LENİN: BAŞ MİMAR

Editörden

İngiliz tarihçi Edward Hallet Carr’ın “Devrim Okumaları” adlı derleme çalışmasından alıntıladığımız bu yazısı, İngiliz tarih okulunun önemli temsilcisinin, Lenin’in Ekim devrimindeki önderlik yaklaşımını yakından analiz eden bir yazı. Yazısında Carr, Lenin’in devrimin karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar karşısında aldığı siyasi pozisyonların ayrıntılı açılımlarını; nedensellik bağlamına oturtarak tartışıyor. Bu nedenle önemli olduğunu düşündüğümüz yazıyı, Ekim devrimin 106. yıl dönümünde yayınlıyoruz.

Büyük insanlardan pek azı, Lenin’in tarihte sahip olduğu sağlam ve tartışmasız yere onun kadar çabuk ulaşabildi. Lenin’in yaptıklarından en çok nefret edenler bile, göreli ılımlılığını ve devlet adamlığını, önce meslektaşlarının sonra da haleflerinin kapkara habisliği karşısında bir engel olarak görmüşlerdir. Ölüm onu, hakkındaki iftira bulutları dağılmaya başlamışken ve devrimleri genel olarak sağlamlaşma aşamasında saran acı çekiş­melerde taraf olmaya vakit bulamadan yakaladı. Davaya uzun yıllar ve büyük bir adanmışlıkla hizmet ettiği için, fikirlerinin berraklığı ve gücü sayesinde ve 1917’nin en kritik zamanlarında gösterdiği önderlik kabiliyetiyle çağdaşlarının hepsinin açık ara önündeydi. Sonraki kuşaklar için ise, kendisi muzaffer devrimin simgesi, yazıları da kutsal metinler haline geldi.

Devrimci bir lider olarak büyük bir üne sahip olan Lenin, yıkıcı olmaktan çok yaratıcıydı. Ne 1905’te, ne de 1917 Şubat Devrimi’nde kişi olarak büyük bir rol oynamadı; bu devrimlerde Bolşevik fikirlerin de önemli bir katkısı olmadı. Ekim 1917’de yaptığı şey, Geçici Hükümeti alaşağı etmek değil -bu zaten o zamana kadar yaşananların doğal bir getirisiydi-, onun yerini alacak olan şeyi inşa etmekti. Sovyetlerin Haziran 1917’de dü­ zenlenen birinci kongresinde, bir konuşmacı kürsüden, hükü­met etme görevini üzerine almaya gönüllü devrimci bir partinin var olmadığını söylediğinde, Lenin, alaycı kahkahalar arasında, “Öyle bir parti var,” diye bağırmıştı. Devrimin dönüm noktası böylece gelmişti. Lenin, ancak yeni rejimin kurulmasıyla, idareci, hükümet başkanı, örgütçü ve üstün siyaset taktikçisi olarak boyunun geçek ölçüsünü göstermiştir.

Lenin’in bir başka özelliği de, kendi ülkesinin uluslararası konumunu ve saygınlığını yeniden inşa etmesidir. Bolşevikler imparatorluğu ele geçirdiklerinde, Büyük Rus İmparatorluğu iç karışıklıklar ve savaştaki yenilginin sonucu olarak, hızlı bir çözülme sürecindeydi. Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması, yalnızca eski Çarlık Rusya’sının batıdaki uzantılarının değil -ki bunların bağımsızlığını Sovyet Hükümeti kendiliğinden tanımıştı-, nüfusunun büyük bölümü Ruslardan oluşan büyük bir toprak parçasının da kopuşuna neden olmuş­ tu. 1918 yazı, iç savaşın patlamasına, Almanya’nın çöküşünden çok sonra devam eden ve iki yıldan uzun bir süre boyunca ülkeyi fiilen birbirleriyle çatışma halinde olan birden çok iktidar odağı arasında bölen İngiliz, Fransız, Japon ve Amerikan mü­dahalelerine tanıklık etti. Bu arada Bolşeviklerin, tüm uluslara ve ulusal gruplara kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkını tanıması, çözülme sürecine hız kazandıracak ve önceki birliğin tekrardan sağlanması ihtimalini de tamamen ortadan kaldıracak gibi göründü.

Ne ki, 1922’nin sonuna gelindiğinde, iç savaşın zaferle sonuçlanmasından iki yıl kadar sonra, çeşitli siyasi birimler yeni kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çatısı altında toplanmıştı (iki Orta Asya cumhuriyetinin resmi katılımı 1924’e kadar sarktı) ve yeni federasyonun kaderine, en az ölen imparatorluk kadar güçlü ve uzun süreli bir birlik oluşturacağı yazılmıştı. 1918 ya da 1920’nin karanlık zamanlarında çok az kişinin öngörebildiği bu sonuç, Lenin’in kayda değer başarılarından biridir. Tarihin gözünde o, sadece büyük bir devrimci değil, aynı zamanda büyük bir Rus’tur.

Halkın Lenin’e ilgisi, ne kendi ülkesinde ne de başka ülkelerde azalacak gibi görünmüyor. Toplu yapıtlarının ikinci ve üçüncü baskıları (aslında aynı baskının farklı formatlarda iki ayrı yayımlanışı) 1926 ile 1932 arasında yapıldı. Savaştan kısa süre önce, dördüncü baskının yapılması kararlaştırıldı ve şu an basım süreci devam etmekte. Bu ciltlerde yer alan çok sayıda ek malzeme, Leninskii Sbornik’te ve başka süreli yayınlarda yer almıştı. Yani, tamamen yeni bir çalışma olduğu söylenemez, ancak tek bir baskıda çalışmaların tümüne erişebilmek açısından bir yenilik oluşturuyor.

Diğer taraftan uzun açıklayıcı notların ve ek belgelerin yer aldığı bölümler (bunlara başka yerlerden ulaşılıyor olsa da belgelerin bir arada bulunması kolaylık sağlıyordu) tamamen kaldırılmış. 1938’de yapılan resmi bir açıklamayla, “Lenin’in eserlerinin bazı ciltlerinin, ekler, notlar ve yorumlar bölümünde yer alan zarar verici nitelikteki bariz siyasi hatalar” daha önce kınanmıştı. Marx-Engels-Lenin Enstitüsü, bunları sürekli yenilenen bilgilere ve güncellenen resmi görüşe uygunluk açısından gözden geçirme işinden kurtulmuş oldu. Yeni baskı, cılız ve tamamen yetersiz notlarla yayımlandığı için, araştırmacılar hala önceki baskılara başvurmak zorunda kalacaklar.

Bu arada Lenin’i öğrenmekte olan İngiliz araştırmacıların yararlanacakları iki yayın var. Lenin’in toplu yapıtlarının, 1930’larda başlayan İngilizce çevirisi terk edilmiş görünüyor. Ancak, The Essentials ofLenin, daha önce İngilizcede yayımlanmamış bazı yazıları da içeren, temel eserleri kapsayan iki ciltlik bir Rusça çalışmanın tercümesi.1 Ciltler kapsamlı, fiyatları düşük; eksiklikler olsa da (özellikle Lenin’in neredeyse bütün konuşmalarının ve kongre raporlarının olmayışı esef verici), Lenin’in yazdıklarının ana gövdesi, artık İngiliz okuyucunun da elinin altında. Diğe; bir kitap ise, D.S. Minski’nin kaleme aldığının dışında (bu biyografi, şimdi neredeyse yirmi yaşında) daha önce yazılmış olanları açık ara geride bırakan, Christopher Hill’in popüler kısa biyografisi.2

Kitabın içinde yer aldığı dizinin, “bir büyük adamın biyografisi aracılığıyla anlamlı bir izlek sunma” biçiminde tanımladı­ ğı hedefi, görünüşe göre, Hill’in çalışmasını fazla dar bir alana sıkıştırmış. Biyografilerde bulunması olağan olan ayrıntılar ve değerlendirmelerini sunduğu sonuç bölümü dışında, Lenin’in parti kavramı, tarım politikası, devlet felsefesi, devrimci cumhuriyetin dış dünyayla ilişkilerine dair görüşleri ve ekonomi politikası gibi birkaç önemli başlığa değiniliyor kitapta. Başlık se­ çimi yerinde, konular makul ve gerçekçi bir biçimde ele alınmış. Konunun uzmanı olmayan okur, ki kitap onlar için tasarlanmış, burada, Lenin’in yüzleşmek zorunda kaldığı temel sorunlara ve bu sorunları çözerken başvurduğu yöntemlere dair, doğruya saygılı ve rahat okunabilir bir sunum tarzı bulacak.

Lenin’in düşüncesinin ve eyleminin odak noktası devlet teorisiydi. Lenin’in devlet teorisi en olgun ifadesini, Ekim Devrimi arifesinde yazılıp 1918 baharında yayımlanan Devlet ve Devrim’de bulmuştu. Godwin’den başlayarak sosyalist gelenek, devlete kayıtsız şartsız bir düşmanlıkla bakmıştı. Özellikle ilk çalışmalarında Marx, sürekli olarak devleti, “burjuvazinin kendi mülkiyetini ve çıkarlarını garanti altına almak için benimsedi­ ği örgütlenme şekli” betimlemesiyle lanetlemekteydi. Komünist Manifesto, bu geleneğin dışına çıkmamıştı ve sınıflar arası farkların ortadan kalkacağı, “toplumsal iktidarın siyasal karakterini yitireceği” o günü iple çekmekteydi. Ancak Manifesto, aynı zamanda, devrimi kazanma yolunda daha acil bir adım atma çabasındaydı. Bu amaçla proletaryanın “burjuvaziyi alaşağı etmesi ve üstünlüğünü kurması” bir gereklilikti. Bu süreçte devlet, “yönetici sınıf olarak örgütlenen proletarya” ile özdeşleşecekti.

Bu, Marx’ın birkaç yıl sonra ünlü “proletarya diktatörlüğü” sloganıyla belirginleştireceği fikirdi.

Marx ve Engels’in yazılarında belirdiği şekliyle devlet öğretisi iki yönlüydü. Sınıf çelişkilerinin bir ürünü ve bir baskı aracı olarak devlet, uzun vadede sönümlenecek ve geleceğin komünist düzeninde tamamen yok olup gidecekti. Burjuva devleti devrimle yok edecek olan proletarya ise, kısa vadede, sınıfsız toplum yaratılana kadar, kendisi için geçici bir devlet aygıtı, yani proletarya diktatörlüğünü kurmak zorunda kalacaktı. Bu iki yönün uzlaşması her zaman kolay olmadı. Lenin bunu bir sorun olarak görmeye başladığı ilk andan itibaren ana akım Marksizm, devleti, proletarya diktatörlüğünü de içerecek şekilde toptan reddeden anarşizm ile sosyalizmin, burjuva devleti yok ederek değil, tersine, mevcut devlet iktidarıyla ittifak kurarak başarılacağına inanan, Lassalle geleneği nedeniyle özellikle Almanya’da tehlikeli bir hal alan devlet sosyalizmi arasında çok dikkat isteyen bir rotada ilerlemek zorundaydı.

Devlet ve Devrim’i yazdığı sırada, Lenin’in içinde, Alman sosyal demokratların 1914’te ulusçu akıma kapılma “ihanet”lerinin acısı hala tazeydi. Bu yüzden, devlete tapınmanın, anarşizmden daha tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Bu durum kitabı bir nebze de olsa tek taraflı kılıyor. Proletarya diktatörlüğünü savunmak için anarşizme karşı geliştirilen tez, sadece telaşla yazılmış birkaç paragraflık bir bölümü oluşturuyor. Kitap, esas olarak, hem devletin sınıf çatışmasının bir ürünü ve sınıfsal tahakkümün bir aracı olduğunu, sınıfların yok olmasıyla birlikte devletin de yok olacağını, hem de güncel hedefin burjuva devlet aygıtını ele ge­çirmek değil yıkmak ve onun yerine proletarya diktatörlüğünü koymak olduğunu reddeden sözde Marksistleri hedef alıyor.

Tarih öğrencisi için, Devlet ve Devrim’in en önemli bölümleri, Lenin’in nasıl bir proletarya diktatörlüğü tasavvur ettiğini gösteren bölümlerdir. “Artık gerçek anlamında bir devlet olmayan”, “kendisi geçiş halinde bir devlet olan, bundan böyle alışıldık anlamda bir devlet olmayan” bir devlettir sözü edilen. “Zaferinin hemen ardından sönümlenmeye başlayacaktır.” Marx ve Engels, 1871 Paris Komünü’nde yaşanan şeyin, proletarya diktatörlüğünün keşfi olduğuna inanmıştı. Nisan 1917’de Lenin, bu keşfi Sovyetler’e büyük bir istekle taşıdı. Keşfin esası, Komün’ün de Sovyetler’in de “alışıldık devlete benzememesi”ydi. Her ikisi de baskın olarak işçi sınıfını temsil ediyordu, her ikisinde de gönüllü öz-örgütlülüğün temelleri aynıydı ve her ikisi de burjuva devletin egemen otoritesi yerine, gevşek bir federasyonda birleşmiş ve aralarında uyum bulunan özerk birimlere dayanıyordu. İkisi de yasama faaliyetleri kadar idari faaliyetleri de yürütecek, böylece, düzenli ordunun ve dü­ zenli bürokrasinin yaratacağı sıkıntıların önü kesilmiş olacaktı. Ordunun yerini işçilerden oluşacak milis kuvvetler alacaktı. İdare işlerinin büyük bölümü, işçilerin bizzat kendileri tarafından boş zamanlarında yürütülecekti.


Sosyalizmde [diye yazar Lenin] “ilkel” demokrasinin dirilmesi kaçınılmazdır; çünkü uygar toplumlar tarihinde ilk kez kitleler, sadece oylamalara ve seçimlere değil, aynı zamanda gündelik idari işlere de bağımsız olarak katılma olanağına kavuşacaklar. Sosyalizmde herkes sırayla idari işleri yürütecek ve hiç kimsenin idare etmeye alışmasına izin verilmeyecektir.

Ütopyacı olarak yorumlanan bu tür projelerin, idarenin ekonomik ve finansal organları için değil, sadece baskı organları için düşünüldüğü sık sık ileri sürüldü. Ancak bunun tümüyle doğru olduğu söylenemez. Lenin, en başta, işletme yönetimi ve muhasebe işlerinin de, tıpkı idari işler gibi sıradan vatandaşlar tarafından yürütülebileceğine inanmaktaydı. Bu tür işlerin, kapitalizm tarafından “inanılmaz derecede kolaylaştırıldığını” ve “okuryazarlığı olan herkesin gerçekleştirebileceği son derece basit denetim ve kayıt tutma işlemlerine, dört işlem bilgisine ve geçerli makbuzların kesilmesine” indirgendiğini gözlemlemişti.
Bu varsayımla ilgili yanlışlardan biri, şüphesiz, insan doğasına dair aşırı iyimser bir tahminle yola çıkılmış olmasıdır. Ancak daha önemli yanlış, proletarya diktatörlüğünün ya da herhangi bir sosyalist toplumun, böylesi bir indirgemenin aksine, gerek idari açıdan girişilen işlerin sayısı bakımından, gerekse bu işlerin karmaşıklığı bakımından, büyük bir artışı beraberinde getireceğinin anlaşılmamış olmasıdır.

Üç yıl içinde Lenin çok fazla şey öğrendi. 1921 baharında, Yeni Ekonomi Politikası’nın (NEP) uygulanmaya başlamasının arifesinde, her işçinin “devletin nasıl idare edileceğini” bildiği “masal”ına dair inancından vazgeçmişti. Zorunluluklar, Lenin’i hiç istemediği bir şeye, Sovyet yönetimini geleneksel devlet kalıbına sokmaya itti. Bununla birlikte, Lenin yaşadığı sürece, Devlet ve Devrim’de devlete güvensizlikle ilgili olarak dile getirdiği bazı şeyler hep kaldı. Sovyetler, özellikle de yerel Sovyetler, yetkileri dar çevrelerinin ötesine pek uzanamasa da, geniş bir özerklik ve girişim gücü korudular; ve Lenin, son nefesini verinceye dek, bürokrasiye gem vurulabilmesi, onun kontrol altında tutulabilmesi için sürekli uyanık olmak gerektiğini durmadan vurguladı. Ancak Lenin’in ölümünün üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra, olayların karşı konulamaz akışının baskısıyla, devrimi gerçekleştirenlerin aklına asla gelemeyecek bir devlet tapınması yeniden geçerlik kazandı.

Yeni düzenin dış politikasının biçimlendirilmesinde Lenin’in payı, iç politikanın oluşturulmasında olduğundan bile daha önemli ve daha belirleyiciydi. Bu konuda da aynı esneklik, olayları kendi seyirlerine bırakarak bu akıştan gerekli dersi çıkarmaya hazır olma tutumu, daha az belirgin değildi. Genç Sovyet Hükümetinin dış politikası üç ayrı hat üzerine kurulmuştu: radikal pasifizm {köktenci barışçılık}, dünya devrimi ve ulus ya da devlet çıkarı. Bu üç hat, farklı kaynaklardan doğmuştu. Bu üç hattı pratikte birbirine bağlayan ince ağ ise Lenin’in kendi eseriydi.

Radikal pasifizm, devrimin özellikle ilk hafta ve aylarında ağır bastı. Bunun iki sebebi vardı. İlki Bolşeviklerin, Sovyetler’de ve diğer yerlerde, köylülerin ve onların Sosyal Devrimci liderlerinin desteğine yaşamsal bir ihtiyaç duyuyor olmalarıydı. Köylü kitleler, seferber edilmiş olanlar da dahil, savaşın üstünden üç yıldan uzun bir süre geçtikten sonra, artık mutlak bir kayıtsızlık içindeydiler. Ne ulusal çıkarların savunulmasını ne de devrimin tüm dünyaya yayılmasını umursuyorlardı. Sadece, kayıtsız şartsız barış talep ediyorlardı ve bu talep radikal demokratların, herhangi bir durum değerlendirmesi ya da analiz yapmaksızın, barışın her yerde ve her zaman halkın yararına olduğunu savunan ideolojilerine yansıyordu; barışa giden tek emin yolun, halkın taleplerine karşılık vermek olduğunu söylüyorlardı. İkincisi, söz konusu radikal pasifizm, Woodrow Wilson’un ve Sovyet rejiminin yandaş bulmayı umduğu başka ülkelerdeki solcu çevrelerin siyasi yöneliminin temelini oluşturuyordu. Bu yüzden, rejim ile söz konusu potansiyel destekçiler arasında köprü kuracak bir bakış açısı üzerine yoğunlaşmak, iki tarafı birbirinden katı çizgilerle ayırması kaçınılmaz olacak bir Sovyet politikasında ısrar etmekten çok daha akıllıcaydı.

Sovyet dış politikasının ilk adımı olan ünlü “Barış Kararnamesi” böyle bir mantıktan ilham almıştır. Yayımlanan kararın jargonu {söz dağarcığı} Marksist değil, Wilson’cudur. Komünist Manifesto’nun uzak bir yansıması olarak değil, kendisinden iki ay sonra yayımlanacak olan On Dört İlke’nin müjdecisi olarak görülmelidir. Burada talep edilen, sosyalist değil, “sadece demokratik” bir barıştır; koşulsuz barış, her ulusun kendi kaderini “kendi özgür iradesiyle” tayin hakkına dayalı “ilhaksız ve tazminatsız” bir barış. Kararname, gizli diplomasinin ortadan kaldırıldığını ve geçmişte yapılan gizli antlaşmaların – kısa bir süre sonra gerçekten de yapıldığı gibi- yayımlanacağını duyuruyordu. Gelecekte yapılması planlanan müzakerelerin -ki bunların arasında Brest-Litovsk da vardı- “tüm halkın önünde” yürütülmesini öngörüyordu
Kararnamede, savaşın sebebinin kapitalizm olduğuna ya da çaresinin sosyalizm olduğuna dair tek kelime edilmemiş­ ti. Dünya devrimine dair yapılan tek ima, İngiltere, Fransa ve Almanya’daki işçilere son bölümde yapılan seslenişti. Buna göre işçiler, “barışın sağlanması, çalışan ve sömürülen halk kitlelerinin tüm kölelik ve sömürü düzenlerinden kurtarılması çabalarında” Rusya’daki yoldaşlarına yardıma çağrılıyordu. Her şeyden öte bu kararname, 19. yüzyıl düşüncesinde çok derin köklere sahip olan ve Wilson’un sözlerinde de ifadesini bulan, kitlelerin etkenliğine ve haklılığına duyulan inancı (hain hükümetlerden aydınlanmış halka yönelişi) yansıtıyordu. Bu görüş, hızla azalan bir samimiyetle de olsa, çok sonradan Sovyetler’de, silahsızlanmayla ilgili olarak yapılan duyurularda da dile getirilecekti.


Sovyet dış politikasındaki ikinci hat olan dünya devriminin teşvik edilmesi, uzun süre arka planda kalamadı. Her ne kadar koşulsuz barış talebinin ardında derin psikolojik temeller bulunsa ve o anki siyasal amaca uygun düşse de, bu barış talebinin Bolşevik öğretiyle uzlaşması güç görünüyordu. Emperyalist savaşı, savaşmakta olan ülkelerin her birinde, kapitalizmi alaşağı edecek bir iç savaşa dönüştürme politikası öylesine ısrarla savunulmuştu ki, ani bir kararla bundan bir anda vazgeçilemezdi. Devrimin ilk haftalarında, propagandanın, yandaşlar ve yayınlar aracılığıyla Alman ordusunda yayılması çalışmalarına müthiş önem verilmekteydi. Çok başarılı olmasa da İttifak devletlerinde de propaganda çalışmaları yürütülüyordu. Kısa süreliğine, içinde bulunulan durum, her şeyin iyi gittiği izlenimini vermiş­ ti; çabalar güçlüydü ve propaganda hızla yayılıyordu. Troçki, otobiyografisinde dile getirdiği anılarında, görevinin Dışişleri Komiserliğine gidip gizli antlaşmaları açıklamak, “birkaç devrimci bildiri yayımlamak”, sonra da dükkanı kapatmak oldu­ ğuna inandığını anlatır. Geri kalanının icabına dünya devrimi bakacaktı. Bilindik anlamdaki dışişleri {diplomasi} devri artık kapanmıştı.
Ancak, Sovyet dış politikasının üçüncü hattını oluşturan ulusal çıkarlar ayağı, harekete geçmek için fazla beklemeyecekti. Lenin, gerçekliğin kokusunu alma konusundaki yeteneği sayesinde, sınırlı bir süre için de olsa, devletler dünyasında yaşayan bir Sovyet cumhuriyetinin de birçok bakımdan diğer devletler gibi davranmak zorunda kalacağını fark eden ilk kişi oldu. Lenin, 1915’te yayımlanan ve sonradan gündeme gelecek olan “tek ülkede sosyalizm” tartışmasında önemli rol oynayan bir makalesinde, sosyalizmin zafer kazandığı ülkenin ya da ülkelerin, bir süreliğine, düşman kapitalist devletler topluluğuna karşı durmaları gerekeceğini yazmıştı. 1917’de ise cesur enternasyonalistler, “Sınırlar yok olsun,” diye slogan attıklarında, bunun karşısında Lenin, Sovyet Cumhuriyeti’nin kapitalist bir dünyaya doğduğunu, korunacak sınırlarının ve devlet çıkarlarının bulunmasının bir zorunluluk olduğunu belirtti. Eğer dünyanın geri kalanı, devletler sistemine göre şekillenmişse, bu sistemden bir bölgede geliştirilecek iradi bir hamle ile basitçe çekilebilmek mümkün değildi
Yine de, bunlardan yola çıkarak Sovyet dış politikasının durumunu, dünya devrimi savunusuyla ulusal çıkarlar arasında, teoride ya da pratikte sürekli bir çatışmaya indirgemek acelecilik olur. Lenin’e göre İkinci Enternasyonal’i bitiren de bu çatışma ve ulusal çıkarlara verilen öncelikti. Zaten Sovyet politikasında bu tür bir çatışmanın meydana gelmesi mümkün değildi; çünkü tüm Sovyet liderleri Rusya’daki Sovyet rejiminin yaşayabilmesi için, devrimin dünyanın geri kalanında ya da hiç değilse Avrupa’da başarı kazanmasını şart görüyordu.
Hill, birçok yeni yazar gibi, Lenin’le Troçki’nin bu noktadaki görüş ayrılığını abartır. Kendisinin yaptığı seyrek hatalardan biri, Troçki’nin, “Ya Rus Devrimi Batı’da bir devrime önayak olacak ya da kapitalistler devrimimizi boğacak,” sözünü alıntılayıp, Lenin’in bu tür bir yargıya asla bel bağlamayacağını söylemesidir. Oysa Lenin’in çalışmalarında da buna benzer çok sayı­ da ifade yer almaktadır. Hatta, Troçki’yle aynı dönemde yaptığı açıklamalardan biri şöyledir:

Sosyalizm, Bolşevizm dünya çapında başarı kazanamazsa, İngiliz-Fransız ve Amerikan emperyalizmi, Rusya’nın bağımsızlığını ve özgürlüğünü kaçınılmaz olarak yok edecektir.

Çatışmanın tümüyle varsayımsal olduğu, bu konuyla ilgili bir olayda Lenin ve Troçki’nin aynı yanıtı vermiş olmalarından da anlaşılabilir. Brest-Litovsk’un ardından, “Sosyalist devrim için kendi anavatanını feda etmeyen,” diye yazar Lenin, “sosyalist de­ğildir” Bu yüzden, Lenin’le Troçki arasında Brest-Litovsk’a dair süren tartışma, ikisinin de dayanak noktası aynı olduğundan, ilkesel olmaktan ziyade zamanlama ve taktikle ilgili bir tartışmaydı. Bu keskin mücadele onları, adım adım, ulusal ve uluslararası Sovyet politikasının sentezine götürdü. Troçki, dünya devrimini (ya da daha kesin bir ifadeyle, Almanya’da devrimi), her şeyini ortaya koyarak savunuyordu, ki zaten Lenin de, dünya devrimi olmaksızın Rusya’daki Sovyet rejiminin ayakta kalamayacağı fikrini kabul ediyordu. Bununla birlikte, Lenin, Almanya’da devrime en ölümcül darbenin Sovyet rejiminin Almanya emperyalizmi tarafından alaşağı edilmesiyle vurulabileceğini, bu yüzden de, ancak Sovyet rejimini koruyacak ve güçlendirecek ihtiyatlı bir ulusal politikanın uygulanmasıyla uluslararası devrimin garanti altına alınabileceğini savunuyordu. Lenin haklıydı. Ancak işin ironik tarafı, onu haklı kılan neden, hem kendisinin hem de Troçki’nin sahiplendiği bir ön kabulle -Rusya’daki rejimin ayakta kalmasının, başka bir yerde gerçekleşecek bir devrime bağlı olduğu ön kabulüyle- çelişiyordu.

Brest-Litovsk zamanında ulusal ve uluslararası politika arasında kurulan sentezin, yani Sovyet Cumhuriyeti’nin çıkarlarıyla dünya devriminin çıkarları arasındaki sentezin haklılığı sonuçta kanıtlanacaktı. Dünya devriminin nihai hedef olarak kabul edildiği ve Sovyet Cumhuriyeti’nin buna destek olması gerektiği fikri ile Sovyet iktidarının güçlendirilmesinin en acil gereklilik olduğu ve dünya devrimine ancak böylece önayak olunabileceği şeklindeki ikili tez, hem Rus hem de diğer ülkelerdeki tüm bir komünist kuşağın besin kaynağıydı. Bu iki siyasi yüzeyi birbirinden koparmak ve Lenin’in dünya devrimine olan bağlılığından vazgeçme pahasına geliştirdiği bir dış politikada gösterdiği gerçekçiliğe övgüler düzmek yanıltıcı ve hatalıdır. Lenin’in sahneden çekilmesinin ardından, dünya devrimi olası­ lığının, Lenin’in ya da arkadaşlarının hayal ettiğinden çok daha uzak olduğu açıklık kazanınca, sentez yeni baskılara maruz kaldı. Ancak denge sarsılmış olsa da hiçbir zaman tamamen yıkılmadı. Lenin’in Brest-Litovsk tartışması esnasında söylediği gibi, Sovyet Devleti’nin yaşamasının ve güçlenmesinin, sosyalist devrimin başka ülkelerde de başarı kazanması için en iyi güvence olduğuna ilişkin tez, tartışmanın ilk gündeme geldiği dönemlerden neredeyse otuz yıl sonrasında da geçerli sayıldı.

Lenin’in gerçekçiliğine, esnekliğine, belli zamanlarda nasıl adım atılması, nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair sağduyusuna ve tüm bu niteliklere herkesten çok daha fazla sahip olu­ şuna dair dizilen övgülere çok sık rastlanır; ve bunlar tamamen haklıdır da. Ancak temel çalışmalarını yeniden okuyanlarda belki de yarattığı en kuvvetli etki, bu çalışmaların sahip olduğu inanılmaz derecedeki entelektüel yetkinlik ve hedefini hep göz önünde bulundurma gücüdür. Gerektiğinde uzlaşma, gerekti­ ğinde yönünü değiştirme ya da geri adım atma konusunda gösterdiği taktik esneklik ve gönüllülük, onun bir siyasetçi olarak sahip olduğu en değerli nitelikti. Ancak çok daha dikkat çekici olan şey, daha en başından nereye gitmek istediğini ve oraya nasıl gidileceğini biliyor olmasıydı. 1924’te hayata gözlerini yumduğunda, devrim, Lenin’in otuz yıl önce inşa etmeye başladığı temeller üzerinde sapasağlam duruyordu.

Lenin, daha baştan, devrim yapmak için önce bir parti oluş­ turmak gerektiğinin farkındaydı. Aslında 1917’den önceki hayatı da neredeyse tamamen buna adanmıştı. “Devrimci teori olmadan,” diye yazıyordu Ne Yapmalı?’da, “devrimci eylem olamaz” Devrimci teori de devrimci partinin niteliklerini belirliyordu. Narodniklerin aksine, Lenin partiyi, proletaryanın partisi olarak görüyordu. Partiyi, “legal Marksistler”in aksine, sadece teori değil, aynı zamanda eylem partisi olarak görüyor; “ekonomistler”in (Batı’daki “sendikalistler”in Rusya’daki muadilleri) aksine, partinin ekonomik programı olduğu kadar siyasi programının da olması gerektiğini öngörüyordu. Her şeyin ötesinde, parti tek düşünceyle tek hedefe kilitlenmeliydi: “Görüş birliği çökerse, parti de çöker”di

Lenin partiyi, bu öğreti ışığında ikiye böldü. Böylece, neredeyse parti doğar doğmaz “Bolşevikler” ve “Menşevikler” birbirlerinden ayrıldı. Sonraki yirmi yıl boyunca üye sayısı, katı disipline ve parti içi birliğe feda edildi. Lenin’in verdiği tek önemli ödün (ki bu, Lenin’in köylülere verdiği bir ödündü) bir Batı öğretisinin, nüfusunun yüzde sekseninden fazlasını köylülerin oluş­ turduğu bir Doğu ülkesine uyarlanmasının dayattığı bir ödündü. Ancak bu politika bile, aşırı sıkı ve kararlı bir tutarlılığın izlerini taşıyordu. Bu politika ilk olarak, 1906’da Stockholm kongresinde, Lenin kamulaştırma ve geniş çaplı tarım programından geri adım atılmasının taktik açıdan gerekli olduğunu açıkladığında şekillenmeye başladı. 1917’de Lenin, Sosyal Devrimcilerin programını üstlenip bunu Sovyet Hükümetinin tarım politikasının temeli olarak açıkladığında, aynı politika devam etti. 192l’de Yeni Ekonomi Politikası’yla mantıksal sonuçlarına ulaşıldı. Ancak tüm bu ödünlere rağmen Lenin, iki temel noktadan asla vazgeçmedi. Bunlar, devrimin liderliğinin proletaryaya ait oldu­ ğu (ki bu nokta, diğer nedenlerin yanı sıra, sosyalist düzenin olmazsa olmazı olarak sanayileşme politikasını gerektiriyordu) ve devrimin kırsal bölgelere, ancak köylülük içinde yaratılacak bir yarılmayla ve küçük burjuva kulakların karşısında devrimci potansiyel taşıyan “yoksul köylü”yü yücelterek taşınabileceği tezleriydi. Kolektifleştirme, Lenin’in, uygulanışını görebilecek kadar yaşamadığı tarım politikasının, mantıksal ve nihai zaferiydi.

Her büyük dinin, felsefenin ya da siyasi hareketin kurucusu gibi, o da takipçilerinin kendisi adına yaptıklarını görse dehşete düşerdi demek, artık gelenek halini aldı. Ancak bu ifade, fikirlerin, bunları üretenler tarafından üretildikleri andan itibaren değişmeden kaldığı varsayımına dayandığı için, sürekli deği­ şim halindeki dünyaya uyarlandığında anlamsız hale geliyor. Sovyet tarihini simgeleyen dikkat çekici tutarlılık ve esneklik (ya da karşıtlarının ifadesiyle, dogmatizm ve oportünizm) bileş­ kesi, Lenin’in düşüncelerinde ve çalışmalarında kendini çoktan göstermişti. Ne var ki, Lenin’in 1924’te, elli dört yaşında, işinin ancak yarısını tamamlamışken gerçekleşen ölümünün ardından çok şey yaşanacaktı. Hill, çalışmasının son bölümünde, “Bugün Sovyetler Birliği’nde hala geçerli olan sözler ve fikirler, Lenin’in sözleri ve fikirleridir,” demekle, Stalin’in adının ve yaptıklarının çevresinde dönen tüm tartışmaları bir kez daha gündeme taşı­ mış olmaktadır.

1The Essentials of Lenin [Lenin’ in Temel Yapıtları], 2 cilt, Lawrence and Wishart, 1947

2Christopher Hill, Lenin and the Russian Revolution [Lenin ve Rus Devrimi], Hodder and Stoughton, 1947

Diğer Yazılar

HAFIZA-İ BEŞER BAHÇELİEVLER KATLİAMI VE BİR FİLMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ.

Ümit ÖZDEMİR / 23.10.2024 1978 MHP içinde küçük, dar bir suikast timinin oluşturularak özellikle başkent …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir