DİSK Birleşik Metal İş Sendikası Toplu Sözleşme Uzmanı İrfan Kaygısız’ın politikahaber.com’dan Cemil Aksu ile bu röportajı sitede yayınlandı. Kaygısız’ın izniyle sitemizde de yayınlıyoruz.
Türkiye’nin “yüzyılın seçimi” derekesinde rol biçilen 14-28 Seçimlerinde bir kez daha mevcut iktidarın kazanması burjuva muhalefetinden daha fazla sosyalist harekette bunalım yarattı. Son birkaç yıl içinde kira, gıda, ulaşım, enerji gibi temel harcamalarda yaşanan hızlı enflasyon artışlarının işçi sınıfı ve “orta sınıflar”da gelir kaybının seçim sonuçlarını da etkilemesi beklentisi boş çıktı. AKP geliştirdiği yeni seçim ittifakları ve stratejisi ile hem parlamentoda hem de başkanlık seçimlerinde başarılı oldu.
Seçim sonuçları soldaki bunalımı daha da görünürleştirerek derinleştirdi.Seçimlerde Kemal Kılıçdaroğlu şahsında Millet İttifakı’na açık çek desteği veren sol, sosyalist partiler aynı cevvalliği parlamento seçimlerinde ortak aday listeleri oluşturma, kendi bağımsız programlarını halkın gündemine sokmada gösteremedi. “Kilit/anahtar parti” olduğu iddiasıyla hareket eden HDP, iktidarın seçim taktiği karşısında hem oy kaybetti hem de bu rolünü ırkçı faşist, göçmen karşıtı Sinan Oğan ve Ümit Özdağ’a kaptırdı. Sonuçta emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, göçmen, Alevi ve Kürt düşmanı ittifak çok daha genişledi.
Seçimler öncesi birkaç yılda Türkiye’nin gündemi yoksulluk, işçi sınıfının bazı bölüklerinin militan eylemleri ve deprem gerçeği ile dolu idi. Özellikle de yoksulluk ve deprem gündemleri iktidarın açıkça başarısızlığının ayyuka çıkması değişim umutlarını arttırmıştı. Buna rağmen sonuçlar büyük hayal kırıklığı yarattı.
Hayal kırıklığı içinde yoksulluk, işçi sınıfının siyasi eğilimleri ve sosyalist hareketin durumu yeniden tartışmaya başlandı. İşçi sınıfının maddi durumu, siyasi eğilimleri, enflasyonist koşullara rağmen nasıl şekillendiğini DİSK Birleşik Metal İş Sendikası toplu sözleşme uzmanı İrfan Kaygısız ile görüştük.
İktidarın seçimlerden yine zaferle çıkması üzerine solda yapılan tartışmalarda bir sınıf olarak işçiler yeniden gündem oldu. Bu tartışmalarda istihdam ile işçilerin siyasi tercihleri arasındaki paralelliğe işaret edilerek, sınıfsallıktan yalıtık yoksullaşma tartışmasının yanıltıcı olduğuna dikkat çekildi. Siz, işçilerin iktidar ve sermaye sınıfı karşısında siyasi tercihlerinin belirlenmesinde hangi faktörlerin daha etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Yarısından fazlası asgari ücret bandında maaş alan işçilerin, bu enflasyonist günlerde nasıl hayatta kalmayı başarıyor?
Bu tartışmada iki farklı düzeyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Birincisi, işçilerin oy verme davranışlarının nasıl ve hangi etkenlerce belirlendiği konusu. Bu konuda da, işçi sınıfı denilince, ona tarihsel ya da teorik olarak atfedilen özelliklerle gerçek özellikleri arasında bir örtüşme varmış gibi konu ele alınıyor. Sınıfın tarihsel rolü ile gerçek bilinç, örgütlülük düzeyi vb. arasında genellikle örtüşme olmaz, bunun gerçekleşmesi uzun yılları bulan bir mücadeleyi gerektirir.
Bugünkü işçi sınıfının bilinç düzeyi ve siyasi eğilimlerine dair sendikalarımızın yaptığı üye profil anketlerinden çıkan sonuçlara baktığımızda genel olarak toplumun genelinden daha muhafazakar, daha sağcı bir nitelik gösterdiğini görüyoruz. Buna neden olan birçok faktör sayılabilir, ama işçi mahallelerinde solun etkisinin yok edilip MHP ve diğer sağ partilerin hegemonya kurmuş olmaları başta geliyor. Bu durum, ideolojik ve kültürel olarak şekillenmede çok etkili oluyor. AKP ve MHP, işçi sınıfının içinde toplumun genelinden daha fazla oranda desteğe sahiptir. Bu kesimler aynı zamanda mücadelede atak, işyerlerinde sendikal temsilciliklerde etkilidir. Mesela “metal fırtına” olarak adlandırılan metal sektöründe yaşanan direnişler döneminde Reno işçileri, hiçbir solcuyu direnişe yaklaştırmamışlardı.
Bu dönemde işçilerde oy verme davranışlarında genel koşullardan dolayı bir değişim olacağı beklentimiz doğru çıkmadı. Ama genel olarak “işçiler şu iktidarı/hükümeti cezalandırdı” biçiminde değerlendirmelerin pek gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Bundan önceki üç seçimde işsizlik oranlarındaki değişimle siyasi tercihler arasındaki bağ üzerine yaptığım incelemede anlamlı bir bağ olmadığını gördüm.
İşçilerin yoğun yaşadığı coğrafi alanlar dışında işçi eylemlerinin yoğunlaştığı bölgelerde de farklı bir tablo ile karşılaşmıyoruz. Bu son seçimde, işçi eylemlerinin yoğunlaştığı Koceli, Gebze, Dilovası ve Çayırovası seçim sonuçlarına baktığımızda, AKP’nin genel ortalamasının üzerinde bir oy kaybı yaşadığını (Yüzde 10-13 arası), ancak bu oyların Zafer Partisi ile Yeniden Refah partisine gittiğini görüyoruz. Sonuçta, aynı politik eksende bir kayma var.
Yani iktisadi durumun oy vermede birincil belirleyici olmadığını gördük. Yukarıda da belirttiğim gibi, işçi mahalleleri sağın hegemonyasında, Gebze gibi bazı bölgeler dışında fabrikalara sol girmiyor, giremiyor. Öte yandan, mevcut sendikaların devlet ve sermayenin kontrolünde olmasından dolayı –son on yılda bu konuda çok büyük bir değişim yaşandı-, sendikalı işçilerin demokrasi bilinci, sınıf bilinçi edinmesinde bir rol oynayamaması gibi etkenler de var. Ayrıca, insanların siyasi ve kültürel kodlarının bir iki sendika ya da parti eğitimi ile değişmediğini hepimiz biliyoruz. Bu uzun ve sınanmış bir ilişki ister.
Sağın hegemonyasını anlıyorum ama DİSK’in verilerine göre işçilerin yarısından fazlası asgari ücret bandında ücret alıyor. Ama asgari ücretin de yoksulluk sınırının altında olduğunu görüyoruz. Enflasyon gıdada, konutta fahiş artışlar getiriyor. Bu durum işçilerin siyasi iktidarın politikalarını sorgulamasına vesile olmuyor mu?
Kira, gıda gibi temel giderlerdeki artışlardan hareketle hayat pahalılığına yapılan vurguların kısmen İstanbul, İzmir gibi kentlerdeki durumu veri almaktan ileri geldiğini belirtmek gerekir. Taşrada bir eve iki asgari ücret giriyorsa ve kira sorunu yoksa genelde idare eder bir durum yaratıyor. Taşrada, küçük illerde iki emekli memur maaşı ile yaşamını idame ettiren birçok insan var. Diğer taraftan son yıllarda asgari ücrette ciddi bir artış yaşandı. Şiddetli bir yoksulluğa neden olan bir ücret düşüşü yok. Biz büyük illerdeki kira vb. koşullara bakarak, asgari ücretle nasıl yaşanılır sorusunu sorduğumuzda yanılabiliyoruz. Büyük kentlerdeki işçi sınıfı elbette bu kira artışı vb. koşullardan etkileniyor ve onlar da her geçen gün kentin daha hinterlandına doğru göç ederek bununla baş etmeye çalışıyor.
Burada işçi sınıfının aile temelindeki durumuna bakmak lazım. DİSK’in 2017’de yaptığı İşçi Sınıfının Görünümü çalışmasına göre hanehalkı büyüklüğü Batı bölgelerinde hanehalkı ortalaması 3,29, Güney bölgelerinde 3,71’dir. Hanehalkı ortalaması Doğu bölgelerinde 4,6’ya kadar yükselmektedir. Hanede çalışan ortalaması yaklaşık 2,5 kişidir. Araştırma, işçi hanelerinde çalışanların oranının yüzde 70 civarında olduğunu göstermektedir. TÜİK Hanehalkı Tüketim Harcaması Araştırması’nın 2017 sonuçlarına göre, işçilerin yüzde 53,5’i kiracı. Bu ve benzeri veriler işçi sınıfının maddi gerçekliğini anlamak bakımından mutlaka dikkate alınması gerekir.
Burada gelir düzeyindeki düşüş ile yoksulluk arasındaki farka da dikkat çekmek lazım. Türkiye’de gelir kaybı var ama şiddetli bir yoksullaşma yaşanmadı. Yoksulluk, temel ihtiyaçların karşılanmaması demektir. Yoksulluk sınırı açıklamaları -elbette birçok açıdan eleştirilebilir- 4 kişilik bir ailenin asgari geçimini sağlaması için yapması kaçınılmaz masrafları –gıda, ulaşım, kira vb.- ifade eder. Gelir kaybı ise daha yaygın ve güçlü bir olgu. Yoksulluk sınırının çok üzerinde bir gelire sahip olsanız bile bu enflasyonist koşullarda geliriniz gerçek enflasyona göre artmıyorsa her halükarda gelir kaybına uğrarsınız. Yoksulluk sınırının üzerindeki kentli “orta sınıfların” büyük bir gelir kaybına uğradıklarını görüyoruz. Çünkü ücretleri resmi enflasyon oranlarında bile artmadı. Enflasyonda bir iki yıl içinde şiddetli bir artış yaşandı ve şirketler bu oranda maaşlara zam yapmadılar. Bu nedenle ciddi ölçüde reel ücret kaybına uğradılar.
“Boş tencere” bahsi ile bağlantılı olarak gelir düzeyindeki azalış değil, iş bulamama dolayısıyla tencerenin boş olması elbette işçilerin gündelik yaşamını sürdürülemez kılmasından dolayı farklı davranışlar geliştirmesini zorluyor. Yani yoksullaşma ile işsizlik aynı anda yaşandığında yeni stratejiler gündeme geliyor. Ben bunun bile işçilerin harekete geçmesi için tek yeterli şart olmadığını düşünüyorum ama yine de bu ikisinin aynı anda yaşanmasının ciddi bir krizi işaret ettiğini kabul etmek gerekir.
Muhalefetin diline hakim olan kriz söyleminin kendiliğinden isyanı ve iktidar karşıtlığını geliştireceğini varsayması yanıltıcı oluyor. Ekonomideki her dalgalanmayı sürekli kriz teorileri ile açıklamaya çalışmak ve bunun da siyasi değişim yaratacağı söylemi hem nesnel olarak hem de politik olarak doğru değil. Türkiye’de ekonominin üçte birini oluşturan metal sektörü açısından örnek vermek gerekirse, karlar, üretim verimliliği, üretimde düşün/artış vb. açısından “işler kötü değil”. İşten atılmalardan çok işe alımlar var.
İşçilerin ne zaman eyleme geçtikleri konusunda da bir başka ezber var; işçiler, işsizliğin arttığı dönemlerde eyleme başvurmuyorlar, tersine işçi sınıfının eylemlerinin yoğunlaştığı dönemler iş bulma olasılığının arttığı dönemlerde gerçekleşiyor. Öbür dönemlerde büyük bir riskle karşı karşıya olduğu için, patronla anlaşamadığında işten atılması halinde yeni iş bulmanın zorluğu nedeniyle aza kanaat etme, o ezilmişliğini beş yıl, on yıl içine atarak çalışmaya devam ediyor. Ama iş bulma imkanlarının arttığı dönemde sıranın kendine geldiğini düşünerek patrona karşı daha talepkar ve cesur davranıyor.
Benzer bir durum asgari ücret açısından da var. Geçen dönemdeki Ocak-Şubat ayı eylemlerine baktığımızda asgari ücret artışlarının yeni eylem dalgaları yarattığını gördük. Yani asgari ücret arttığı için eylemler arttı. Asgari ücret artmasaydı eylemler olmazdı. Bunu neye dayanarak söylüyoruz; eylem talebi ve iradesi hangi işçi kesimlerinden geldiğine bakarak. O dönemde gerçekleşen yüzü aşkın işyerindeki direnişte eylemin başını çekenler belli bir kıdeme sahip işçilerdi. Çünkü asgari ücretle işe yeni başlayan işçi ile örneğin 10 yıldır çalışan vasıflı kıdemli işçi aynı maaşı alır duruma geldi. Buradaki “eşitsizliğe” isyan etti işçiler. Çorapçılar, Antep işçisi, Aliağa işçisi asgari ücrete gelen zam kadar kendi ücretlerinin de arttırılması için eylem yaptılar.
Sonuç olarak gelir kaybı yaşandığı zaman direnişler ortaya çıkmıyor. Daha çok ekonomi, işler toparlanma evresine girdiği durumlarda işçilerin biriken taleplerini almak için eylemlere başvurduğunu belirtmek gerekiyor. 89 bahar eylemleri, 12 Eylül’den beri yaşanan kayıpların telafi edilmesi için işlerin toparlandığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Metal sektöründe de eylemler böyle gelişti. 10-15 yılda işçi isyanları yaşanıyor, güçlü eylemler gerçekleşiyor ve biriktirdiği acısını telafi etmeye girişiyor. Dolayısıyla kriz, boş tencere ile iktidar bağları konusundaki ezberlerden kurtulmak gerekiyor.
Buna şunu eklemek gerekir. Kriz anlarında elbette önemli işçi eylemleri, direnişleri gerçekleşiyor ancak, bu direnişler kaybedilenlerin korunmasına yönelik; örneğin işçi işten atılmış ancak ücret ve kıdem tazminatını alamamış, bunu almak için elinden ne gelirse yapmaya çalışıyor. Mesela en fazla fabrika işgali tam da bu nedenlerle 2001 krizde gerçekleşti. Yeni hakların kazanımı eksenli eylemler, kendi sektör ya da işyeri dışında, sınıfın diğer kesimlerini de etkileme potansiyeli taşıyan direnişler ise krizden çıkış ya da toparlanma dönemlerinde gerçekleşiyor.
Seçimlerden bağımsız olarak bir şey söylemek istiyorum. İşçi sınıfının eylemciliği bakımından etkileyici faktörlerden birinin de genç işçilerin sayısının artması olduğu olgusuna dikkat çekmek istiyorum. Bir sermaye örgütü tarafından yapılan bir araştırmada bu durumun kendileri bakımından riskli olduğu belirtiliyor. Çünkü eski/yaşlı işçi, işçilere sukünet telkin eden işçidir. “Y Kuşağı İşçiler” olarak adlandırılan genç işçilerinse, eğitimli, bekar veya tek çocuklu oldukları, bunların mücadele etmeye daha yatkın ve sendikalar tarafından da denetlenemeyen bir kesimi oluşturduğu tespit edilerek “tehlikeli sınıf” olarak görülüyor. Bu işçilerin kıdem süreleri az, bu nedenle on yıllık, yirmi yıllık bir işçi ile kıyaslandığında işten atıldığında kaybedeceği kıdem tazminatı o kadar da önemli olmuyor, iş bulma açısından da bir korku yaşamıyor, ailesi ile birlikte yaşıyorsa daha da rahat hissediyor kendini, vb. Dolayısıyla öfkesini daha kolay ifade ediyor. Bu genç kesimler eylemlerin sürdürülmesinde, daha da yayılmasında etkili oluyorlar.
İşçi sınıfının eyleme geçmesinde birçok faktör etkili oluyor. Önümüzdeki dönemde EYT’liler bir faktör olacak. Çünkü EYT’liler emekli oldular ama çalışmaya da devam ediyorlar, etmek zorundalar. Önümüzdeki dönemde işçilerin taleplerinin karşılanmadığı durumlarda eyleme çıkma kararı alırken EYT’li işçilerin eğilimi hangi yönde olur sorusu üzerine düşünüyoruz. Halihazırda emekli maaşı alan bir işçi olarak bir EYT’li işyerindeki diğer işçilerin maaş zammı için eyleme kalkıştığında ikinci maaşında beş fazla olmuş üç eksik olmuş hesabı yapar mı? Yapmazsa diğer işçilerin eylem gücünü kırar mı? Somut durumda böyle etkenler hesaplanmak zorunda.
1990’lı yıllardan beri siyasi literatürün merkezinde kriz kavramı yer aldı. Siyasetin krizi, sendikaların krizi, Marksizmin krizi, hatta modernizmin krizi… Bunlar arasında birbirini besleyen bir ilişkiler nedeniyle oldukça makro bir kriz tartışması yapmak gerekir belki ama bu arada geçen 30 yılda en azından sendikal krizi yaratan faktörler açısından çözüme dair elimizde hiç bilgi ya da deneyim yok mu?
Güncel olarak elimizde bu soruya cevap olacak bir model yok elbette. Ama mevzu bahis olan bu dönemde birçok yol denendi, birçok deneyim biriktirildi. Neoliberalizmin etkilerinin daha net olarak görüldüğü 90’lı yıllardan itibaren farklı ülkelerde bazı yönlerden benzer bazı yönlerden de farklı, ama esasta geleneksel sendikacılıktan farklı bazı deneyimler, yeni örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. Kore’de 1 Mayıs Hareketi, G. Afrika’da Cosatu, Brezilya’da İşçi Partisi’nin girişimleri gibi deneyimlerdi bunlar. Buradaki bu deneyimler başka ülkelerdeki sendikacıların ve işçi sınıfı örgütlerinin de ilgisini çekmeye başladı. Bunlar yasal sınırlılıkları, mevcut sendikal işleyiş biçimlerini ve işyeri/işkolu temelli sendikal örgütlenmeyi aşan girişimlerdi. Bu hareketler belli bir sürede nicelik gelişim de yaşadılar.
Bu hareketlerin iki temel handikapı vardı: birincisi, zaman zaman bu hareketlerde kendilerini siyasi partilerin yerine ikame eden eğilimler ortaya çıkmaya başladı. Sendikal alan siyasal alan arasındaki ayrımları belirsizleştirdi. İkinci olarak da sınıf kavramını bulanıklaştırdı. Kore’dekiler küçük esnafı, balıkçıları, taksiciler de örgütleyerek “kent grevi” türü eylemlere yöneldi. Bu eylemler yanlıştı anlamında söylemiyorum. Fakat bu örgütlenmeler yeni sorunlar yarattı ve bu sorunlar da aşılamadı, tıkandılar.
Bu tıkanmanın bir nedeni de siyasi iktidarla kurdukları ilişkilenme oldu. G. Afrika’da Cosatu, Afrika Ulusal Kongresi ile birlikte siyasi iktidara ortak oldu ve iktidarın bir aygıtı haline geldi. Taban hareketi olma vasfını kaybetti. Ama diğer taraftan bu hareket ırkçılığa karşı mücadelenin bir öznesi olmasından dolayı sendikaların sadece işçilerin ekonomik, demokratik talepleri ile sınırlı bir örgüt olmak zorunda olmadığını göstermiş oldu. Bu bizim Türkiye’deki sendikaların Kürt sorunu gibi konularda ne, nasıl yapacağı tartışması ile doğrudan ilgili bir örnektir. Brezilya’da da İşçi Partisi’nin iktidar olmasıyla toplumsal alanda eski rolünü oynayamaz hale geldi. Bu örnekler çoğaltılabilir. Yani solun iktidar olduğu yerlerde bu taban hareketlerin sönümlenmesi durumu ortaya çıktı. Ama tabi bu ortaya konan deneyimin yanlış olduğunu göstermez.
Dolayısıyla bu sendikal kriz tartışması oldukça çok yapıldı. Ama bu tartışmalarda hep bir model arayışına girildi. Ama bence asıl yanlış olan da her yere genellenecek bir model fikrinin kendisi ve zaten böyle bir model de ortaya konamaz. Örgütlenmede bütün örgütsel formlara açık olmak, alanın, zamanın ve amacın ihtiyaçlarına göre örgütler kurmada tutucu olmamak gerekir. Yani işçinin ekonomik, demokratik örgütlenmesi illa da sendika olmak zorunda değil ve sendika da illa da yasalarda yazıldığı gibi işlemek zorunda değil. Ya da işkolu, işyeri, meslek sendikacılıkları arasında iyidir kötüdür diye ayrımlara, tercihlere gitmek doğru değildir; hepsinin artıları ve eksileri var. Yani önemli olan esneklik. Kent sendikacılığı ve kent grevleri var, iş kolu ya da işyeri örgütlenmelerinde başarılı deneyimler var vb.
Bugün açısından tıkandığımız nokta da model yokluğu değil, sınıfla temassızlık durumudur. Türkiye sosyalist hareketi bakımından işçi sınıfının örgütlenmesinde yeni modeller çıkarmak gibi sorundan önce işçi sınıfı ile fiziksel bir temas kurma sorunu var. Sosyalist sol grupların hakimiyetinde olan sendikalarda da geleneksel sendikacılıktan farklı bir uygulama olduğu söylenemez. Bu sendikaların da iç demokrasileri olabildiğince sıkıntılı. Orada da sendikal bürokrasi değil siyasi bürokrasi var. Sendika kurullarının sonuç metinlerinin kavramsal yapısı ve üslubuna bakmak bile bu metinlerin işçilerin kaleminden değil, siyasi bürokrasinin kaleminden çıktığını anlamaya yeter. Bunları biliyoruz, görüyoruz. Bunlar yeni bir gelenek yaratma potansiyelimizi sakatlayan bir durum.
Sendikal hareketin krizi ile sosyalist hareketin krizi arasında bir nedensellik kurulacaksa bence sosyalist hareketin krizi sendikaları da sermayenin bir aracı haline getiriyor, onların yozlaşmalarına neden oluyor. Sendikal hareketin, sınıf hareketinin yükselmesi ile sosyalist hareketin yükselmesini sağlar gibi kolaycı anlayışlar terk edilmesi gerekir. İşçi hareketinin gelişimi ancak sosyalist hareketin bu alandaki çalışmalarının yoğunlaşmasına bağlıdır. Örneğin, işçi sınıfı içinde birçok bölünme var ve bu bölünmeler de sınıf içi rekabete neden oluyor. İşçi sınıfı içindeki farklı statüler, farklı uluslara mensup veya göçmen işçiler arasındaki farklılıklar ve bunlar arasındaki rekabet nasıl aşılabilir? Bunlar sendikal alandan aşılamaz. Ancak siyasi bilinçle, sınıf bilinci ile aşılabilir ve bunu sağlayacak olan da işçi sınıfı partisidir.
Seçimlerde işsizlik, yoksulluk, Kürt sorunu gibi gündemlerden çok “göçmen karşıtlığı” üzerinde fırtınalar koparılan konu oldu. Bütün faşizm deneyimlerinde yabancı/göçmen düşmanlığını çok kritik olduğunu görüyoruz. İşçi sınıfı içinde “göçmen karşıtlığı” ne kadar güçlü? Bu konuda sınıf bilincini geliştirmek açısından neler yapılıyor ve ya yapılabilir?
Göçmenlik konusunda bir dönem çalışmalar yürüttüm. Henüz bu kadar popüler ve ağır bir sorun haline gelmemişti. Uluslararası bir sendika için Hatay’da ve İzmir’de saha çalışması yapma fırsatım da oldu.
Türkiye’deki göçmenlik sorunu Batı ülkelerinden farklı bir durum teşkil ediyor. Genel göç yazınında, göçmen işçi, yerli işçinin yapmaktan kaçındığı, pis, tehlikeli ve nitelik gerektirmeyen işleri yapan kesimler olarak tanımlanır. Biz de ise böyle değil. Bizde bu işleri yapacak bir yerel işçi nüfusu var. Ve bu özgünlük işçi sınıfı içinde göçmen işçilerle yerli işçiler arasında bir gerilim yaratıyor. Avrupa’dakinden farklı olarak -Avrupa’daki göçmen karşıtlığının ırkçı bir temeli var- Türkiye’de “göçmen işçi” “yerli işçi”nin işine “el koyuyor”, görünüşte. Göçmenlik meselesi işsizliği arttırır, yerli işçilerin ücretini düşürür, kiraları arttırır. Böyle nesnel bir durum var. Bu olguları görerek göçmen karşıtlığına karşı mücadele etmek gerekir.
Kuşkusuz bu göçmen karşıtlığı ekonominin daraldığı ve krize girdiği dönemlerde daha da artıyor ve şiddetli bir hal alıyor. İşsizliğin arttışı ile doğrudan bağ kurmak sakıncalı olsa da yine de bu dönemlerde göçmenlere karşı kampanyaların arttığını vurgulamak gerekir.
Sendikalar açısından göçmen karşıtlığına karşı neler yapılabilir konusuna gelirsek, şöyle temel konuları işçilere anlatmak zorundayız. Senin ücretinin düşmesini engellemenin yolu göçmen işçi ile hareket etmene bağlıdır. Bu bir temenni değil, nesnel bir olgu olarak anlatmak gerekir. Çünkü işçiler arasında rekabet olduğu her durumda ücretler düşer, haklar geriler. Bu rekabete girdiğin her zaman için geçerli ve karşındaki göçmen işçi de olmayabilir. Bileceksin ki, sınıf içi her türden rekabet hakları aşağı çeker. Birine dört lira verirken sana verilen üç lirayı kabul ettiğin zaman öbürüne de iki lira verir patron… Patronun ona ayrımcılık yapmasına izin vermezsen kendi haklarına sahip çıkabilirsin. Hakları, ücretleri arttırmanın tek yolu kolektif çalışmak. Bunu anlatmak, kavratmak zorundayız.
Sendikal hareketin bu konudaki bir darlığı da kendisini sadece üyelerinin çıkarları ve hakları ile sınırlı görmesi. Kendi dışındaki bazı gelişmelerin onu öyle ya da böyle etkilediğini görmesi gerekiyor. Kendi üyesi olmayabilir, ama göçmen işçilerin hak mücadelesine destek vermesi gerekir. Çünkü sınıfın genel çıkarları tek tek sendika üyelerinin çıkarlarının da, haklarının da yükseltilmesi anlamına gelir.
Diğer taraftan göçmen karşıtlığının toplumda hatta solun tabanında oldukça yaygın olduğunu görmek gerekiyor. Dolayısıyla öncelikle solun, sosyalistlerin kendilerinin, sendikacıların iç terbiyeden, eğitimden geçmesi gerekiyor. Hangi söylem ve davranışların ırkçılığı, göçmen karşıtlığını beslediğini, tetiklediğini açığa çıkarmak ve bunları dilimizden, bilincimizden temizlememiz gerekiyor. Bunu yaparken de toplumdaki bilgi kirlenmesine karşı da mücadele edebilir. Çünkü çok yaygın, dedikodu gibi yayılan bilgi kirliliği var. Türkiye’de kaç göçmen olduğundan devletten para yardımı aldıklarına, üniversiteye sınavsız yerleştirildiklerine kadar akla hayale sığmayacak yalanlara gerçekmiş gibi inanıyor insanlar. Bunlar kendisinin yaşadığı ezilme, hak kaybının yarattığı öfkenin göçmenlere yöneltilmesine neden oluyor. Bunlar çok ama çok yaygın.
Sendika olarak da kişisel olarak da ekoloji örgütleri ile daha fazla yan yana geliyorsunuz, ekolojik yıkım ve iklim krizi gündeminde sermaye sınıfının “adil geçiş”, “yeşil yeni düzen” gibi programlarına karşı sizin bir programınız var mı? Bunlar nasıl sözleşme süreçlerinin gündemi yapılabilir?
Ekoloji meselesi sendikal alanın daha kolay angaje olabileceği bir gündem aslında. Çünkü ekoloji alanındaki her gelişme sendika üyesini doğrudan ve dolaylı olarak etkiliyor. Dolayısıyla sendikanın üye çıkarları bazında bir yaklaşıma sahip olsa dahi ekoloji meselesi ile ilgilenmesi gerekiyor. Çünkü hemen hemen her sektör açısından analiz edildiğinde de görüleceği gibi, üretim sürecinde kullanılan hammaddeler, gazlar, kimyasallar vb. hem doğrudan işçileri, onların sağlıklarını etkiliyor, onların bedensel ve ruhsal olarak yıkıma uğratıyor, aynı zamanda da çevrede, doğada yıkıma neden oluyor. Çift taraflı bir etki söz konusu. Biz bu sorunları yıpranma tazminatı ya da iş güvenliği tedbirleri, çay molalarını ara dinlenme saatlerini arttırma gibi yöntemlerle parasal ve işyeri bazında teknik düzenlemelerle ele alıyoruz genellikle. Ama bu da bir çözüm olmuyor tabi. Bu fabrika ölçeğinde çözmeye çalışmaya yönelik yaklaşım ve tabii çok yetersiz.
Ama yıllardır sendikalarda çalışan biri olduğum kişisel olarak genel olarak da ekolojik taleplerin örneğin toplusözleşme süreçlerine nasıl dahil edilebileceğine dair bir formülasyonumuz yok. Buna kafa yorma, formüle etmede de yetersiziz. Mesela toplumsal cinsiyet konusunda bir iş yerinde ya da iş kolunda kadın işçi sayısına bakmadan bir duyarlılık gösterme ve bazı talepler ileri sürmede daha iyiyiz. Bir fabrikada bir sorunun olup olmamasından bağımsız olarak ekolojik taleplerin formüle edilerek toplu sözleşmelere, eğitimlere sokulması gerekiyor. Bu temel bir eksiklik.
İşyeri ya da sektör bazında bunu yapmanın da ötesinde doğanın altüst oluşunun bir insan olarak işçi için sonuçlarını da işçilere anlatmak zorundayız. Bunu yapmak çok zor değil ama bunun için özel bir çaba için de değiliz. Ekoloji örgütlerinin de bu konuda bir adım atması gerekiyor. Ekoloji örgütleri bu alandaki duyarlılığı sadece sendikalardan bekleme modunda. Ekoloji örgütleri de sınıfa körler. Çift taraflı politik bir değişime ihtiyaç var. Ekoloji örgütleri sendikal hareketin içinde bulunduğu olumsuz tabloyu da görerek, sendikalarla ilişki kurmalı varsa güçlendirmek için adım atmalı. Burada dönemsel olarak ekoloji örgütlerine daha fazla görev düşüyor. Çünkü onlar bu ihtiyacın farkında. Oysa sendikalara baktığımızda her geçen gün daha fazla devlet ve sermayenin egemenliğinin ve denetiminin artığını görüyoruz. Bu nedenle sendikalar adım atsın, duyarlılık göstersin diye beklenirse kısa dönemde güçlü karşılık bulunmayacaktır.
Adil geçiş, yeşil mutabakat gibi avrupada sendikal harekete daha fazla sirayet eden yeni neoliberal anlayışlara karşı mücadele etmenin yolu da sendikların ve ekoloji örgütlerinin birbirine karşı körlüğünü aşmalarına bağlı. Adil geçiş anlayışının sendikal harekette güçlü bir etkisi var. Çünkü Avrupa sendika hareketinin temel politikası sosyal diyalog ve bu paradigmasına bağlı olarak adil geçiş fikri gelişiyor. İşkolu, fabrika vb. bazında sadece işçinin anlık sorunları ile ilgili bir duyarlılık adil geçiş gibi sınırlara tabi olmayı kolaylaştırır. O zamanda tazminatlarla, İSG tedbirlerini arttırmakla sınırlı bir telafi edici mücadele ortaya çıkar. Ama genel olarak ekolojik yıkımla bağlantısı kurularak ele alındığında bunun sistemsel boyutlarını açığa çıkarmak ve sistem karşıtı bir mücadelenin konusu olduğunun görülmesi de kolaylaşacaktır.
Seçimlerden iktidar başarılı çıktı. Bu durumun önümüzdeki dönem sınıf hareketine yansıması nasıl olacaktır?
Ücretli çalışanların büyük bir kısmı, kamu çalışanları dahil, ücret artışlarının önemlice bir kısmı resmi enflasyona göre yapılıyor. Son üç dört yılda resmi enflasyon ile gerçek enflasyon arasındaki fark çok açıldığı için reel ücret kayıpları da çok fazla büyüdü. Burada esas sorun iki yıl gibi kısa sürede bu kadar hızlı, şiddetli enflasyon artışı yaşanması. Yoksa başka zamanlarda da yüksek oranlarda enflasyon artışları yaşanmıştır ama zamana yayılarak yaşanmıştır. Başta da konuştuğumuz gibi, resmi enflasyon oranında bile ücretlerde artış olmadığı için şiddetli bir gelir kaybı ve yoksullaşma yaşandı. Dolayısıyla bu kaybın telafisinin nasıl gerçekleşeceği ciddi somut bir sorun olarak önümüzde duruyor. Yani beklentiler çok yüksek. Yine biraz önce söylediğim gibi asgari ücretteki artışla birlikte diğer ücretlerde benzer oranlarda artış yaşanmamış olması işçiler arasındaki iç gerilimi ve patronlardan ücretlerde artış talebini arttırıyor.
Fakat mevcut siyasi ve ekonomik parametreler ışığında böyle bir talebin karşılanma imkanı ve olasılığı da bir o kadar az gözüküyor. Mesela iktidar metal iş kolunda ne zaman grev gündeme gelse grev yasağı ilan ediyor. Sendikamız bu grev yasağını tanımama ilkesel kararı aldı ve geçen sene Bekaert ve Schneider grevinde de başarılı oldu. Fakat gene de iktidarın grev yasağının işçilerin greve gitme niyetleri üzerinde baskı yarattığı bir gerçek. Bu olumsuz bir faktör. Ama örneğin metal sektöründe bir kriz yok, işler yolunda gidiyor, işler yolunda gidiyorsa işçilerin de ücretlerinin yolunda gidecek şekilde arttırılması gerekiyor. Diğer taraftan enflasyon düşüyor ya da düşürülüyor ve ama işveren resmi enflasyon veri alarak zam oranını belirlemeye girişiyor. Fakat enflasyonun dönemsel düşüşü son iki yılda yaşanan yükselişten dolayı yaşanan gelir kaybını ve yoksullaşmayı ortadan kaldırmayacak. Bunları şu açıdan söylüyorum, işçi sınıfının beklentileri oldukça arttı ve şiddetlendi ama sermayenin bunları karşılamakta da hiç niyetli olmadığı bir belirsizlik anına doğru gidiyoruz. Yıl sonuna doğru bu belirsizlik nasıl bir şekillenmeye varacak hep birlikte göreceğiz.