Mert Yıldırım / 15.01.2024
60’lı yıllarda tüm dünyada Marksizm fırtınası esiyordu. Ama bu fırtına yekpare değildi. Örneğin Avrupa’da gelişen hareketler ile bağımlı-yeni sömürge ülkelerde gelişen ulusal ve sosyal hareketleri ayırmak gerekiyor.
Avrupa’daki hareketler ağırlıklı olarak kendiliğindenci ve heterojen hareketler iken, bağımlı-yeni sömürgelerdeki hareketler sınıf, ayaklanma, halk savaşı diyen ve sistemi cepheden hedefleyen hareketlerdi.
Elbette, Türkiye de bu süreçten fazlasıyla etkilendi. Ama Türkiye’de başka bir şey daha oldu; 27 Mayıs Askeri darbesi. Bu darbe 12 Mart ve 12 Eylül darbesi gibi açık faşizmin icrasını içermiyordu. Ancak bu darbelerin, yani 12 Mart ve 12 Eylül açık faşist darbelerinin yolunu açmıştı. Örneğin MGK bu dönemde, 27 Mayıs darbesinin anayasası ile birlikte kurulmuştu.
27 Mayıs darbesinin yaptığı bir diğer şey ise pre kapitalistlerin etkinliğinin kırılması ve tekelci burjuvazinin yolunu açması oldu. Bunu yaparken nispi demokratik düzenlemeler de gerçekleşti. Kuvvetler ayrılığı, sendikal örgütlenme, toplu sözleşme ve grev hakkı adı geçen demokratik düzenlemelerden bir kaçıdır. Bütün bu sonuçların ve olguların oluşmasında iç dinamikler kadar uluslararası gelişmelerin de belirgin etkisi olmuştu. Çünkü Emperyalizm 2. paylaşım savaşından sonra iç ve dış sömürü metodlarında yenilenme sürecine girmişti. Klasik sömürgecilik yeni sömürgeciliğe, açık işgal gizli işgal biçimine dönüştü. Uluslararası tekeller ile yerli sermaye sınıfları iç içe geçti. Devlet mekanizması buna göre dizayn edildi. Baskı mekanizmaları yanında ideolojik mekanizmalar geliştirildi. Başta ordu olmak üzere, devlet tepeden tırnağa iç savaşa göre organize edildi.
27 Mayıs darbesinde küçük burjuva milliyetçilerin etkin olması, kamusallığa vurgu yapmaları, anti emperyalizm vb. söz edilmesi ve en önemlisi de 61 Anayasasının yarattığı nispi demokratik olanaklar kimi yanılgılara neden oldu. Resmin bütünü çoğu zaman görülmedi.
Bu dönemde Marksist eserler hızlı bir biçimde Türkçeye çevrilmeye başlandı. Bu da beraberinde sol fikriyatın oluşmasına ortam hazırladı. Böylece iki fikir yan yana gelişti. Marksizm ve Kemalizm…
1950’lı yıllar, yani DP dönemi karşı devrimci, 60 darbesi ilerici bir darbe olarak tanımlandı. Kemalizm ile sosyalizmi bir araya getirmek isteyenler 1923 İktisat Kongresinde alınan kararları, bu kararlarda izlenen ekonomik programı okumak istemediler. Ermeni ve Rumların fiziki tasfiyesi, ardından yaşanan Kürt kıyımı, Komünist kadroların Karadeniz’de boğdurulması, Çerkez Ethem hareketine karşı gerçekleşen komplolar görülmedi. Veya görülmek istenmedi.
Cumhuriyetin Evreleri!
1921 yılında başlayan Cumhuriyet serüveni farklı politik ekollerin bir araya gelmesiyle gerçekleşmişti. Dindar ve muhafazakar bir yerde duran Kazım Karabekir, liberal platformu temsil eden Rauf Orbay, her alanda devletçi olan İsmet İnönü bir aradaydı. Bu yürüyüşe denge sağlayan ise Mustafa Kemal olmuştu.
İzmir İktisat Kongresi bütün bu eğilimlerin senteziydi. Liberal politika ile devlet müdahaleciliğinin iç içe yürütüldüğü ama liberal yanı ağır basan programın adı olan İzmir İktisat kongresi, rejimin niteliğini tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştu. O güne kadar Sovyet Rusya ile iyi ilişki içinde olan Cumhuriyet Türkiye’si yüzünü Batıya doğru çevirmeye başlamıştı. Ancak aradan geçen yıllar içinde hedeflenen sonuçlara ulaşamamıştı. Gayri müslimlerin birikimleri gasp edilmiş olmasına karşın güçlü bir sermaye sınıfı ortaya çıkmamıştı. Sermaye sınıfı zayıf olunca liberal ekonomik program aksamaya başlamıştı. Buna bir de 1929 dünya ekonomik krizi eklenmişti. Bu durumdan çıkmak için kamu iktisadi teşebbüsleri politikasına (KİT) geçildi. O dönemde tüm dünyada uygulanan “kamusal iktisat” politikası Türkiye’de “imtiyazsız sınıfsız bir toplum” demagojisi ile uygulandı. Bunun adına da Kemalizm denildi. 1950’li yıllara gelindiğinde, istenilen sermaye sınıfı ortaya çıkmış, bu arada İkinci Dünya savaşının sona ermesiyle birlikte gelişen serbest girişimcilik ise Kemalizmin karşıtı gibi anlaşıldı. Oysa bütün bu süreçler bir zincirin ayrı halkaları olup arasında kopmaz bir diyalektik ilişki bulunuyordu.
1950 yılları, yani Demokrat Parti dönemini “karşı devrim” olarak gören ve 27 Mayıs darbesini “ilerici” olarak görenler orduya tarihsel misyon biçtiler. Orduya “zinde güç” diyenler ve orduya önderlik misyonu biçenler ordu içindeki nüfuzlarını yaymakla kalmadılar, ilerici aydın kesimi ve gençlik hareketini de etkilemeye başladılar. Doğan Avcıoğlu şahsında somutlaşan YÖN ve Devrim dergisi etrafında bir araya gelen bu çevreler kendisini hem Kemalist hem de sosyalist olarak tarif ediyorlardı. Bunu da “Türkiye’ye özgü yol” olarak tarif ettiler. Sınıf önderliği ve toplumsal isyan yerine askeri darbe ile cumhuriyet devrimini tamamlamayı hedeflediler. Adı “sol cuntacılar” olan bu çevrelerin benzeri o dönemde dünyanın başka yerlerinde de cereyan etmişti. Mesela Mısır’daki Nasır hareketi böyle bir şeydi. Hatta Nasır hareketi Mısır’da iktidar olduktan sonra tüm Arap coğrafyasını derin bir biçimde etkiledi.
1961’de 12 sendikacının kurduğu “Türkiye İşçi Partisi” bir yıl sonra sosyalist aydınların katılımı ve Mehmet Ali Aybar’in genel başkan olmasıyla komünist, ilerici, demokrat pek çok insanı partiye çekti. Böyle istendiği için değil, fiili olarak Türkiye’nin bütün aydın kaynağı ve öncü işçiler ve devrimci genclik hareketi TİP’e aktı. Parti bir çok devrimci eğilimin yeserdiği bir zemin oldu. Özetle söylemek gerekirse baslangıçta “herkes” TİP’teydi. Daha sonra, önce MDD ve Sosyalist Devrim ayrılması, ardından MDD içinde ayrışma başladı.
1960’li yılların ikinci yarısında bir yandan YÖN ve Devrim dergisi çevresinde bir araya gelenlerler boy gösterirken, diğer yandan Çin, Vietnam ve Küba’dan etkilenen devrimci hareketler oluşmaya başladı. TKP geleneğinden gelen ama belli noktalarda bu gelenekten ayrılan ve ana hatlarıyla devrimci zeminde duran Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’nın, sınıf ve parti vurguları olmakla birlikte, Osmanlı döneminden gelen, Cumhuriyetin kuruluşunda önderlik eden ordu dinamiğine çok büyük önem verdiler. 27 Mayıs darbesi ve akabinde oluşturulan 61 Anayasası bu önemi artırdı ve orduyu devrimin “zinde güçleri” olarak tanımladılar. Ancak içeride ve dışarıda gelişen devrimci dinamikler Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’nın sınırlarını zorladı. İlk başlarda aynı platformda olan ve daha sonra üç ayrı silahlı direniş hareketine dönüşen Mahir, Deniz ve Kaypakkaya ekolü hızlı bir kopuş sürecine girdi. İlk etapta ideolojik olarak Kemalizmden kopuş gerçekleşmese de, politik ve örgütsel planda yaşanan ayrışma giderek fiili kopuşa ve sistem karşıtına dönüşmeye başladı.
Bu her üç devrimci ( Mahir-Deniz-Kaypakkaya ) ekolün ortak özellikleri sınıf, parti, ayaklanma, halk savaşı demeleri ve orduyu esas almamaları oldu. Ayrıca, SSCB merkezli “barış içinde bir arada yaşama”, “barışçıl geçiş” programını red -dettiler. Bunun yerine o dönemin devrimci damarını temsil eden Çin’in, Vietnam’ın ve Küba’nın tutumunu benimsediler. Bu siyasal tercihler, anılan yapılarin sinıf devrimciligi ve Enternasyonalizm vurgusunu zayıflattı.
Yeni TKP bu duruma itiraz ediyor ve sosyalistlerin Kemalizm ile barışması gerektiğini söylüyor.
Esasen ne TKP ile ne TİP ile organik bir devamliliği olmayan, ama bu partilerin sadece en sağ vasiflarınin sürdürücülüğünü “komunistlik” olarak pazarlayan “TKP’ yöneticilerinden Aydemir Güler, bunun için tartışmayı 68 yıllarına götürüyor. “68 kuşağı Kemalizm’den kopuştur” denilmesi doğru ise sorunludur” diyor. Yine 68 günlerinde “TKP sağda kalmıştır” denilmesine de fena halde içerlenmiş. Ve bu süreci, yani 68 günlerinin devrimciliginin “partili olmayan sosyalizm” olduğunu söylüyor. Parti dediği TKP’den kopuş olduğu için “İşçi sınıfı partisi zemininden sapma” olarak görmektedir. Yani o dönemde ne kadar parti olursa olsun, bu partiler ne kadar kendilerine Komünist, sosyalist ve Halk partisi desin, ne kadar gençlik içinde, köylüler içinde ve işçiler içinde etkili olurlarsa olsunlar TKP’li olmadıkları için “partili olmayan sosyalist” hareketlerdir.
Aydemir Güler’in en hassas olduğu nokta ise “Kemalizm’den kopuş” denilmesidir. Bunun için geçmişle olan, olması gereken bağın koparılması anlamına geldiğini söylüyor. Çünkü Aydemir Güler’e göre sosyalist hareket cumhuriyetin bir devamıdır. Devamı olması gerekiyor. Cumhuriyetin sosyalizm için bir aşama olduğunu, sosyalistlerin kendisini bu aşamanın bir devamı olarak görmesi gerektiğini ileri sürüyor. Böylece yıllar önce tartışılan ve tüketilen aşamacılığı ve ilerlemeciliği yeniden piyasaya sürüyor. Yazının ilerleyen bölümünde amacını açık açık ortaya koyuyor. ‘Kırmızı çizgi” dediği “cumhuriyetin kazanımlarına” sahip çıkıyor. Hatta daha da ileri giderek, “Bu çizgiyi ihlal eden sol çekip gider” diyerek, bir tür ültimatom veriyor. Kendileri güçlendikleri vakit, bu çizgiyi ihlal eden sol çevrelere müsamahakar olmayacaklarını ima ediyor.
Cumhuriyetin kazanımlarını Kırmızı çizgi ilan eden Aydemir Güler, buna sahip olmayı iktidar hedefi olarak açıklıyor. Kemalizme güzellemeler yapmayı ve cumhuriyet ile uzlaşmayı sosyalist iktidar mücadelesi olduğunu iddia ediyor. Büyük bir çelişki ama tam tamına bunu söylüyor.
Yeni TKP bu noktada kendisine bir rol biçmiş durumda. Birincisi, Sol-Sosyalist çevrelerle Kürt hareketinin yan yana gelmesini istemiyor. İkincisi ise Kemalistlerle sosyalistleri barıştırmak istiyor.
Kürt hareketi ile yan yana gelmemesinin nedenlerini anti emperyalizm ve laiklik başlıkları ile izah etmeye çalışıyor.
TKP’nin anladığı Anti emperyalizm, Anti ABD’dir. Kürtlerin ABD ile yan yana durmasının ötesinde ABD ile çatışmasını temenni ediyor. Devletin istediğini ve beklediklerini anti-emperyalizm ve sol söylemlerle ifade ediyor. Ama Kürt topraklarının dörde bölünmüş olduğunu ve en büyük parçanın zor ve işgal yoluyla Türkiye’nin “sınırlarına” dahil edildiğini, işgal eden ülkenin NATO üyesi olduğunu, yürüttüğü operasyonlarda aldığı silah ve istihbaratın özelde ABD’den, genelde NATO ülkelerinden geldiğini görmüyor.
Laiklikten anladığı ise din ve devlet ilişkilerinin özerkliği değil, dine ve İslamiyete cepheden karşı almasıdır. Bu da devletin istediği bir şeydir. Nitekim devlet daha ilk günden Kürt hareketi için “bunlar Komünist”, “bunlar din düşmanı” diyerek dini değerleri güçlü Kürt halkını direniş hareketinden uzak tutmaya çalışıyor. Adı Komünist Partisi olan ama özünde Kemalist olan çevre bunu görmek istemiyor. Laik dediği ve onu yeniden kurmak gerekiyor dediği cumhuriyetin bizatihi kendisi Diyanet Başkanlığını kurmuş ve buna bütçe ayırıyor. “Yeterince laik” değildir dediği Kürt hareketi ise bölgenin en seküler hareketi durumundadır. Üstelik bu çizgisini dini değerlerin güçlü olduğu ve dört bir yanının cihadistlerle çevrili olduğu bir coğrafyada sürdürmektedir.
Sosyalistler hangi Kemalizm ile barışacak?
60’li yıllarda Kemalizmi dolaylı ittifak içinde gören sol-sosyalist hareket, Kemalizmi YÖN ve Devrim dergisi çevresinden ibaret görüyordu. Ancak 71 askeri darbesiyle birlikte bu kesimler tasfiye edildi. Kalanlar gelişen devrimci kopuşla birlikte geleneksel Kemalist çizgiye dahil oldular. Artık mevcut durumda Doğan Avcıoğlu vb. “Sol Kemalist” çevrelerin çıkması pek olası görünmüyor. Fakat yeni TKP bu misyona sahip olacaksa-ki öyle görünüyor-ödünç aldığı partinin ismini bir tarafa bırakmalıdır. Çünkü Komünist olmanın ön koşullarından biri ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını amasız-fakatsız savunmaktır. Aksi taktirde hangi isim ve söylem kullanılırsa kullanılsın yaşanan sosyal şovenizm olur.