CUMHURİYET MATAH BİR ŞEY MİDİR ?

Mert Yıldırım / 03.11.2023

Cumhuriyet eşittir demokrasi, laiklik ve özgürlük müdür? Buna vereceğimiz cevap kocaman bir hayırdır.

Bilindiği üzere cumhuriyetin etimolojik kökeni Arapça’dan geliyor. Halk/ahali anlamına gelen cumhuriyetin geçmişi binlerce yıla dayanıyor. Devlet tarihi ile birlikte sürekli şekil değiştirmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Ancak herkesin cumhuriyeti kendisine göredir. İran Mollalar rejiminden Türkiye’ye, Angola’dan Kuzey Kore’ye kadar kendisine cumhuriyet diyen yaklaşık 130 devlet bulunmaktadır.

Türk dil kurumunda geçen ifadeye göre Cumhuriyet, “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği vekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi” dir.

Arapça tanımı da aşağı yukarı böyledir. Halk, ahali veya millet öznedir. Ama her dönemde halk, ahali ve milletin anlamı farkı olmuştur. Örneğin ilk cumhuriyet deneyiminin yaşandığı Antik Çağ Roma’da seçme ve seçilme gerçekleşiyor, ama bu seçme ve seçilme “yurttaşlar” kategorisi içinde olan soylu sınıfıyla sınırlıdır.

MÖ 509 yılında ilan edilen Roma Cumhuriyeti, Krallık idare biçimine son vermiş ve Roma tarihinin en ileri yönetim biçimi olarak tarihe geçmiştir. Bunun en somut örneği “Konsül” denilen cumhuriyetin en yetkili kişilere verilen misyondur. Konsüller bir tür yürütmedir. Birden çok olan Konsüller bir yıl görev yaparlar ve görevleri bittiği zaman sıradan Roma vatandaşları olurlar.

M.S 29.yılında Jül Sezar öncülüğünde yıkılan Roma Cumhuriyeti yerini imparatorluk yönetim şekline bırakmıştır.

Genelde Roma, özelde Roma cumhuriyeti deneyimi, hukuki ve idari biçimiyle daha sonra, bir çok bakımdan başta Fransa olmak üzere tüm ulus devletlere feyiz vermiştir.

Cumhuriyet yönetimi denildiği vakit ilk akla gelen demokratik ve laik olmasıdır. Ancak bu tamamen bir aldatmacadır. Zira cumhuriyet olup şeriatçı ve faşist rejimler olduğu gibi, cumhuriyet olmayıp pek ala laik ve ileri demokrasi teamüllerine sahip ülkeler bulunmaktadır. Başta İngiltere olmak üzere birçok Batı Avrupa ülkesinde yarı ve sembolik monarşi olmasına karşın tam cumhuriyet olan ülkelerden daha ileri idari sistemlere sahipler.

Bir başka yanılsama ise cumhuriyet idari biçiminin mutlak üniter devlet biçimine sahip olduğu iddiasıdır. Oysa Fransa vb.bir kaç Avrupa ülkesi dışında, demokratik normların güçlü olduğu ülkelerin ezici bir bölümü federal, konfederal veya kanton sistemleridir. Ve giderek gelişen ve karşılık bulan, farklı ulus ve kültürleri bir arada tutan, birlikte yaşamaya olanak tanıyan model merkezi ve üniter değil; ademi merkezi ve yerinde yönetim şeklidir.

Türkiye Cumhuriyeti Ne Menem Bir Cumhuriyettir!

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yıl kutlamaları sırasında dikkat çeken olaylar yaşandı.

“Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlu olsun” diyen İşçi Partisine ve cumhuriyetin 100. yıl kutlamalarına aktif katılım çağrısı yapan Komünist Partisine tanık olduk. Ancak dikkat çeken kutlamalarda en trajik olanı, geçmişte Cumhuriyet Türkiye’sine karşı mücadele etmiş, işkence görmüş ve yıllarca hapis yatmış olan insanların bu etkinliklere katılmış olmalarıydı.

Öte yandan, 100. yıl Cumhuriyet kutlamaları, gelenekçi Kemalist kesim ile neo-Osmanlıcıların karşı karşıya geldiği bir platform haline geldi. Hükümet olan hatta büyük ölçüde iktidarı kontrolünde tutan Saray koalisyonunun Abdülhamitçi kanadı, Cumhuriyet kutlamalarını sönük geçirmek için yoğun çaba harcadı. Bu amaçla Gazze kuşatması gibi argümanlar kullanmaya çalıştı ancak toplumsal baskı nedeniyle istediği atmosferi oluşturamadı. Sonunda, “3000 yıllık devlet, 100 yıllık cumhuriyet” gibi küçümseyici ifadeleri kullandı. Askeri geçit töreni de Dolmabahçe yerine AKP zamanında devlet köşkü haline getirilen Vahdettin köşkünde selamlandı.

Devletler genellikle tarihsel ve mekansal sembollere büyük önem verirler. Bu nedenle Saray başının “3000 yıllık devlet, 100 yıllık cumhuriyet” demesi ve resmi törenleri Vahdettin köşkünde düzenlemesi rastlantısal değildir.

Cumhuriyetin aşamaları

Türkiye Cumhuriyeti, Fransa Cumhuriyeti modeline referansla birçok evreden geçti. Ancak bu evreler, Fransa’daki gibi birinci ile başlayan beşinci ile devam eden birbirinin diyalektik reddi olmayıp, birbirini tamamlayan bir süreç izlemiştir. 1961 Anayasası dahil olmak üzere tüm bu süreçler, genellikle ulus devletin egemenliğini pekiştirmeye hizmet etmiştir ve demokratikleşme hep eksik kalmıştır. Laiklik anlayışı da son derece çarpık gelişmiştir.

1921 Anayasası, devletin ilan ettiği bir geçiş dönemi belgesi olup, farklı siyasi görüşleri, ulusları ve azınlıkları bir arada tutan bir konsensüsü yansıtmıştır. Ancak daha sonraki dönemde, Cumhuriyet ilanıyla birlikte 1921 Anayasası rafa kaldırılmıştır.

1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet, 1924 Anayasası ile karakterize edilmiştir. İlk yıllarında, (1921-24) kurulan geçiş dönemi ilişkileri bir bir tasfiye edilmiş, Kürtlere verilen özerklik sözü unutulmuş ve inkar edilmiştir. Ardından fiziki imha ve inkar politikaları uygulanmıştır. Bu dönemde Şark Islahat Planı gibi özel kararnameler çıkarılmış ve yoğun bir baskı ve asimilasyon süreci başlatılmıştır. Aynı yıllarda komünist hareket, Çerkez Ethem liderliğindeki demokratik köylü hareketi ve Cumhuriyet’in kuruluşuna katılan liberal gruplar tasfiye edilmiştir.

Cumhuriyetin birinci aşaması, 1924 Anayasası ile başlamış ve 1950’lere kadar sürmüştür. Devletin bu dönemdeki yapısı Bonapartist bir niteliğe sahiptir. Yoğun siyasi baskılar yaşandığı klasik faşizmi andıran bir dönemdir. Ancak, bu dönemdeki siyasi baskılara rağmen, iktisadi temeli olgunlaşmadığından faşizm tanımı bu döneme denk düşmemektedir.

Cumhuriyet kadroları arasında ekonomi politikasına dair iki anlayış bulunuyordu: biri devletçi ekonomi politikası (İnönü ekibi), diğeri liberal ekonomi politikası (Rauf Orbay ekibi). Mustafa Kemal, her iki yaklaşımı da göz önünde bulundurarak orta yolcu bir tutum sergilemiştir. İzmir İktisat Kongresi, İnönü ve Orbay’ın yaklaşımlarını birleştiren bir platform olmuştur. Ancak 1929’da başlayan küresel ekonomik kriz, ekonomi politikasının değişmesine yol açmış ve devlet destekli sermaye biriktirme politikası izlenmiştir. “Sınıfsız, imtiyazsız toplum” sloganı, bu dönemin özelliğini yansıtmaktadır. Bu da tam olarak Bonapartizmi karakterize etmektedir.

Cumhuriyetin ikinci aşaması 1946’dan sonra başlar. Devletin eliyle oluşturulan sermaye, 1950’lere doğru büyümeye başlamıştır. Bu dönemde pre-kapitalistler, tekelleşen burjuvazi ve sivil-asker bürokrasi bir ittifak oluşturmuş, ekonomi ve siyaset üzerinde hakimiyet kurmuştur. Bu aşama, İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen emperyalizmin yeni dönem ilişkilerine denk düşmektedir. Türkiye sermayesi, uluslararası sermaye ile daha fazla entegre olma çabasına girmiş ve bu amaca ulaşmak için iç ve dış düzenlemelere gereksinim duymuştur. 27 Mayıs askeri darbesi, bu ihtiyacın bir sonucu olarak gerçekleşmiş ve ardından 61 Anayasası hazırlanmıştır. Bu, cumhuriyetin üçüncü aşamasıdır.

Gençlik ve emekçi muhalefetin baskısı sonucu 27 Mayıs Anayasası içinde bazı hak ve özgürlükler elde edilmişse de, son tahlilde uluslararası sermayenin ve tekelci burjuvazinin yolunu açan bir anayasa olmuştur.

Aynı dönemde ordunun oligarşik blok içindeki siyasi ve ekonomik gücü büyümüştür. Bunun en somut örneği Oyak’ın ve MGK’ın artan nüfusu olmuştur.

Ancak devrimci gençlik ve emekçi muhalefet durdurulamıyor. Aksine hem dünyada yükselen sol-sosyalist hareket hem 61 Anayasasının sunduğu görece olanaklar hem artan sınıfsal ayrışma ve çelişkiler sonucu Türkiye devrimci gençlik hareketi giderek iktidarı hedefleyen devrimci mücadeleye dönüşmüş, oligarşik blok yönetemez hale gelmeye başlamıştır. Bu durumda Cumhuriyetin kurucusu ve koruyucusu olan ordu yeniden devreye girmiş, 61 Anayasasını bir tarafa bırakarak iktidara el koymuştur.

Ancak 12 Mart askeri cunta, dönemin devrimci güçlerinin örgütsel yapısına büyük darbe vurmasına karşın bir iki yıllık aradan sonra devrimci isyan daha kitlesel bir biçim almaya ve sistemi işlemez hale getirmeye başlamıştır. Bunun üzerine 12 Eylül askeri darbesi tezgahlamış, açık faşizmin hüküm sürdüğü günlerde 82 Anayasası yapılmıştır. Böylece, dört başı mamur faşist bir Anayasa ile birlikte cumhuriyetin dördüncü aşamasına geçilmiştir. Ardından yapılan genel seçimde darbecilerin sivil yöneticilerinden Turgut Özal ile birlikte yeni bir sayfa açılmıştır. Liberal ekonomi ve Türk İslam sentezi ideolojik-kültürel programı doğrutusunda toplum yeniden dizayn edilmiştir. AKP bu dönemin ürünü olarak piyasaya çıkmıştır.

(Neoliberal saldırının başlama vuruşu için 24 Ocak kararları alındıysa da tekelci sermayenin yeni birikim modeline geçmesi için 12 Eylül darbesi beklendi. Bu bekleyiş içinde tekelci sermaye adına alan düzenlemeleri yapılırken, monetarist bir ekonomiye geçişin hukuki-siyasi adımları atıldı. Bildiğimiz Cumhuriyet rejimi yerini askeri faşist bir dikta rejimine bırakırken devlet toplum bağını oluşturan bütün güvenceler ve haklar yok edildi-editör)

AKP, birinci dönemde cumhuriyetin ilk kuruluş günlerinde olduğu gibi ‘geçiş dönemi’ siyasetini yürüttü. “AB kriterlerini uygulayacağız” diyerek liberal sol çevre ve unsurlar dahil çok geniş bir kesimin rızasını aldı. Ancak AKP geçiş sürecini atlattıktan sonra gizli ajandasına göre hareket etmeye başlamıştır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise güzergahını daha net bir biçimde ortaya koymuştur. Önce her şeyi tek elde topladı. Ardından neo Osmanlı hayallerini daha yüksek sesle dillendirmeye başladı. Aslında yeni Osmanlıcılık, yani alt emperyalist siyaset 1991 yılından sonra devletin gündemine girmeye başlamıştı. Özal’ın “bir koyup üç alacağız”. ” Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” dediği şey klasik cumhuriyet kodlarında ayrımı ortaya koyuyordu. Ancak Özal bunu dört ülke tarafından bölünen Kürtlerle ittifak yaparak gerçekleştirmek istiyordu. Ayrıca İslamcı vurgu yerine liberal vurguyu öne çıkarıyordu. Fakat o zaman hem içerideki gelenekçi devletin refleksleri hemde Kürtlerin bir İdris-i-Bitlisisinin olmaması Özal’ın hülyalarını bitirdi. Çünkü Kuzey merkezli Kürt hareketi ne devletin ne de uluslararası güçlerin istediği nitelikten uzaktı.

Bu paradoksal durum AKP döneminde de devam etti. Bunun en somut örneğini Suriye savaşında tanık olduk. “Emevi camide namaz kılmak” için Kürtlerin yedeklenmesi gerektiğini düşünen yeni Osmanlıcılar, Ankara’da kırmızı halılarla karşıladıkları Kürt temsilcilerini ikna edemediler.

Çünkü hali hazırda aktör durumunda olan Kürtlerin hafızasında 1921-38 yıllarının dersleri duruyordu. Daha sonra bilindiği gibi masa devrildi. Ve bu masanın devrilmesi karşılığında İttihat-Terakki’nin Enver Paşa kanadı ittifaka dahil oldu. Birinin büyük Türki dünya, birinin yeni Osmanlı amacı bulunuyordu. Bu, birbiriyle taban tabana zıt görülen çevreler, Fırat ötesinde olup bitenleri “beka sorunu” olarak telaki edip bir araya geldiler. Beka sorunu nedeniyle bir araya gelen Türkçü ve Osmanlıcı kanatlar adım adım darbe mekaniğini devreye koydular. Bir yandan Kürt coğrafyasında çökertme planı devreye konulurken, öte yandan Balkanlar’dan Irak’a, Kafkasya’dan Libya’ya ve Akdeniz’e kadar yayılma siyasetine giriştiler.

Bu cumhuriyetin beşinci aşamasıdır. Ama bu aşama daha önceki aşamaların bir devamı mı, yoksa kopuşu mu olacak? Başka bir ifadeyle Türkçü ve Osmanlıcı kanatların oluşturduğu ikili iktidar, bununla çelişki içinde olan gelenekçi Kemalist kanat arasında olan ilişkiler nasıl bir seyir izleyecek? Bunu süreç gösterecek.

Diğer Yazılar

TÜRKİYE’DE FUTBOL NASIL ÇÜRÜTÜLDÜ ? YOLSUZLUĞUN EKONOMİ-POLİTİĞİ

Ümit ÖZDEMİR / 04.10.2024 Şişman kadın sahneye çıkıyor: FETÖ operasyonları ! Futboldaki ranttan ağzı sulanan …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir