KAPİTALİZMİN BİR “DEĞERİ” VAR MIDIR?

Mahir Konuk / 03.06.2023

Kapitalizmin bir toplumsal varoluş biçimi olarak kendi başına bir değerinin olup olmadığı gibi bir soru, bu şekildeki soruş biçimiyle, yani ayrı bir tartışma başlığı yaratacak şekilde günümüzde sermaye cephesi ve emek cephesinin temsilcileri tarafından pek sorulmayan, ama bizim için birçok sorunun kapısını açacak olan, çok önemli bir soru niteliğindedir. Artık sorulma zamanı gelmiş de geçmiş olan bu soru, gerçekte o kadar önemlidir ki, iflah olmaz bir bağnazlıkla post-modern bir zırvalamanın işlemez hale getirdiği kritik düşüncenin önünü açarak insan aklının yaratıcılığının yeniden özgürleştirilmesi için mutlaka açıklıkla sorulması gereken bir sorudur. Aynı zamanda yeniden canlanan sınıf mücadelesine bağlı bir siyasal pratiğin kendi hedefini doğru tayin etmesi ve akıcılığını hedefe ulaşma ile taçlandırılması için de gerekli hale gelmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse böylesi bir tartışma zaten adı bile konulmadan toplumsal pratiğin dayattığı olgular üzerinden tartışılmaktadır ve, “siyasi öncü” veya “düşünce insanı” dediğimiz kesimin meseleye kayıtsız kalan bir tavrını da sollayarak kendiliğinden bir şekilde kendi yolunu çizmeye bir süredir başlamış bulunmaktadır.

Neoliberal, liberal faşist sağ ve “sol” -ki bunlar artık post-modern bir bağın birleştirdiği bir tek vücuda dönüşmüş bulunmaktadır- için, böyle bir sorunun sorulması bile anlamsız kaçmaktadır. Onlara göre, nasıl ki “para” her şeyden önce bir ekonomik değer ölçüsü değil de “değer” dediğimiz şeyin bizzat kendisi ise, “kapitalizm” de toplumsal ve tarihsel bir varoluş biçimi olarak, ezelden olamasa bile en azından “ebediyete” kadar toplumsal varoluşun “zirve yapmış” biçimi” olmaktadır. Yapılan tanımlamalardan –özellikle liberal solcularınkinden- rahatlıkla çıkarabileceği üzere, sadece “insan” olabilmek” için olmuş olunsa dahi, “kapitalist” olmak ve/veya burjuvazinin bir parçası olmak, her şeyden önce olunması gereken bir varoluş biçimine karşı gelmektedir; eğer kendinizi ne idüğü belirsiz de olsa “solcu” olarak tanımlıyorsanız, “sosyalist” veya “komünist” olmanın “ön şartı” olan biçimine! Bu durumda “kapitalizmin kendinde bir değeri var mıdır?” diye bir soru sormak tıpkı “Allah’a şirk koşmak” kadar varoluşsal bir günaha davet anlamına gelmektedir. Böylesi burjuva varlığını sorgulayan bir sorunun ancak şuuraltında var olma hakkı olabilecektir!

Liberallerin dışında kalan “radikal sol” muhalefet için de bu soru, hem teorik-kavramsal ve hem de pratik-siyasal anlamda genellikle bir “tabuya saldırı” etkisi yaratmaktadır ve genellikle şuur altında tutulan ve zorlanmadığı taktirde şuur alanına sadece “dil sürçmesi” veya “gayrı iradi” davranış olarak çıkabilmektedir.1 Bu ise, devrimci muhalefetin çeşitli biçimlerde ifade ettiği son derece trajik bir duruma karşı gelmektedir. En az yarım asrını paylaştığımız “radikal devrimci sol” muhalefet ile bizim izlediğimiz ideolojik çizginin ayrışmaya başlamasının kırk yıllık bir tarihi geçmişi bulunmaktadır.

İlk ayrışmamız seksenlerin başlarında “Marksizm nedir?” sorusu üzerinde düğümlenmişti. Biz, bu soruya, hala ve büyük bir kararlıkla devamcısı olduğumuz bu öğretinin toplumsal pratikte her tarihsel koşul altında yol göstericiliğini yapan “yöntem” ve “düşünce biçimini” ön plana çıkararak bir cevap arama yolunu seçtik. “Marksizm’in bilimsel yasaları” olarak uygulamalara ilişkin “evrensel” ve “zaman üstü” olarak gördükleri genellemelerini hareket noktası olarak alanlarla bu yüzden bir yol ayrımına geldik. Bugün bulunduğumuz noktada ve toplumsal ve siyasal deney birikiminin ışığında, bu ayırımı, özünde “Marksist-Leninist ilke” olarak değerlendirilen –ki bunu bizim de bir bohçaya sarıp bir yana istif ettiğimiz filan yok- teorik muhtevaya karşı takınılan “materyalist” ve “rasyonalist” yaklaşımları arasındaki ayırım olarak değerlendirmekteyiz. Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse, “bilimsel” nitelikli yasalar eğer her türlü pratiğin –fizik veya toplumsal evren alanında olması fark etmez- dışında ele alınırsa, tıpkı “dini dogmalar” olarak işlev görecek ve teorik veya pratik sorun çözmede etkisiz kılınmış olacaklardır.

İkinci yol ayırımı, doksanlarda makro-ekonomik ve sosyolojik genel bakışlarda iyice belirginleşerek görünür hale gelen ve bizim, saha araştırmalarımızda da kendisini gözlem yaparak bireysel içsellikler üzerinden tanımlamaya çalıştığımız “kapitalizmin krizinin” günümüzde var olduğu biçimde nasıl bir niteliğe sahip olduğu konusuna ilişkin olarak ortaya çıkmıştı. Biz, geri dönüşsüz ve kapitalist sistemin artık toplumsallaşamadan (kronik bir şekilde sürekli artan işsizlik ve yeniden en azından benzer şartlarda istihdam imkansızlığı) yapısallığını korumaya giriştiğini (siyasi iktidarın sürekli bir şekilde katılaşması olgusu), bunun ise “sistemin” ölümün eşiğinde olduğunun göstergesi olduğunu söylüyor ve paralel olarak da başkaldırının öznel şartlarının da hazırlanmakta olduğunu ileri sürüyorduk (Bkz. Denge ve Devrim, El yayınları). Muhataplarımız ise özet olarak sen hayal görüyorsun, kapitalizm bir yolunu bulur demekle yetiniyordu.

Bugün geldiğimiz noktada biz, “komünist devrim” pratik bir sorun çözücü olarak “insanlığın gündeminin ön sıralarına geçmiştir” derken; muhataplarımız bizi “rüya görmekle” suçlamaya devam etmekte ve gündemde olanın “burjuva-parlamenter” bir yönetim biçimi olduğunu öngören “burjuva demokratik” nitelikli bir “devrimin” özellikle Türkiye’nin siyasi gündeminin ilk sırasında olduğunu vazetmektedirler.

“Radikal-devrimci” kesimde onlarca yıldır tespit ettiğimiz sürekli gerileme halinin en elle tutulur nedeninin bizim her dönemde bir “toplumsal varoluş” biçimi olarak komünizmi her şeyden önce sürekli güncellenen pratik bir sorun olarak görmemize karşın, diğerlerinin varoluşsal olan bu sorununu aktüel olarak öncelikle teorik bir mesele olarak algılamaları ve gerçekleşmesini sorununu da güncel pratiğin dışında adeta “zaman mekandan ayrı bir geleceğe” havale etmeleridir. Anlaşılacağı üzere bugün içine düştüğümüz ve temelli bir ideolojik kopma oluşturan ayrılıklar süreci, kırk yıl öncesinin “Marksizm nedir?” sorusuna bağlı olarak gelişen “kapitalizm nedir?” tartışması ile lanse edilmişti…

Sonuçta, “kapitalizmin değeri” bir sermayedar için her şeyden önce sonsuza kadar sürecek olan sınırsız bir şekilde temerküze sunulmuş “para” demektir ve her gerçek kapitalist bu işlemin, sermayenin hayatın yeniden üretime katılması yoluyla toplumsallaşmasından başka bir yolla gerçekleşemeyeceğini bilir ve sırf bu nedenden dolayı “kapitalizmin” sadece bitkisel hayatta tutularak varlığını devam edeceğinin birçok “radikal” görünümlü muhaliflerinden de çok daha fazla farkındadır.

