EKONOMİK KRİZ VE KRİZLERİN KRİZİ

Yazarımız Salih Zeki Tombak’ın ilk bölümünü geçtiğimiz günlerde yayınladığımız yazısının ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

Bölüm II.
Ekonomik Kriz ve Krizlerin Krizi

Önce hızlı bir özet yapayım.

@tombak_salih

Türkiye bağımlı kapitalist bir ülke. Kapitalizm kriz üreten bir toplumsal formasyondur. Üstüne, merkez ülkelerdeki ekonomik kriz dinamikleri bizim gibi bağımlı ülkelere ihraç edilir. Türkiye’nin kaynakları yetersizdir. Sivil siyaset, zaten yetersiz kaynakları sürekli çalar, israf eder. Planlama ve stratejik bakış sağ siyasetin daima ufku dışında olmuştur. Devlet bürokrasisi sürekli “Güçlü bir ordu, silahlı kuvvetler” diyerek, bütçe imkanlarını zorlar. Emperyalizm çok eski tarihlerden bu yana Mahir Çayan’ın söylediği gibi “içsel bir olgu” halindedir. Türkiye’nin bütün stratejik karar ve yönelişlerinin içeriden karar vericisi/verdiricisidir. Haliyle Türkiye halklarının mutluluk ve refahı yönetici sınıf ve ittifaklardan hiç kimsenin umurunda değildir. Krizler düzenli aralıklarla yaşanır. Kriz maliyetleri halkın sırtına yüklenir. Bu esnada emekçi sınıflar ve müttefikleri, gençlik, aydınlar, sivil ve asker bürokrasinin bir bölümü, krizin faturasının halkın sırtına yüklenmesine karşı sesini yükseltecek olursa, emperyalizmin desteğinde darbeler yapılır, muhtıralar verilir, olağanüstü dönemler gerçekleştirilir.


Ekonomik krizlerin belirtileri, dış ticaret açığıdır, dış borç stoğunun çevrilmesinde zorlanmaktır; dövize talebin yükselmesidir; üretim yetersizliğidir, enflasyondur. Belirtilerin hepsi birbiriyle bağlıdır, birbirinin sebebi ve sonucudur. Belirtiler güçlü biçimde ortaya çıktığında bir “istikrar programı” yürürlüğe konur. İstikrar paketleri hep İMF’nin yol göstericiliğinde yürürlüğe konduğu için bunlara İMF programı da diyoruz.


İstikrar programlarının olmazsa olmazlarından biri “milli” paranın devalüe edilmesidir. Böylece ihraç ürünleri ucuzlatılmış; ithalat pahalı hale gelmiş olur. Dış ticaret açığını kapatmak için yapılan bu hamlede, kritik konu, ihraç mallarının ucuzlatılması için, bu malların üretimini sağlayan emeğin ucuzlatılmaya “ikna” edilmesidir.


IMF, istikrarın sağlanabilmesi için, “tasarrufu” şart koşar. Tasarruf denilince ilk akla gelen ücret ve maaşlardan; emeklilik haklarından, devletin sosyal sorumluluklarından tasarruftur, kamu harcamalarının IMF nezdinde şeffaflaştırılması ve o harcama kalemlerinin içindeki düşük gelir gruplarına yapılan transferlerden tasarruftur. Bu arada İMF küçük bir miktar düşük faizli kredi de verir. Ama asıl yaptığı, hükümetin “istikrar programına” uygun davrandığı; krizin yükünü çalışanların ve yoksulların sırtına başarıyla yıktığı, özetle borçlarını ödeyebilir hale geldiği konusunda uluslararası sermayeye bir tür teminat vermektir. Böylece yabancı sermayenin piyasaya gelmesi için; ücretlerin düşürüldüğü, sendikaların ve işçi hareketinin baskı altına alındığı bir ortamın var olduğu söylenmiş olur.


Bugün yaşamakta olduğumuz krizin yukarıda anlattığım standart kriz hikayesiyle ortak yanları var, farklı yanları var.
En gözle görünür fark, krizin neredeyse 5 senedir devam etmekte olması ve krizden çıkış için herhangi bir politika paketinin ortaya konmamasıdır. Başka bir deyişle krizden çıkış yönünde hiçbir işaret mevcut değildir. Mesela dolar kuru 35 lira da olur, 60 lira da, 95 lira da…Enflasyon üç haneli olduğu gibi, dört haneli de olabilir. Benzin fiyatı 100 lira veya 400 lira olabilir. Kötüye gidişin bir yerde durması için, durdurmaya çalışan bir programın ortaya konulması lazım. Şu anda böyle bir program yok, böyle bir program üretme yönünde bir hareket de yok.

İrrasyonal Nebati, Rasyonel Şimşek, Karşıtlığı Doğru mu?

Önceki Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin ve onun uygulamakla övündüğü “milli ekonomi” modelinin hareket noktası olan, Erdoğan’a ait “Faiz sebep, enflasyon netice” iddiasının irrasyonel olduğu, bugünkü bakan Mehmet Şimşek’in ise rasyonel politikalara dönüşü temsil ettiği neredeyse bu konuda konuşan herkesin ortak fikridir. Buna eskiler “galat-ı meşhur” derdi; çok tekrarlandığı için herkesin doğru sandığı yanlış veya yalan.


Her ekonomi politikası bir dizi tercih ve önceliklerden oluşur. Nurettin Nebati ile Mehmet Şimşek’in tercih ve öncelikleri özü itibariyle aynıdır. İkisinin programı da, en yoksullardan en zenginlere doğru bir servet transferi anlayışına dayanır. Bu yüzden enflasyonu aşağı çekmek için her ikisi de çaba harcamaz. Her ikisi de KDV ve ÖTV gibi en zenginlerle en yoksulu vergilendirmede eşitleyen dolaylı vergilere abanır. Her ikisi de yoksullardan almakta ısrar ederken, en büyük sermaye gruplarının vergilendirilmesi bir yana mevcut vergilerini affeder, kamuya olan borçlarını, İstanbul havaalanı işletmecisi şirketlere yapıldığı gibi, erteler. Serveti vergilendirmez, kurumlar vergisini daha etkili biçimde tahsil etmek için çaba harcamaz. Dolayısıyla her iki programın da aklı/rasyoneli aynıdır. Aralarındaki fark, faiz/enflasyon ilişkisini doğru yerden kurmak olsaydı, faiz kararları hala Erdoğan’ın iznine bağlı olmazdı.


Diğer taraftan her iki bakan ve ekibi de, Türkiye’nin vadesi gelmiş borçlarını “çevirmeye”; yani faizlerini ödeyerek yeni bir vade kazanmaya odaklı çalışıyor; bu amaçla Körfez ülkelerinden borç aramaya, Varlık fonunda kalmış son şirketleri veya Türkiye’nin en değerli gayrı menkul ve arazilerini satmaya çalışıyorlar. Türkiye büyüklüğünde bir ekonominin, siyasetten başlayarak, bütün kriz başlıklarında köklü biçimde yeniden yapılandırılması yerine; sanki sadece finansal bir kriz varmış gibi yeni borçlar bularak, veya bir defaya mahsus satışlar yaparak, taşıma su ile krizden çıkabileceğini sanmak irrasyonalizmin daniskasıdır.


Üretimi üreticilerin, işçi örgütlerinin, kooperatiflerin, tüketici örgütlerinin, yerel yönetimlerin vb vb katılımıyla demokratik bir planlama temeline oturtmadan ve gelir dağılımını yeniden düzenlemeden, mülkiyet ilişkilerine sınırlamalar getirilmeden, sadece finansal tedbirlerle krizden çıkış mümkün değildir. Kaldı ki bu defa üzerinde konuştuğumuz sıradan bir kriz değildir.

Darbelerin Darbesi, Krizlerin Krizi

Çalışanların, emeklerinin ucuzlamasına, reel ücretlerinin aşağıya düşürülmesine ikna edilmeleri lazımdır, demiştim. Bu rıza, ancak baskıyla, zorla üretilebilir.


1970 yılının 15-16 Haziran’ında işçiler iki gün boyunca İstanbul’u adeta ele geçirdiler. Hızla güçlenen ve bütün sendikal hareketi etkisi altına alan DİSK, parlamentonun altını üstüne getiren TİP; TİP’in Doğu Mitingleri ile görünürlük kazanan Kürt hareketi; son derece canlı devrimci gençlik; politik tutum alan ilerici aydınlar ve 9 Mart’ta 27 Mayıs “ruhuna uygun” bir darbe planlayan, “ilerici subaylar”.. Bu tablo sadece Türkiye hakim sınıflarını değil; ABD’nin başını çektiği emperyalist batının korkulu rüyasıydı. Nitekim 9 Martçılar elbirliğiyle tasfiye edildi ve “12 Eylül” modelinin prototipi 12 Mart Muhtırası, NATO Ordusu TSK tarafından gerçekleştirilen bir darbenin adı oldu. Genel Kurmay Başkanı ve emir komuta zinciri içinde yapılan darbenin lideri Orgeneral Memduh Tağmaç’ın “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçti” sözü, Amerikancı/sermayeci darbenin yönünü ortaya koyar. Sendika faaliyetleri askıya alınır, devrimci sendikacılar tutuklanır, TİP kapatılır, yöneticileri tutuklanır; devrimci gençlik hareketinin öncüleri tutuklanır, en sembolik konumdaki isimler idam edilir; bazıları Kızıldere’de, Nurhak dağlarında veya İstanbul’da sokak ortasında infaz edilir.


Devlet şiddeti hiçbir zaman sadece şiddetin doğrudan hedefi olan kişiler için değildir. Devlet şiddeti, o isimlerin şahsında bütün topluma yöneliktir. Herkes korksun, herkes mücadele azim ve kararlılığını kaybetsin diye Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edilir; Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşları katledilir; İbrahim Kaypakkaya işkencede öldürülür, Sınan Cemgil o amaçla sokak ortasında delik deşik edilir; sendikacılara ağır cezalar verilir. Yoksa hukuk metinleri üzerinden baktığımızda Denizlerin idamını gerektirecek bir suçları yoktur. Veya 1920’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının politik gücü de o gün itibariyle katliamı gerektirecek bir düzeyin çok uzağındadır. Siyasi idam ve infazların asıl olarak toplumsal muhalefeti sindirmek için yapıldığını anlamazsak şimdilerde “büyük demokrat ve liberal” ve hoşgörü şampiyonu olarak anlatılan Demirel’in Denizlerin idamı için yapılan oylamada “şevkle” evet oyu vermesini de anlayamayız.


12 Mart darbesi sistemin güncel ihtiyaçlarını karşıladı, işçi hareketini o an için geriletti. Ama bir sistem kuramadı; devleti dönüştüremedi. Bunda toplumsal muhalefetin meşruiyetinin gücünün, solun ideolojik ve kültürel üstünlüğünün rolü belirleyicidir. Bülent Ecevit’in darbeye karşı çıkışı; Süleyman Demirel’in, sağcı, antikomünist siyasal çizgisine rağmen, seçilmişliği yegane meşruiyet kaynağı olarak görmesi ve cuntaya “işinizi yaptınız, artık geri çekilin” tutumu izlemesi, topluma hakim olan genel ideolojik iklimin bir sonucudur. Sonuçta darbeciler 2 yıl sonra, Mart’ta Cumhurbaşkanlığı ve Ekim ayında genel seçimlere gitmek zorunda kaldılar. Bir darbeciyi (faruk Gürler) Cumhurbaşkanı seçtiremediler; aynı yıl yapılan genel seçimlerle birlikte darbe dönemi sona erdi. Genel af, DİSK’in ve işçi hareketinin yeniden ivmelenmesi, devrimci gençlik hareketinin yükselişi, Kürt siyasetinin kendi mecrasında akmaya başlaması le yeni bir döneme girildi. 12 Mart döneminin baskısı ve siyasi cinayetleri ise, sosyalist solda, sol içi ideolojik tartışmalarda radikal tutumlar yüksek prim yapmakla birlikte; CHP ile içiçe geçen, geçiş alanları yaratan etkiler üretti. Kültür, sanat ve ideoloji alanında ise, bu isimleri efsaneleşti. Şiirler, öyküler, romanlar yazıldı; oyunlar sahnelendi, sinema filmleri çekildi. İsimleri on binlerce çocuğa verildi..

Bu bakımdan 12 Mart yarım kalmış bir darbe olmuştur.


1973 Mart’ından itibaren darbe dönemi sona erer ve muhalefet yükselişe geçerken, yeni ve kusursuz bir darbenin hazırlık dönemi de başlatıldı. Sayısı binleri bulan siyasi sokak cinayetleri, kahvehane taramalar, bombalamalar; sokaktan, evden kaçırıp öldürmeler; 1

Mayıs 1977 katliamı, Maraş olayları bir yandan; 1 Mayıs 1976, 1977,78 kitlesel 1 Mayısları; Profilo direnişi, Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası’na, MESS’e karşı dev Maden-İş grevleri, Tariş direnişi ve binlerce başarılı grev, direniş diğer yandan. Türkiye kesin ve kalıcı bir hesaplaşmaya taşındı.


12 Eylül darbesi, 12 Mart’ın yapamadığını yaptı. Devleti dönüştürdü. Bir daha “askeri darbe” yapma ihtiyacını gereksiz hale getirdi. Bir güvenlik devleti inşa etti. Siyaset alanını dizayn etti. Kimin seçilip, kimin seçilemeyeceğine karar verdi; sosyalist siyaseti ve Kürt siyasetini marjinalize etmek için baraj düzenlemesi getirdi. Tabii idamlarla, Diyarbekir zindanıyla, Mamak ve Metris ile Nazi kamplarını geride bıraktı. Devleti donattığı şiddet kapasitesini; istenilen yer ve zamanda sonuna kadar kullanmak kaydıyla, gündelik hayatın her alanında görünür olmaktan çıkardığında; bunun demokratikleşme, bunun normalleşme olduğu; darbe döneminin artık sona erdiği yolunda yazıldı, çizildi, analizler yapıldı.. Darbe uygulaması OHAL ile bölgeselleştirildi. 12 Eylül’ün devlette yaptığı dönüşüm yüzünden, Tansu Çiller’in 1993’te Başbakan oluşuna darbe demiyoruz. Kemal Derviş dönüşümleri eski Türkiye’de darbe gerektirirdi, ona da darbe demiyoruz. 15 Temmuz 2016 12 Eylül rejiminde bir sıçramadır.


İki yerel seçim sonrası, seçilmiş HDP’li yerel yöneticilerin görevden alınıp çoğunun uzun yıllar yatmak üzere hapse atılması ve yerlerine kayyım tayin edilmesi darbenin daniskasıdır. Mecliste HDP vekillerine uygulanan dokunulmazlık kaldırma, hapse atma, vekilliğini düşürme uygulamalarıyla ve polisin HDP vekillerine uyguladığı fiziki şiddeti bir bütün olarak düşündüğümüzde, Türkiye’nin bir bölgesinde “anayasanın geçersiz kılındığı, tağyir, tebdil ve ilga edildiği”, bunun da bir darbe hali olduğu aşikardır.


Son darbe ise iktidar ve muhalefetin el birliğiyle, seçimle iktidar değiştirme umudunu söndürdüğü; kazanma umuduna ve kararlılığına ağır bir darbe vurduğu iki aşamalı 14 ve 28 Mayıs kurmaca seçimleridir.


12 Eylül rejimi içinde siyaset ve seçimler nasıl şekillendirildiyse, medya da katı bir çerçeve içine sıkıştırıldı. Gazete dağıtım tekeli yaratılarak muhalif basının önü kesildi. Amerikan basını nasıl Irak savaşını seyirlik bir eğlence halinde sunduysa; 12 Eylül rejiminin şekillendirdiği medya da, “yerinde infazları” seyirlik hale getirdi. Polisin yerinde infaz timinin kuşattığı evlerde kıstırılan devrimciler, ellerindeki yetersiz silah ve mühimmatla çatışmaya girseler de, sonunda infaz edilirken etrafta alkışçı toplulukları devlet/medya yoluyla oluşturuldu.


AKP-MHP iktidarının seçim yapılacak mı; seçimi kaybetseler giderler mi, seçim gecesi kaybederlerse darbe yaparlar mı; Erdoğan’ın adaylığı anayasaya aykırı ama itiraz etmeyelim gibi soru ve yaklaşımlara neden oluyorsa; bu siyasi islamın eseri deği 12 Eylül rejiminin eseridir. Zaten Siyasi islamı iktidara taşıyan süreç de 12 Eylül’ün yol verdiği bir süreçtir.


12 Eylül rejiminin Türkiye hakim sınıflarına ve parçası oldukları kapitalist sisteme, inşa ettiği ve güncellemesini sürekli hale getirdiği şiddet mekanizmaları ve adım adım güçlendirilen/ çeşitlenen ideolojik aygıtlarıyla, sorunları hasır altı etmede, geçiştirmede, görünürlüğünü azaltmada, çözüm ihtiyacını ertelemede büyük faydası oldu. Talepler bastırıldı; direnişlere şiddet uygulandı; sokağa çıkan herkesin önüne kat kat fazla polis kondu; yetmezse jandarma ve asker yığıldı. Grevler ertelendi; yargı çalıştırıldı, cezaevlerine gidiş hızlandı. Ama 12 Eylül’ün Türkiye ve parçası olduğu sisteme verdiği zarar da bu “başarılı” yönlerinin sonucu oldu.


Siyaset uzun süredir hiçbir sorunu çözmüyor. Başta Kürt sorunu olmak üzere her sorunun üzerine sadece şiddet ve ideolojik saldırı ile çürük ve çürütücü yaklaşımlarla gidiliyor. Ekonomik kriz dinamikleri sürekli çalışır halde. Ve her ekonomik kriz dalgası çözülmemiş sorunlarla da beslenerek, birikerek geliyor. Bugün yaşanan krizin boyutları ise, sistem içinde kalınarak veya başta siyaset olmak üzere köklü dönüşümler yapılmaksızın çözülme veya geçiştirilme sınırlarının çok ötesine geçmiş bulunuyor.


Türkiye’nin ve bölgenin en önemli siyasi sorunu ve en güçlü kriz dinamiği ise Kürt sorunudur; bu sorun karşısında izlenen çözümsüzlük ve savaş politikalarıdır.

Manzara Şöyledir

Bugünkü manzara şöyledir: 35-40 bin kişilik bir Kolordunun, hava desteğiyle, helikopterleriyle, zırhlı birlikleriyle, Özel Kuvvetleriyle sürekli hareket halinde olduğu; topçunun sürekli mesai yaptığı, kara birliklerinin komşunun topraklarına girdiği, çıktığı birsavaş bölgesi..

Üstelik bunlardan 3 tane var. Güney Kürdistan’a bir Kolorduyla sürekli harekat yapıyorsun. Bir Kolordu Suriye topraklarında, bir Kolordu Kıbrıs’ta var. Yani 3 Kolordusu sürekli savaşır halde veya savaşa hazır halde olan bir ordu var. Ege’de ve Akdeniz’de sık sık “Bir gece ansızın gelebiliriz” denildiği için hareket halinde olan bir donanma var. Libya’dan Afrika içlerine yoğunluğu artan bir ilgi var. Trakya’da bütün birliklerin harbe hazırlık düzeyi yüksek tutuluyor. Karabağ sorununa müdahil olundu, dolayısıyla 3. Ordu birlikleri de öyle.

Ordu masraflı bir kurum; savaş halindeki ordu çok masraflı bir kurum.. Silah sistemleri pahalı ve sürekli yenilenmesi gerekiyor. Türkiye büyüklüğünde bir ekonomi için bu kadarı çok fazla. Üstüne içerideki güvenlikçi politikaları, kurumları; devletin Diyanet gibi, İletişim Başkanlığı gibi, yandaş medya korosu gibi, tarikat ve cemaatler gibi sivil görünümlü ama gerçekte devlet uzantılı ideolojik aygıtlarını da koyalım. Dolayısıyla sürekli böyle bir kaynak kullanımı varsa, burnunuzun krizden kurtulması imkansız.

Ülke içinden söz etmişken, güvenlikçi politikaların, OHAL uygulamalarının vb, ülkenin üçte birinde tarımı ve hayvancılığı yapılamaz hale getirdiği; köylerin boşaltıldığı veya kışları köyde kalmanın yasak olduğu, dolayısıyla hayvancılık yapmanın imkansız hale getirildiği gerçeğini hatırlayalım. Evine et alıp çocuğuna yediremiyorsan, savaş politikaları yüzünden! Van’da HDP’li Büyükşehir Başkanlığı, şehrin etrafındaki arazilerde seralar kurmaya başlamıştı. Kayyım atandığında ilk iş bu çalışmaları iptal etti ve yapılanları yıktı. Bölge nüfusu üretemesin ve tüketemesin isteniyor. Çünkü devlete aç ve çaresizi çöktürmek kolay olur anlayışı hakim.

Güvenlikçi anlayışın ve savaş politikalarının başka bir yönü daha var. Savaş politikaları çalmayı kolaylaştırıyor. Sivil siyaset Türkiye’de her zaman yolsuzluk yapardı ama asla bugünkü boyutlarda olmadı. Ekonomik krizin sorumlusu sensin, krizin bedelini niye halka ödetiyorsun? deyince “Bir mermi kaç para biliyor musun?” diye bir soru var. Bu soru hırsızların sorusudur. Mecliste TSK’nin harcamaları gözden geçirilebiliyor mu, tartışılabiliyor mu? Siyasi partiler, sivil toplum, TSK ne yaptı, nereye ne harcadı, neyi kaça aldığını biliyor mu? Bir bakıyorsun, Bodrum’da Paramount Otele çöktüğü iddia edilen ve bunun için, yakınlardaki bir askeri birlikten aldığı tankla otelin önüne gelen; Cihan Ekşioğlu adında bir kişi, İsrail’den 3 milyon dolara aldığı bir yazılımı TSK’ye 50 milyon dolara satmış. Bakan çocukları savunma sanayi şirketi kurmuşlar. TSK’nin zaten dışarıda almakta olduğu şeyleri, onlar TSK’ye almış oluyor, aracılık ediyorlar. Arada komisyonlar ve fahiş karlar var. O komisyonları da gene halka ödetiyorlar.

Tabii bir sivilin, askeri birlikten “ödünç tank” alıp, otel basmaya gidebildiği bir TSK, bir Türkiye tablosu, her şeyin nasıl çürüdüğüne dair net bir fotoğraftır. Savaş çürütür.

Birinci Bölüm: Siyaset Yapmak Üzerine Değerlendirmeler 1

Devam edecek.

Diğer Yazılar

HAMAS’IN İSRAİL’E FÜZE ATMASIYLA MI BAŞLADI HER ŞEY?

Taner Renda / 03.12.2024 2001 yılının 11 Eylül’üne gelindiğinde; dünya o gün yeni bir aşamaya …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir