Editörden
Behice Boran’ın bu makalesini, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları (Yordam Kitap) kitabından alıntıladık. Makale, sosyalist hareketin içinden geçtiği evreleri, TİP’in, TİP dışındaki diğer sol grup ve çevrelerle olan ilişkilerini; parti içi eğitimi, kadrolaşmayı işçi sınıfını ve sınıfın çevresinde mevzilenen diğer sınıf ve katmanlarla olan ilişkileri tartışıyor. 1960-1970 arası sosyalist hareketin bu kıymetli sosyalist düşünürünü, sosyolog ve bilim insanının görüş ve önerilerinin bugün de ciddiye alınması gereken fikirler olduğunu düşünüyoruz… Okumanız dileğiyle
27 Mayıs hareketi amacına ulaştı mı ulaşmadı mı diye tartışıldı bir zamanlar. Bu konuda olumlu olumsuz çeşitli fikirler öne sürüldü. Oysa asıl sorulması gereken soru “27 Mayıs olumlu sonuçlar verdi mi, vermedi mi?”dir. Bu sorunun cevabı, çok olumlu sonuçlar verdiğidir. Birincisi, yeni Anayasamızdır. Anayasanın tahlili bir başka bölümde ele alındığından şimdi bu konunun üstünde durmayacağım. İkincisi, memlekette fikir ve söz özgürlüğüne o zamana kadar olmadığı ölçüde imkan vermesi ve bunun sonucu olarak da sosyalist akımın belirmesine ve gelişmesine yol açmış bulunmasıdır.
Az önce hangi etkenlerle 27 Mayıs Hareketinin ve yeni Anayasanın meydana geldiğini ana çizgileriyle belirttim. Ama 27 Mayıs Hareketine daha üst plandan ve daha geniş açıdan bakıldığında denebilir ki, toplumda yer alan birikimlerin ve tıkanıklığa uğrayan toplumsal gelişme sürecinin bir çeşit patlaması idi bu hareket. Egemen sınıflar ve onların iktidarları hem memleketin temel sorunlarına çözüm getiremiyor, halkın temel istek ve ihtiyaçlarına cevap veremiyor, hem de bu durumun ağır yükünü çeken halkı siyaset sahnesinin dışında tutuyordu. Tek parti döneminde halk tamamen pasif bir duruma sokulmuştu, çok partili dönemde ise sadece bir oy kaynağı ve makinesi olarak kullanılmıştı. Çok partili demokrasi oyunu, halk kitleleri siyaset sahnesine aktif olarak girmeden ilelebet sürüp gidemezdi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, yarım yüzyıla yakın bir zaman, memleketin kapitalist yoldan bir türlü kalkındırılamaması karşısında ve de 20. yüzyılın ikinci yarısında, toplum sorunlarına emekçi sınıflar açısından, yani sosyalist açıdan bakılmadan, bu açıdan sorunlar tartışılmadan olamazdı; sadece egemen sınıfların ideolojisinin, onların çıkarlarına uygun görüşlerin geçerli ve meşru sayılması devam edemezdi. 27 Mayıs Hareketi Türk toplumunda içten içe meydana gelen gelişmelerin ve değişme eğilimlerinin açığa vurulması ve güçlenip hızlanması sonucunu verdi.
ÇİFT GELİŞME
27 Mayıs 1960’tan sonradır ki, sosyalizm, ilk defa kanun çerçevesinde, meşru bir fikir akımı ve politik hareket olarak ortaya çıkmak ve kendisini ifade etmek fırsatını bulmuştur. Sosyalist hareket bir taraftan gazete sütunlarında ve dergilerde aydınlar arası bir fikir akımı olarak, diğer taraftan da politik bir örgütlenme şeklinde belirdi. Aşağı yukarı beş yıl iki ayrı koldan, fikir hareketi ve politik örgütlenme olarak gelişen sosyalist hareket sonunda aynı yerde, sosyalist bir parti olan Türkiye İşçi Partisinde birleşti. Bugün TİP, hem emekçi sınıfların siyasi bir güç halinde örgütlenmesi hareketini, hem de Türkiyeye özgü sosyalizmin fikirler çerçevesini -teorisini ve ideolojisini- temsil ediyor. Sosyalizmde fikir ve eylemin birleşmesi, bir arada yürütülüp geliştirilmesi kaçınılmazdır.
Partinin dışında ve ondan ayrı olarak gelişme kaydeden sosyalist fikir akımının bariz vasfı, somut memleket meselelerini ele almasıydı. Gelir, toprak, kredi dağılımları, vergi adaletsizliği, dış borçlar, rakamlarla dizi dizi ortaya dökülmüş, bugünkü kapkaççı, yarı derebeylik artığı, yarı kapitalist düzen sıkı bir eleştiriden geçirilmiştir. Toplumun her kesimi, bütün müesseseleri ele alındı, tartışıldı. 1940-45 arası bir üniversite faaliyeti olarak, Türk toplumunun bazı kesim ve sorunlarının daha akademik seviyede bilimsel metodla incelenmesi şeklinde beliren sosyalist fikir akımı, bu kez, belirgin politik tazammunları, ihtilatları olan sorunları yine geniş anlamda politik açıdan eleştirmek şeklinde ortaya çıktı. Her iki davranışın ortak niteliği, sosyalizmin genel teorisine, sistemine, yüzelli yıllık sosyalist teorideki gelişmelere, öbür memleketlerde yapılan ve yazılanlara ve bunların Türkiyeye aktarılmasına yönelmemiş olması, tersine Türk toplumunun kendisine, temel sorunlarına dönmesi idi. Bu arada Milli Kurtuluş Savaşı Türkiyesi, bu yıllardaki Atatürk ve devrimleri, savaş sonu Cumhuriyet dönemi ve giderek Tanzimattan bu yana Türk toplumundaki değişmeler ve gelişmeler üzerinde de duruldu. Atatürkün ölümünden sonra hemen hemen unutturulmuş olan Milli Kurtuluş Savaşı, o dönemde yapılan ve söylenenler ve Atatürk devrimleri günün konusu haline getirilerek yeniden değerlendirilmelere gidildi.
Bu inceleme ve eleştirme hareketinin zayıf yanı, bozuklu ğu ve değiştirilmesi gereği üzerinde mutabık kalınan bugünkü kapkaççı düzenin hangi yöntemlerle, tedbirlerle ve özellikle hangi politik güçlerle değiştirilebileceği konusunun ve bunun yerini alacak düzenin niteliğinin ortaya konmaması idi. Bu işi, yani bugünkü çıkmazdan Türkiyenin nasıl kurtulacağı, hangi yoldan, toplumda hangi güçlere dayanarak kalkınılabilece ği ve nasıl bir düzen meydana geleceği sorununu çözmek işini Türkiye İşçi Partisi başaracaktı.
Türkiye İşçi Partisinin kuruluşunun sosyolojik anlamı birkaç yönlüdür. Üstünde önemle durulması gereken ilk nokta, doğrudan doğruya emekçi sınıfından insanların bu partiyi kurmuş olmalarıdır. Daha önceleri kurulmuş ve kapanmış olan sosyalist partiler hep aydınlar tarafından kurulmuştur. Aralarında birkaç işçi olsa da teşebbüs aydınlardan gelmiştir ve yönetim aydınlarda kalmıştır. TİP ise çeşitli işkollarına mensup oniki sendikacı tarafından kurulmuştur, aralarında bir tekyüksek tahsil görmüş insan yoktur. Sadece bu nokta bile TİP’i hem geçmişteki çeşitli sosyalist nitelikteki partilerden, hem de, öncelikle burjuva partilerinden ayırmaktadır. Bu sonuncular, hep yukarıdan aşağı kurulmuştur ve hepsi, son tahlilde CHP’den çıkmadır. İkinci büyük parti DP, Halk Partisinden doğmadır; AP de bilindiği gibi DP’nin mirasçısıdır. Öteki partiler de bö lünmeler, ayrılmalar sonucu meydana gelmiştir. Yalnız Türkiye İşçi Partisi CHP’den ve onun yavrularından bağımsız olarak aşağıdan yukarı kurulan bir partidir.
Türkiye İşçi Partisini kuran oniki sendikacının topluca ortak amacı ya da her birinin kişisel amacı ve düşüncesi şu ya da bu olmuş olabilir. Diyelim, öbür partilerin yüksek kademedeki sendikacılara bile itibar etmemesi, milletvekili aday listelerinde ön sıralarda yer vermemeleri, 1945-60 arasındaki tecrübeleriyle öbür partilerin işçi haklarını tanımayacaklarına, halka yaptıkları vaitleri tutmayacaklarına kanaat getirmiş olmaları, onları ayrı bir parti kurmaya sevk etmiştir. Böyle de olmuş olsa, kurucular o zaman sınıf bilincine henüz varmamış bulunsalar bile, yine de TİP’in yukarıda belirttiğimiz niteliği bu partinin kuruluşunun özel bir anlam taşıdığını gösterir. Partinin kuruluşu sosyal bir olaydır. Sosyal olayların anlamı ve önemi ise onlara katılanların kişisel saik ve maksatlarından çok öbür sosyal olayların ışığında anlaşılır. Sosyal olayların yine sosyal olaylarla izah edilmesi temel bir metod kuralıdır. Olaylara katılan kişilerin sübjektif saik ve maksatları üzerinde, bunlar, sosyal etkileri yansıttığı ölçüde durulur.
Oldukça yaygın bir kanaat vardır: Bizde işçi sınıfı, batıda olduğu gibi, mücadele ederek haklar elde etmedi, bunlar ona iktidardakiler tarafından verildi denir. Batıda’da haklar, kanunlara geçirildiği zaman, iktidardakiler tarafından geçirilmiş, yani kanuni hak olarak onlar tarafından verilmiştir. Ama işçi sınıfı, sürdürdüğü mücadele ile egemen sınıfları ve onların iktidarlarını bu hakları tanımaya zorlamıştır. Bizde de böyle olmuştur. Türk işçi sınıfının 19. yüzyılın ilk yarısına kadar geriye uzanan bir mücadele tarihivardır. Türk işçi sınıfı sömürünün baskısını her zaman üzerinde hissetmiş, durumunu bir alınyazısı gibi kabul edip olağan karşılamamıştır. Bu iç direniş, fırsat ve imkan buldukça bir dış direniş ve mücadele halinde belirmiştir. Daha 19. yüzyılın ortalarına doğru işi bırakma, yani grev olayları yer aldığı anlaşılmaktadır. 1871’de Haliçteki tersane işçileri işlerini bırakıp Padişaha heyet gönderdikleri zaman kanunlarda grev hakkı, Padişahtan taleplerde bulunmak hakkı yoktu. 1908’de Meşrutiyet ilan edilir edilmez Selanikt’en Aydın’a kadar yapılan grevler de işçilerin kendiliklerinden giriştikleri bir hareketti, kanuni bir hakka dayanmıyordu. İstanbul’da Mütareke ve Milli Kurtuluş Savaşı yıllarında yer alan grevler keza aynı nitelikteydi. 1945 yılında Cemiyetler Kanununun sınıf esası üzerinden cemiyetler kurulmasını yasaklayan maddesi değişir değişmez sendikaların nasıl mantar gibi birden bittiklerine, ortaya çıkıp nasıl çoğaldıklarına daha önce işaret ettim. Daha sonra CHP hükümeti bir Sendikalar Kanunu çıkardıysa, bunu işçi sınıfına tepeden ihsan edilmiş bir lütuf olarak yapmadı; işçi sınıfından kendiliğinden fışkıran sendikacılık hareketini kontrol etmek, kanalize etmek amaciyle yaptı. 1945-60 arasında da işçi sınıfı grev ve toplu sözleşme haklarını iktidardan koparabilmek, sendika hareketini hükümet kontrolünden kurtarmak için mücadeleye devam etti. 1961 Anayasasında grev hakkı yer alır almaz, grevleri düzenleyecek yeni özel kanun daha çıkmadan, işçilerimiz çeşitli işkollarında grev hareketlerine giriştiler. Ayrıca, 1960’tan sonra Türk sendika hareketi gittikçe politik yöne kaymıştır. Sendika kongreleri, sanki politik parti kongreleriymiş gibi sosyal, ekonomik ve politik sorunların konuşulduğu toplantılar manzarası göstermiş ve politik nitelikte talepler ileri sürülmüştür. 1962 Aralık ayında Saraçhanede yapılan muazzam miting dar anlamda işçi hak ve talepleri için yapılan bir toplantı olmaktan çok, politik bir miting niteliği göstermiştir.
