SERMAYE HAYATA SALDIRDIĞINDA: TÜRKİYE’DE ÇEVRE MÜCADELELERİ VE GELECEĞİMİZ

Ümit ÖZDEMİR / 29.07.2023

@masumlevrek

Unutulmaz sahnelerden biriydi. Özal Gökova körfezine termik santral inşa edileceğini bunun yörenin “kalkınması” için bir zorunluluk olduğunu söyleyerek etkilemeye çalıştığı yöre sakininin burası “bizim evimiz, toprağı ve suyuyla geçimimizi sağlıyoruz, termik santral istemiyoruz” sözleri, aslında iki sınıf zihniyetinin karşı karşıya gelmesiydi..

Neoliberal sağın, “kalkınma”, “refah” gibi görünüşte hiç kimsenin itiraz edemeyeceği gerekçeler öne sürerek kitlelere benimsetmeye çabaladığı yağma düzeni binlerce akciğer kanseri hastanın oluşmasına neden oldu. Aralarından pek çoğu bugün aramızda değil. Türkiye’de ekonomik “kalkınmayı” sanayisizleştirme operasyonuna devam ederken hem de talebin çok üzerinde bir enerji üretimiyle yapmanın tek bir gerekçesi vardı: Uluslararası sermayenin istediği ucuz enerji üretimini de yapmak. Böylece tablo netleşir: Uluslararası sermaye ve onun yerli işbirlikçilerinin tamamı, Türkiye’yi ucuz emek cennetine çevirirken aynı zamanda üretimin devamı için ucuz enerji üreten ülkeler kategorisine soktular. Bu ikili kıskaç, aynı zamanda çok daha sonra belirginleşmeye başlayacak olan yeni bir çelişkinin ekolojik çöküş ve metabolik yarılma çelişkisinin hazırlayıcısı oldu.

Uluslar arası enerji tekellerinin ilk saldırısı Karadeniz’e oldu. Bol yağış alan bölge, verimli su kaynaklarıyla sermaye sınıfının elektrik üretimi için ilgisini çekiyordu. Halkın ve canlıların suyunun çalınması için geliştirilen HES projeleri, sadece çevreyi geri dönülemez biçimde tahrip etmekle kalmadı, aynı zamanda küçük köylülüğün geçim kaynaklarını da yok etti. Bu yok ediş, kaçınılmaz olarak büyük kentlere göçün fitilini ateşledi. İkizdere direnişi bu saldırıya karşı verilmiş cevaptı. Başta iyi niyetle mahkeme kapılarında hak arama mücadelesi olarak biçimlenen çevre mücadelesi, sermayenin yeni birikim modeli için kendi hukukunu tanımayacağını açık seçik ortaya koymasıyla direnişe evrildi. Öyledir, hukuk yolu kapalıysa direnişin kendisi kendi hukukunu ve kültürünü yaratır. Karadeniz’de direnişleri kayıt altına alan belgeselcilerin tamamını ve izleyenleri şaşırtan olgu, Karadeniz halklarına bölgedeki su kaynaklarını paylaşmaları durumunda işsizlik ve yoksulluğun ortadan kalkacağı yalanının söylenmesiydi. Bu yalan sık tekrarlandığı ve bu yalanı teşhir edebilecek bir basın faaliyeti de olmadığı için halkın kandırılması kolay oldu. Sonuç mu ? Tam bir çevre katliamı, güzelim dereler kuruyup balıklar ölürken sermaye sınıfının bu saldırısının faturası bölge halklarının daha fazla yoksullaşması ve sosyal yıkım oldu.

İkinci saldırı, tahmin edebileceğiniz üzere yine ucuz ham madde üretilmesi amacıyla İç Anadolu’nun talan edilmesiyle şekillendi. Sermaye sınıfının bu saldırısı, Divriği gibi maden yataklarının zenginliğiyle bilinen bölgelerini hedef aldı. Sermaye sınıfı İç Anadolu’ya saldırırken ulus ötesi ortaklıklar geliştirdi. Tıpkı Karadeniz’deki HES saldırısında olduğu gibi… Saldıran şirketlerin pek çoğunun yabancı bir ortağı vardı. Avusturya ve Orta Avrupa burjuvazisinin tekelci şirketleri, liberal demokrasi hayalini kuran liberalleri yalanlarcasına yağmaya sermaye ayırarak talep ettileri ucuz enerji ihtiyacını Anadolu coğrafyasının tahrip edilmesi pahasına katıldılar.

Bu saldırı doğaya karşı işlenmiş en vahşilerinden biriydi. Neden öyleydi ? Çünkü siyanür gibi doğa tarafından absorbe edilmesi imkansız bir maddeyle altın arama faaliyetleri fütursuzca yapılabildi. Buna elbette çanak tutan çıkardığı yasalarla AKP iktidarları oldu. Sermaye sınıfının islamcı kanadının bu partisi, yağma ve talan ekonomisinin sınırlarını doğanın geri dönülmez biçimde yok edilmesine kadar genişletti. Siyanür havuzlarından sızan atık siyanürün derelere kadar ilerlemesi ve canlı yaşamının olmazsa olmazı su kaynaklarını kirletmesi haberlerinin üzeri yayın yasaklarıyla örtülmeye çalışılsa da, tehdit gün gibi ortadadır. Fatsa siyanürlü maden aramanın yaşayan en somut ve çarpıcı örneklerinden biridir. 1979’da Terzi Fikri gibi sosyalist bir belediye başkanı çıkarmış Fatsa’nın bütün başına gelenler özel bir operasyonun sonucu olduğu düşünülebilir. Fatsa, olağan üstü doğal varlıkları sermaye sınıfı tarafından yağmalanmış, geride siyanür havuzları çirkinliğinin kaldığı bir bölge olarak tarihe geçti.

Sermaye sınıfının bir diğer saldırısı Kanadalı Alamos Gold şirketin Kaz Dağlarında düzenlediği ağaç katliamıydı. Bu ağaç katliamı binlerce dekarlık orman varlığını yok ettiği gibi ormanla bütünleşik canlı yaşamını da yok etti. Verilen mücadeleler kurulan insan zincirleri sonucu bu hayasız akın durdurulabildi. Ormansız büyük bir bölgenin yeniden restorasyonu ise öyle sanıyorum ki gündemden düştüğü için unutuldu gitti.

(Kaz Dağları’ndan geriye kalan sermaye vahşeti)

Sermaye sınıfının Avrupalı “gelişmiş” kanatları neden ülkemize bu ilgiyi gösteriyor ? Neden kendi ülkelerinde örneğin HES kurulmasına izin vermiyor ? Çünkü bunun yaratacağı çevre felaketlerinin boyutlarını göğüslemek imkansız. Türkiye ise emperyalizme bağlı yarı sömürge bir ülke olarak 12 Eylül darbesinden bu yana, enerji, gıda ve tarım politikalarının başka yerlerde belirlendiği; belirlenen politikaların yerli işbirlikçi sağcı iktidarlara dikte ettirildiği bir ülke. Emperyalist sermaye çevreyi yağmalarken vasalize ettiği AKP’nin 5’li çetesinin son hedefi Akbelen Ormanıydı.

Akbelen, uzun süredir bir direniş mevzisiydi, saldırının 28 Mayıs seçimlerinden sonra yapılması tesadüf değildi. Direniş köylülerin nöbetleriyle devam ederken, sermaye sınıfının kolluk kuvvetlerinin sabah baskını ile yeni bir boyut kazanarak büyüdü. Sermaye sınıfı, AİHM’nin kapatma kararını tanımadı ve böylece kendisi için bağlayıcı olan burjuva hukukunu kar söz konusu olduğunda tanımayacağını bir kez daha gösterdi. Direnişi bölmek için tezgahlanan şey ise termik santrallerde çalışan TES-İŞ üyesi işçilerle doğa için direnişe geçenleri karşı karşıya getiren bir söylemin iktidar çevrelerince kullanılmasıydı. Termik santrallerin işgaline açılan Bodrum bölgesinde 1982-2020 yılları arasında bölgede yaşayan çocuklarda 455 bin 738 bronşit vakası, 43 bin 725 erken doğum, 68 bin 324 erken ölüm, 39 bin 995 yetişkinde bronşit vakası, 77 bin kişide de solunum ve kalp damar hastalıkları görüldü. Bütün bunların sağlık maliyeti 1.48 milyon liraydı. Kapitalizm, temiz hava alma hakkını yok ederken geriye muhtelif hastalıklardan ve ölümlerden oluşan korkunç bir yıkım bırakıyordu. Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keserken, o ağacın meyvesini yiyecek gölgesinde serinleyecek insanlara bu en doğal haklarını yok ediyor, ormanların sağladığı temiz hava ile sağlıklı kuşaklar yetişmesine de engel oluyordu.

SERMAYE SINIFININ ÇEVRE SEVGİSİ: PR’LAMA YAPALIM, YETER Kİ FONLAR AKSIN !

