Salih Zeki Tombak / 12.08.2023
İki bölüm halinde yayınlayacağımız yazının ilk bölümüdür.
Bir gazeteci arkadaşla savaş, kriz ve barış üzerine uzun uzun konuştuk. O tabii konuşmayı haber boyutuna kısalttı. Bana da neredeyse sorunsuz bir metin gönderdi. Metni toparlamaya çalışırken konuşma havasını değiştirmemeye özen gösterdim; biraz uzun olduğu için üç bölüme ayırdım ve sona bir ek yazıyorum.
Bölüm 1:
SAVAŞTA ISRAR, ÇARESİZLİKTE ISRAR!
TSK tarafından, 23 Temmuz’da, Zap bölgesine yönelik yeni bir askeri harekat başlatıldı.
1983-84’ten bu yana, Güney Kürdistan’a sınır ötesi harekatlar yapılıyor. Zamanla bunlar bir rutin haline geldi. Başlangıçta ismi “sınır ötesi harekat”tı, sonra gösterişli isimler konulmaya başlandı: Şimşek, Kartal, Pençe, Pençe-Kilit, Atmaca, fırtına gibi isimler.
İsimler sertleştikçe resmi basının sayfa ve ekranlarında, ki basının tamamına yakını, mevzu savaş politikaları olunca, resmi basındır; zafer haberleri, renklendi, detaylandı, destan metinlerine dönüşen psikolojik harp yayınları haline geldi ve olağanüstü yoğunlaştı. Harekatın psikolojik harekat yönü askeri yönünün önüne geçti; Türkiye toplumunun zihnini ele geçirme; siyaseti ve özellikle muhalefeti şekillendirme aracı haline geldi. AKP iktidarı, kendi devamlılığı için her seçim öncesi bir sınır ötesi harekat başlatırdı, Artık yeni rejimin devamlılığı bakımından harekatlar da devamlılık kazandı. Aynı zamanda Türkiye toplumunun zihniyetini, değerler dünyasını ve siyasi tercihlerini şekillendirmek üzere savaşın psikolojik harp boyutu da sürekli bir faaliyet vasfı kazandı, kurumsallaştı.
Resmi basının/medyanın yayınlarına bakılırsa, askeri harekatların artık son bulmuş; bu konunun çoktan kapanmış olması gerekirdi. “Ele geçirilen coğrafya parçaları”, “etkisiz hale getirilen” gerilla sayıları; çoğu SİHA suikastı olmak üzere, yapılan “operasyon istatistikleri”, alt alta toplandığında, daha operasyon yapılacak, imha edilecek, ele geçirilecek ne kaldı, diyorsunuz. Ama her yıl rutin olarak, yine cafcaflı isimlerle yeni harekatlar başlıyor.
Geçen sene 14 Nisan’da, gene Zap bölgesine yönelik harekat, hava ve topçu atışlarıyla başladı. 3 günlük hava bombardımanı ve topçu ateşinden sonra, hedefin “yumuşadığı” kanaatine varılmış olmalı ki, Nisan’ın 17’sinde bölgeye kara harekatı başlatıldı. Tabii İHA-SİHA’lar, helikopterler; belirlenmiş hedeflere hava kuvvetlerinin bombardımanı ve karadan obüs ve havan topu atışlarıyla beraber. Harekat Kasım ayına kadar sürdü. Aylarca çok gürültü yapıldı, sonra birlikler sessizce geri çekildi.
TBMM bütünüyle etkisiz bir kurum haline getirildiği ve muhalefetin büyük bölümü, Türkiye’nin en önemli siyasi sorunu hakkında iktidardan farklı düşünmediği için; harekat ne siyasi yönden, ne askeri yönden, ne sivillere yönelik etkileri yönünden, ne savaş hukukuna riayet yönünden; insan kayıpları ve maddi harcamalar yönünden TBMM’de görüşülemedi, tartışılamadı.
Aynı şey yandaş veya muhalefete yakın basın/medya açısından da geçerlidir. Övmek ve alkışlamak serbest, gerçeği merak etmek ve aramak yasak ve suç!
Daha önceki sene Gara’da bir operasyon vardı. O da çok büyük bir kampanyayla başladı. Sonra operasyon bir mağaranın içinde, PKK’nin elindeki TSK mensubu asker kişilerin ölümüyle sonuçlandı. PKK, bu insanların operasyondaki görevliler tarafından infaz edildiğini iddia etti; devlet de PKK tarafından öldürüldüklerini söyledi; ama bu konuda bir soruşturma açılmadı, yürütülmedi. Bu konuda herhangi bir berraklık olmadı. Erdoğan bir basın açıklaması yapacağını söylemişti. Bir açıklama yapılmadı. Öylesine bir başarısızlık olarak karanlıkta kaldı.
Şimdi, seçimden sonra aynı bölgeye yönelik olarak yeniden harekat başlatıldı. Önceki yıllardan faklı yanları var son yıllarda yapılanların. Daha önce asker yapardı bunu. Sonra askere korucular ve jandarma, özel harekat falan eklendi. 2019’dan itibaren TSK’nın ve MİT’in ortak operasyonlarına dönüştü. Jandarma 15 Temuz 2016 sonrası inşa edilen yeni rejimde İçişleri Bakanlığına bağlandığı için, TSK-MİT ve zaman zaman İçişleri Bakanlığı’nın ortak operasyonu da diyebiliriz. Bölgede sürekli olarak hem TSK’nın hem MİT’in bir takım karakollar inşa etmeye, bölgede kalıcı üslenmeler oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Ama en son geçen sene yapılan operasyonla bu seneki operasyonun ayırt edici farklı bir yönü var. O da KDP’nin de, neredeyse doğrudan bir taraf olarak bu operasyonlarda yer alması. TSK birliklerinin Kuzey’den ilerlemeye çalıştığı bir esnada özellikle tıkanma noktalarında Güney’den KDP’nin peşmergelerinin de geldiğini okuyoruz. Bir yandan da, KDP’nin, TSK ilerleyişine imkan sağlamak üzere bazı çatışma bölgelerinde, araziye iş makinaları sokarak yol açmaya çalıştığı bilgileri var. Dolayısıyla giderek daha girift bir hale geliyor bu işler. KDP’nin Türkiye ile ittifak ilişkisine yönelik çok ağır eleştiriler giderek yoğunlaşmakla birlikte, Kürtler arasında gelişecek sıcak bir çatışmadan tarafların kaçındığını tesbit etmek gerekir. Önceki yıl böyle bir çatışma yaşanmış, karşılıklı 5’er can kaybı olmuş ve bazı PKK’liler KDP tarafından tutuklanmıştı
Büyük Harekatların Arkasındaki Akıl
Peki, “Bu sene bitecek, bir daha böyle bir harekata ihtiyaç olmayacak” diyebilen var mı? Yok. Bunun 2 sebebi var. Birincisi devletin, bugün itibariyle Kürt sorununu eşitlik, özgürleşme ve barış temelinde çözmeye niyeti ve cesareti yok. Hedeflenen çözüm zemini eşitlik, özgürlük, demokratikleşme olunca, Türkiye’nin en güçlü unsurlarından olmakla övündüğü NATO ittifakının veya “batılı dostların” konuya ilgisinin kaybolduğunu görüyoruz. Dolayısıyla devlet aklı çözüm yerine “çöktürme” planları yapıyor ve uygulamaya çalışıyor. Ama sadece Türkiye’de değil; herhangi bir parçada, Kürtlerin her hangi bir şekilde demokratik siyaset alanında güçlenmesini ve bunun üzerinden mevziler kazanmasını da istemiyor. Mesut Barzani’nin başkanlığında, “Kürdistan Özerk bölgesinin veya bu bölge dışındaki Kürt yerleşimlerinin bağımsız bir devlet olmasını ister misiniz?” sorusunun sorulduğu 25 Eylül 2017 referandumunu hatırlayalım. Irak merkezi hükümeti ve İran bu referanduma karşı büyük tepki gösterdi. Ama asıl Türkiye, sadece referandum yapılıyor diye neredeyse Kürdistan Özerk Yönetimini düşmanlaştırdı ve adeta bölgeyi istilaya hazırlandı. Benzer şekilde Kürtlerin bir coğrafyada fiili/hukuki statü elde etmesini, uluslararası ilişkiler kurmasını veya askeri olarak güç kazanmasını; kısacası, her hangi bir şekilde Kürtlerin, Kürt ulusal kimliğiyle var olmasını istemiyor. Diyelim ki, PKK’yi terör örgütü olarak değerlendiriyorsun, düşman olarak görüyorsun, bu gerekçeyle Zap bölgesinde her sene harekat düzenliyorsun… Peki IŞİD’e karşı mücadele eden ve kazanan Demokratik Suriye Güçleri’ne niye düşmansın? Veya demokratik siyaset alanında var olan ve Türkiye’nin seçmen desteği en güçlü partilerinden biri olan HDP’ye niye düşmansın? Bu soruya AKP iktidarının İŞİD ve El Nusra’yı ve diğer selefi çeteleri kendisine yakın bulduğunu, bu çetelerle arasında gizli ve açık ilişki ve ortaklıklar bulunduğunu; dolayısıyla İŞİD’in yenilmesini bir tür kendi yenilgisi sayıp hazımsızlıkla karşıladığı cevabını verebiliriz. Kobani kumpas davasının arkasında elbette bu taraf olma hali ve intikam motivasyonu vardır. Ama işin içinde selefiler konusu olmasaydı da, HDP veya DSG’ye düşmanlık için, bu iki siyasi oluşum içinde Kürtlerin etkin birer siyasi aktör olması, devlet aklının düşmanlığı için yeterlidir.
Ulus Devlet İnşası ve Erken Soğuk Savaş
Çünkü ulus devlet, özellikle uluslaşma sürecine geç girmiş her toplum için bir tuzaktır. Sürekli ayrıştırma, tasfiye etme, ulus devlete hakim olan zihniyetin ulus tarifi dışında kalan unsurların tehdit olarak görülmesi ve “ayıklanması”, ulus devletin tarihini oluşturur. İşin sınıf mücadelesi ve şiddetli anti komünüzm boyutu da var. Dolayısıyla Türkiye’nin 20. Yüzyıl tarihi ve 21. Yüzyılın ilk çeyreği demokrasi ve özgürlüklerin gelişemediği; her türlü gerici, ırkçı ve faşizan zihniyetin devlet himayesine mazhar olduğu karanlık bir tarih olarak yaşandı. 1921 Anayasası’nın meşruiyetin temeli olarak halk egemenliğine yaptığı kuvvetli vurguyla başlayan açılış; bugün en şekli haliyle seçme ve seçilme hakkının bile geri alındığı bir tükeniş ile yüzyılı tamamladı. Önce gayri-Müslim unsurların ve en başta Ermenilerin kırımıyla başlandı ulus devletin inşa sürecine. Bu arada Ekim Devrimi’nin etkisiyle gelişip serpilme işareti veren komünistler kanlı tasfiyelerin hedefi oldu. Dünya’da İkinci “Harb-i Umumi” sonrasında başlayan Soğuk Savaş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları tarafından Batı, özellikle İngiltere ile kurulan ilk tanınma işaretiyle, Londra Konferansı (21 Şubat 1921) öncesinden başlatıldı.
Cumhuriyetle beraber Rumlar “Mübadele” ile Türkiye’den gönderildi. En son 1963’te ve nihayet 1974’de Kıbrıs bahanesiyle, artık kaç kişi kalmışsa; o kalanlar da gönderildi. İstanbul’da nüfusun 3’te 1’ini oluşturan gayri-Müslim unsurların tamamı 40-50 bin mertebesine indi.
Sonra Alevileri yok saymaya, asimile etmeye geldi sıra. Lazları, Hemşinlileri, Çerkezleri asimile ettiler. Kürtleri de asimile edecekler ama Kürdün asimilasyonu apaçık zora rağmen olmuyor. Medreseler dahil, geleneksel kurumlarla, toplumsal örgütlenme biçimleriyle, parçaların birinden öbürüne ilişkilerle ve yaşanan zulümlerin ve direnişlerin, isyanların ortak hafızasıyla Kürtlük kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bu birikimin son kırk yılda kazandığı boyutlanmayla, asimilasyon süreci tamamlandı sanılan halklarda da kendi dilini, kültürel köklerini, kimliğini arayan, bulan dinamikler gelişip serpilmeye başladı. Lazlar, Hemşinliler, Çerkezler bu yönde ciddi mesafe aldılar. Aleviler eşit yurttaşlık talebini yükseltiyor, kendi inanç ve kültürel kurumlarını oluşturuyor ve güçlendiriyorlar.
Kürtler de “Hepimiz Türk’üz. Biz karda yürürken….” gibi bir hezeyana razı olsalar bir sorun olmayacak. Ama Kürtler kendi kimlikleriyle, eşit yurttaş olarak yaşamak istiyor. Bu tekçi ulus devlet paradigmasının varoluşuna aykırı. Sonuçta ya Ortadoğu’nun en büyük nüfusuna sahip halklardan biri olan Kürtlerin varlığını herkes kabul edecek, eşitlik, özgürlük, barış temelinde bir çözüm bulunacak ya da her sene askeri operasyonlar yapılacak. Bu askeri operasyonlar ülke içinde demokrasinin ve özgürlük alanının daraltılması için kullanılacak. Savaş politikalarının arkasındaki birinci neden budur, ulus devletin karanlık aklıdır.
İkincisi de iktidarın askeri operasyonları, dış politikayı, uluslararası ilişkileri…kendi devamlılığı için bir malzeme görmesidir. AKP’nin izlediği dış politika tamamen iç politika içindir. Askeri operasyonlar da kendi gündelik propaganda ihtiyaçlarına cevap verdiği ve savaş ile siyaseti dizayn etme imkanı sağladığı için önemlidir.
Bu çerçevede savaşı öyle kullandılar ki, iktidar isterse HDP’yle görüşüyor, isterse PKK’yle görüşüyor, isterse Salih Müslim’i kırmızı halılar sererek Türkiye’ye çağırıyor. Abdullah Öcalan ile sürekli görüşülmekte olduğunu AKP Milletvekili Ensarioğlu söylemese de tahmin ediyorduk. Ama muhalefetin Meclis’in 3’üncü partisiyle görüşmesi durumunda bile kıyameti koparıyor. Muhalefet de buna razı oldu. Böylece siyaset yapamaz hale getirdiler muhalefeti. Meclis’in 3’üncü partisiyle niye görüşmüyorsun? Bu kadar ürkek, korkak olduğun zaman halkın yarısı sana gözü kapalı oy verecek olsa bile iktidarı alamıyorsun. Siyaset cesaretle yapılırsa -kazanılan bir faaliyettir.
SİHA Cinayetleri, Sivil Ölümler, Köy Boşaltmalar
Savaşın her zaman hava kuvvetleriyle, uçak ve saldırı helikopterleriyle gerçekleştirilen kısımları var. Son yıllarda İHA, SİHA’lar eklendi buna. İHA, SİHA’larla, sürekli olarak sivil, asker ayırmadan veya silahlı, silahsız ayırmadan pek çok insanın öldürüldüğünü görüyoruz. Önce sivil hedefler vuruluyor ve sonra öldürülen kimselerin “PKK içinde şu konumda” olduğu iddia ediliyor. Örnek, Kamışlı’nın seçilmiş yerel yöneticileri olan iki sivil vuruldu. Başka bir ülkenin iki sivil vatandaşını vuruyor ve cinayeti marifetmiş gibi övünerek üstleniyorsun.Buna benzer çok sayıda cinayet var. Bu cinayetler yüzünden sivil halk tedirgin oluyor, evinden çıkamaz hale geliyor ve sonunda evini ocağını terketmek zorunda kalıyor. Bunlar apaçık terör eylemleridir, amacı, halkı terörize etmektir. Yeni İçişleri Bakanı’nın “29 bin 32” operasyon yaptık derken kastettikleri arasında Suriye ve Irak topraklarındaki operasyonlar varsa, onlar bu çeşit eylemlerdir ve uluslararası hukuka apaçık aykırılık teşkil ettiklerine şüphe yoktur..
Bir başka savaş suçu niteliğinde faaliyet ise, sınırdan obüsle 40-45 kilometre menzilde, yerleşim yerleri dahil her yeri vuruyorsun. Böylece oradan sivil nüfusun Güney’e veya başka yerlere göç etmesine sebep oluyorsun, oranın halkını kendi evinde, köyünde, toprağında yaşatmıyorsun. Dolayısıyla oraya da, cihatçı, selefi örgütleri yerleştiriyorsun. Demografik yapıyı değiştiriyorsun. Amerika’dan, Rusya’dan “Okey”i alırsan kara harekatı yapıyorsun, işgal bölgelerini büyütüyorsun. Afrin’den başlayarak, Cerablus, El Bab. Azez, Jindires, Rajo, Tel Abyad, Ras al-Ayn gibi şehirlerin de içinde olduğu geniş bir coğrafya… Aslında İdlib’i de bir işgal bölgesi olarak düşünmek lazım. Çünkü Türkiye’nin himayesi olmasa Suriye Devleti oradaki cihatçı selefileri bir avuç suda boğacak. Rusya’nın ve Suriye’nin hava kuvvetleri zaman zaman bu bölgelere operasyonları yapıyor.
Zap, Metina, Gara, Avaşin, Hakurk, bölgesi buradan biraz farklı. Çünkü Gara’ya doğru ilerlenebilir ve Gara ele geçirilebilirse Rojava’ya doğru bir yol açılmış olacak. Hakurk bölgesi ele geçirilirse Kandil’e doğru mesafe alınmış olacak. Direnişe ve gerilla mücadelesine çok elverişli; buna karşılık düzenli ordu birlikleri harekatına oldukça elverişsiz bir coğrafya sadece savaşan unsurlardan “temizlenmiş” olmayacak; aynı zamanda, Musul’a kadar genişleyen bir bölgede kalıcı bir işgal gerçekleşecek. KDP yardımcı oluyor ve Irak hükümeti yeterli tepki vermiyor; ama askeri güçle ele geçirilmiş bölgelerden hiç kimse askeri güç baskısı olmadan çıkmaz. Bu gerçeği Suriye’ye baksalar görecekler.
“Artık Geri Çekilmek Yok” Siyaseti mi; Meclis denetimi mi?
Irak hükümeti kendi ülkesinin içinde yürüyen bu savaş faaliyetleriyle ilgili cılız itirazlarda bulunuyor, ama o kadar. Son yıllarda Arap dünyası, Suriye’yi Türkiye’nin insafına terk etmiş olmanın kendileri için ne kadar sıkıntılı bir sürece yol açtığını görmeye başladı. . Çünkü Türkiye bu vesileyle ABD ve İsrail’in taşeronu olarak başlattığı Suriye savaşının Suriye Demokratik Güçlerine sağladığı özerkliği bahane ederek, Suriye’ye; PKK’yi bahane ederek Irak’a ve Arap topraklarına sürekli ilerliyor. Şimdilik Musul’a kadar geldi. Müslüman Kardeşlerin önü Mısır’da kesilmemiş olsaydı; bu örgüt üzerinden bütün Arap Dünyasına müdahil olacaktı.
Sınır boyunca, boydan boya geniş bir şerit halinde Suriye topraklarını adeta kendi topraklarına katmış durumda. Oraya kaymakam tayin ediyor, okul, üniversite, PTT ve banka şubeleri açıyor, briket evler efsanesi yaratılıyor falan.
Suriye ile ilişkileri normalleştirme amaçlı ilişki kuruluyor. Suriye, “Önce topraklarımı terk et” diyor. Bizim Dışişleri Bakanlığı da, “Ön koşulsuz görüşelim” diyor. Muhatabının ülkesini yangın yerine çeviren savaşın müsebbibisin. Savaş suçlusu selefi cihatçı terör örgütlerinin bir bölümünü İdlib’de koruman altına almış; kontrolün altındaki Afrin bölgesini HTŞ’ye (El Nusra-El Kaide) teslim etmiş; ÖSO çihatçılarını diğer işgal bölgelerine yerleştirmişsin. Bu bölgeler fiilen senin ve Suriye devletinin resmi düşmanlarının işgali altında. Suriye’nin yeniden imar ve inşası faaliyetlerinde Türkiyeli müteahhitlerin üstleneceği ihaleleri konuşmayı bile istiyorsun, ama işgal ettiğin bölgelerden çık, denilmesini “ön koşul” sayıyorsun.
Aynı şey Güney Kürdistan için de geçerli. Mehmet Ağar’ın, “Artık geri çekilmek yok” diye bir cümlesi vardı. Türkiye’de devlet aklı sürekli genişleme, toprak kazanma, komşularının aleyhine sınırlarını genişletme peşindedir. Bu akla göre, asıl egemenlik alanımız, Osmanlı genişlemesinin zirvesi olan sınırlardır: “Devletin zayıfladığı dönemler oldu. Geri çekildik. Şimdi yeniden o eski ve bize ait olan coğrafyada genişleyelim.” İsrail de öyledir. Filistin’in sınırları belli mi? Suriye’yle İsrail’in sınırları belli mi? Yok. Gücün varsa sınırları iptal ediyorsun, komşun aleyhine genişliyorsun. Türkiye’nin de şu anda yaptığı odur.
Ama mesela Gara’yı ele geçiremedi. Zap’ta bir yerleri tutamadı. Sağa sola bir takım karakollar kuruluyor ama asıl ele geçirilmek istenen bir coğrafyada başarı gözlemleyemedik. Yani Nisan’dan Kasım’a kadar Türkiye’nin en seçkin birliklerini orada tutuyorsun, şu anda Genel Kurmay Başkanı olan Metin Gürak 2’nci ordu komutanı olarak görevliydi. 7’nci Kolordu, Jandarma Özel Harekat… Hepsi oradaydı. Ve ciddi helikopter ve can kayıplarının olduğuna dair de haberler okuyoruz. Bu konuda bir şeffaflık olmadığı için harekatın Türkiye’nin bir ihtiyacına cevap verip vermediği Meclis’te tartışılamıyor. Bu operasyonların başarısı, başarısızlığı Meclis’te tartışılamıyor. TSK’nin neyi başarıp, başaramadığını kimse değerlendiremiyor. Bunlar Sarayda birkaç odada görüşülen şeyler haline geldi. Dolayısıyla demokrasi ve şeffaflık yasaların, hukukun uygulanması halinde bu savaş politikalarının da bir muhasebesi yapılabilir ama yapılamıyor şu anda.
Devam edecek