Ümit ÖZDEMİR / 14.10.2023
Her şey 1917 Balfour deklarasyonuyla başladı. İngiliz emperyalizmi, Büyük Ekim Sosyalist devrimine yanıt olarak tasarladığı deklarasyonla, yeni çatışma alanının Orta Doğu olacağını ilan ediyordu. Balfour deklarasyonuyla ortaya çıkan büyük meydan okuma, Alman emperyalizminin Naziler eliyle uyguladığı tarihin görüp görebileceği en büyük soykırımlardan birini Holocaust’a giden yolun taşlarını döşüyordu. İngiliz emperyalizminin yatıştırma siyasetinin ve büyük tarihçi Edward Hallett Carr’ın 20 yıl krizi adını verdiği 1919-1939 arasındaki ihtilafların hemen tamamı Alman emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı’na giden yolda güç biriktirmesiyle sonuçlandı. En acıklı tablo dönemin İngiliz Dış İşleri Bakanı Neville Chamberlain’in elinde salladığı Münih Anlaşması metnini göstererek “işte barışın senedi sözleriydi. Bu utanç anlaşmasıyla emperyalizm, anlaşma metninde yer almamasına rağmen Çekoslovakya’nın Almanca konuşulan bölgesi olan Südet bölgesi dışındaki yerlerin bir ay sonra Alman orduları tarafından işgal edilmesine sessiz kaldı. İngiliz yatıştırma siyaseti iflas ederken, Alman emperyalizmi ve Naziler yeni bir savaş için güç ve cephane biriktiriyordu.
Dünya savaşı bittiğinde Holocaust’tan2 sağ kurtulabilen Musevilerin tamamının Avrupa’da kalma imkanı da sona erdi. Tamamıyla mülksüzleştirilmiş, milyonlarcası Nazi vahşetiyle kırılmış ve ağır travma yaşayan bir halk için aksi düşünülemezdi. Musevilerin siyonizmin kutsal amacına yönelik bir biçimde yerle bir edilmiş Avrupa’dan gemilerle göç ettiriilmesine literatürde Aliyah adı verildi. Orta Doğu’da birbirleriyle homojen bir ulus olarak kaynaşması istenen Musevilerin tamamına yakını, hem yaşama kültürü hem de kültür ve gelenekler nedeniyle ulus devletin homojenleşmesine imkan vermeyecek ölçüde farklı kökenlerden geliyorlardı. Bu durumu Hüsnü Mahalli “mini etek giyen bir Avrupalı ile yahudi şeriatçısı Hasidik’in bir arada yaşaması imkansızdı” sözleriyle karşılar.
İsrail’in kuruluşu BM ve Batının Holocaust’taki suçlarını affetirme kefaretinin bir bedelidir. 1947’de BM’de alınan kararla kurulan İsrail’in kurucu öğesi şiddettir. Şiddeti İrgun ve Haganah adlı terör örgütleriyle yaygın bir biçimde Arap nüfusun üzerinde uygulayan İsrail, topraklarını Arapların aleyhine sürekli genişletti. Modern İsrail ordusunun da kökenini oluşturan Haganah ve İrgun patetik bir terör devletinin kurucu öğesidirler.
İsrail’in Arap dünyasının milliyetçi-modern uyanışına karşı bir meydan okuma olarak kurulmasının 1917 Balfour deklarasyonuyla dolaylı bir bağlantısı olsa da gerçek ve kurucu öğe BM kararıydı. 29 Mayıs 1947’de açıklanan BM kararının aksine topraklarını sürekli genişleten İsrail devleti en geniş sınırlarına kavuşmasını kökenini eski ahitten alan Büyük İsrail devleti fantezisi, kurucu fikrin dinsel ve akıl dışı kökenlerinden biridir.
İsrail ve Arap dünyası arasındaki çatışmaların tamamı Orta Doğu’daki zengin petrol ve enerji kaynaklarının bölgenin kalkınması ve sosyal refahı yerine, sonsuz bir çatışmanın devamlılığını sağlayacak biçimde tanzim edilmesine dayanır. Silahlanmaya ayrılan pay trajik bir biçimde insani ve sosyal gelişime ayrılması gereken gelirlerin önünde yer aldı. Bu durum Arap modernleşmesine ket vurduğu gibi, İsrail devletinin de paranoyak bir güvenlik devleti olarak sürekli silahlanma yarışını kışkırttı. Kadın erkek herkesi sürekli askere alan ve sonsuz bir askeri militarist eğitime tabi tutan İsrail devleti, mülksüzleştirdiği Filistinlileri de milliyetçi hamasi söyleminin hedefi haline getirdi. Arap modernleşmesinin engellenmesi ve İsrail’in yarattığı güvenlik problemleri, Orta Doğu’daki gerici Arap rejimlerini besleyen ana faktörlerden biridir. Bu simbiyotik ilişki elbette her iki tarafa silah satan emperyalist silah tekellerinin de çıkarlarını destekler niteliktedir.
(“Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyen ve işgalci siyonistlere karşı direnirken buldozer altında kalarak hayatını kaybeden Musevi barış yanlısı Rachel Corrie)
Proudhon’un belirlemesiyle mülkiyet hırsızlıktır. Bir zamanlar Holocaust’a maruz kalan siyonistler, mülksüzleşip yerlerinden yurtlarından edilirken Holocaust’ta emperyalizmin işlediği suçları görmezden geldiler ve bunun karşılığında Holocaust’u dibine kadar sömürmeyi ihmal etmediler. Hegemonyayı İsrail’in şiddet politikalarını eleştiren her çevreyi ve kişiyi anti semitist suçlaması üzerinden kuran bu yaklaşım, sürekli ve demagojik bir biçimde kendini yeni bir Holocaust’tan korumak istediğini ilan etti.
1993 Oslo anlaşmasının ölü doğması, İsrail’in anlaşmanın maddelerine uymama eğilimi göstermesi o güne kadar direnişe önderlik eden Yaser Arafat’ı da güç duruma düşürdü. Anlaşmaya imza atan dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin’in fanatik bir siyonist tarafından öldürülmesiyle FHKC’nin siyaset sahnesinden adım adım geri çekilmesi İsrail-Filistin çatışmasında şahinlerin galebe çalmasına neden oldu. Yaser Arafat, 1987’de Filistin kurtuluş hareketinin içten bölünmesi anlamına gelen Hamas-El Fetih çatışmasını durdurma ve siyasal islamcıların Filistin direnişinin sosyal tabanını ele geçirme hamlesini anlaşmayla boşa çıkarmaya çalıştıysa da bunda başarılı olamadı…
Hamas matruşkanın en çirkiniydi. Siyasal islamcı bir örgüt olarak Hamas FHKC’nin laik arap milliyetçisi ve sosyalizme eğilimli tabanını zaman içinde eritmeye başladı. Bunda kuşkusuz kendi düşmanını da kendisi gibi dinsel-fanatik İsrail’in büyük katkıları oldu. Bu katkıların en başında işgal ettiği Filistin toprağında bir terör devleti inşa ederken, Filistinlilerin tamamını siyasal literatürün en berbat kavramlarından biri olan mülteciliğe yönlendirmesi baş faktördür. Bir zamanların mülksüzleşenleri şimdi Holocaust’u bir kaldıraç olarak kullanıyor ve bu kez Filistinlileri mülksüz ve yurtsuz hale getiriyordu. Mülksüzleşme ve yurtsuzlaşma dinsel fanatizmin en sevdiği kitle tabanını oluşturur. Her şeyini kaybeden insan yığınları siyasal islamcı ajitasyonun muhatabı haline gelebilirler ve bu olgu, Hamas’ın kitle tabanının neden bu kadar genişlediğini açıklamaya yeter.
Siyasal islamcı bir iktidar olarak AKP’nin sevdiği bir ortak olarak Hamas ve lideri Halid Meşal Ankara’da Çankaya’da kabul ederken, dönemin Dışişleri Bakanı sıfırcı Ahmet Paşa, Ahmet Davutoğlu ile üst düzey temaslar elde etme ve meşrulaşma imkanını buldu. AKP’nin Orta Doğu’ya yönelik BOP projesindeki pivotal rolünün teyidi olarak bu görüşmeler bir terör örgütü olarak Hamas’ın tanınması emperyalizm tarafından sessizlikle karşılandı. Bu sessizlik ve “itidal” çağrıları Kemalist dış politikanın amentüsü sayabileceğimiz Arapların arasındaki meselelere ve genel olarak Ortadoğu’daki hiç bir meselede çatışan taraflar arasına girmeme dış siyasetinin terk edilmesinin olası sonuçlarından biriydi. Demokrat Parti döneminde başlayan, neo liberal Özal döneminde emperyalist çekiç güçün inşa edilmesiyle devam ettirilen ve sonunda siyasal islamcı AKP döneminde Suriye’deki iç savaşa taraf olmayla yakından ilgisi vardır. Türkiye’yi Suriye bataklığına girmesini teşvik eden neo osmanlıcı-emperyalist dış siyasi aktörler, bunların arasında sahte Amerikan muhalefetinin temsilcisi Ahmet Davutoğlu da var, şimdi tam aksine çatışmanın yükselmesini kendi kirlettikleri Filistin’in bağımsızlık meselesini istismar eden tweetler atarak çatışmayı teşvik ediyorlar. Siyasal islamcılığın siyonizmle tek yumurta ikizi olduğunu ve iki siyasi akımın ana amacının emperyalizme hizmet etmek olduğunu bilenler için bu durum hiç de şaşırtıcı değildir. İngiliz siyaset jargonundaki karşılığıyla siyasal islamcılar köpeklerle birlikte havlamaktadırlar.
Hamas’ın 7 Ekim saldırısı ve katliamı ve bu saldırı karşısında AKP’nin yaşadığı sessizliğin kökeninde bu durumun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha önce Mavi Marmara ile Gazze’ye insani yardım koridoru açmayı deneyen ancak siyonist terörle boyunun ölçüsünü alan AKP, özünde Türkiye’nin en pro-İsrail partisidir. Fabrika sayfalarında Necmettin Erbakan’ı tarif ederken kullandığımız tabir “Necmettin Netanyahu” AKP’nin selefi Refah Partisi’nin de pro-İsrail bir politika hattında ilerlemesine yapılan esprili bir göndermeydi.
Siyasal islamcılarla siyonistlerin tek yumurta ikizi olduğunu ilan eden bu esprili yaklaşım bugün de geçerlidir. Bütün anti-semistist söylemine rağmen, AKP iktidarları siyonizmin en sadık destekçisidir. O kadar öyle ki Necmettin Erbakan kendi öğrencisi Tayyip Erdoğan için siyonizmin veznedarı sözleri sarf edebilmiştir. Erbakan bu sözleri sarf ederken İsrailli pilotların Konya’da eğitim almasına onay veren anlaşmayı da imzalamayı ihmal etmiyordu.
İsrail devletinin imkansızlığının kökeninde Filistinlileri sürekli mülksüzleştirme ve Arap topraklarını yağmalama geleneğinin olduğunun altını çizelim. Soygun ve yağma ve bunu en yoğun biçimi olan savaş, İsrail aşırı sağını faşistleştirirken Netanyahu’yu da kendi halkı tarafından protesto edilen bir lider haline çevirdi. Şeyh uçmaz mürit uçurur, düne kadar Gazze’nin havadan bombalanmasını seyirlik teraslardan izleyen İsrail halkı, soygun ve yağma rejimini Anayasa mahkemesini ortadan kaldırarak derinleştirmeyi hedefleyen yasa tasarısını protesto eden yığınların arasına katıldı. Halk dediğiniz tam da böyle bir şeydir, kendini protestoyla inşa eder.
İsrail’in Armageddon ilanı ve Batıyı sürekli yeni saldırılarına ortak etme siyasetinin kökeninde İsrail’in boyunu çok aşan bir başka olgu daha var: Brics siyasetinin sürekli bir biçimde Atlantik siyasetini zorlaması. Avrupa ve Amerikan emperyalizminin Çin’in diplomatik atakları ile Arap ülkelerini yumuşak güç kullanarak yanına çekmesi paniğe sürüklemiş olabilir. Nitekim Çin, yılardır sürmekte olan Yemen’deki iç savaşı diplomasi gücünü kullanarak bitirmeyi başardı.
Öte yandan siyonizmin Gazze’yi insansızlaştırma ve soykırım girişiminin İsrail’in Tamar doğalgazı için başlattığı bir saldırı olduğunu inkar etmemek gerekir. Tamar doğalgazı, hidrokarbon savaşlarını daha kızıştıracak derinlikte, çapta ve büyüklükte ve üstelik emperyalist enerji tekellerinin iştahını kabartacak ölçüde önemli bir enerji koridoru vaat ediyor. Emperyalist çağda her savaşın bir ekonomi politiği vardır. Irak’tan Libya’ya ve oradan Suriye’ye sıçrayan hidrokarbon (petrol ve doğal gaz) yataklarının kontrolü, kaçınılmaz olarak adı geçen ülkeleri yıkıma sürükleyen bir dizi siyasi olayı tetikledi. Böyle bakınca liberal-faşist AB’nin İsrail’in işlediği insanlık suçlarını görmezden gelme ve tam destek sunmasının sebebi daha rahat anlaşılıyor. AB, kendi ekonomisi için gerekli doğalgaz ve enerji rezervlerinin teminini sağlayacak ve Rusya ile enerji transferini yok edecek ABD’nin emperyalist enerji politikasına teslim oldu. Bu yeni çelişki, tarihsel olarak Holocaustun inşa ve icra edildiği Avrupa’da işlenen insanlık suçunu tamamlar niteliktedir. Hidrokarbon yatağının kontrolü aynı anlama gelmek üzere bir yolsuzluk ve yağma rejimi kuran ve her defasında kutsal savaştan söz eden siyonistlerin tek adam rejimini neden arzuladıklarının ispatıdır. Orta Doğu’daki diğer komşuları gibi İsrail, monolitik bir siyaset kültürünü ve tek adam rejimini hidrokarbon ekonomi-politiği üzerine inşa etmek istiyor. İbrahimi anlaşmaların ekonomi politiğini oluşturan bu yöneliş, tek adam rejimine gösterilecek itiraz ve muhalefet başarıya ulaşmazsa etkileri sadece Filistinle sınırlı kalmayarak İsrail’in geleceğini de tehdit eder bir siyasi içeriğe kavuşabilir. Gazze’ye yönelik soykırımda kullanılan Fosfor bombasının Nazilerin 2. Dünya Savaşı esnasında kullandığı Zklyon B gazından nitelik olarak hiçbir farkı yoktur. İkisini kullanan devletler de insanlığa karşı soykırım suçlarını işlemişlerdir.
7 Ekim Hamas saldırısının bu denklemde yerini bulması gerekir. Orta Doğu’da dinsel-etnik-mezhepsel çatışmaların sona erdirilme çabaları kaçınılmaz bir biçimde çatışmaların devam etmesinden yana olan güçlerin çıkarlarını zedelediği muhakkak. Orta Doğu İlber Ortaylı’nın yerinde benzetmesiyle Batının bütün çöplerini yığdığı bir alan olmaktan çıkıp, kendi ayakları üzerinde durabilmeyi başaracaksa sınırları sürekli emperyalistler tarafından çizilen bir coğrafya olmaktan çıkacaksa barış siyaseti desteklenmeli..
1Stefan Zweig’in kitabının adı: Amok Koşusu bir çılgınlık halini tasvir eder çılgınlık haliyle başlayan sonu belirsiz koşu genelde yıkımla sonuçlanır.
2https://tr.wikipedia.org/wiki/Holokost