Ümit ÖZDEMİR / 04.02.2024
Cem Karaca politik müziğin 1970’li yıllardaki fenomenlerinden.. Karaca Türkiye’de hemen herkesin politik mücadelede taraf olmak zorunda kaldığı, tutum belirlediği ve aktif olarak mücadele ettiği dönemin sanatçısıydı.
Sanatçıyı var eden toplumsal koşullar aynı zamanda onun yürüyeceği yolun güzergahını da belirler. Bu olgu yönetmenliğini Yüksel Aksu’nun yaptığı Cem Karaca’nın Göz Yaşları filminde bir kere daha ortaya çıkıyor.
Filmde Cem Karaca’nın Annesi Toto Karaca’nın bir tiyatro oyuncusu, babası Mehmet Karaca’nın bir müzisyen olması yani ailenin sanatkar bir aile olması, Cem Karaca’nın yürüyeceği yolun rotasını belirliyor. Cem Karaca’nın aldığı kolej eğitimi sebebiyle babası tarafından kendisine atfedilen diplomat olma rolünü reddetmesi, filmin ilk dramatik çatışması olarak belirginleşiyor. Filmdeki bu ilk dramatik çatışmada kuşak ve değerler çatışmasının belirginleştiği sahnesinde ortaya çıkan tartışma, Türkiye’de sanatçının değerinin bilinmemesi üzerinden yürürken; Cem Karaca’nın müzisyen olmak için ısrarı ve inadı kişiliğinin nasıl şekilleneceğini gösteriyor. Ondaki bu ısrar, babası Mehmet beyin korumacı ebeveyn iç güdüsüyle oğluyla çatışmasına neden olurken, baba-oğul arasında başlayan ve aslında bütün ülkeye sirayet edecek olan kuşaklar, değerler ve sınıflar arasındaki çatışmanın mikrokozmosu oluyor…
Cem Karaca’nın askerlik döneminde hiç mektup almayan asker arkadaşının yaktığı türküden etkilenmesi, ilk halkçı uyanışların başladığı 60’lı yılların kendi müziğini ve politik duruşunu biçimlendirecek olan Anadolu deyişlerine yönelmesine neden olur. Bir takvim yaprağının arkasında keşfettiği, 19. yüzyıl Anadolu şairlerinden Erzurumlu Emrah’ın Yok Yok şiirinin besteleyen Karaca ve müzisyen arkadaşları, Batı müzik formlarıyla kendi kültürel özelliklerini sentezler. Sentez, büyük bir beğeni ve ilginin sebebi olur ve Anadolu Rock müziğinin temellerini atar. Cem Karaca ve müzisyen arkadaşlarının Türkiye müzik tarihine bu özgün katkısı, müzikte yeni arayışların olduğu 1970’li yılların ortalarında büyük yankı yaratır.
Cem Karaca ve yoldaşlarının bütün 70’li yıllara damgasını vurmasına, geniş yığınların içinden kendi dinler kitlesini yaratmasına sebep olan bu yönelişi, elbette politik mücadelenin yükselişinin kaçınılmaz sonucuydu. Sol politik mücadelenin yükseldiği, sınıfsal uyanışların hayatta karşılığını bulduğu, her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sol-protest müziğin kendi aktörlerini yaratması eşyanın tabiatı gereğiydi. Cem Karaca’nın müzikal serüveni işte bu koşulların içinde biçimlendi.
Filmde yükselen politik mücadeleyi engellemek için tezgahlanan 12 Mart darbesi sonrası Cem Karaca yapımcılarıyla, müzisyen yoldaşlarıyla çelişkiye düşmesi dramatik olay örgüsünün akışını belirliyor. Yüksel Aksu bu biyografi filminde Cem Karaca’nın ailesi ve sosyal çevresi üzerinden kurguladığı bu anlatı tarzı, Karaca’nın kendisi, ailesi ve müzisyen yoldaşlarıyla düştüğü çelişkili durumları ve sanatına yansımasını başarılı bir dramatizasyonla aktardığını belirtelim. Çelişkilerin odağında sanatçının gerçeklikten beslenen ve onu besleyen sanat pratiği sergilenirken Karaca, müzikal yolculuğuna damgasını vuran 1 Mayıs Marşı, Parka, Tamirci Çırağı’nı ve işsizlik sorununu ele aldığı Mor Perşembe ile geniş yığınların talep ettiği politik müziğin sözcüsü ve icracısı olur. Geçerken belirtelim Parka aslında 70’li yılların ikinci yarısında ülkeyi iç savaş ortamına sürükleyen MC hükümetlerinin şarkıyla yapılan politik eleştirisidir. Parkasıyla okula giderken faşistler tarafından katledilen bir gencin öyküsünün anlatıldığı şarkı sözlerinden yansıdığı biçimiyle “4 hain kurşun değmiş / delik deşikti parka” sözleriyle kastedilen MC’yi oluşturan 4 partili koalisyon hükümetiydi.
Filmin ikinci bölümünde Cem Karaca ayak sesleri duyulmaya başlayan darbenin yarattığı endişe ve konserlerine düzenlenen saldırılarla dramatik anlatı, giderek trajediye doğru evrilir. Karaca, ülkesini terk etmek yalnızlığa gömülmek ve yabancı bir ülkede tek kişilik bir hayatı sürdürmek zorunda kalır. Sonunda beklenen olur ve toplumu tek seçeneğe mecbur eden, iç savaş ve korku atmosferiyle biçimlenen kontrgerilla tertipleri sonucunda sürüklenilen kaos sonrası 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşir. Cem Karaca’nın mülteciliği mecburi bir konukluğa, faşist darbecilerin onu vatandaşlıktan çıkarmasıyla haytmatlosa (vatansızlığa) dönüşür.
Cem Karaca’nın Almanya yıllarını melodramatik anlatı tarzıyla sunan yönetmen Yüksel Aksu, Karaca’nın sürüklendiği yeni yaşam koşullarındaki uyumsuzluk, çatışma ayrılık hüznünü, ülkesine ve oğluna olan hasretinin duygusal etkilerini başarıyla yansıtıyor.
Filmler duyguların aktarımı için yapılırlar. Sette çalışan emekçiler senaristler, kameramanlar, oyuncular hepsi bu amaca hizmet ederler. Yüksel Aksu ve ekibi bu duyguyu aktarmak için kolektif bir çabayı ortaya koyarlarken, öyle sanıyorum ki Cem Karaca’nın saygın anısına zarar vermemek için 1980’li yıllardan sonraki dönüşümünü ve savrulmasını filmde anlatmamayı tercih etmişler. Filmin trajik nüansı ise filmde anlatılmayan bu bölümde ortaya çıkıyor. Anlatılmayanı anlatalım: Cem Karaca’nın ülkesine döndükten sonra Fetullah Gülen’i övebilecek kadar sağa savrulması Karaca’nın Fetullah Gülen için sarf ettiği “Yüce Allah’ın adını andığında ağlayan, peygamberin adını andığında ağlayan bir insan benim için olsa olsa insanı kamil olmak adına çok ama çok dehşetli diyebileceğim bir merhale kat etmiş demektir. Bu yüzden kendisine saygım, sevgim… kim ne derse desin umrumda değil” sözleriyle Amerikan halifesi, darbeci faşist Fetullah Gülen’i kutsar. Bu kutsama, 2001’de yayınlanan Fetullah Gülen şiirlerinin yer aldığı bir CD albüme kadar ilerleyerek Cem Karaca’daki deformasyonun sınırını gösterir.
Cem Karaca’nın bu dönüşümü, tarihi “kahramanlar”, “azizler” ve “hainler” üzerinden okuma alışkanlığında olan romantik yaklaşımının aksine, gerçekçi tutumla ele alınmalı. Nesnel yaklaşımla ele alındığında Karaca’daki bu dönüşüm, darbe sonrası anti demokratik ve olumsuz koşulların süreklilik kazanmasına koşut olarak karamsarlığın yaygınlaştığı 80’li yılların neoliberal karanlığından bağımsız olmadığı görülür. Sol protest müzik anlayışının taban bulmasında öncü sanatçılardan biri olan Cem Karaca’nın mistisizme ve Fetullah Gülen’e övgüler düzen biat ekibine dahil olması ve elleriyle yaptığını ayaklarıyla yıkması, kendi politik müzik mirasını inkar edecek noktaya sürüklenmesi; o’nun kendi tercihleri üzerinden açıklamaya çalışmak haksızlık olur. Mistisizmin, dinsel düşüncenin devlet ve toplumu kuşatan gerici tarikatlar tarafından hakim ideoloji haline getirilmesi bütün hak ve özgürlükleri elinden alınan Türkiye toplumunun içinden çıkan bir kısım aydın ve sanatçıyı etkilememesi kaçınılmazdı. Olumsuz dış koşullara karşı koyabilecek örgütlenme ve dayanışma yoksa, biat kültürünün taban bulması ve bütün toplumu zehirlemesi kaçınılmazdır.
Cem Karaca’nın politik kuşakların kültürlenmesine ve bilinçlenmesine hizmet eden sol protest müziği terk ederek, onları derin bir hayal kırıklığına uğratması, işte bu olumsuz dış koşulların sonucudur. Karaca’nın işi Entelektüel karşıtı söyleme kadar vardırdığı “Yarım Porsiyon Aydınlık” şarkısıyla geçmişini inkar edişi, yeni sağın yükselişinin ve hegemonyasının bir etkisiydi. Bu etkiden hiç kimsenin azade olmadığı gerçeği bir yana, neoliberal tahribat emek, insan, toplum ve sanatı dönüştürdü. Bu tahribat aynı zamanda küçük burjuva düşünsel bunalımını tetikleyerek toplumun önünde yer alan sanatçılara da zarar verdi.
Cem Karaca’nın müzikli isyanı, onu toplumsal sorunları dile getiren söz yazarlığıyla birleşerek bu ülkenin müzik hafızasına kazındı. Cem Karaca’nın başarısı ve trajik yalnızlığına yakından bakıldığında, 1980 askeri faşist darbesinden sonra bütün değer ölçütleri sermaye sınıfı tarafından tarumar edilen Türkiye toplumunun dramını anlamak mümkün. Cem Karaca ve müzisyen yoldaşlarının grubu Erdirdahan’ın çıkardığı Safinaz albümünün kapağında yer alan “Kahrolsun yoz müzik” duvar yazısının önünde poz vermeleri, bu müzikli isyan halinin kökenleri hakkında bir fikir verir. Erdirdahan üyelerinin toplumsal çürümenin ana kaynaklarından biri olan arabeske duydukları tepkinin net bir ifadesi olan bu fotoğraf, bugün pek çoklarına komik gelse de hayati bir öneme sahipti. Fotoğrafa yakından bakıldığında, kapitalizmin köyleri çözüp, kentlere ucuz emek gücü olarak ittiği yoksul ve güvencesizlerin yaşadığı kültürel travma ve kültür boşluğun plak şirketi sahibi kapitalistlerce acımasızca sömürüsünün izlerini görmek mümkün. Arabeskin yoz müzik anlayışında, kadersizlik ve çaresizlik düşüncesinin yaygınlaştırılması ve yığınların kaderci düşünceye teslim edilerek pasifize edilmesi gerçeğini doğru kavrayan Karaca ve müzisyen yoldaşlarının tepkisi ve isyanı, kendilerinin de bir parçası olduğu müzik dünyasındaki yozlaşmayı hedef almaları bugün örneğine pek de rastlamadığımız eleştirel düşüncenin müzik yoluyla ifadesidir..
Yönetmen Yüksel Aksu, bir biyografi filminin imkanları içinde Türkiye’de belki de en özgün sol protest müzik sentezini başaran Cem Karaca ve yoldaşlarının müzikal yolculuğuna ayna tutuyor. Yüksel Aksu’nun tuttuğu aynadan yansıdığı kadarıyla film, izlenmeyi hak ediyor.