Sermaye sınıfının enerji kolundaki temsilcisi Limak Holding kendine bağlı medya yaratmak için gazetelere bol bol reklam verip, olası menfi haberleri dağıttığı reklam gelirleri ile engellemeye çalışırken, öte yandan da sivil toplumcu liberallerin öve öve bitiremediği NGO, STK türünden derneklerin de yönetim kurulu üyeliklerini hem de karar alma mercii olan mütevelli heyeti üyeliklerini ele geçirerek yürütüyordu. Bunun en yakın örneği Doğal Hayatı Koruma Vakfı Türkiye Şubesi’nin mütevelli heyeti üyesi Ebru Özdemir’in üyeliğinin ortaya çıkmasıydı. Benzer bir durumu Koç Holding çevrecisi TEMA Vakfı’nda da yaşandığı göz önünde bulundurulursa, sermaye sınıfı için halkla ilişkiler faaliyetlerinin ideolojik hegemonya üretimi ve çevreci görünerek doğa katliamına girişmenin çirkin yüzü kendiliğinden açığa çıkar. Marx’ın ünlü sözündeki gibi eğer her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı. Liberal STK’larla halkla ilişkiler faaliyetlerini sürdüren Limak, haber ortaya çıkınca Ebru Özdemir’in mütevelli heyeti üyeliğinden istifa ettiğini duyurmak zorunda kaldı.

Direnişin büyümesinde sosyal medya imkanlarının büyük payı olduğunu kaydetmek lazım. 28 Mayıs depresyonunu yaşayan ve artık kendi sözünü kendi söylemek için anlamsız ayrılıkların, kutuplaşmaların dışında bir araya gelmeyi başarabilen toplumsal muhalefet güçleri elllerinden geldiğince doğayı korumak için direnişe geçti.

Özal, Muğla köylüsüne “kalkınma” ve “refah” vaat ederken, Erdoğan ve kolluğu, Özal’ın politik misyonunu tamamlamak üzere harekete geçmişti. Tarih mi kesinlikle sınıflar mücadelesidir ve şimdi bu mücadelenin içine ekoloji mücadelesi de girmiştir.

CHP heyetinin Akbelen direnişini düzenin sınırları adına kontrol etme, yönlendirme çabası ise ters tepti. Sağcı lideri Kılıçdaroğlu ve ekibinin direnişçilerin başına kakarcasına “bize oy verseydiniz, beşli çetenin Akbelen saldırısı önlenebilirdi” biçimindeki açıklamaları direnişçilerin sert tepkisine neden oldu. Düzen siyasetinin bütün aczini, düzeysizliğini ve kendisine sosyalist, ekolojik soldan gelen eleştiriler karşısındaki öfkesini ise kontorlü tamamen kaybeden CHP’li Mahmut Tanal’ın bir direnişçileri hedef alan “Provokatörsünüz” sözleri açığa çıkardı. Düzen siyasetinin ehlileştirme misyonunu üstlenen CHP heyetinin, direnişe destek olmak yerine direnişçileri hedef alan bu söyleminin gerisinde, elbette elde tuttukları belediyeleriyle kurdukları imar yağmasının büyük payı vardı. Bu yağma öyle büyük bir rant pastası doğurdu ki 6 Şubat depreminde yerle bir olan Hatay’ın CHP’li belediye başkanı Lütfü Savaş, kentte verdiği imar izinleriyle yıkımın sorumlularından biriydi. Hatay yerle bir olurken eski bir AKP’li olan Lütfü Savaş, yok aslında birbirlerinden farkları sözünü bir kere daha doğrulayan bir siyasi figür oldu.

Organik bütünlük, insan ve doğa arasında eşitlik dengesine dayanır. Eşitlik bir fikir olarak özel mülkiyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına gelen komünizmin ötesinde; bir de bu eşitliği bütünleyen ekolojik dengenin kurulmasıyla tamamlanır. Ekolojik dengenin doğa ve canlı yaşamı aleyhine her bozunumu, sınırları aşar. Rodos adasının yanması, kutup buzullarının erimesi, El Nino kasırgaları, Hindistan’da aşırı sıcak hava dalgarının binlerce insanı katletmesi sadece o ülkelerin sorunu değildir… Kelebek etkisi yaratan bu ekolojik yıkımlar silsilesi ister istemez sınırları aşar ve bütün insanlığın geleceğini tehdit eder.

Bütün bunlar kapitalistlerce suni sınırlarla bölünmüş dünyamızın geleceğini riske atan tekil olaylar gibi algılansa da gerçek böyle değildir. Gerçek yazının başında ifade etmeye çalıştığım gibi sermaye sınıfının hidrokarbonlar elde etmek ve tüketimi daha da arttırmak için insanı kendi varlığının bütünleyicisi olan doğasına yabancılaştırmak için elinden geleni yaptığı tüketim toplumu; küresel iklim yıkımının başlıca sebebidir. Küresel iklim yıkımı, çeşitli semptomlarıyla ortaya çıkan ve varlığı inkar edilemez bir olgu haline geldikçe buna burjuva saflardan üretilen yanıtların başına Yeni Yeşil Anlaşma gelir. Bu anlaşmaya göre enerji üretilmeli ancak bu üretim için kullanılan doğal kaynaklar (rüzgar, güneş ve su) kapitalistlerin tekelinde kalmalıdır. Zenginliğin iki büyük kaynağı doğayı ve insan emeğini sömürmeyi başka yollarla teklif eden bu anlaşmanın pazarlamacılarının liberaller olması tesadüf değildir.

Sosyalist ekoloji, ana esprisini “güneş rüzgar satılık değil” fikrinden alır. Üretimi, insan ihtiyaçlarının dışında kullanım değerinin ötesinde değişim değerini baz alan kapitalist sistemin dışında tasarlar. Buna göre üretim yapılırken çevresel faktörler göz önünde bulundurulmalı, mümkün olduğunca organik bazlı üretim yapılmalıdır. Üretilen her şeyin en önce insan ihtiyaçlarını temel almasını savunan bu görüş, ekolojik olmayan hiçbir şey ekonomik de değildir tezini savunur. Kapitalizm ise tam tersinden bakarak dünyamızı aşırı üretim anarşisiyle gaza, plastiğe ve en tehlikelisi nükleer ve biyolojik atıklara boğdu. “Sınıf mücadelesini içermeyen bir ekolojik mücadele, bahçevanlıktır” sözü boşuna söylenmiş bir söz değil, kapitalizmin yarattığı çevre felaketlerinin insan biyolojisini yok edecek kadar büyüyebileceğini öğretmesi bakımından çarpıcıdır. Nitekim geçtiğimiz hafta bir PTT kargo emekçisi olan Berran Kırmızıgül’ün güneş çarpması sonucu hayatını kaybetmesi, bu sözü doğrulayan bir olaydı. Emekçilerin kendi hayatlarına kast edecek kadar büyüyebilecek çevresel yıkıma karşı, işçi sağlığını baz alan taleplerle harekete geçilmesi artık bir zorunluluk haline geldi.

Toplumsal tarih, genelde pratik ve somut çelişkilerin bir arada büyüdüğü bundan öğrenen insanlığın ileri evlatlarının birbirine deneyimler aktararak mücadele edenlere yön gösterdiği bir içeriğe sahip. Aslında ekoloji mücadelesi de bu eksende ilerliyor ve şimdi dünyanın bu kadar tahrip edildiği ateşli bir hasta gibi ısısının sürekli arttığı ve bunun da ister istemez yeni çevre felaketlerini tetiklediği bir evrede, aktörleri tartışmak kaçınılmaz. Benim bir çok insanın henüz kavrayamadığı, ekolojik proleterya önerim bu eksendedir. Ekolojik onarım, dengeli üretim, çevre kirlenmesinin minimuma indirilmesi için yapılacak araştırma faaliyetlerinin desteklenmesi, onarımda deneyimli kadroların eğitilmesi ve yeni emekçi kuşakları eğitmesiyle kurulacak zincir tehdit altındaki dünyamızın ve onunla bütünleşik insan ve canlı yaşamının korunmasının önünü açabilir. İlk örneği, 1991’de SSCB’nin dağılmasının ardından Küba’da ortaya çıkan organoponicoslar. Kamu mülkiyetinin hakim olduğu Küba’da parti, görülebilir her yerin ekilmesi çağrısında bulundu ve bu kolektif emek, dünya ekoloji tarihine permakültür bahçelerini hediye etti. Salvador’da Sandinist gerillaların iç savaşta zarar görmüş köyleri yeniden inşasıyla başlayan ekolojik proleterya kavramı yeni değil. Sadece günümüzde kapitalist tahribatın ekolojiyi bütünüyle tahrip etmeye başlamasıyla daha fazla uzmanlık ve birikim gerektiren bir konu.

Doğanın kapitalistler tarafından bozulması, onu onaracak aktörleri gereksinirken, ekolojik proleterya bu alanda bilgi ve deneyim biriktirmiş insan topluluklarının yeniden örgütlenmesinden fikrini ortaya çıkarıyor.

Yazı bu fikirlerin daha çok tartışılmasına vesile olduysa ne ala çünkü sizde biliyorsunuz ki eleştiri krizden doğar ve krizi besler…

(Türkiye çevre mücadelelerinin ilklerinden biri olan Bergama’da siyanürlü altın madenine karşı verilen mücadelenin şarkısı Ölüler Altın Takar mı ? Moğollar)

Diğer Yazılar

HAMAS’IN İSRAİL’E FÜZE ATMASIYLA MI BAŞLADI HER ŞEY?

Taner Renda / 03.12.2024 2001 yılının 11 Eylül’üne gelindiğinde; dünya o gün yeni bir aşamaya …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir