam ederken bununla ilgili neler yapabileceğini düşünür sık sık. Yaşadığı ortam ve maddi koşulları elvermese de tiyatro, resim ya da müzikle ilgilenmek ister daima.
Günlerden bir gün Pera’da görkemli ve güzel bir mimariye sahip özel bir kurum olan İstanbul Konservatuarı’nda yetenek sınavı yapılacaktır.Başvuran öğrencilerden sayısız evrak istemeyen bu kuruma yetenekli öğrencilerin alındığını duyan Füruzan Kadıköy’den yola çıkarak sınava başvurur. Sıra kendisine geldiğinde piyanonun başında oturan Profesör Bran Gucci, piyano tuşlarına tek tek bastığı gamları Füruzan’dan tekrar etmesini ister. O da seslendirir.”Sesiniz iyi bir ses. Fakat çok ham. Bir de yaşınız küçük. Yaş ilerledikçe ses de bir ölçüde değişir.Kulağınız çok iyi,” der. Ve konservatuara kabul edilir. Buna çok sevinen Füruzan haftada üç gün gitmesi gereken bu eğitim kurumuna koşullarının elverişsizliği, yolun uzaklığı ve hanesinin gidiş gelişlerine engel olması nedeniyle devam edemez. Elbette pes etmez ve bu sefer Küçük Sahne adlı tiyatroda yetenekli gençler arandığını duyar ve sınava başvurur. Orhan Veli’den ve Peer Gynt’ten bir bölüm ezberleyerek girdiği bu sınavı da kazanır. Küçük Sahne’de sergilenen oyunlarda yer alabilmek için Muhsin Ertuğrul ile özel olarak görüşür. Ona da ezberlediklerini okur. Ertuğrul’un, “Başka neler yapıyorsunuz?” sorusuna “Çok kitap okurum” yanıtını verir Füruzan. Şu an kimseyi işe alabilecek tasarruflarının olmadığını belki çocuk oyunu olursa duruma bakacaklarını söyleyen Ertuğrul ilginç bir şey daha söyler Füruzan’a: “Siz de Balkanlı mısınız?”Füruzan da, “Yoo, ben İstanbulluyum. Babamlar oralardan göçmüşler. Ben oraları hiç bilmem” der. “Bak, konuşurken dikkat et,e’leri açık söyler Balkanlılar. E’ler açık söylenmez Türkçede. Hatalıdır bu.” O günden sonra bir daha e’leri yaymadan konuşur Füruzan. Yıllar sonra Tarabya’da bir resepsiyonda karşılaştığı Muhsin Ertuğrul, “Bak kızım işte sanatçı oldun. Çok güzel şeyler yazıyorsun, belliydi,” der.
Füruzan kendini sanatla uğraşmaya o kadar adar ki, sanatın biçiminin ne olduğu önemli değildir… Yeter ki dünyası güzelleşsin, dünyayı güzelleştirsin. Müzik, resim, tiyatro…Ne yapabileceğini düşünürken kendini bir anda Nedim Otyam Korosu’nun sınavlarında bulur. Balkan türküleri söyleyen Füruzan’ın sesini dinleyen Otyam, genç kızın koroya katılmasını ister ancak oradaki macerası da uzun sürmez.
1950’lerin sonunda hayatının en değerli,en benzersiz sevgisiyle karşılaştığı bir döneme girer. Genç kızların baba evinden ayrılış dönemi vardır.Bu, Füruzan için anne evinden ayrılıştır ve bir hayli sancılıdır. Aşkı keşfettiği bu yıllarda Karikatürist Turhan Selçuk’la evlenir ve çok geçmeden biricik kızı Aslı dünyaya gelir.Bulunduğu ortamda sanata sevgi ve saygı gösterilir. Bu süreçte sanatla uğraşmayı bıraksa da okumalarına devam eder. Bütün dünyada olan biteni izlemeye çalışır, zenginlerin neden zengin olduğu, yoksulların kaderinin neden acımasız olduğunu sorgular ve sol literatüre doğru kaymaya başlar. Marks’ı, Engel’i okur. Önce anlamaz. Kendi kendine bu konuda yetenekli olmadığını düşünürken, sonraki yıllarda sindire sindire bu eserleri okuduğunda üretimin ve emeğin geçirdiği evrelerin anlatımından ziyadesiyle etkilenir. Ve sosyalizmin insana en yakışır ütopya olduğunu düşünür. Kapitalizmin ise tamamen çıkar gruplarının güdümünde acımasız bir sömürü anlayışı olduğunun farkına varır. Bununla birlikte Marksizm’in cinsler arasındaki eşit yaklaşımından da etkilenen Füruzan böylesi bir dönemde aşkın ender bir duygu yoğunluğu olduğunu deneyimler. Aşık olduğunda İstanbul onun için daha başka bir yer oluverir birdenbire. Çünkü sevdiği de bu şehrin atmosferinde soluk alıp veriyordur.Bir yandan bu kadar yoğun duygular yaşarken öte yandan ayrılık sonrasında birbirine düşman kesilen kadın erkek ilişkilerini de sorgular. O böylesi bir düşmanlığı hiçbir ilişkisinde yaşamaz. Nadiren yaşadığı duygu yoğunluğundan sonra biten aşklarını hep minnetle anacak kadar güzel bir insandır o:
“Yaşanmış mutluluğun değeri neyle ölçülebilir ki? Hayat, tüm bunların toplamı değil midir?
Yazın hayatına girmeden önce kendini hiçbir zaman bir yazar olarak tasarlamaz. Sanatın ciddi uzaklıkta olduğunu, okuduklarının,dinlediklerinin ve izlediklerinin ulaşılmaz göründüğünü düşünür. Okuduklarını kendi kendine birçok açıdan tartışır. Çok kafa yorar buna. Oysa onun hayatında yazın sürecini destekleyecek çok güçlü öğretmenleri vardır: Önemli yazarlar, edebiyat, annesi ve İstanbul…Onların her an öğrenimini sürdürdüğü büyük bir okul olduğuna ve kendisine büyük bir sınıf açılmış olduğuna inanır.
Bir gün İstanbul’dan ilk kez çıkmaya karar verir ve Güney illerinden birine gitmeye karar verir.Her yeri görebilmek için treni tercih eden Füruzan bu yolculuk sırasında Erciyes Dağı’nın heybetli duruşundan etkilenir ve dağı görünce gözyaşlarını tutamaz. Nasıl böyle bir dağ olabilirdi ki? Bir düzlüğün üzerinden uzanan tanrısal görüntüdeki Erciyes Dağı’nı ve daha nice görüntüyü kaçırmamak için yol boyunca hiç uyumaz.
Bu geziyle birlikte Anadolu’yu keşfeden Füruzan onca yabancı yazardan sonra yerlileri de okumaya karar verir. Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve diğer büyük yazarlar girer bu dönemde hayatına. Ve birdenbire yazmaya karar verir. Bu kararını o anda evde bulunan bir yakınına esprili bir şekilde söyler:“Türk edebiyatı önemli bir yazar kazanıyor.”Aslında bu cümleyi sarf ederken kendine cesaret vermeye çalışır. 19.yüzyıl sanat eleştirmeni Vissarion Belinski’nin Dostoyevski’nin ilk kitabını okuyup “Rusya büyük bir yazar kazanıyor” demesine atıfta bulunuştur yaptığı…
Bu süreçte edebiyat cemiyetinin içine iyice giren Füruzan, sık sık bu çevreden arkadaşlarıyla buluşur. Bu buluşmalarda oynadıkları sessiz sinema oyununda uzun uzadıya film anlatmayı çok sever. Bir gün Cemal Süreya ve Tomris Uyar’la birlikte Papirüs Dergisi’ndeyken yine uzun uzadıya bir film anlatma girişiminde bulunduğunda Cemal Süreya “Yahu sen artık öykü yazsana,” der. Füruzan da bu sözün üzerine arka arkaya iki tane öykü yazar. Selim İleri’nin de dergiye geldiği bir gün iki öyküsünü getirir Füruzan. Birinin adı “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi”dir. Selim İleri de aynı ismi bir öyküsüne verdiğini söyleyince Füruzan öykünün adını Piyano Çalmak olarak değiştirir. Cemal Süreya öykülerden birini dergiye alır. İki öyküyü birden aynı sayıda basmak uygun olmayacağı için diğer öyküyü Yeni Dergi’ye götürebileceğini söyler.
Füruzan bunun üzerine Yeni Dergi’ye gider. Seçkinliğin, onurun en güzel temsilcisi Nazım’ın Piraye’sinin oğlu Memet Fuat’la ilk kez orada karşılaşır. Memet Fuat’a bir öyküsünü getirdiğini, beğenirlerse basabileceklerini söyler ve “Ben gidiyorum” deyip kaçarcasına oradan uzaklaşır. Memet Fuat’ın kendisini geçirmesine bile fırsat vermez.
Ertesi gün Memet Fuat,Füruzan’ı arar ancak bir yakını telefona bakar. Telefonda öykünün basılacağını müjdeler:“Bu çok güzel bir öykü. Hemen bu sayı çıkacak,” der. Füruzan aldığı bu haber karşısında sevinç çığlıkları atar elbette. Böylece Yeni Dergi’de ilk öyküsü basılır. Memet Fuat’ın edebiyata duyduğu sevgi ve saygıya hayran kalır.Onun sevgi dolu oluşundan, yaptığı işi mükemmel yapışından, hakkaniyetinden, insancıllığından ziyadesiyle etkilenir. Bu öyküsünden sonra Ah… Güzel İstanbul’u yazar.Bu seferki öyküsü uzun öyküdür. Memet Fuat öyküyü bir dergi için uzun bulmasına ve derginin de kısıtlı bütçesine rağmen ek bir forma eklenerek öyküyü basar.Fuat, bundan sonra Füruzan’dan hep öyküler beklediğini söylerken hızlanması için sitemli notlar bile yazar ona. Füruzan’ın şiire, röportaja yani öykü dışında hiçbir şeye vakit ayırmasını istemez.
Dergilerde öyküleri ilk adıyla çıktığı ve adının her iki cinste de kullanılmasından dolayı uzun bir süre erkek zannedilen Füruzan’ın kadın olduğu anlaşılınca bu sefer de “kadın” yazar sıfatıyla anılmaya başlar. Bundan çok rahatsızlık duymasa da yıllarca neden soyadını kullanmadığı ile ilgili gelen sorulara ise ilk ve son kezyanıt verir:
“Ben, o yıllar çok ünlü bir soyadı taşıyordum. Çok ünlü, çok saygıdeğer iki adamın kendi akıllarıyla, emekleriyle ve yetenekleriyle ünlendirdiği saygıdeğer bir soyadıydı. Ben, o ünlenmiş soyadının bana sağlama ihtimali olan kolaylıklarına hiç yanaşmak istemedim. Yoksa o soyadı, benim hala onurla andığım bir soyadıdır. Bütün Türkiye’nin en azından, aklı başında olan insanların sevdiği, saydığı bir soyadıdır…Son kez açıklıyorum ki olay bundan ibarettir. Bu konudaki seçimim, yaklaşımım da bundan ibarettir.”
SAİT FAİK HİKAYE ÖDÜLÜ’NÜ ALIŞI
Parasız Yatılı eseri çıktığında çok büyük bir heyecan yaratır edebiyat çevrelerinde. İstanbul’un kenar semtlerinin yoksul ama yüce gönüllü, birer kahraman mertebesine ulaşan insanların bu öyküleri çok ses getirir. Hatta Ece Ayhan,”İlk kitabın hikayeye saygınlık kazandırdı. Nicedir Türk edebiyatında haslık, sahicilik beklenir bir özellikti” diye yazar. Bu hikayeyle 1972 yılında Sait Faik Hikaye ödülünü alır Füruzan.
Ödül töreni Pera Palas’ta yapılır. Anne tarafından akrabalarıyla ilişkilerini yıllar önce bitiren Füruzan’ın hayatına abla dediği Zahide Hanım ve eşi Profesör Macit Gökberk gider o törende. Onun için gerçek sevgiyle yıllar yılı sürecek bu dostluk,çiftin ölümüne kadar sürer. Zahide Hanım Güzel Sanatlar’da Macit Bey ise İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe bölümü kurucusu iki akademisyendir. Kitabı Almancaya çevrilirken bu konuda en büyük desteği Zahide Ablası’ndan alacaktır Füruzan: “Senin çevirin zordur. Yazdıklarının temelini olaylar yapmıyor. Çok başka türlü bir durum yazarlığın var. Olaylarla vurguna uğramış insan durumlarını anlatıyorsun sen, olayları değil. En zor şeydir bunu aktarmak.”
Ece Ayhan Parasız Yatılı eseriyle ilgili Füruzan’la bir söyleşi yapar. Ona, nasıl böylesi bir güzelliğe ve duygu dengesine ulaştığını sorduğunda Füruzan’ın yanıtı çok etkileyicidir:
“Duygu dengemi beğenmiş, sevmiş olman gönendirir beni. Çünkü orada büyük bir kalabalığı en sade görünüşüyle, sevmen demek bu. Hep yalnız bırakılmış olan halkımızı yani işçi-köylü ve ara tabakaları…
…Benim hikayelerimdeki değindiğim başlık, insanımızın en yaratıcı yanıdır. …Halk gerçekten uzağa hiç düşmez.”
Füruzan’ın Parasız Yatılı eseri Sait Faik ödülünü alırken Türkiye’de çok acı şeyler yaşanmaktadır. Ödülünün keyfini bile çıkartamaz zira birçok aydın, sevdiği adam ve onun kardeşi bir suçlu gibi sürüklenerek adı bilinmeyen yerlere götürülür kolluk güçlerince. Ülkede sokağa çıkma yasakları ilan edilir. 1961 Anayasası ile gelen özgürlükler kısıtlanır, gazetelere, yayınlara sansür gelir. Ve o yılın Mayıs ayında Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilir. Herkes gibi Füruzan da sarsılır bu olaydan. İçini bir acı, bir karamsarlık kaplar. 12 Mart ihtilali sonrasında onun evinden de götürülen kitaplar vardır. Hatta birisi Agatha Christie’nin kitabıdır: Cinayet Emri. Onu alan polislere,“Bu polisiye bir eser,” demesine rağmen aldığı cevap acıdır: “Onu alanlara bu polisiye kitap dedim. ‘Daha iyi ya’ dediler. Bu yanıttan sonra söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Ne demek daha iyi? Düşündüm, benim konuştuğum Türkçeyle onların anladığı Türkçe bile aynı değildi. Ne denli acıydı bu durum!”
Parasız Yatılı eserinin ödül almasıyla ilgili eleştirilere bir anlam veremez Füruzan. Hatta bu eleştiriler kişiliğine kadar ilerleyen boyutlara varır. Sadece gülümser: “Bir şeyleri üretirseniz. Onun gücü varsa yerini bulur. Yazarlığımdaki bu öğrenme sürecine bu düzeysiz yaklaşımlar da katkıda bulunuyordu. Adamakıllı Marksist geçinenlerin bile hıncını kazanmıştım. Hınçlıydılar; beni aşağılama gereksinimiyle edebiyat çalışmaları yaptılar.”
O dönem yakın arkadaşı olan Erdal Öz Füruzan’a ve onun eleştirilere karşı cesaretle duruşuna destek olur.“Bir yazar durmaksızın öğrenmeli” diye düşünen Füruzan bu çok eğitimlilerin kendini beğenmiş hallerinden fazlasıyla ders alır. İmkansızlıklarından dolayı diplomalara sahip değildir ancak öğrenmenin nimetlerini diplomalarıyla kanıtlamış herkese de saygılıdır. Bu süreç onun için çok öğreticidir de: “Hayat bitmez bir öğrenme, sorgulama okulu değil midir?”
Parasız Yatılı eserinin ardından Kuşatma eseri yayımlanır. Bir öyküler kitabı. Türk Dil Kurumu’nda o yılki ödülü bu kitaba vermek isterler ancak Füruzan’ın anlatımıyla arka arkaya “Bütün ödülleri bu kıza veremeyiz!” diyen jüri, ödülü bir başkasına verir. Oysa modern ülkelerde böyle bir durum söz konusu değildir. Ödül esere ve eserin yansıttıklarına bakılarak verilir, alma sayısına göre değil.
BERLİN YILLARI
1972 yılında Kuzey Amerika’dan bir kültür daveti alır.Her türlü yol, barınma ve yaşam ihtiyaçlarının karşılanacağı söylenmesine rağmen bunu çok düşünür ve gitmez istemez. Ondan iki yıl sonra bu sefer Alman Akademik Değişim Servisi tarafından Batı Berlin’e(O dönem Almanya Doğu ve Batı Almanya iki ayrı ülkedir) davet edilir.Bu sefer gidip gitmeme kararını günlerce kendi içinde tartışır. Bir yandan yerli bir edebiyatçı olarak o noktaya getiren oluşumun içinde olmaktan yana mutlu olan Füruzan öte yandan da sanatın tam içinde yaşayanlarla tanışmak, bir edebiyatçı olarak Avrupa’yı yakından gözlemlemek fırsatını kaçırmak istemez.
Bu durum yazdıkları için de böyledir. Kendi içinde tartışır, yazdıklarını, bitirdiği şeyleri eleştiri almak ya da düşüncelerini öğrenmek için bile kimseyle paylaşmaz. Kendi içinde mayalar, hamur haline getirir ve en sonunda da ürününü ortaya koyar. Onun zorunlu paylaşımı yazdıklarını temize çekmektir sadece. Onun için yazdıkları tam manasıyla mahrem sözcüğünün karşılığıdır. Kolay yazmaz, kafasında bir konuyla birkaç yıl gezdiği bile olur, enine boyuna tartar zihninde. Ancak birdenbire yazdığı da olur. Tamamen biyolojik bir şey vardır yazma süreciyle kendisinin arasında. Onun öykünün iskeletini oluşturması bile aylarını alabilir. Sonra işin içine hikayenin geçtiği mekanlar, zamanlar, ışıklar, kokular, renkler ve kişiler girer.
Batı Berlin’de tam üç ay kalır. Füruzan’ın rahat edebilmesi için ne gerekirse hazırlar Alman yetkililer. Bir stüdyo daire verirler kendisine. Sergiler, konserler, müzeler gibibütün sanat etkinliklerine katılır.Bu süre zarfında Doğu Almanya’yı da ziyaret eder sıklıkla.
Kaldığı sürecin sonlarına yakın kendi hayatıyla ilgili zihninde tartışmalar içine girer. Sık sık çocukluğunu düşünür. Büyükleri ona birkaç yıl hiç gülmeyen bir çocuk olduğunu söylemişlerdir.Kendisini gülmekten uzaklaştıran olayların neler olduğunu düşünüp durur. Garip bir zaman, bir duygu çöküşü yaşar. Savaşta bombalanmış ve yarısı duran Berlin’in ünlü Anımsama Kilisesi’nin sağına düşen yüksek binaların birinde Mercedes yıldızı döner geceleri. Odasından her gece ona bakarken bir gün, uyandığında, o yıldızın hala dönmekte olduğunu görür. Öyle derin bir uykudur ki ne zaman uyuduğunu ve nasıl uyandığını hiç hatırlamaz. Kapıcıyı arar, günlerden hangi gün olduğunu sorar. Aldığı cevap karşısında çok şaşırır çünkü o gün çarşambadır.Oysa Pazartesi uyumuştur Füruzan. Koma gibi bir şeydir yaşadığı. Üç buçuk aydır sanatsal etkinliklere katılmak ona yetmemeye başlar. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünür. Ve Ruhr Havzası’ndaki kömür ocaklarıyla ilgili bir kitap yazmak istediğini söyler Alman yetkililere. O süreçte kömür işçilerinin kaldığı bir yurda gider ve bu küçücük alanı gördükten sonra kendine gelir. Ne yapması gerektiğini anlar: Çalışmak.İşçilerle konuşur, onlarla birlikte yerin yüzlerce metre altına iner.Onları gözlemler, onlarla oturur, onlarla yer ve sık sık sohbet eder. Bu gözlemlerinin ardından iki kitap yayımlar arka arkaya. 1980 yılına kadar da Berlin’e gidip gelir Füruzan.
BEYAZPERDEYE YÖNELİŞİ
1970’lerde Ah…Güzel İstanbul kitabı yayımlandıktan bir süre sonra TRT 1’den yapımcı Tuncer Baytok Füruzan’a televizyon filmi çekmeyi önerir. Füruzan başta tereddüt etse de bu teklifi kabul eder ancak bir süre sonra Berlin’e gitmesi gerektiği için bu proje iptal olur.
O Berlin’deyken ülkede her yer karışır. Kapılar kırılır, evlerine girilen insanlar öldürülür. Berlin’de huzursuz olan Füruzan arkadaşlarının tüm uyarılarına rağmen ülkeye geri döner. Döndükten birkaç gün sonra ise büyük acıların yaşandığı 12 Eylül olayları patlak verir. Sevdikleri, arkadaşları birer birer gözaltına alınıp işkence görür. Sıkıyönetimin ilan edildiği o günlerde Füruzan’ın yaşadığı apartmana sık sık gelen kolluk kuvvetleri evleri arayıp dururlar. Füruzan hiçbir şey yapamayacak durumdadır. Bir gün Ömer Kavur arar kendisini ve Ah…Güzel İstanbul’u film yapmak istediğini söyler. Hatta senaryo üzerinde birlikte çalışabileceklerini söyler. Kendini bu ortamda pek iyi hissetmeyen Füruzan’a bir arkadaşı Bodrum’da bir ev ayarladığını ve oraya gitmesinin iyi olacağını söyler. Apar topar giysilerini, kitaplarını ve daktilosunu alarak bindiği bir otobüsle yola çıkar Füruzan. O dönem şimdiki gibi iletişim olanağı olmadığı için senaryoyu yazdıkça gönderir Ömer Kavur’a. Ve senaryonun her sayfasını postaya attıkça ankesörlü telefonla haber verir yönetmene. O dönemin imkansızlıklarından dolayı yazdığı senaryonun bir kopyasını çoğaltma imkanı bulamaz Füruzan.Ve ilerleyen dönemlerde bunu yapmadığına çok pişman olur. Film Füruzan için hayal kırıklığı olur çünkü istediği gibi olmamıştır, eksiktir.
Ah…Güzel İstanbul filmiyle o dönem oyuncu, yönetmen ve senaristle birlikte Yugoslavya’da Akdeniz Filmleri Karşılaşması’na katılırlar. Emir Kusturica’yla da tanıştığı bu büyüleyici ortamdan çok etkilenen Füruzan için beyaz perdenin kapıları da aralanmaya başlar.
Yurda döndüğünde yapımcı-yönetmen Okan Uysaler arar kendisini. Gecenin Öteki Yüzü eserini film yapmak istediğini söyler. Füruzan’ın yapılan anlaşmalar dışında bir şartı daha vardır: Film çekimi boyunca sette çalışmak ve çekimleri yerinde görmek istediğini söyler. Film için Londra’da yaşayan oyuncu Haluk Bilginer de Türkiye’ye çağrılır. Uzun yıllardır yurtdışında yaşayan oyuncunun yurda dönüşü de bu film vesilesiyle olur.Dizinin çekimleri sürerken Füruzan da aktif olarak çalışır sette. Tüm mekanların seçimini aslına uygun olarak kendisi yapar.En başında dediği gibi Ah… Güzel İstanbul’da yaşadığı hayal kırıklığını bir daha yaşamamak için gerçekten de filmin en başından sonuna kadar sette kalır.
Çekimler sırasında bir gün sete gelen Kadri Yurdatap, ”Füruzan, sen bir film çeksene,” der. “Öyle mi dersiniz?” diyen Füruzan’a Yurdatap, “Evet,çok iyi olur,” yanıtını verir. Bu sözlerle motive olan Füruzan ve arkadaşları henüz bütçe oluşturmadan bir süre oyuncu arayışına girer. Ünlü birinin oynamasını istememektedir. Epey bir süre oyuncu aradıktan sonra Yurdatap, “Hülya seni bekliyor,” der Füruzan’a. O gün tanışırlar Hülya Avşar’la. Ve film anlaşmasını yaparlar. Epey sıkıntılı bir süreç yaşarlar. Filmin neredeyse yarısı tamamlandıktan sonra bütçenin kısıtlılığı nedeniyle filmin yarıda kalma riskine rağmen Füruzan’ın özel çabaları ve uğraşlarıyla büyük bir emek harcanarak tamamlanır Benim Sinemalarım. Film İstanbul Film Festivali gösteriminde çok beğenilir ve Cannes’da yarışmaya davet edilir. Ardından Japonya’da “En İyi On Asya Filmi”nden biri seçilir.
ÖYKÜCÜLÜĞÜ VE ESERLERİ
Füruzan’ın yazarlık serüvenine başladığı 1956 yılından 2003 yılında yayımlattığı son eseri Toplu Öyküler’e kadar geçen kırk yedi yıllık süreçte Türkiye’nin sosyoekonomik yapısında yaşanan değişimler onun hikayelerine olduğu gibi yansır.Edebiyat sahnesinde öykü türüne ağırlık veren Füruzan’ın, altı öykü kitabı, iki romanı: “Kırkyedi’liler” (1974) ve “Berlin’in Nar Çiçeği” (1988), bir şiir kitabı: Lodoslar Kent(1991), gezi yazıları, röportajları, antolojisi ve çocuk kitabı vardır. İlk üç öykü kitabından sonra yayımlanan “Kırkyedi’liler” ile de 1975 yılında Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alır.
Füruzan öykülerinde sık sık geçmişten söz açar. Onun dünyasında göçmenler, düşmüş kızlar, baştan çıkarılan reşit olmayan küçük kızların yanı sıra hikayelerinde hep bir anne-kız ve ardından ölü evliliklere dokunur. Öykü kişileri, özellikle de göçmenler yaşadıkları zor koşullar karşısında çareyi geçmişe sığınmakta bulurlar. Ancak karakterlerinin aksine Füruzan için geçmişe eğilmek var olan gerçeklerden kaçmak için değil, gerçeklerle yüzleşmek, gerçeklerin farkına varmak içindir. O, geçmişe boyun eğmez sadece geçmişi evcilleştirir.
Betimlemeyi sık sık kullanır hikayelerinde. Ancak bunu karakterlerin ruh halini açıklama aracı olarak kullanır daha çok: “Yanında oturan Fıtnat Hanıma baktı. Dağınık, özensiz saçlarının şakaklarından çoğalarak yayılan aklarını ay aydınlığı yaldızlıyordu. Giyiminin ne bel ne kalça yeri ayrımı olmayan kesimindeki baştan savmalık, orta yaşı aşmış kadının gövdesini sınırsız bir yığın gibi gösteriyordu.”
“Parasız Yatılı”, “Kuşatma”, ve “Benim Sinemalarım” eserlerindeki hikayelerin çoğu doğrudan göçmenleri konu edinir. Topraklarından koparılıp anavatan diye geldikleri yerde büyük bir boşluğa düşen göçmenler hiçbir iş bilmemektedirler. Geldikleri İstanbul’da hiç bilmedikleri işleri yapmak zorunda kalırlar: Ya mezbahada çalışıp hayvan doğrarlar ya ciğercilik yaparlar ya da deri işçiliği ile uğraşmak zorunda kalırlar. Kendi topraklarında bağımsız küçük tarım üreticiliğinden vasıfsız işçiliğe geçiş onların hayatını alt üst etmiştir. Yaşadıkları yerlerden, geçmişlerinden getirdikleri bildikleri ile yeni yaşamaya başladıkları yerdeki hayatla çatışma içerisindedirler. Füruzan’ın göçmenleri bunca yoksullukları içinde iyi yüreklerini kaybetmemiş, sevecen insanlardır.
Edirne’nin Köprüleri Füruzan’ın ustalığını herkese kabul ettirdiği doyumsuz güzellikte bir eseridir. “İnsan bütün yaşamı boyunca, böyle bir tek hikaye yazsa yine de yarına kalır” sözleri bu hikayeyle birlikte duyulmaya başlar. Ve edebiyat çevrelerinden ve okurlardan övgüler çok sık övgüler alır.
Her öyküsüne kattığı buruk ve acı tat Edirne’nin Köprüleri’ndeki Hala Adile’nin diliyle doruğa ulaşır: “Bu incir veremez bir yemiş. Isınmaz gövdesi, almaz bir dalı güneş. Kalmış yoksulcağız buralarda.”Rumeli’den Edirne’ye, oradan da İstanbul’a gelip yerleşen göçmen bir ailenin sıkıntılı, memleket hasretiyle dolu tertemiz hayatları amcasının elinde büyüyen yetim bir kız çocuğunun ağzından anlatılır. Tüm anılar arka arkaya yüklenir, yoğun bir duygu yükü verilir bu öyküde. Öyküdeki ayrıntılar, şaşırtıcı bir ustalıkla kurgulanarak bir bütünlüğe varır. Hiçbir fazlalık ya da noksanlık hissedilmez. Öyle de doyurucudur Edirne’nin Köprüleri. Kendisine karşı duyulan saygı, her zorluğa karşı gösterdiği metanetli direnişi ve her durumda ortaya koyduğu tarafsızlığından dolayı herkesin çok saygı duyduğu seksen yaşındaki göçmen Hala Adile nine,başına örttüğü bir tek kırışığı ve lekesi olmayan beyaz örtüsüyle insan sevgisinin, memleket hasretinin, dürüstlüğün ve doğruluğun akıllardan hiç çıkmayacak simgesidir.
Füruzan’ın öykülerinde en çok paylaştığı diğer bir konu çocuk denecek yaştaki kızların harcanmaları ve “düşmüş” kadınlardır. İlk kez Parasız Yatılı’daki Nehir öyküsüyle gösterir kendini bu durum. Henüz on üç yaşındaki küçük kızı ablası bir izin dönüşünde çalıştığı ağanın evine götürür: ”Yusuf Ağanın erimiş adaleleri sarkık karnının ağırlığı kayıyordu sanki. Ellerini yanına sıkı sıkı yapıştırmıştı. (…) Gözlerini daha sıkı yumdu.”
On üç yaşında ırzına geçilen bu küçük kız Ağanın karısı olarak evin hanımlığına terfi eder. Füruzan bu öyküsünde küçük kızın yıllar sonra kadere isyanını nasıl farklı bir savunma mekanizmasına çevirdiğini ustalıkla anlatır: “Güya ben hizmetçilikten gelmişim, ahçıymışım. Nasıl da utanmazlar bunu demeye. Ablam filan yok. Arada topraklı mahalleye kimlere gidiyor muşum? İnsanlık borcu…”
Yine “Kuşatma” ve “Benim Sinemalarım” eserlerinde güç yaşam koşullarının fakir kenar mahalle kızlarını nasıl bir batağa sürüklediğini anlatır. Kuşatma’da ilkokuldan sonra öğrenimine devam edemeyen Nazan on iki yaşında çalışmaya başlar. Haluk Beyle bir sinema locasına girdiği zaman ise henüz on dördündedir: “Acı da acıydı hani, böylesini ilk kez duyuyordu. Ama aşağısındaydı, bacaklarının arasında sürüyordu şimdi iğrenme.”
“Benim Sinemalarım”ın Nesibe’si ise henüz on altı yaşındadır. Kuşatma’daki sinema locasının yerini plaj kabini alır. Füruzan, Nazan’ın ve Nesibe’nin düşüş hikayelerini sanki bir kitabı okur gibi değil, olayın ve filmin içindeymişçesine hissettirir, yaşatır ve zorlar. Kitabı okurken bir “röntgenci” gibi hissetmeye, bir suç ortağıymış gibi tiksinti duymaya başlarsınız. Nazan’ın ve Nesibe’nin kadere boyun eğmişliği okuru hem kızdırır hem de bu çaresizliğe karşı isyan ettirir. Füruzan’ın yaptığı tam da budur: Ustalıkla anlatmak.
Gecenin Öteki Yüzü’nde kendi hayatını yaşayan anne, çocuğunun gözü önünde farklı bir erkekle ilişki yaşar. Çocuğunu sürekli döver, aşağılar. Annesinin eve ikinci bir erkeği almasına ilk ilişki yaşadığı adam küçük çocuğa annesinin bir “orospu” olduğunu söyler. Bütün bunlar çocukta telafi edilmesi güç yaralar açar. Eserde anne ve çocuk yeniden baş başa kalırken anne hayata tutunamamışlığının acısını oğlundan çıkartır ve çocuğunu sürekli aşağılar. Çocuğunu, yaşadığı kötü hayatın sorumlusu kabul eder ve onu hep ayak bağı olarak görür. Ancak hayatındaki tek sevdiği şey de çocuğudur. Burada da bir başına kalmış bir kadının hayat mücadelesine vurgu yapar usta yazar.
Gül Mevsimidir eserinde tertemiz bir sevdadan bahseder bu sefer Füruzan. Nazan ve Nesibe’nin düşmüşlüğünden kurtaracak bir umut verir bu öyküsünde. Ancak düşlerde yaşanabilecek kadar tertemiz bir aşktır Rüştü Şahin’le Mesaadet’in aşkı: “Beni sevdiğini, delice tutkun olduğunu bilmez değildim. İçinin kavrulduğunu biliyordum.Hiç direnmedim ona. Beni incitmedi, kokladı.(…)O gece en sona gitmedik ama onun vardığı yere kimse varamadı bir daha.(…) Çıplaklığımız sabah aydınlığında fildişi gibi duru, günahsızdı.(…)Hiç olmazsa, insanı aşağılayan o şeyi Rüştü Şahin’le yapmamıştım…”
Füruzan düşmüş kadınlara olan ilgisini Ah…Güzel İstanbul ve Kırlangıç Balıkları’nda da sürdürür. Her iki öyküyü de aynı tema etrafında örüntüler. Kuşatma ve Benim Sinemalarım eserlerinde görülen küçük kızları baştan çıkaran “gıcırtılı ayakkabılı” ya da “kol altları gevşemiş” adamların yerini bu sefer halkın arasından kişiler alır: Şoför Sarı Kamil ve balıkçı Mehmet.
Ah…Güzel İstanbul’da Güney illerinden birine kamyonuyla yük taşıyan uzun yol şoförü Sarı Kamil’i uzun süre bekleyen ve dönmeyeceğini anlayan Cevahir, iki yıldır yaşadıkları tek odayı olduğu gibi bırakıp gitmeye karar verir:
“Cevahir işlediği yastık yüzünü katladı. Her şey sustu kafasında, aklık gerildi. Bahçeye açılan kapıyı kapadı. Pencerenin perdesini kapıyı aşana kadar çekip örttü. Oda yumuşak bir loşlukla doldu. Üstünü değiştirmek için soyundu. Güzel, yuvarlak boynundan muskası, altını sallanıyordu…Sarı Kamil, hiç de dedikleri gibi altına tamah etmemişti. Gerçi iki olmamıştı altını ama…”cümlesiyle vurur Füruzan. Cevahir’in Sarı Kamil’le yaşamadan önceki genelev yaşamını inceden inceye hatırlatır. Ve bu cümleyle birlikte yaşamalarının güzelliğini anlatırken Cevahir’in de sonunu başlatır.Sarı Kamil gelecek diye hazırladığı, bayatlamaması için ev sahibine verdiği zeytinyağlı dolmalarını anlatışı vardır. Bir süredir yaşamaya çalıştığı düzenli ev hayatına da vedadır bu. Duygu yoğunluğuna şiirsel dokunuşlarını serpiştiren Füruzan’ın hikayeciliğinin en belirgin özelliğidir bu aynı zamanda.Bu nedenle de Sait Faik ödülünü alması çok anlamlıdır. Çünkü Sait Faik de öykülerindehep bunu yapmıştır.
Haraç öyküsünde köyden getirilip konağa bırakılmış ve hizmetçilik yapan Servet’in çocukluğunu, genç kızlığını, olgunluk çağını onun gözüyle anlatır. Servet’le birlikte konağın yirmi otuz yıllık yaşamını bütün devir değişikliklerini,yükselişini, çöküşünü, içinde yaşayanların bütün acıları, gülünç yanlarını yaşatır okuruna. ”İri iri dirsekleri, fırlak diz kapakları, kol gibi kalın telli saçları, her şeye ‘evet’ deyişiyle” herkesçe horlanan köylü Servet, yaşamının en güzel günlerini bir konağın dört duvarı içinde, bir aşağı, bir yukarı koşturarak harcar. En pis işlerden, Rusuhi beyin hayvani arzularına kadar her şeyde kullanılacak bir mal, bir eşya olan Servet konağın kadınlarının gözünde bir kadın bile değildir. Öyle değersizdir ki boşaltılmış, satışa çıkarılmış konakta tek başına üç yıl bekletirler onu. Sonra da onca yıllık emeğinin karşılığını konağın emektar dava vekili yaşlı Fatin Beyle evlendirerek ödetirler.
Haraç ile Gül Mevsimidir birbirini tamamlayan, aynı gerçeği iki farklı bakış açısıyla anlatan öyküler. Haraç’da bir İstanbul konağı, bütün yaşamını o konakta hizmetçi olarak geçirmiş Servet’in bir pazar dönüşü yokuş boyu düşündükleri ile anlatılır. Gül Mevsimidir’de ise benzeri bir İzmir konağı, konağın en büyük hanımefendisi yaşlı Mesaadet’in odasında tek başına geçmiş günlerini anımsayarak geçirdiği bir Pazar gününün aracılığıyla anlatır bize.
Belki kendi geçmişinde yaşadığı imkansızlıklarından, belki de halkın en büyük özlemi olduğundan çocuk okutmak temasını da sık sık işler öykülerinde. Çünkü okuyan çocuk gelecek kaygısı yaşayan yoksul ailelerin bu yoksulluktan kurtulabileceği tek çıkış noktasıdır:”Sen okulu bitirip öğretmen olunca. O zaman çalışmam hastanede. Beraber çıkar gideriz,” der Parasız Yatılı’daki anne.
Füruzan’ın öykülerinde belki de en belirgin özellik, hikayeleri okuyup bitirdikten sonra kahramanların, sözlerinden çok görünüşleri, davranışları, bir şeye karşı tutkuları, vazgeçemedikleri bir alışkanlıklarıyla belleklerde capcanlı kalmaları, hiç unutulmamalarıdır. Duygu yoğunluğunu en çok da bunlarla verir.
Sevda Dolu Bir Yaz Füruzan öykücülüğünün zirve noktasıdır. Bu eseri geçip giden güzelliklere yazılmış dokunaklı bir ağıttır. Füruzan tüm ustalığını, olgunluğunu bu eseriyle ortaya koyarak bir başyapıt ortaya koyar. İnsanların zamanla ruh değişimindeki yıkılmışlığını ve şaşkınlığını mekanla özdeşim kurarak anlatır. Tıpkı değişen İstanbul gibi. Yeni olan her şey yıkıcı ve şaşkınken, eski olan yani geçmiş yüceltilir.
TÜYAP ONUR KONUĞU: FÜRUZAN DİYE BİR ÖYKÜ
Özgün anlatımıyla Çağdaş Türk Edebiyatı’na önemli katkılarda bulunan Füruzan eserlerinde toplumsal ve siyasal olaylara karşı her zaman duyarlı bir duruş sergiler. Öykü, şiir, roman, tiyatro, yolculuk, senaryo ve röportaj gibi edebiyatın ve sanatın birçok alanında eser veren Füruzan göçmenlerin yaşadıklarına, tek başına mücadele veren kadınlara,sıradan insanlara, yoksullara, çöken burjuva ailelerine ve çocuklara dek tüm öykü karakterlerini derinlemesine inceleyerek Türk edebiyatına önemli katkılar sunmuştur. Mükemmel bir gözlemci olan Füruzan, detayları anlatma konusunda ustalık payesine sahip ender yazarlardandır.Eserleri pek çok dile çevrilen Füruzan 2008 yılında yapılan TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğu olur. Ve yapıtları çeşitli etkinliklerle anılır.
İyi bir öykü yazmak, kurgulamak çok zordur. Roman yazanların birçoğunun iyi bir öykü yazmakta zorlandığı bilinir. Bir öykü bir kez okunup kenara atılmamalı. Bir başucu eseri olmalı. Bu yüzden de dün okunan öykü, bugün de, yarın da okunabilir tatta olmalı.Füruzan’ın öykülerinde olduğu gibi bir şeyler katmalı insana.
Sait Faik’ten bu yana hiç kimsenin Füruzan kadar etki yarattığı söylenemez. Seçtiği konular o kadar bizdendir ki, samimiyeti ve duyarlılığıyla insanı can evinden vurur. Onun, öykülerinde ustalıkla ördüğü detayların hiçbirinde en ufak zorlama dahi yoktur. Yalın öykülerini ustalıkla ören ve öykünün derinlerine indikçe sunduğu detaylarla edebi doruğun zevkini yaşatan Füruzan, Memet Fuat’ın deyimiyle, “….edebiyatımızda bir olaydır.”