Bütün bu olgular karşısında, Türk işçi sınıfı haklarını mücadele ile almamıştır, bu haklar ona ilerici yönetici aydın kadro tarafından tüm kendi isteğiyle, bir ihsan gibi, verildi demek, sosyolojik anlayış ve değerlendirme yeteneksizliğini ifade eder.
Türk işçi sınıfının mücadelesi batı ülkelerindeki kadar sürekli ve şiddetli olmamış, zaman zaman su üstüne çıkıp aradaki sürelerde baskı altında tutulabilmiş ise, bunun bir nedeni, Türkiyenin sanayileşmemiş bir ülke oluşu ve bu yüzden de işçi sınıfının sayıca az ve güçsüz bir durumda bulunmasıydı. İkincisi, Türkiyenin yine aynı nedenle, söz, toplanma, örgütlenme vb. özgürlüklerin tanındığı bir burjuva demokrasisi döneminden geçmeyişi, genellikle merkeziyetçi ve otoriter bir devlet idaresi altında bulunuşu yüzündendir. Türk işçi sınıfı Batıdakine benzer, yani o ölçüde sürekli ve şiddetli bir mücadele vermediği halde, neden birtakım haklar koparabildi sorusuna gelince, bunun cevabı Türk egemen sınıflarının ve onlara dayanan iktidarların da batı burjuvazisi ve iktidarları kadar güçlü olmamalarıdır. Mesele, işçi sınıfının tek başına mutlak gücü değildir; sınıfların karşılıklı gücü, sınıflararası ilişkiler ve güç dengesi meselesidir.
Böyle geniş, tarihsel ve sosyal açıdan bakıldığı zaman TİP’in kuruluşunun memleketin genel politik gelişme seyrinde ve özellikle işçi sınıfı hareketinin tarihsel çizgisinde aldığı yer açıkça belli olur. Bu kuruluş -yine tekrarlayalım, kurucularının kişisel amaçları ne olursa olsun- işçi sınıfının politik bir bilinçlenmeye varmakta olduğunun ifadesidir. Sendikacılığın işçi meselelerini çözmeye yetmediğinin, mevcut partilerden işçilere hayır gelmediğinin, ayrı bir parti halinde örgütlenme ihtiyacının belirtisidir.
Bu ise başlangıçta açık seçik sosyalist bir bilinçlenme değildir, ama hiç şüphesiz politik bir bilinçlenmedir. Bir avuç sendikacı nın -ki bunlardan bir ikisinin polis ajanı oldukları da sonradan meydana çıkmış ve ayrılmışlardır- partiyi kurmuş olması, büyük işçi kitlesinin bu kuruluşu desteklememiş bulunması, ya da ona ilgi göstermemesi, bu yaptığımız değerlendirmeyi çürütmez. Bu sınıfın bilinçlenmesi birdenbire ve bütün kitleyi, ya da büyük bir kısmını kapsayacak şekilde olmaz; hareket bir uçtan, en aktifve uyanık, aynı zamanda şartların gelişi eyleme geçebilecek durumda olan elemanlar arasında başlar ve o şekilde belirir.
TİP’in kuruluşunda göze çarpan bir başka husus da şu: Parti kurma teşebbüsü sadece işçi-sendikacılardan gelmekle kalmamış, bunlar aralarına hiç bir “aydın” da almamışlardır. Bu, okumuş yazmışlara, kıravatlılara bir güvensizliğin belirtisidir. Öte yandan, 1960’tan sonra mevcut düzeni eleştiren, sosyalist fikirler ortaya koyan aydınlar -yukarıda anlattığımız fikir akımının mensupları- da TİP’e ilgi göstermediler. Parti ile temas kurmak, kurucularına, yöneticilerine yardımcı olmak akıllarından geçmedi. Hatta bazıları partiyi düpedüz küçümsediler. 1960’tan hemen sonraki yıllarda sosyalist fikir akımının adeta sözcülüğünü yapan Yön dergisi TİP’ten söz ederken “ölü doğmuştur” bile dedi. TİP’e o kadar önem verilmiyordu ki, daha sonraları bu gruptan bir kısım aydınlar, Türk-İş Konfederasyonu başkanı ve bazı başka sendikacılarla birlikte yeni bir parti kurma teşebbüsüne bile giriştiler. Yine önemli bir nokta şudur ki, anlatıldığına göre, bu teşebbüse daha alt kademelerde olan sendika temsilcileri, özellikle Anadolu’dan gelenler, “TİP varken ikinci bir işçi partisine ne lüzum var?” diyerek karşı koymuşlardır ve teşebbüs gerçekleşememiştir. Bu böyle olunca, yine ileride bir parti haline dönüştürmek amacı ile bir dernek kuruldu, ama bu da yürümedi. Türkiyenin şartlarında sosyalist hareketi yukarıdan aşağıya bir aydınlar hareketi olarak başlatmak mümkün değildi.
TİP bir yıl sürece etkin bir faaliyet gösteremeden varlığını devam ettirdi. Bu sürede partili işçi ve sendikacılar tecrübeleriyle bir gerçeği öğrendiler: Partiyi yürütme, genişletme işi bir yerde bilgi işiydi, ekonomi, sosyoloji, politika bilgisi gerekiyordu. Bu da parti kurucularının sağduyusunu ve bilinçlenme derecesini gösteriyordu. Sosyalizmin, işçi sınıfının politik hareketinin ne olduğunu kendileri pek iyi bilmiyorlardı belki ama, çok önemli olan nokta, bilmediklerini biliyorlar ve bu eksikliği tamamlamak istiyorlardı. Kendilerine bir genel başkan seçmekteki titizlikleri de bunu gösteriyor. İşçilerin davasını satmayacak, namuslu, cesur ve bilgili bir başkan seçmek için çok uzun düşündüler, çeşitli isimler üstünde durdular, temaslar yaptılar. Nihayet Mehmet Ali Aybar’da karar kılıp onu oybirliğiyle genel başkanlığa getirdiler.
Bundan sonra Türkiye İşçi Partisinde işçiler ve öbür kol emekçileriyle aydınların işbirliği başlamıştır. İlk defa olarak Türkiye’de emekçilerle aydınlar, sosyalizmin Türkiye şartlarına uygun düşecek şekline göre hazırlanmış bir tüzük ve program çerçevesi içinde bir araya gelmiş ve örgütlenmişlerdir. Bu, kendi başına büyük önemi olan tarihsel bir olaydır. Bizim egemen sınıflar sosyalist aydınlarla emekçilerin bir araya gelmemesine, temas kurmamasına özellikle dikkat etmişlerdir. Amansız bir baskı rejimi altında sosyalist hareket, bir yandan gizli küçük gruplaşmalar, örgütlenme çabaları şeklinde faaliyet göstermeye çabalamış, öbür yandan da küçük dergi ve gazetelerle, edebiyat, sanat, düşünce hareketleri halinde belirmiştir. Her iki hareket de halktan kopuk, aydınlara münhasır sınırlı faaliyetler halinde kalmıştır. İşçi sınıfı ise, fırsat buldukça işçi hakları için çıkışlar yapmış, çok ters şartlarda, sosyalizmin ne olduğunu bilmeden, el yordamıyla bir mücadele yürütmüştür.
TİP, bu çifte esasa dayanan örgütlenme şekliyle bu açığı kapatmak amacını güder. Parti organlarının her kademesinde en az yarısının kol emekçisi olması şartı bundan dolayıdır.
“Sosyalizmde amaç, kafa emeği, kol emeği ayırımını ortadan kaldırmaktır, oysa TİP bu ikili örgütlenme kuralı ile bu ikiliği devam ettirmektedir,” iddiası meseleyi katiyen anlamamaktır. Kafa emeği, kol emeği ayrımı, kol emekçilerini de eşit eğitim, öğretim, kültür imkanlarına kavuşturmakla, “aydın” emekçiler yetiştirmekle, beri yandan da burjuva değer yargılarının aydınlarda ve üst tabakalarda yerleştirdiği, kol emeğini hor görme, aşağılık sayma alışkanlıklarının ortadan kalkması ve kafa emekçilerinin de gerektiğinde kol emeğine dayanan işlerde çalışmaları ile ortadan kalkacaktır. Ama toplumda bu ayırım fiilen varken, bunu dikkate almadan örgütlenmeye gitmek, sınıf menşei itibariyle küçük burjuvaziden olan, kitaplardan sosyalizme gelmiş “aydın”ların partiye hakim olması ve partinin emekçi sınıflardan kopması neticesini doğurabilirdi. Bugünkü şekliyle parti örgütleri, kafa ve kol emekçilerini kaynaştırma, aralarında işbirliği ve dayanışmayı gergekleştirme, karşılıklı etkilenme sonucu kol emekçilerinin sosyalist bilince varmalarını, “aydın”ların da kitabilikten kurtulmalarını ve bunun sonucunda da her iki kategorinin hem sosyalist bilgi ve bilince sahip, hem eylemde yetenekli ve etkin unsurlar haline gelmelerini, yani tam sosyalist kişiliğe sahip olmalarını sağlama amacını gütmektedir. Bu başarıldığı gün ancak parti örgütleri içinde kafa emekçisi-kol emekçisi ayırımı ortadan kalkabilir. Çifte esas üzerine örgütlenme, kol emekçisi-kafa emekçisi ayırımını sürdürmek için değil, tam tersine bu ayırımı ortadan kaldırmak, iki kategoriyi birbirine kaynaştırmak için konmuştur.
Son olarak TİP, sosyalizmi aydın çevrelerin·dışına da çıkarabilmiş, sosyalizmi halka götürebilmiş tek örgüttür. Şüphesiz bu alanda yapılacak daha çok iş, aşılacak çok aşama vardır. Ama bugünkü haliyle bile bu verdiğimiz yargı doğrudur. Bugün Türkiyede sosyalist hareket bir halk hareketi, kitle hareketi olarak tutunup gelişmektedir. Halk kitlelerinin sınıfsal bilinç lenmesi sermayeci-emekçi ayrımı üzerinden olmaktadır; bir yanda büyük toprak sahipleri, büyük tüccar, sanayici, büyük emlak ve akar sahipleri, devlet ihalelerini alan müteahhitler, yani emekleri karşılığı değil, toprak, fabrika, para şeklindeki sermayelerini işleterek kazanç sağlayanlar, öte yanda da hiç sermayesi olmayan, ya da küçük sermayeye sahip, fiilen üretimde çalışan ya da kafa emeğini başkalarına satan, emekleri karşılığı, ama emeklerinin gerçek değerinden çok aşağı gelir elde eden emekçi kitleler. Türkiye İşçi Partisinin, tüzüğünün 2. maddesinde kendisini “Türkiye İşçi Partisi, Türk işçi sınıfının ve onun demokratik öncülüğü etrafında toplanmış bütün emekçi sınıf ve tabakaların (Irgat ve küçük köylülerin; aylıklı ve ücretlilerin, zanaatkarların, küçük esnaf ve dar gelirli serbest meslek sahipleriyle ilerici gençliğin ve toplumcu aydınların) kanun yolundan iktidara yürüyen, siyasi teşkilatıdır.” şeklinde tarif edişi bu durumun bir ifadesidir. Bununla beraber, Türkiye’de sosyalizmin bir halk kitle hareketi olarak tutunup gelişmesini ve TİP’in kendisini bu şekilde tanımlamasını, sosyalist literatürde “halkçılık” görüşü ve hareketi diye bilinen ve yerilen görüş ve hareketle karıştırmamak gerekir. Bu ikincisi, halk denilen büyük kitlenin kendi içinden ayrıldığı sınıf ve zümreleri dikkate almaz, romantik bir halka gitme, halkın meselelerine eğilme ve halkı idealize etme şeklinde belirir. Türkiye İşçi Partisi ise halk denilen büyük kitleyi meydana getiren sınıfve tabakaların farkındadır, programında bunların bugünkü durumlarını, sosyalist hareket içindeki yerlerini ve oynayacakları rolleri ve iktidara geldiğinde Partinin bunların her biri için uygulayacağı politikayı uzun uzun belirtmiştir; işçi sınıfının öncülüğünü temel prensip olarak koymuştur. Yalnız, Türkiyenin özel şartlarında ve hareketin bugünkü safhasında önemli olan, bu emekçi sınıflar arasındaki ayrımlar ve özelliklerden çok bunları birleştiren ortak noktadır; yani, hepsinin yabancı ve yerli sermayeci egemen sınıflar tarafından sömürülmeleri, emeklerinin karşılığını alamamaları, çok düşük seviyede yaşamaya mahkum bırakılmış olmaları, hor görülmeleridir. Türkiyede sanayileşme, içten fonksiyonel farklılaşma ve işbölümü ilerledikçe, emekçi sınıflar arasındaki ayrımlar daha belirgin olacaktır. Türkiye İşçi Partisi bunu bilmektedir ve programını ve politikasını ona göre ayarlamıştır.
Bu noktada Türkiye’de sosyalist hareket Batıdakinden, sanayileşmiş memleketlerinkinden önemli bir fark göstermektedir. Sosyalizm elbette işçi sınıfının bilimsel ideolojisidir: Batıda sanayileşme ile birlikte işçi sınıfının meydana gelişi ve güçlenişi sonucu doğmuştur. Onun için başlangıçtan itibaren işçi sınıfı sosyalist hareketin temeli olmuştur. Daha sonraları, tarım işçileri, fakir köylüler sanayi işçilerinin müttefiki olarak görülmüş ve işçilerle köylülerin işbirliği zorunluğu ortaya atılmış ve savunulmuştur. Büyük toprak sahiplerine karşı orta halli çiftçilerin, büyük kapitale karşı küçük ve orta sermayecinin büyük burjuvaziye karşı küçük burjuvazinin desteğini, yardımcı bir güç olarak, kazanmak düşünülmüştür. Kısacası, önce sınıf ayrımları üzerinde kesinlikle durulmuş, sanayi işçileri sınıfı temel alınmış, sonra bu sınıfın müttefiki ve yardımcıları olarak öbür sınıflar üzerinde durularak bir cephe birliği sağlanmaya çalı şılmıştır. Türkiyede ise sosyalist hareket işçi-emekçi sınıfların birleşik hareketi olarak gelişmektedir. (Sosyal sınıfların sosyalist hareket içindeki yerini daha sonraki bölümde ele alacağız).
Türkiye İşçi Partisi halk kitleleri arasında tutunup geliştikçe ve Millet Meclisine de girince ancak Türkiye’de çok partili demokrasi rejimi, Batı örneğinde bir demokrasi olma yoluna girmiştir. Çok partili rejim, tek taraflı, tek ayak üzerinde seker olmaktan kurtulmaya başlamıştır. Emekçi halk ilk kez olarak yalnız seçme hakkına değil, seçilme hakkına da sahip olduğunu, kendi temsilcilerinin parlamentoya girmesi, memleket yönetimine ağırlığını koyması, burjuvazi karşısında bir denge kurması gerektiğini öğrenmeye, anlamaya başlamıştır. Emekçi kitleler Anayasanın kendisine tanıdığı hak ve hürriyetlere sahip çıktıkça, bunları kullanma yoluna gittikçe, memleketin yönetiminde söz ve karar sahibi hale geldikçe ancak anayasa düzeni tastamam ve eksiksiz gerçekleşebilecektir.
1945-1965 arası halk dört yılda bir sandık başına gidip egemen sınıfların -toprak ağalarıyla komprador burjuvazinin partilerinin yine o sınıflardan kişilerine, ya da o sınıflara bağlı adamlarına oy vermiştir. Otuz yaşını bitirmiş, okuma yazma bilen, kanuni ehliyeti haiz her yurttaşın milletvekili seçilme hakkı olduğu halde, emekçi halk hep seçme hakkını kullanmış, seçilme hakkından hiç yararlanmamış, hatta böyle bir hakkı olduğunu fark bile etmemiştir. Seçimler seçimleri izlemiş, iktidardaki partiler değişmiş, fakat halkın kaderinde esaslı bir de ğişiklik olmamıştır. Oy hakkını ciddiye alıp benimsemiş olan halkta, bu durumdan dolayı son yıllarda bir yılgınlık, bezginlik alametleri belirmiştir. Son 1965 seçimlerinde, köye politikacı sokmama, sandık basma gitmeme, ya da oy pusulalarını olduğu gibi iade etme kararı alan köylere ait haberler çıkmıştı gazetelerde. Köyde, kasabada, büyük kentlerin kenar mahallelerinde halkla temas edildiğinde sık sık şu sözlerle karşılaşılmaktadır: “Öbürlerini denedik, bir hayır gelmedi. Bir de sizi deneyelim, iyi olur inşallah.” Bu sözler hem seçimlerden ve partilerden bir soğumayı ifade etmekte, hem de halkta hala pasif bir tutumun devam ettiğini, kendi dışında olan kişilerden, örgütlerden meselelerin çözümünü beklediğini göstermektedir.
1965’te TİP’ten on beş kişiyi milletvekili seçmekle emekçi halkımız ilk kez kendi temsilcilerini Millet Meclisine sokmuş ve orada sesini duyurmaya başlamıştır. Halk arasında seçimlerden, partilerden yılgınlık ve soğuma yaygın hale gelmeden, TİP.’e ve şu, ya da bu nedenle partiye girememiş bütün samimi sosyalistlere düşen ödev, halka, neden seçim zamanları kendisine gelip de bol bol vaitlerde bulunarak oy toplayanların, seçildikten sonra vaatlerini unuttuklarını, halk yararına işler yapmadıklarını anlatmaktır. Bu da sınıf meselesini ele almak, halkın ilgilendiği bütün somut konuları sınıf açısından ortaya koyup gözler önüne sermekle olur. Bugüne kadar halk arasında yapılan çalışmalar, temaslar, “Halk cahildir, anlamaz” yargısını yalanlamaktadır. Kalkılır da köylerde, mahalle kahvelerinde, kapitalizm şudur, sosyalizm budur, artık değer, sömürü şuna denir diye genel sosyalist teoriye dayanan konferanslar verilirse elbet halk ilgilenmez, ilgilenmeyince de anlamaz. Ama halkın kendi yaşamasından olayları alıp, aklına takılan meseleleri inceleyip anlatır ve bunları sınıfayırımları gerçeğine bağlarsanız, halk kolayca anlar ve anlıyor da. Anlıyor çünkü sınıf ayırımı ve bu ayırımın onun hayatında yarattığı sonuçları halk fiilen yaşı yor, yalnız bunun nedenini anlayamıyor, fark edemiyor, durumu formülleştiremiyor. Anlatınca bunları, anlatılanlar kendi hayat tecrübesine denk düştüğünden, “Tamam işte” diyor. Böyle olması da doğaldır, çünkü sosyalist metot ve teori bilginlerin masa başında, kendi kafalarından yarattıkları bir şey değildir, somut toplum yapılarının, gelişme kanunlarının, sosyal sınıfların gerçek durumlarının ve ilişkilerinin incelenmesinden çıkarılmış genellemelerdir. İşçi ve diğer emekçi sınıfların yaşantısı nın bilimi, felsefesidir sosyalizm. 1967 bütçe açığını kapatmak için gaza, benzine, öbür petrol ürünlerine ve şekere zam yapıldıktan sonra nereye gidilse karşılaşılan ilk soru “Bu zamlar ne oluyor? Oylarımızı biz bunun için mi verdik?” sorusu idi. Bu soruyu cevaplandırırken, bütçe açığını kapatmak için neden toprak ağalarının yüksek kazançlarına ve öteki yüksek gelirlere vergi konmayıp da halkın tüketim maddelerine dolaylı vergi konma yoluna gidildiğini anlatırken, sınıf ayırımı ve partilerin sınıf bağı meselesine kolayca geçilebiliyor, Anayasanın vergi adaleti ile ilgili hükmü anlatılabiliyordu. Zaten sınıf açısından ele almadıkça meseleyi aydınlatabilmeye imkan yoktu. Halk da bal gibi anlıyordu meseleyi. Neden anayasa hükmüne rağmen iktidarın toprak reformuna bir türlü yanaşmadığı, neden milyarlara varan ithalat ve ihracatın bir avuç tüccarın elinde bırakıldığı, neden küçük çiftçilerin pamuğu, tütünü, fındığı, yer fıstığını, muzu, şaraplık üzümü, sütü ucuz fiyattan aracı tüccara kaptırmak zorunda kaldığı, neden politikada din bezirganlığı yapanların halk çocukları için İmam-Hatip okulları açıp kendi çocuklarını ise o okullara hiç göndermedikleri, halktan insanların neden hastane kapılarında, resmi dairelerde horlandıkları, sınıf ayırımı açısından anlatıldıkta cahil denen halk bunları anlamakta hiç güçlük çekmiyor. Halkın politik bakımdan uyarılması, eğitilmesi demek, ona sosyalizm teorisini, toplumun gelişme kanunlarını, diyalektiği öğretmek, okulda ders verir gibi konferanslar vermek, kitaplar yayınlamak değildir. Halkın fiilen yaşadığı hayat şartlarını, geçirdiği tecrübeleri, karşılaştığı meseleleri sosyalist metotdla ve prensipler açısından izah edip ona anlatmak, formülleştirmek ve onun hayati ihtiyaçlarına, isteklerine sosyalizm açısından doğruve uygulamada geçerli, ger çekçi çözüm yolları getirmektir. Halka sosyalizmi bir toplumbilim olarak, toplumu da aşan bir tabiat felsefesi, dünya görüşü olarak anlatmak ve öğretmek, toplum tam bir sosyalist düzene girdikten sonra bile kuşaklar boyunca sürecek bir eğitim işidir. Halk önce sosyalizmin ne olduğunu öğrenecek, sosyalist olacak, sonra TİP’e oy verecek değildir. İşçi, köylü, küçük sanatkar ve esnaf, küçük memur, iş bulma sıkıntısı ya da geçim darlığı ile karşılaşıp toplum meseleleriyle ilgilenen kafa emekçisi ve aydın, TİP’in programında ve öğretilerinde kendi meselelerinin izahını ve çözüm seklini bulduğu ve TİP’in bunu yapacağına inandığı ve kendi gücünü ona katıp partiyi kendi partisi olarak benimsediği gün oyunu bu parti için kullanacaktır.
Bu söylediklerimiz emekçi sınıfların tümü için, emekçi seçmenlerin oylarının nasıl kazanılacağı sorusu için doğru ve geçerli olmakla beraber, işçi-emekçi sınıflar hareketinin en bilinçli, dinamik ucu için, yani TİP üyeleri, hele yönetici kadroları için yeterli değildir. Bunlar sosyalizmi teorisiyle, tarihiyle, uygulamalarda alınmış olumlu olumsuz sonuçlarıyla, bugün ki temel sorunlarıyla öğrenmek, bilmek zorundadırlar. TİP’in alttan kurulmuş ve alttan yukarı doğru örgütlenmiş, sonra birdenbire kitle hareketi halini almış olması bu konuda zorluklar doğurmuştur. Partinin, bir kadro hareketi halinde başlayıp bir gelişme noktasından sonra halka intikal eden bir hareket halinde oluşmaması, daha önce önemle belirttiğim gibi, önce alttan kurulup, sonra sosyalist aydınların katılması ve bu katılmadan sonra da birden bir kitle hareketine dönüşmesi, yetenekli yönetici kadrolar bulma bakımından bir sıkıntı yaratmıştır. Partinin örgütlenmede karşılaştığı zorluklardan biri de budur. Bununla beraber, bu sorunun çok olumlu bir yanı da vardır. TİP’liler ve partinin yönetici kadroları eylem içinde ve eylemin getirdiği sorunları çözmek çabası içinde sosyalist teoriyi ve onu Türkiye şartları ışığında değerlendirmeyi öğrenmektedirler ki, bu da hiç şüphesiz sosyalizmi öğrenmenin en iyi, en sağlam şeklidir. “Sözden önce eylem vardır” yargısının geçerliliği Türk sosyalist hareketinin tecrübesiyle de bir kez daha doğrulanmaktadır.
TİP, bir yandan halk kitlelerinin hayati ihtiyaçlarına cevap veren, sosyalist teori bakımından doğru ve uygulamada geçerli ekonomik-sosyal çözüm yolları ortaya koyar ve bunları halka anlatırken, öte yandan bunları yapacak azim ve güçte olduğunu halka göstermek zorundadır. Bugüne kadar TİP, tümünde, her iki bakımdan da başarılı bir sınav vermiştir, Türkiyenin kalkınması için çizdiği yol, memleketin içinde bulunduğu sosyal evrim aşamasına ve gelişme olanaklarına uygun, Anayasa çerçevesi içinde bir gelişme ile sosyalizme götürecek bir rota üzerindedir. Bu, hem emekçi kitleler yararına işliyecek, sosyal adaleti gerçekleştirecek, hem de hızlı kalkınmayı, sanayileşmeyi ve toprak ve tarım reformu ile tarımsal gelişmeyi sağlayacak bir yöntemdir. TİP programını halka anlatmakta, emekçi halkı örgütlemede, anayasa hak ve hürriyetlerini, milli bağımsızlığı savunmada çetin bir mücadele vermiştir ve vermektedir. Can emniyetine kasteden şiddette taşlı sopalı ve hatta bazen “alatı cariha”h saldırılar, parti teşkilatı merkezlerine baskınlar, çeşitli zaman ve yerlerde üyelerinin tezvir ve tertiplerle tevkifleri partiyi ve partileri yıldırmamıştır. Büyük Millet Meclisine girdikten sonra da on beş kişilik küçük gurup yine devamlı mücadelelere, engellemelere, zorba saldırılara rağmen söyleyeceklerini ısrarla, açık ve kesinlikle söylemiş, milli bağımsızlık davasını, memleketin temel meselelerini ilk kez Meclise getirmiş, iktidarın her sahadaki politikasını, gerçeklere dayanarak, metodlu, sistemli bir biçimde eleştirmiş, şimdiye kadar parlamento kürsüsünden söylenmemiş doğruları bir bir ortaya dökmüştür. TİP anayasa çerçevesi içinde ve kanunlara titizlikle riayet ederek faaliyet göstermektedir, ama buna rağmen mücadelesi kolay olmamaktadır ve olmayacaktır. Bugünkü düzenin devamında büyük çıkarları olan egemen sınıflar -komprador burjuvazi ve toprak ağaları-; “TİP anayasa teminatı altında, kanunlara uygun şekilde var olan ve faaliyet gösteren bir partidir, emekçi sınıfların anayasa hak ve hürriyetlerine sahip çıkmaları, ayrı bir politik parti halinde örgütlenmeleri, memleket yönetiminde söz ve karar sahibi olmaları haklarıdır, ne yapalım, bunun sonuçlarına katlanmamız gerekir,” demezler ve demeyeceklerdir. Bu kadar büyük çıkarların söz konusu olduğu bir durumda, uygulamada kanunları zorlı yarak, anayasa hükümlerini çiğneyerek, yer yer kanun dışı hareketlere başvurarak (saldırı ve baskınlar gibi) ve yeni baskı kanunları getirerek emekçi sınıfların uyanmasını örgütlenmesini, demokratik hak ve hürriyetlerine sahip çıkmalarını önlemeye çalışacaklardır. TİP güçlendikçe, yani emekçi kitlelerin sosyalist yönde sınıfsal bilinçlenmesi, örgütlenmesi hareketi güçlendikçe, egemen sınıfların ve onların partilerinin ve iktidarlarının baskı ve şiddet tedbirleri ve hareketleri de artacaktır. Önümüzdeki dönem çetin bir mücadele dönemi olacaktır. Emekçi halkın sosyalist aydınlarla birlikte yürüttükleri bu mücadele aynı zamanda milli bağımsızlık ve anayasanın eksiksiz tastamam uygulanması için mücadele, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır, hatta aslında aynı mücadele hareketinin üç ayrı veçhesidir.
Egemen sınıfların ve onların partilerinin ve iktidarlarının kullandıkları baskı ve şiddet usulleri her ne olursa olsun hedefine ulaşamayacaktır, emekçi halk kitlelerinin uyanışını, örgütlenmesini, sosyalizmin bir toplum görüşü ve hareketi olarak tutunmasını önleyemeyecektir. 27 Mayıs 1960’tan sonra Türkiye bir sıçrama, bir aşama yapmıştır. Sekiz, on yıl önce, emekçi haklarından yana, sosyalizmden yana kimseye ağız açtırmayan, açtırmamaya yeten Türk Ceza Kanununun 141 ve 142. maddeleri bugün de yürürlükte olduğu halde eskisi gibi işletilememektedir; çünkü kanunların uygulanma kabiliyetlerini toplum şartları tayin eder, veya sınırlar. Kanunlar sadece parlamentolar tarafından resmen ilga edilerek değil, fiilen uygulanamaz hale gelerek de ortadan kalkarlar, hükümsüz kalırlar, ya da eskirler.
Kanun sınırları dışında yürütülen komünistlik suçlaması kampanyası da sökmeyecektir. Bugün verilmekte olan mücadele biryanı ile de, Türkiye İşçi Partisinin, Türkiyenin tarihsel gelişme doğrultusuna, bugün içinde bulunduğu aşamaya uygun sosyalizmi gerçekleştirme yöntemi ile, Anayasanın yasakladığı komünizmin birbirinden ayırt edilmesi, her ikisinin açık seçik tarifinin belirlenmesi mücadelesidir. Anayasa her türlü diktatörlüğü yasakladığı için, işçi sınıfı diktatoryasını öngören komünizm de yasaklanmış olmaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi, komünizmin, zor kullanarak iktidara geldiği, ya da geldikten sonra zora dayanarak iktidarını sürdürdüğü için kanunen yasak olduğunu, T.C. Kanununun 141-142. maddeleriyle ilgili kararının gerekçesinde belirtmiştir. TİP’in seçimlerle iktidara gelip seçimlerle iktidardan gitmeyi öngördüğü tüzüğünde ve programında belirtilmiştir ve yedi yıldır hep anayasave kanunlar çerçevesi içinde açık bir mücadele veregelmektedir. Egemen sınıflar ve partileri komünizmle sosyalizmi ısrarla birbirine karıştırıp halkın kafasını bulandırmak, halkı kendi partisinden uzak tutmak ve Türkiye İşçi Partisini anayasa dışı bir parti gibi göstermek çabası içindedirler. Anayasa ve Sosyalizm konusunu daha ilerki bir bölümde etraflıca ele alacağım, burada şunu belirtmekle yetineyim ki, Türkiye İşçi Partisi anayasa teminatı altındadır ve anayasa açıkça çiğnenmedikçe bu partiye hiç bir şey yapılamaz.
Türkiye İşçi Partisinin tutunup gelişmesi Türkiye’deki aydınlar-arası sosyalist hareketi derinden etkilemiştir. Başlangıçta iki koldan belirdiğine işaret ettiğim sosyalist hareket, Türkiye İşçi Partisi ön plana geçtikçe, birleşmeye doğru gitmiştir. Aydınlar arasında, gazete sütunları ve dergi sayfalarında ifadesini bulan akım, büyük kısmı ile TİP’e katılarak, bir kısmı ile de kendili ğinden tasfiye olarak ortadan hemen hemen kalkmış, fikriyatı ve eylemi ile sosyalist hareketi sadece TİP temsil eder olmuştur. Yön dergisinin ilk yıllarında sayfalarını dolduran çeşitli imzalar zamanla görünmez olmuştur, o derecede ki, derginin son sayılarında dergi sahibinden başka hemen hiç imza çıkmamıştır. Dergiye yazı verenlerden bazıları, her ne sebeptense, yazmaz olmuşlar, birçokları da TİP’e girmişlerdir. Kendi sütununda tek başına sosyalizmin bayraktarlığını yapan Çetin Altan’ın TİP saflarında yer alışı bunun en belirgin örneğidir. Üniversitelerde genç kuşaktan bilginler bugün TİP üyeleridir, örgüt dışında kalanların da sempatisi partiye dönüktür. Yön dergisinin kapanışı, parti dışında ve partiye karşıt durumda bir sosyalist akımının, fikir alanında dahi kalsa, tutunma şansına sahip olmadığının delilidir. Bu dergi kapanmadan önce TİP’i eleştirme ve Türkiye’de sosyalist strateji ne olmalıdır? kampanyası açmıştı. Aylarca süren bu kampanya ne TİP’in yıpratılmak istenilen yönetici kadrosunu yıpratabilmiş, ne de sosyalist strateji konusunda partinin görüşüne aykırı olan görüşü tutturabilmiştir. Şurası da dikkate şayandır ki, TİP’i sağa kaymak, burjuvaziye tavizler vermekle suçlayan dergi ve ona yazan bazı “eski sosyalistler”, TİP’in çok sağında olan ortanın solcusu CHP’yi desteklemişler ve anti-emperyalist mücadelenin aynı zamanda sosyalizm için mücadele olduğunu reddetmişlerdir. İlk bakışta bir çelişme gibi görünen bu hal, aslında gayet olağan bir haldir. Çünkü bir memlekette, o memleketin şartlarına uygun, doğru ve geçerli bir tek sosyalist politika çizgisi vardır, bu çizgiden sapmalar, görünüşte ister sol, ister sağ yönde olsun, aslında hep üst üste düşer ve mutlaka sağcı niteliktedir. Yüz küsur yıldır çeşitli ülkelerde sosyalist hareketin geçirdiği tecrübeler hep bunu göstermiştir ve görünürde sağ ve sol olan sapmaların aslında hep aynı kapıya çıktığı sosyalist literatürde çok kez belirtilmiştir.
Az gelişmiş ülkeler sadece ekonomik-sosyal alanda değil, düşünce ve bilim alanında da geri kalmış durumdadırlar. Batının ekonomik-politik nüfuzu ile birlikte yeni fikirler de bu ülkelere girmiş ve bu ülkelerde fikir akımlarına yol açmıştır. Önce, milliyetçilik, sonra sosyalizm az gelişmiş ülkelerde en güçlü etkilerini göstermiştir. Az gelişmiş ülkeler sosyalistleri yeni yeni sosyalizmi kendi toplum şartları açısından inceleyip değerlendirmeye, kendi toplumlarına özgü sosyalist rotayı çizmeye başlamışlardır.
Türkiye’de de durum böyle olmuştur. Milliyetçilik, demokrasi, laiklik vb. kavram ve anlayışları gibi sosyalizm de, Türkiye’ye Batıdan gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra ülkemizin ekonomik-sosyal sorunlarının çeşitli açılardan ve bu arada sosyalizm açısından incelenmesi, değerlendirilmesi, tartışılması önlendiğinden, iktidardakilerin görüşlerinden gayri hiç bir gö rüşün ileri sürülmesine müsaade olunmadığından sosyalizm ne işçi ve emekçinin politik hareketi olarak, ne de bir fikir akımı olarak gelişememiştir. Türkiye’de sosyalizme götürecek yolun ne olacağı, kendi ülkemizde sosyalizmin uygulanmasının göstereceği özellikler bir sorun olarak belirmemiştir. Başkaları tarafından geliştirilen sosyalist teorinin, ileri sürülen tezlerin Türkiye için de uygulanır nitelikte olduğu zımnen kabul edilmiştir.
Ancak 1961 Anayasasının getirdiği ortamla Türkiye’de sosyalizm bir fikir akımı ve politik hareket olarak güçlü bir şekilde ortaya çıkmış ve hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Bugün her iki yönü ile TİP’te ifadesini bulan Türk sosyalist hareketi bir yandan egemen sınıflara ve onların politik iktidarına, partilerine, öbür örgütlerine, ideolojisine karşı, öte yandan da Türk sosyalist hareketini eski fikir ve davranış alışkanlıklarından kurtarmak, Türkiye’ye özgü sosyalist rotayı çizmek ve Türk sosyalist hareketini yüzde yüz bağımsız, yabancı etkilerden uzak, Türk toplumunun yapısı, çelişkileri, tarihsel gelişme doğrultusu ile bağdaşmış bir hareket olarak raya oturtmak mücadelesini vermektedir. Her yerde ve her zaman sosyalist hareket hem kendi dışındaki güçlere karşı, hem de kendi içinde mücadeleler vererek gelişmiştir. Türk sosyalist hareketi bu genel kaideye bir istisna değildir. Ne var ki, iç mücadelelerin hareketin bütünlüğünü, dayanışmayı bozmaması, zayıflatmaması, her mücadele aşamasından işçi sınıfı partisinin daha güçlenmiş, daha bütünleşmiş çıkması gerekir. Türkiye İşçi Partisi bu konuda da titiz ve dikkatlidir. Türkiye’ye özgü sosyalist yolun tespiti ve savunulması görevini de azimle ve keskin bir açıklıkla yapmaktadır.
SOSYALİST HAREKETTE ÇELİŞKİLER
Sosyalist hareketlerin içten de mücadeleler vererek geliştikleri genel kaidesine Türk sosyalist hareketinin bir istisna teş kil etmediği gerçeği bu kitabın ilk yayınlanmasından bu yana yer alıp gelişen olaylarla bir kere daha ortaya çıktı. Bu olay ve gelişmeleri incelerken de, bu kitap boyunca izlediğimiz metoda sadık kalarak, kişilerin davranışlarını ve bundaki sübjektif saikleri bir tarafa bırakarak daha alt düzeylerde yatan objektif şartlar ve gelişmeler üzerinde duracağım.1
Bence son zamanlarda TiP’te yer alan olayların anlamı üç noktada özetlenebilir: 1) Sosyal-politik hareket olarak TİP’in iç çelişkileri ve bunların geçen yıllar boyunca meydana getirdiği birikim su üstüne çıktı. Öyle anlaşılıyor ki, üst kademede birbirleriyle az çok anlaşmış dayanışmalı ve kamuoyunda etkin bir ekibin bulunuşu bu iç çelişkileri uzunca bir süre dengede ve belirli sınırlar içinde tutabilmiş. Burada bir çatlak belirince çelişkiler birden su yüzüne fırladı. Bu bir yanı ile, çelişkilerden bazılarını temsil eden grup ve şahısların çatlağın meydana getirdiği boşluğu doldurup mevkilerini güçlendirmek için yaptıkları bilinçli davranışlar sonucu oldu, ama öbür yandan da, daha büyük ölçüde, saflarda -meşhur deyimiyle “taban”da- zamanla birikmiş ve güçlenmiş çelişkilerin ve direnişlerin kendini açığa vurması ile meydana geldi. 2) Parti alt kademeleri ve safları varlığını ve gücünü belli etti ve üst kademe yönetimini, partinin sosyalist niteliğini ve çizgisini daha açık ve seçik belirtmeye ve sosyalizme daha kuvvetle sahip çıkmaya iteledi. Parti teşkilatı sosyalizmin bilimselliği ve bir toplum düzeni tipi olarak tek olduğu konusundaki büyük hassasiyetini ve sosyalist teoride yeni tartışmalar ve eleştiriler dolayısıyla bu iki noktada tereddüt ve şüphelere yol açacak davranış ve beyanlara müsaade etmeyeceğini gösterdi. 3) Hareket geliştikçe, sadece partinin sosyalist çizgiye bağlılığı değil, çalışmalarda uygulanması ve gözetilmesi gerekli kurallar ve normlar da en önemli bir sorun olarak ortaya çıktı ve çözümü istendi. Bu konuda parti içi demokrasi sorunu ve organların kişilere üstünlüğü ilkesi baş köşeyi aldı.
TİP’in bugün karşılaştığı ve çözmek zorunda olduğu iç sorunlarının altında Türkiyenin sınıfsal yapısından gelen etkiler ve Partinin kuruluşundaki ve gelişme biçimindeki bazı zayıflıklar yatmaktadır. Daha sonraki sosyal sınıflar bölümünde daha ayrıntılı olarak üzerinde duracağım üzere, Türkiyede TİP’in temsil ettiği sosyalist hareket işçi ve emekçi sınıfların birleşik bir hareketi biçiminde ve sınıfbilinci, emekçi olan olmayan kaba ve kalın ayırımı üzerinden gelişmektedir. TİP’in bu sınıfsal niteli ği bir yanı ile Türk sosyalist hareketinin gücünü ifade etmekte, sınıf tabanını genişletmektedir; ama öbür yanı ile de, hareketin sosyalist niteliğini sürdürebilmesi bakımından bir zaafını göstermektedir. İşçi sınıfı tüm emekçi kitle içinde azınlıktadır ve var olduğu kadarıyla da TİP’e sahip çıkıp parti saflarını henüz gereğince doldurmuş değildir. Bu durumda, işçi sınıfından ziyade, sınıf nitelikleri dolayısıyla esasta burjuva ideolojisine dönük diğer emekçi kitleler Partide ağırlığını duyurmaktadırlar; sanayi ve sanayi işçisi olmayan küçük merkezlerde -genellikle Anadolu’da- böyledir. Öte yandan büyük merkezlerde küçük burjuva kökenli aydınların ve okuyan gençliğin Parti üzerinde etkisi vardır. Anadolu’daki daha küçük merkezlerde de Parti’ye girmeyen veya giremeyen okumuş tabaka harekete aynı doğrultuda etki yapmaktadır. TİP’in bu sınıfsal niteliği hareketin, Türkiye’nin bugünkü tarihsel aşamasına uygun, geçerli sosyalist eylem çizgisinden, her iki yana doğru kaymasını kolaylaştırabilen bir faktördür; zıt yönlerde olmakla beraber her iki etki de aslında Partinin sınıfsal bileşiminin küçük burjuva niteliğinde olmasından doğmaktadır; çünkü sosyalizm, asıl işçi sınıfının ekonomik ve politik devrimci ideolojisidir. Bugün TİP’te, her ikisi de küçük burjuva kökenli, ama zıt yönlerde işleyen, bu iki etkinin çelişkisi görülmektedir.
Küçük burjuva kökenli emekçi kitlenin etkisine bir de seçimleri kazanma, oy toplama kaygısı eklenince, sosyalist çizgiyi muhafaza edebilmek zorlaşmaktadır. TİP hep bilindiği gibi, Anayasa çerçevesinde seçimlerle iktidara gelmeyi öngören bir partidir. Ama oy avcılığı ile değil, işçi-emekçi kitleleri eğitip, örgütleyip onların bilinçli oylarıyla iktidara gelmeyi ön görür. Nedir bilinçli oy?Kendilerinin işçi-emekçi sınıflarından olduklarının, düzenin sosyalizm doğrultusunda değişmesi gereğinin ve bu değişikliğin ancak işçi-emekçi sınıfların iktidarı almalarıyla gerçekleşebileceğinin bilincine varmış, bu amaçla da büyük çapta örgütlenmiş veya örgüt etrafında saflarını almış, hak ve hürriyetlerine sahip çıkarak mücadele veren kitlelerin oyları demektir.
Ancak böyle bilinçli kitlelerin oylarıyla iktidara gelirse TİP programında öngördüğü köklü dönüşümleri yapabilir. TİP, AP’nin oy topladığı gibi oyları alıp Medis’te çoğunluğu elde etse, programını uygulamakta büyük zorluklarla karşılaşır, dört yılda yeterince başarılı sonuçlar alabilmesi çok şüpheli olur. Çünkü merkezde geçirilen dönüşüm kanunların ülke genişliğinde kısa zamanda ve etkin uygulamaya konulabilmesi halk kitlelerinin bu konularda aydınlatılmış, desteğinin ve gönülden katkısının, çabasının sağlanmış olmasına bağlıdır. Öte yandan, dönüşümlerden çıkarları zarar gören sınıf ve çevreler, türlü tezvir ve karşı propagandalardan, yer yer direnme, ürkütme, hatta kargaşalıklar çıkarma hareketlerine kadar ellerinden geleni yapacaklar veya yapmaya çalışacaklardır. Bu karşı hareketlerin etkisiz kalabilmesi için de halk kitlelerinin bilinçlenmiş, parti örgütü içinde ve etrafında kümelenmiş, merkezi hükümetin giriştiği işleri manen ve fiilen destekler, gerici ve tutucu güçlere karşı savunur durumda olması gerekir. Düzeni değiştirecek köklü dönüşümler, yalnız devlet otoritesi ve mekanizması ile değil, halkın desteği ve katkısıyla gerçekleştirilebilir.
Emekçi halk kitlelerini bu duruma getirebilmek ise parti teşkilatını, kadrolarını güçlendirmek, onları bilinçli, bilgili, cesur, atılgan ve girişken hale getirmekle, eylem içinde kadroları yetiştirmek ve eğitmekle mümkün olur. Bu, uzun vadeli ve sistemli bir parti çalışmasını gerektirir.
Hareketin sınıfsal bileşiminden doğan küçük burjuva etkenler oy kaygısını ön plana itelerken, öbür yandan, dört yılda bir genel seçimler, iki yılda bir Senato ve mahalli seçimler, diğer partiler gibi TİP’i de sık sık seçim kampanyası dönemlerine sokmakta ve böylece oy toplama ve oyları artırma zorunluğu parti çalışmaları ve örgütleri üzerinde devamlı baskı yapmaktadır. Ayrıca bu durum, belediye ve il meclislerine veya Büyük Millet Meclisi’ne girmeye hevesli, ama sosyalizmden ve sosyalist çalışma gereklerinden az çok habersiz kimselerin Partiye girmesine ve aday listelerindeki üst yerler için parti içi çekişmelere yol açmaktadır. Hasılı, seçimlere girme ve oy toplama kaygısı, bir yandan parti çalışmalarını, uzun vadeli ve sistemli örgütlendirme ve bilinçlendirme çabasından kısa vadeli ve oy toplama çabalarına kaydırmakta, öbür yandan da parti içinde “seçilme” heves, hırs ve çekişmelerini körüklemektedir.
Bundan başka, Parti’nin kuruluş ve büyümesindeki bir zaaf da yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız yönde bir etki yapmıştır ve halen de yapmaktadır. Her zaman önemle belirttiğim gibi TİP Türkiyede ilk defa sosyal. piramidin alt katlarından kurulmuş ve kısa zamanda ülke düzeyinde yayılmış sosyalist bir partidir. Ama TİP’in sosyalist bir parti niteliğini kazanması bir anlamda “tepeden” olmuştur; yani, sosyalist kişilerin -çoğunlukla aydınların- üst yönetim kadrolarından aşağı doğru parti kademelerinde yer alması ve partiye Türkiyenin tarihsel ve sosyal şartlarına özgü bir kalkınma yöntemi çizen bir tüzük (Parti’nin amacını belirten 3. madde) ve program kazandırmasıyla olmuştur. Normal olarak bir sosyalist parti ilk dönemde yavaş örgütlenip genişler. Bilinçli sosyalist kadrolarla işçiemekçi kitleler karşılıklı bir etkileşme, eylemde, mücadelede beraber yoğrulma süreci içinde sosyalist hareket oluşur, etlenip kemikleşir. TİP ise böyle sağlam bir oluşum ve güçlenme dönemi geçirmeden kısa sürede ülke genişliğinde yayıldı; çünkü genel seçimlere girebilmek için on beş ilde bütün ilçeleriyle örgütlenmiş olmak şartı TİP’i acele ve pek de titiz davranmadan, bulabildiği insanlarla örgütlenmeye iteledi.
Şüphesiz, TİP’in, örgütlendirilen il ve ilçelere merkezden gönderecek yeteri kadar elemanı ve örgütlenmenin masraflarını karşılayacak parası olmaması da hu çeşit örgütlenmeyi ilk ağızda zorunlu kılıyordu. Ayrıca, büyük merkezler dışında -hatta başlangıçta büyük merkezlerde. dahi- o kadar güçlü bir baskı vardı ki, TİP’in mahalli bir örgütünü kurmaya kalkışmak, örgütü kurup ayakta tutabilmek büyük cesaret ve fedakarlık isteyen bir işti ve böyle insanlar çok sayıda ve kolay bulunmuyordu. Aynı imkansızlıklar merkezle iller ve illerle ilçeler arasında sıkı bağların kurulmasını, mahalli örgütlerin merkezden desteklenmesini de güçleştiriyordu. Bu şartlar sonucu TİP, tüzüğü, programı, yurt ve dünya sorunlarında yaptığı yorumlar ve savunduğu politik çizgi ile sosyalist doğrultuda bir parti, ama çalışmalarının ve örgütlenmesinin niteliği bakımından sosyalist bilinç ve disiplin seviyesine gerektiğince ulaşamayan bir parti kimliğini kazanıyordu.
TİP bir yandan yukarıda anlattığım şekilde Anadolu’da örgütlenip yayılır ve köylü kitlelerin Partiye ilgisi artarken, öbür yandan da büyük merkezlerde aydınlar ve gençlik arasında tutunmuştu. Özellikle Ankara ve İstanbul’da üniversite öğretim üyeleri arasında Parti’ye ilgi ve üye olma durumu gelişmişti. Çok önemli bir gelişme de bütün Türkiye üniversitelerinde sosyalist öğrenci hareketlerinin oluşması, büyük kısmının TİP paraleline girerek yan güçler halinde örgütlenmesiydi. Parti yapısında işçi sınıfından ziyade küçük burjuva etkilerden henüz kurtulamamış emekçi kitleler kısmının ağır basması Parti’yi oy toplama kaygısına doğru, üst yapı şartlarını ve sorunlarını ön plana alıp sınıf temelini ve açısını gittikçe arka planda bırakan genel bir halkçılık politikasına doğru çekerken, kentli aydınların ve gençliğin etkisi de daha bilinçli ve mücadeleci kadro yetiştirme amacına doğru çekmektedir. Bu eğitim ve kadro sorununun da olumlu ve olumsuz yanları vardır.
Olumsuz yanı, en kısa ve aşırı biçimde ifade etmek gerekirse şöyle özetlenebilir: “Seçimlere, oyları artırmaya boş ver. Önemli olan kadro yetiştirmektir, parti içi eğitimdir.” Parti içi eğitim denince de az çok okul öğretimine benzer bir eğitim kastedilmektedir: sosyalist kitapların okunup tartışılması, kurslar, seri konferanslar, seminerler düzenlenmesi. “Her hafta sosyalist bir roman, her ay bir ekonomi kitabı okunmalıdır.” tavsiyesi bu eğilimin en aşırı, biraz da gülünç, bir örneğidir. Parti tüzüğü, programı, organların kararları, çeşitli konularda Parti görüşünü açıklayan demeçler, yayınlar öğretim ve eğitim aracı olarak küçümsenmektedir. Gözler daha ziyade başka ülkelerde yapılanlara ve yazılanlara çevriktir ve bunları Türkiye şartlarıyla kıyaslayıp Türkiyeye aktarmak eğilimi vardır. Eğitimin örgütlenme ve politik eylemle ilişkisi, “eylem içinde ve eyleme dönük” eğitim ilkesi unutulmaktadır. Böyle bir anlayış, tutum ve eğilim daha ziyade Parti dışı çevrelerde yaygındır ama Parti içinde de bir ölçüde yansımaktadır.
Bu durumun çeşitli nedenleri vardır. Bir kez bütün toplumlar gibi Türkiye de dış dünyaya açıktır; dünya sosyalist hareketinde ve ülkelerinde yapılanlar, tartışılanlar, yazılıp çizilenler elbette Türkiye’de de yansıyacaktır, yansıması normaldir. İkincisi, Türkiye henüz dünya çapında ünlü sosyalist liderler, düşünürler, yazarlar yetiştirmediği için, Türk sosyalist hareketinin ve sosyalistlerinin Türkiye’de sosyalizmi gerçekleştirmek için yeni yeni ileri sürdükleri görüşler ve tezler yabancı ünlü yazarların, sosyalist liderlerin sözleri, fikirleri ve görüşleri kadar önemsenmemekte, küçümsenmektedir. Düşünce ve fikirde dışa dönüklük, eskisi kadar olmamakla beraber, hala sürüp gitmektedir. Üçüncüsü, kitap yoluyla sosyalizme gelen küçük burjuva aydınlar, eyleme iyice katılıp somut, pratik çalışmalarla yoğrulup eylemi yürütme sorunlarıyla fiilen karşılaşmadıkça, çok radikal, “keskin” olmak eğilimindedirler. Böyle bir eğilim sekterlik ve dogmatiklik tehlikesine yol açar.
Olumlu yanı ise, Parti’nin yukarıda açıkladığım, oy toplama kaygusuna fazla kaymasını, örgüt kadrolarını yetiştirme, emekçi kitleleri bilinçlendirme görevini ihmal etme eğilimini dengelemesi, ve Parti’yi, yakın zamana kadar büyük ölçüde objektif şartlar dolayısıyla başaramadığı bu işleri ele almaya itelemesidir. Son bir iki yıldır Parti, parti-içi eğitim ve örgütleri güçlendirme, merkezden destekleme işini, ele alıp rayına oturtabilecek duruma az çok gelmiştir. Araştırma -eğitim-örgütleme- eylem karşılıklı ilişkilerini doğru anlayıp sorunları doğru koyan ve böyle bütüncü ve sistemli bir çalışmayı başlatabilecek elemanlar vardır bugün Parti’ de. Ama eski alışkanlıkların devam etmesi ve sloganlarla, üst yapı sorunlarını, halkın şartlandırılmış durumlarını işlemek suretiyle oyları artırmak kaygusunun ağır basması yüzünden bu işler ihmal edilmekte devam etmiştir. Kitle partisi mi, kadro partisi mi olmalıdır yollu bir tercih sorunu yoktur bence. TİP, hem işçi-emekçi sınıf ve tabakaların birleşik hareketini temsil etmesi, bu kitleleri bilinçlendirip politik bir güç haline getirmeyi amaç edinmesi ve seçimlerle iktidara gelmeyi ön görmesi bakımından bir kitle partisidir, hem de bu iş ancak örgüt kadrolarının etkin, cesur, mücadeleci çalışmasıyla gerçekleşebileceği için kadrolara önem veren veya vermesi gereken bir partidir. Parti içi eğitim ise her şeyden önce eylem içinde ve üstünde, örgütlerin çalışma ve sorunlarıyla sıkı ilişkiler kurarak yürütülecek bir eğitimdir. Bunu söylemek, bir “kitap düşmanlığı”, daha formel nitelikteki eğitimi küçümsemek değildir. Sorun, kitapların ne zaman, nerede ve nasıl kullanı labileceği; kursların, seminerlerin vb. hangi yerlerde ne ölçüde uygulanabileceği sorunudur. Bu çok önemli kadro-kitle sorununda ne küçük, disiplinli, aydınların ağır bastığı bir kadronun “tepeden inme”, işçi-emekçi kitleler adına ve hesabına hareketi yürütmesi, “kitleleri peşinden sürüklemesi” söz konusudur, ne de bu kitlelerin “kendiliklerinden” bilinçleneceklerine, onların “tarihsel sezgisi”ne, “sağ duyusuna” pasif bir şekilde güvenmek, onlara sloganlarla, genel bir propaganda ile seslenmenin hareketin gelişmesi ve başarıya ulaşması için yeteceğine inanmak söz konusudur. Her iki unsurun eylem içinde karşılıklı etkileşmesi, kaynaşması, gitgide işçi-emekçi kitlelerden bilinçli ve bilgili liderler, aydınlardan da eylemde başarılı ve becerikli kadrolar yetişmesi gereklidir şüphesiz. Ne var ki, bu da kendiliğinden olacak bir iş değildir; Bugünden ve bugünkü durumdan hareketle böyle bir gelişmeyi sağlamak için sistemli veprogramlı çalışılması gerekir.
Seçim dönemleri baskısının ve oyları artırma kaygusunun ağır basması eğilimi ve bu eğilim karşısında beliren, parti-içi eğitimin, örgütleri güçlendirmenin, kitleleri bilinçlendirmenin önemine parmak basan itiraz ve direniş hareketi teorik alanda da yansımaktadır. Hatta ayrılıkve çatışma ilk teorik sorunların tartışılması ve eleştirilmesi düzeyinde belirdi. Sosyalizmde teorive pratik birbirinden ayrılmadığına göre böyle olması da normaldir. Birinci eğilim, üst yapı şartlarını ve sorunlarını -hem de alt yapıyı ve sınıf ilişkilerini hafifsemek, ya da arka planda bırakmak pahasına- ön plana almak ve çalışmaların ağırlık merkezi yapmak hedefine yönelmiştir, buna karşı çıkan hareket ise üst yapı sorunlarını, daima alt yapıyla ilişkin olarak ve sınıf düzenini ve açısını hiç gözden kaçırmaksızın ele almak ve işlemek görüşündedir.
Yakın zamanlara kadar sosyalist teoride üst yapı sorunları ve üst yapı-alt yapı (ekonomik sistem-sosyal politik müesseseler ve her türlü ideolojiler) ilişkileri üzerinde yeterince durulmadığı doğrudur. Sosyalist teoriciler ve düşünürler ve bilim adamları üst yapının önemini küçümsemiş değillerdir ve üst yapı-alt yapı karşılıklı ilişkilerinin ana çizgilerini belirtmişlerdir. Ama kapitalist sistemin doğuşu, gelişmesi, objektif kanunları sorunları o kadar zaman ve yoğun çalışmalar gerektirmiştir ki, sosyalist sisteme yönelen toplumlar o kadar büyük ekonomik kalkınma ve teknolojik gelişme sorunlarıyla karşılaşmışlardır ki, üst yapı sorunlarıyla gereğince meşgul olmaya pek zaman ve enerji kalmamıştır. Ancak sosyalist sisteme geçen toplumlar ekonomik kalkınmayı, teknik ilerlemeyi, kitlelere eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanması gibi sosyal sorunları çözdükten sonradır ki, üst yapı sorunları ön plana çıkmış, dikkatleri çekmeye başlamıştır. Henüz kapitalizm öncesi geleneksel toplum düzenlerini tasfiye edememiş az gelişmiş ülkelerin kalkınması ve sosyalizme yönelmesi sorunlarının ortaya çıkışı da üst yapı sorunlarına dikkatlerin çekilmesini etkilemiştir.
Yirmi beş, otuz yıllık sürede, üst yapı-alt yapı ilişkilerinin basitleştirilmiş şematik formüllerle izah edildiği bunun ise yeterli ve doğru olmadığı bir gerçektir. Bugün bu sorunların Batıda sosyalist teori alanında, son dönemin pratikteki sonuçları, olayların gelişmesi ışığında tartışıldığı, sosyalist teorinin, gerçek durumu ve olguları kapsıyacak şekilde geliştirilmeye çalışıldığı da doğrudur. Ne var ki, bu tartışmalarda her ileri sürü len görüş -söz konusu görüşün sahibi ne kadar ünlü kişi de olsa mutlaka ve tüm doğrudur diye kabul edilemez; eskiden ileri sürülen temel görüşler de mutlaka ve tümden yanlıştır denemez. Hele teorik sorun Türkiye’de ve Parti içinde enine boyuna incelenip tartışılmadan, Türkiye’nin gerçekleri etraflıca incelenmeden, kestirme yoldan sonuçlara varıp Parti politikasında uygulamalara geçmeye kalkışmak hem yanlış, hem de çok zararlı olur. Türk sosyalist hareketinin biricik politik örgütü TİP sosyalist rotadan kayabilir ve Parti bugünkü ortamda zor durumlarla karşılaşabilir.
Bir toplumda belli bir dönemde üst yapı sorunları ve çelişkileri ne kadar günün konusu (aktüel) hale gelse, tez elden acil çözüm gerektirse, bu durum, temel çelişkiye öneminden bir şey kaybettirmez; çünkü üst yapı çelişkilerini kendi başlarına -temel çelişkiyi bir yana veya ikinci plana bırakarak- ele alıp sosyalizm doğrultusunda bir çözüme kavuşturmak, veya bir çözüm yoluna sokmak mümkün değildir; sosyalist nitelikte olmayan, bunun için de emekçi kitleler yararına olmayan, bir çözüm şekli söz konusu olabilir ancak. Bir çelişkinin “temel” oluşu da budur zaten; öbür çelişkilerin sosyalizm doğrultusunda çözümünü belirlemesidir. Ama bunu söylemek, öbür çelişkileri (tali çelişkileri, üst yapı çelişkilerini) ihmal ederek veya önemsemeyerek, sadece temel çelişki üzerinde çalışarak toplumsal düzen sorunu çözülür demek değildir. Şimdiye kadar üstyapı sorunları ve etkileri ihmal edildi diye, bundan böyle dikkatleri ve çalışmaları bu yöne doğrultarak bu sefer de temel çelişkiyi, sınıfdüzenini ve ilişkilerini ihmal etmek olmaz. Alt yapı-üst yapı ilişkilerini gerek genel ve teorik düzeyde, gerekse toplumda somut olarak tespit edip sorunları açıklığa kavuşturmak gerekir. Biz sosyalistlerin görevi, işin kolayına kaçmak değil, üst yapı sorunlarının alt yapı ile, sınıf düzeniyle, karşılıklı bağlantısını kurarak emekçi kitleleri sınıf bilincine vardırmaktır; onları, sınıf ilişkileri dü zeninin değiştirilmesiyle ancak diğer bütün sorunların tam ve kesin bir çözüme kavuşturulabileceğine inandırmaktır. Emekçi kitleleri bilinçlendirmek budur ve bilinçli oylar ancak böyle elde edilebilir.
Ayrıca, bir sömürü düzenini ayakta tutan şey, sadece, sömürücü sınıfların ekonomik ve politik güçlülüğü, ceza kanunları ve polis aracılığıyla sömürülen sınıfları baskı ve kontrol altında tutuşları değildir. Sömürüye dayanan düzeni haklı, hiç değilse ·tabii ve normal bir düzen gibi gösteren fikir ve inançların -egemen sınıflar ideolojisinin- sömürülen sınıflarca da kabul edilişidir asıl düzeni ayakta tutan. Sömürülen sınıflar sömürü cü egemen sınıfların ideolojisinden koptukları, bu düzenin dayandığı fikirlerin, inançların, sosyal değerlerin yanlış, haksız, geçersiz olduklarını anladıkları zaman düzenin temelleri sarsılır ve cezalar, polis baskısı yetmez olur sosyal değişme sürecini önlemeye. Bu nedenle de, her ne kadar kitlelerin bugünkü ideolojik durumunu dikkate almak gerekirse de, yapılacak iş bu duruma pasif bir şekilde uymak, nabza göre şerbet vermek değildir; sistemli ve örgütlü çalışma ile kafaların bugünkü sömürü düzeninden yana şartlandırılmış durumunu değiştirmektir. Emekçi kitlelerin bugünkü düşünce düzeyini, inandığı sosyal değerleri, şikayet ettiği somut sorunları dikkate almadan, soyut bir sosyalizm propagandası (örneğin, kahve toplantılarında sömürünün, artık değerin, sınıf kavramının bilimsel anlatımı) ne kadar verimsiz, halkı partiden ve sosyalizmden uzaklaştırıcı olursa, halkı bugünkü durumunun temel nedenlerinin ve kendi sınıfının bilincine vardırmayan bir çalışma da -kısa sürede oy getirse bile- Türkiyenin sosyalizm doğrultusuna sokulması, halkın sömürüden kurtulması açısından aynı derecede kısır ve olumsuz olur.
Çok önemli bir başka nokta TİP’in bir bütün olarak sosyalist bir örgüt ve hareket olarak, kendi kendisiyle bir çelişki içerisinde oluşudur. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum. Bu, Türkiye gibi az gelişmiş bir ülkenin aşamalardan geçerek sosyalist düzeni oluşturma ve gerçekleştirme zorunluğundan doğan normal bir çelişkidir. Ama iyi anlaşılıp doğru uygulamalarla bir çizgide tutulmazsa yanlış gidişlere, sosyalist rotadan sapmalara yol açabilecek bir çelişkidir. TİP, Türk toplumunun evriminde son hedef olarak sosyalist bir düzeni öngördüğü için ve sosyalizm yönünde kalkınmanın ilk aşamasında “Ulusal ekonomide kilit taşı vazifesini görenlerden başlıyarak ve ekonomik kalkınma ve sosyal ilerlemenin gerekli kıldığı bir sıra izliyerek, büyük üretim ve mübadele araçlarını devletleştirmek” kararında olduğu için sosyalist bir partidir. Kalkınma yöntemini belirten programı bilimsel sosyalizmin koyduğu esaslara dayandığı için sosyalist bir partidir. Bu programın, “işçi sınıfını ve bütün emekçi halk yığınlarını eğitip aydınlatarak ulusal kalkınma ve ilerlemenin bilinçli kuvveti haline getirmek” ile ve onların iktidarında gerçekleşeceğine inandığı için sosyalist bir partidir. Ama iktidara geldiği zaman programında uygulanacağı belirtilen düzen ·bütünüyle tam bir sosyalist düzen değildir; “sanayileşmeye öncelik veren, planlı, emekten yana ve emekçi halk yığınlarının iştiraki ile işleyen bir devletçiliğin, ulusal ekonomide, sosyal ve kültürel hayatımızda düzenleyici ve yönetici temel kuvvet” olacağı, özel sektöre de yer veren bir “karma ekonomi” düzenidir. Yapacağı ilk iş, toprak reformu, sosyalist değil, burjuva nitelikte bir reformdur. “Ne var ki, TİP’in ön gördüğü nitelikte bir toprak reformunu hiç bir burjuva partisi programına almaz ve hiç bir burjuva iktidarı böyle bir reformu gerçekleştirmez.”
İlk bakışta garip gibi görünür ama, TİP programı bilimsel sosyalizmi esas aldığı içindir ki, iktidara geldiğinde bütünüyle tam bir sosyalist düzeni öngörmemektedir. Çünkü bilimsel sosyalizm, masa başında, ideal şartlara göre ideal bir sosyalist düzen planı yapmak değildir. Sorun toplumun objektif şartlarına, tarihsel aşamasına uygun sosyalizm rotasını çizmektir. Türkiye gibi sanayileşmemiş, geri teknikli bir tarım ülkesi bütünüyle tam bir sosyalist düzene birden geçemez, sözünü ettiğimiz çelişki bundan doğmaktadır.
Bu çelişki birtakım fikir karışıklıklarına, bunun sonucu olarak da davranış ayrılıklarına, tartışmalara yol açmaktadır. Partinin bu iki yanlı, ama normal, niteliğini kavrıyamayanlar TİP’in sosyalist bir parti olduğunu, emperyalizme karşı mücadelenin aynı zamanda sosyalizm için, yani sosyalist hareketi geliştirme ve işçi-emekçi sınıfların sosyalist partisini iktidara getirmek için bir mücadele olduğunu reddetmektedirler. Yine bu çelişkinin dolaylı bir sonucu da, işçi sınıfından gayri emekçi sınıfların TİP’in “tabanı” olup olmadığı tartışmasıdır. Ama bu çelişkinin asıl ortaya çıkardığı önemli sorun şudur: TİP’in programı, sosyalizmi ve Türkiye’nin şartlarını iyi bilen ve doğru değerlendiren bir yönetim elinde sosyalizmi götürecek bir eylem programıdır, ama bu yeteneklere sahip olmayan yöneticiler elinde bir hareket bu programla -ona şeklen bağlı kalarak- sosyalizm rotasından uzaklaşabilir, sapabilir de. Çünkü ilk aşamadaki “karma ekonomi” düzeninde ekonominin kapitalist kesimini gerçekten merkezi plana bağlı ve milli ekonominin gelişmesine yararlı bir çizgide tutmak, bu kesime bağlı sermayeci sınıfların yeni düzeni baltalama ve ekonomiyi kapitalizme doğru kaydırma çabalarını frenlemek, devlet sektörünü devlet kapitalizmi olmaktan çıkarıp sosyalist bir muhtevaya dönüştürmek, keskinleşmiş bir sınıf mücadelesi ve kapitalizmin etkilerinin devamı ortamında başarılması çok zor işler olacaktır.
Bu şartlar altında programa şeklen bağlı kalınarak onun sosyalist özü gerçekleştirilmeyebilir. Böyle olmaması için işçi-emekçi sınıfların eğitilip, örgütlendirilip bilinçlendirilerek sosyalist iktidar için hazır hale getirilmeleri gerekir. İşçi-emekçi sınıflar şimdiden iktidara hazırlanmalıdırlar ki, parti örgütünün bürokratlaşması önlenebilsin ve iktidar alındığında bu parti kadrolarının değil işçi sınıfı öncülüğünde tüm emekçi sınıfların ve onunla kader ve iş birliği eden öbür sınıf ve tabakaların gerçek iktidarı olsun. Bunun şartı da bugünden sosyalist nitelikte bir örgütlenmeye, eylem içinde ve eyleme dönük sosyalist eğitime önem vermektir; işçi-emekçi sınıfları demokratik hak ve hürriyetlerine sahip çıkartarak politik mücadeleye sokmaktır. Buna önem vermeyen, bunu çalışmalarında birinci plana almayan bir parti yönetimi, işçi-emekçi kitlelerin eğitilip örgütlendirilmesini, bilinçlendirilmesini şart koşan parti tüzüğünden ve ileride programın gerçekleştirilebilmesi gereğinden sapmış sayılabilir.
Son olarak, bir çelişki daha çıkmıştır ortaya. Gençlik ve işçi hareketleri ve daha gerilerden köylü hareketleri hızlanmış, daha mücadeleci bir nitelik kazanmıştır. Bunun sonucu, görünüşte hukuk düzenine aykırı “şiddet” hareketleri baş göstermiştir, eğitim ve iş yerlerinin ve ağaların elindeki hazine topraklarının işgali gibi. Görünüşte hukuk düzenine aykırı diyorum, çünkü hukuk, toplum içi ilişkileri düzenleme, uyumlaştırma ihtiyaç ve gereğinden doğmuştur, bu ihtiyaç ve gereklere cevap vermek zorundadır. Vermedi mi, kanunlar usulüne uygun çıkarılsa ve yürürlükte de olsalar sosyolojik anlamda “meşrıl” yani geçerli ve uygulanabilir olmazlar. Sınıflı toplumlarda ise hukukun somutta ifadesi olan kanunlar çok büyük ölçüde egemen sınıflar çıkarlarının ve ideolojisinin etki ve izlerini taşırlar. Bunun için sömürüye ve sömürü düzeninin baskı, şiddet ve haksızlığına karşı mücadele, bir noktada, mevcut kanunlara karşı mücadele şeklini alır. Kanunlar Anayasanın lafzına ve ruhuna aykırı hükümler taşıyorsa, veya toplumun bugünkü ihtiyaçlarına cevap vermiyorsa, çağın eğitim, özgürlük, insan haysiyeti ve insanca yaşama anlayışına uymuyorsa, “Filanca hareketler kanuna aykırıdır, şiddet hareketleridir, haklar kanun yolundan aranmalı ve alınmalıdır,” sözleri anlamsız ve geçersizdir, tutarsızdır da üstelik. Kanun gerekli hakları verseydi, hak arama ve alma söz konusu olmazdı. İstenilen ve gerekli hakları tanıyacak kanunlar çıkartılmıyor ve bunun yarattığı huzursuzluk ve bunalımlar cana tak deyip “şiddet” hareketlerine yol açıyorsa, kabahat, bu kanunları çıkarmayanlarda değil midir? Kanun hakkı veriyor da sorumlu makamlar, müesseseler uygulamada vermiyorlarsa, o zaman da bu duruma karşı çıkanları değil, hakkı vermeyenleri suçlamak gerekir.
Sartre’ın belirttiği gibi,2 gençlerin ve işçilerin giriştikleri “şiddet” hareketleri aslında “karşı şiddet” hareketleridir; sadece, polisin kullandığı, coplama, dövme, gaz bombaları atma gibi hareketlerine karşı değil, asıl düzenin şiddet hareketlerine karşı şiddet hareketleridir. Kamuoyu bu konuda aydınlatılmıyor, aldatılıyor hep, diyor Sartre. Düzenin uyguladığı “şiddet”in farkında değil. Şiddet hareketi denince hep işgal, barikat kurma, araç yakma, dövüş, kavga gibi davranışlar akla geliyor. Düzenin “şiddet”i gözlerden gizli kalıyor. Oysa, işçiyi her an işinden çı karma tehditi altında tutan ve bunu dilediğinde kullanan; dü şük ücretlerle, binbir hileli tazminat ödememe usulleriyle işçiyi devamlı geçim sıkıntısı içinde bunaltan, iş yerinde bir toplama kampı usulleri uygulayan patron “şiddet” usulleri kullanmaktadır. Çevresindeki topraklar ağalar tarafından gaspbedilmiş, köylerde geçim kaynaklarından yoksun bırakılmış, ot toplayarak yaşamaya çabalayan yarı aç köylüler de en ağır bir “şiddet” düzeni altında ezilmektedir. Gençler “şiddet” hareketlerine -işgallere- giriştikten sonra ancak eğitim sisteminin “yenileşmesini”, “demokratikleşmesini” kabul eden, yeni haklar tanıyan üniversite, demek ki, daha önce eski sistemi sürdürmekte direnmekle gençlere bir baskı ve şiddet rejimi uyguluyordu. İnsanları geçim kaynaklarından, eğitim haklarından yoksun bırakmak, onlara karşı “şiddet” kullanmanın ta kendisidir. Kısacası, bir benzetme yaparsak, bir insanın bir başkasına silah çekip onu vurması bir “şiddet” hareketidir de, dıştan belli olmayan cebindeki silahın namlusunu öbürünün böğrüne dayayıp ona istediğini yaptırması aynı derecede bir şiddet hareketi değil midir? Birinci durumda şiddet açıktır, herkes görür, kabul eder. İkincisinde açıkça görülmez, dıştan bakıldığında iki kişi yan yana yürüyor gibidir, ama şiddet kullanma durumu aynıdır. Gençliğin, işçilerin ve köylülerin karşı koydukları şiddet bu ikinci örnekteki gibidir, dış bakışlardan gizlidir, ama bütün şiddetiyle yürürlüktedir. Su başlarını tutanlar bu durumu kamuoyundan saklamakta ve kamuoyuna dönüp, “işte görüyorsunuz, her şey sakin, yolunda giderken gençler, işçiler ve köylüler kanuna karşı çıkıyorlar, kargaşalık, huzursuzluk yaratıyorlar,” demektedirler. Sosyalistlere ve bütün ilericilere düşen görev, bu gizli şiddet düzenini ve usullerini bütün çıplaklığı ile ortaya koymak, kamuoyunu bu konuda aydınlatmak ve her halde gençleri, işçileri ve köylüleri onları ezen şiddet düzenleri’ve usulleri karşısında yalnız bırakmamaktır.
Bu sorun, şüphesiz, mevcut şekli hukuk, yani kanunlar altında kurulmuş ve faaliyet gösteren örgütleri -partileri, sendikaları, ilerici dernekleri- çelişkili ve zor bir durumla karşı karşıya getirmektedir. Duverger’nin işaret ettiği üzere,3 “müesseseleşmiş” kuruluşlar ve hareketler -en ilerici ve devrimcileri dahil- varlıklarını ve günlük faaliyetlerini sürdürebilmek için mevcut düzene az çok uyma (intibak etme) zorundadırlar. Hem toplum düzenini değiştirme hedefi ve eylemi güdeceksin, hem de o düzene uyma zorunluğunda olacaksın, işte dengede tutulması güç bir çelişki. Ayrıca, her örgütlenmenin ve müesseseleşmenin değişik ölçülerde katılaşmaya, “bürokratlaşmaya” yol açtığı ve böyle bir eğilim doğurduğu da örgütlenmenin ve müesseseleşmenin sosyolojik bir hastalığı gibi görünüyor. Öte yandan, örgütlenmeden, sınırlayıcı birtakım kurallara uymadan, durumu, şartları, imkanları doğru değerlendirmeden, ani patlamalarla bir sosyal hareketi başarıyla yürütmenin, hedefe ulaştırmanın imkanı yoktur. Yerleşik, örgütlü hareketleri katılaşmadan, alışkanlıkların tutsağı olmaktan kurtarıp bu yeni hareketlerin dinamizmi ile aşılamak, ikincileri de, canlılıklarını ve girişim yeteneklerini yitirtmeden, kısa süreli patlama hareketleri olmaktan çıkarıp hedeflere sürekli şekilde yönelen düzenli hareketler haline getirmek gerekiyor.
Sosyal mücadelelere alışık olmayan, söz konusu hareketlerin niteliğinin ve nedenlerinin kamuoyunca hemen hiç anlaşılmadığı veya çok az anlaşıldığı ve çok yüzeysel, “Protestolarını kanun dairesinde yapsınlar, haklarını kanun yolundan alsınlar” mantığının kolayca geçerli kabul olunduğu Türkiye için bu çelişkiler ve doğurduğu sorunlar daha da önemlidir. Türk sosyalist hareketi, partisiyle ve parti dışı örgüt ve çevreleriyle, bu bozuk düzeni değiştirme, toplumu ilerletme hareketlerinin en önünde en cesur mücadeleyi vermedi mi, varlıklarını ve sosyalist niteliklerini yitirirler. Objektif şartları ve durumu iyi değerlendirmek, provokasyonlara kapılmamak gereği vardır şüphesiz, ama bu gerekçe ile pasif, hareketsiz ve toplumdaki güçlerin, kitlelerin verdiği mücadeleden kopuk duruma düşmek de vardır. Anayasa çerçevesi içinde faaliyet göstermek, seçimlerle iktidara gelmeyi öngörmek birtakım rizikoları ve bunları göze almak gereğini ortadan kaldırmıyor, çünkü karşı taraf Anayasaya saygılı değil, hatta Anayasadan da çoğu zaman daha dar kapsamlı kanunlara dahi; çünkü karşı taraf toplumun yeni ihtiyaçlarının gerektirdiği kanunları çıkarmıyor, tedbirleri almıyor. Sosyalizme giden yol, hangi şartlar altında ve ne yöntemle olursa olsun hiç bir zaman dikensiz, rizikosuz bir yol değildir.
1Benimsediğimiz bu metot, sosyal olayların izahında kişisel faktörleri mutlak surette reddeden bir determinizm, anlayışına dayanmamaktadır. Temel nedenlerden daha üst düzeylere doğru zincirlemede, en üst düzeyde, “tesadüfi” olaylar önem ve ağırlık kazanır. Kişilerin, hele karar verme durumunda olan yöneticilerin davranışları bunlar arasındadır. Ayrıca, önemli tercihlerin, yol kavşaklarının belirdiği durumlarda kişilerin kararlan ve davranışları daha da önem kazanır. Ne var ki, bu “tesadüfi” dediğimiz, kişisel davranış ve kararlan da belirleyen -bireysel faktörlerin ötesinde- sosyal faktörler vardır.
2J.P. Sartre, “Eğitim Zindanları”,Antdergisi, 16 Temmuz1968, sayı 81.
3M. Duverger, ‘Avrupa Gençliğinin Başkaldırısı”,Antdergisi, 25 Haziran, 1968, sayı78