Sermayenin toplumsallaşma sürecinde belli bir an gelir –ki biz bu eşiği geçmek için temelli bir adımı çoktan beri atmış bulunuyoruz- ve bir taraftan sermaye hayatın yeniden üretiminde toplumsallaşarak kendi tabiatına uygun olarak sınırsız ve aradığı rantı koruyarak temerküzü sağlayamadığı gibi, toplumlaşma yokluğundan dolayı emekçi bireylerin doğrudan bir şekilde kendi sistemine entegre edilmesini de sağlayamaz duruma gelir. Bunun diğer adı ise, emekçinin insan hayatını sürekli yeniden üretmede sermayenin varlığına teorik ve pratik bir ihtiyacı kalmadığı, sermayenin tahakkümünde olmayan bir insan toplumunun hızla örgütlenmesini ajandasına aldı demektir. Lenin’in deyimiyle bu durumun genel adı “devrimci durum”dur. Artık halledilmesi gereken, öznel koşulların sınıf mücadeleleri sürecinde yeterli olgunluğa erişmesi meselesidir. Sermaye ve sermayedarlar sınıfı ile insan toplumu ve emekçiler sınıfı, birinin diğerini tümüyle ortadan kaldıracağı, alışılmış türde olmayan bir sınıf savaşımı başlamış demektir. Bu savaşın adı, bütün otantik Marksistlerin bildiği “Komünist Devrim”, veya Enternasyonal Marşının ünlü nakaratında da belirtildiği gibi “C’est la lutte finale” (Bu kavga son kavgamızdır) dır. Böylece kapitalizm, insanlığın kendisine, genellikle her bireyin sahip olduğu sınıfsal konumlamaya uygun olarak verdiği bütün değerini yitirecek, böylece “Tarihin çöplüğüne atılmış” olacaktır.

Üç kağıtçı yazarımızın bu konuda yaptığı hezeyanlarının eleştirisine geçmeden önce, onun, sermayenin kitabına uygun bir biçimde yarattığı yöntemsel ve kavramsal kargaşada yolumuzu aydınlatacak olan şu genel tanımlamayı yapabiliriz: Kapitalizmin değeri, evrendeki her şey gibi oluş halinde olmadan var olamayacak olan insan toplumsallaşmasının ona verdiği değere eşittir. O halde kapitalizmin insan toplumsallaşmasında basit bir araç olarak sahip olduğu bu değer, onun kendi oluşumu içinde aldığı biçimlere göre ayrı ayrı belli dönemlerin içindeki niteliklerine göre değerlendirilebilecektir. “Serbest rekabetçi dönem”, “emperyalist dönem” ve “toptan çöküş” veya “yok-oluş-ediş” döneminin damgasını vurduğu günümüzde aldığı biçimiyle “küreselleşme dönemi”.

Artık el çabukluğu ile olguların ve kavramların içini boşaltmak üzere gerçekleştirdiği sermayenin çıkarlarına uygun “kurgusal düzen” üzerinden yakından tanıdığımız üç kağıtçı yazarımız Harari, kapitalizmin kendi tabiatına uygun olarak gerçekleştirdiği ve onun tarihsel bir “kavram” veya “nesne” olarak sahip olduğu düzeni alt üst ederek –ki, bu işi tarihsel bir varlık olarak bitmiş olmasına bağlı olan bir aciliyetle yapılmaktadır- onun tabiatını değiştiren terimlerle (“modern ekonomi” gibi, mesela) sonu başa getirip küresel dönem kapitalizmin sermayesinin sahip olduğu özellikleri, -sanki “kapitalizm sadece bu” imiş veya, hep bu şekilde var olmak için şimdiye kadar vaktini boşa harcamış gibi- kapitalizm tanımı olarak, kitabında konu ile ilgili bölümde başa getirmiştir. Biz ise kendi eleştirimize, söylenenleri yaptığımız “kapitalizmin değeri” tanımına uygun olarak, oluş sürecinin başından başlayarak sahip olduğu maddi düzene bağlı olarak sergileyeceğiz.

“Klasik dönem” kapitalizminin değeri

Marksist literatürde daha çok “Serbest rekabetçi dönem” olarak adlandırdığımız bu dönemin tartışmasını Harari, A. Smith ve öğretisini ileri sürerek gerçekleştirmeyi tercih etmiş. Marks’ın kendi ekonomik teorisini sergilerken (“Das Kapital”) sürekli olarak eleştiri gündeminde tuttuğu bu İngiliz filozof-ekonomist ile ilgili olarak şunları aktarmakta:

Smith’in, İnsanların bencil bir şekilde kar etme dürtüsünün, kolektif zenginliğin temeli olduğu iddiası, insanlık tarihindeki en devrimci fikirlerden biridir. Sadece ekonomik değil, ahlaki ve siyasi anlamda da devrimci bir fikir. Smith’in söylediği kısaca şudur: Açgözlülük iyidir ve ben zenginleşerek sadece kendimi değil, tüm topluma fayda sağlıyorum. Egoizm althüizmdir.

Smith insanlara ekonominin bir “kazan-kazan durumu” olduğunu, yani birinin karının sizin de karınız olduğunu düşünmeyi öğretti… Smith zenginlikle ahlak arasındaki geleneksel karşıtlığı yıkarak, zenginler için cennetin kapılarını açmış oldu.” (S. 308)

(Liberal ekonominin teorisyeni Adam Smith, 21. yüzyılda görüşlerinin Çin’de yankı bulduğunu, kapitalist restorasyon sonrası “komünist”Çin’in liberal-piyasacı sistemin yılmaz bir savunucusu olduğunu görseydi, buna en çok şaşıranlardan biri olacağı kuşkusuzdu-editör)

Lamı cimi yok! Sahtekarın önde gideni olarak, bir üç kağıtçının ulaşabileceği limitlerinden de çok ilerisine geçmiş de olsa yazarımızın hakkını verip, bu sefer anlatım berraklığından dolayı kendisini öncelikle tebrik etmemiz gerekiyor: Liberal teorinin kurucusu bir kuramcıdan çıkarak serbest rekabetçi kapitalizm ile küresel kapitalizm, geleneksel liberalizm ile neoliberalizm, doğrusu ancak bu kadar mükemmel bir şekilde birbirlerine bağlanabilirdi! Bunun yanında, hezeyanlarla da dolu olan ve esas olarak komünizm ve Marksizm düşmanlığı üzerine inşa ettiği kitabında bu alanda sadece, tutarlı tutarsız hiçbir argüman ileri sürmeden çamur atması veya kara çalarak okuyucuyu bir kara deliğe dönüşmüş olan kapitalist sistemin “horizon”u (ufku, çeperi) olan neo-liberal ideoloji üzerinden yönlendirmeye çalışmasına karşı sessiz kalmamız tabii ki mümkün olmayacaktır. Evet, yukarıdaki alıntılardan klasik ve yeni dönem liberalizmini en kestirme yoldan birbirine bağlayan yolu, Marks’ın aynı zamanda bir “A. Smith eleştirisi” de olan eserini görmezden gelerek bağlaması, bir “bilimsel davranış” sonucu gerçekleştirilmiş bir şey değil, ama sınıf mücadelesinde siyasal bir amaç güden karşı devrimci bir tuzak olmaktadır. Açıklayalım, o halde…

Smith’in 1700’lü yıllarda, yani “İnsan insanın kurdudur” önerisini kendisine çıkış noktası olarak alan Hobbes’tan bir asır sonra, “Aydınlanma Hareketinin” tavan yaptığı bir çağda ve özellikle de (Bunun altını iyice çizerek söylüyoruz!) Anglosakson düşünce geleneğinin çok sadık bir sözcüsü olarak, insanı ve toplumsal ilişkiyi her şeyden önce “bencil”, “açgözlü”, “egoist” olarak tanımlaması özel bir anlam taşımaktadır. T. Hobbes, sermayenin yaygın bir şekilde henüz toplumsallaşamamış olduğu bir dönemde yaptığı bu gözlemden ürkmüş ve bu durumu yerleşik aristokratik sınıf tahakkümüne dayalı düzenin sonu olarak yorumlayarak, “Devlet”i yani yerleşik iktidarı “göreve” çağırmıştı; tıpkı Machiavel’in “Prens” (Hükümdar” adlı eserinde çok daha önceden yaptığı gibi.

(Avrupa’nın büyük alt üst oluşunda iktidarı savunma perspektifiyle her türlü etik dışı davranışın makbul olduğunu savunarak, siyasal felsefeye “Makyavelizm” kavramını kazandıran muhafazakarlığın öncülerinden Niccolo Machiavelli ve eseri Prens-editör)

Aynı zamanda “Ulus-Devlet” formasyonların gelişip serpilmeye başladığı bu dönemi toplumsallık biçimi olarak “burjuvalaşma” dönemi olarak da adlandırabiliriz. Burjuvalaşma, yani “bireyleşmenin” toplumsal pratikte ön plana geçtiği dönem; bir yanıyla bireysel despotluk da demek olan “aristokratik” barbarlığın “demokratikleşerek” hızla yaygınlaştığı dönem: İşte, gerek Machiavel’i ve gerekse Hobbes’u sınıf hakimiyetini “insanlığın kaderi” olarak yorumladıklarından dolayı ürküten ve bu yüzden tepkici bir tavra sürükleyerek “geçmiş düzene ricat” etme düşüncesine saplandıran da bu değil midir? Komünist Manifesto okuyucuları, “kontrol edilmiş veya sınırlanmış” barbarlık “feodal –veya gerici- sosyalizm” başlığında bir siyasal akım olarak işçi sınıfı hareketi içinde de yankısını bulduğunu bilecektir.2

“Kapitalizmin değeri, insanın toplumsallaşmasının kendisine verdiği değer kadardır” gerçeğine uygun olarak, Smith’in aktardığımız alıntıdaki sözleri de, bir taraftan Machiavelli’den, Hobbes’tan geçerek kendisine uzanan düşünsel ve siyasi çizgide bir devamlılık göstermiş olsa ve her ne kadar “Devlet ve kural karşıtı” imiş gibi görünse de,3 çağına uygun olarak anlam kazanan sözlerdir. Mesela, kendi başlarına toplumsallaşamadan var olamayan bir canlı türü olan insanın tabiatına aykırı olan –her ne kadar kapitalizmin tabiatına uygun olsa da- hem “Açgözlülük iyidir ve ben zenginleşerek sadece kendimi değil, tüm topluma fayda sağlıyorum. Egoizm althüizmdir” önermesi ve hem de kapitalizmin bir “kazan-kazan durumu“ olduğunun bir anlam taşıması ancak, kapitalist sistemin sermayenin toplumsallaşmasının tarihin ve toplumun gündemine 18. Ve 19. Yüzyıllardan itibaren bütün ağırlığıyla çökmüş olmasıyla doğrudan ilgili bir durumdur. Aynı zamanda yine bu durum, Smith’in kapitalizmi tanımlarken yaptığı nitelemelerin, mekan ve zaman üstü bir geçerliliğe ve ömre sahip olduğunun ispatı kesinlikle değildir. Toplumun emek cephesini oluşturan bireyleri için Smith’in bu sözleri, metafizik bir kuramın öngördüğü şekilde değil, ama kapitalist sömürünün bütün vahşetiyle ve emekçilerin deneylerinden öğrenmeye vakit bulamadan daha otuz yaşına bile değmenden ağır çalışma şartları altında katliama uğramış olması gibi bir anlam taşımaktadır. Sermayenin “kapitalist sistem” biçiminde örgütlenerek toplumsallaşması –ki, bunun için belirleyici olan emekçilerin nasıl ve ne biçimde, hangi tarihi şartlar bu toplumsallaşmaya katılmış olduğu belirleyicidir- burjuvazi için “özgürlük” nidaları ve emekçiler için vahşi bir sömürüyle başladı. Kapitalist sistemin sonuna gelindiği günümüzde ise durum özetle şu merkezdedir: Sadece “oligarşik” sermaye yapılanması için “özgürlük” (ki, bunun adı “liberal faşizm”dir.), emekçi kitlelerin bütün katmanları içinse ölüm!

Kapitalizmin varoluş nedenini nerede aramalıyız?

Smith’in “Ulus-Devlet” kapitalizminin gerçekliğini, günümüzün “küreselleşmiş sermaye” sinin kapitalizmine “kurucu unsur” veya “toplumsal pratiğin anahtarı” imiş gibi taşımasının anlamı şudur: Varılan sonucu, “küresel kapitalizmi” yani kapitalist sistemin bitkisel hayata geçmiş halini, sanki bir adım ilerisinde sınıf mücadelelerine bağlı olarak elde edilen -sistem içinde- iyileştirmelerin mümkün olduğu bir “başlangıç” imiş gibi göstermek! Üç kağıtçı yazarımız, kendi üslubuna uygun olarak, tarihsel şartların belirleyiciliği gerçeğini ortadan kaldıran bir kargaşa yaratan ve böylece bizi hataya yönlendiren derleme bir “kapitalizm” tanımı” yaparak, sistemin kurgusal gerçekliğini hayatın maddi gerçekliğinin yerine geçirmeye çabalamaktadır. Çok kısaca ifade etmek gerekirse Harari, kapitalizmin insanlık katında başlangıçta bir olasılık, toplumsallaşma şartıyla kendisine tanınan bir tür “kredi” biçiminde var olan bütün değerini yitirdiğini herkesten iyi bilmektedir. Tıpkı bu “bitkisel hayat” yaşayan organizmayı somut maddi gerçekliğin ölçüsüne vurarak amacına ulaşamayacağını çok iyi bildiği gibi. Kavram kargaşası yaratarak “kurgusal” düzeni, maddi hayatın tarihi düzeninin yerine geçirmeye çabalaması da bundandır. Bu amaca uygun olarak, aşağıda yaptığımız uzun alıntılarda, geçmişin tarihsel olasılıklarının, sistemin “tarihsel sonuna” hangi terimlerle taşındığını tespit etmemiz mümkün:

Bütün bunlar da, zenginlerin karlarını yeni fabrikalar kurmalarına, yeni işçiler istihdam etmelerine ve kaynaklarını üretken olmayan faaliyetlerde çarçur etmemelerine bağlıydı. … Modern kapitalist ekonominin önemli bir bölümü, karın üretime yeniden yatırılmasını salık veren bu yeni etiğin ortaya çıkmasına dayalıdır. Bu yatırım sonuçta daha fazla kar getirir, bu fazla kar yine üretime yatırılır, bu da daha fazla kar getirir. … Yani kapitalist itikatta ilk ve en kutsal emir şudur: Üretimin karı üretimi arttırmaya yatırılmalıdır.

Bu yüzden kapitalizmin adı “kapitalizm”dir. Kapitalizm “kapital”i, yani sermayeyi “zenginlik”ten ayrır. Sermaye üretime adanmış para, ürün ve kaynak demektir. Zenginlik ise toprağa gömülmüş veya üretken olmayan faaliyetlere harcanır. Kaynaklarını üretken olmayan bir piramide boca eden bir firavun kapitalist değildir. … Buna karşılık, gelirinin bir kısmını borsaya yatıran çalışkan bir fabrika işçisiyse kapitalisttir.” ”(S. 309)

Kapitalizm ekonominin nasıl işlediğine ilişkin bir teori olarak ortaya çıktı. Bu teori hem paranın işleyişine dair bir açıklama sunuyordu hem de karın üretime yatırılmasının hızlı ekonomik büyüme sağlayacağını iddia ediyordu. Kapitalizm zamanla bir ekonomik doktrinden öteye geçerek, belli bir etik, yani insanların nasıl davranacağına, çocukları nasıl eğiteceğine, hatta nasıl düşünmeleri gerektiğine dair bir öğreti haline geldi.” (S. 311)

Yaptığımız son paragraftaki bize yedirilmeye çalışan naneleri, üç kağıtçı yazarımıza iade ederek gözlerini ve kulaklarını iyice açmasını, ister bir şeyler öğrenmek istiyor olsun, isterse hiç olmasın ama yine de bizi dinlemesini salık veriyoruz:

1)Kapitalizm, rant sağlamak üzere sermayenin üretim faaliyetini düzenleyen bir toplumsallaşma biçimi ve/veya üretim biçimi olarak var olduğunda ne Adam Smith’in ekonomi faaliyetini önceden teorileştirilmesine ihtiyacı vardı –ki bu teorinin kapitalizmin gelişmesinde sonradan yol gösterici olabileceğini inkar etmek değildir!-, ne de kapitalizmin küresel hakimiyet kurmak üzere N. Y. Harari adlı ne idüğü belirsiz bir üç kağıtçının toplumsal ve siyasi faaliyeti etrafa saçtığı zırvalarla şirazesinden çıkarmasını bekledi. Bizim hokkabaz efendinin aklında hiç çıkarmaması gereken bir konu var: Şöyle ki, bir yanıyla aynı durum, fizik bilimleri için de geçerlidir: Üzerinde var olduğunuz dünyanın dönmesi için, Galileo’nun bunu ilan etmesini beklememişti ve onun bunu ilan etmesinden sonra bu kozmik dönüş hareketi üzerinde herhangi bir “etik” etki de gözlenemedi.

2)Smith’in kapitalizm teorisinin toplumsallaşma üzerinde yaratabileceği etki, bu “”teori”nin başarısı olmaktan çok, sermayenin toplumsallaşarak geleneksel kültür ve inanç sistemleri üzerinde belli bir etki yaratarak “milli sınırlar” içinde nasıl bir burjuva toplumu yaratmış olduğuna bağlı bir konu olmaktadır. Bunun yanında kafanızın bir yerine iyice kaydetmeniz gerekiyor ki (veya, kaydetmeyin, çünkü bu sizin için bir anlayış meselesi değil ama yerleşik liberal faşist düzene hizmet meselesidir); ortak bir geçmiş üzerine olmuş olsa da burjuva toplumları burjuva sosyologlarının iddia ettiği gibi bir kerede yaratılmış şeyler değil, ama sermayenin nasıl toplumsallaştığına ve bu toplumsallaşmanın hangi düzeyde olduğuna bağlı olarak sürekli değişim halinde olan bir şey olmaktadır.

3)İkinci paragrafta “karayı” gösterir gibi ileri sürdüğünüz, böylece genel yaklaşımınızı sorguladıktan  ve görüşlerimizin ufkunu sizin bizi zırvalarınızla yönlendirmeye çalıştığınız “kara deliğin” ufku olan “horizon”dan kurtardıktan sonra birinci alıntıların birinci paragrafına geri dönerek kavramlara verdiğiniz düzeni gözlemlemeye koyulalım:

A)Bilimsellik iddiasında olan her şeyde olduğu gibi, “kapitalist teori” alanında olan biteni “din olgusunun” aynasından yansıdığı gibi görüp göstermek istemenize bağlı olarak –ki, bu “post-modern” bir hokkabazlıktan başka bir şey değildir!- sizin “kapitalist itikat” olarak adlandırdığınız şeyin kurucu prensibinin “Üretimin karı üretimi arttırmaya yatırılmalıdır “ olduğu doğru bir tespittir. Hele de Smith’in sahne aldığı ve kapitalizmin siyasi iktidarını almaya çalıştığı veya onu sağlamlaştırdığı 18. Yüzyılda, “serbest rekabetçi” olarak adlandırdığımız dönemde, aklı başında bir sermayedarın, fethine çıktığı “milli sınırlar” içindeki pazarda gerçekleştirebileceği tek doğru şey olduğu da bizce açık bir konudur. Ancak bu, sermayenin toplumsallaşmak için önünde geniş bir imkânlar alanının açıldığı bu dönemde sürekli şekilde toplumsallaşmaktan başka ne bir çaresi ve ne de önünde henüz “sömürgelere” açılmaktan ziyade başka bir yolu bulunmaktaydı.

B)Sermayedarın zenginliğini “yeni fabrikalar kurmalarına, yeni işçiler istihdam etmelerine“ bağlı olduğunu ileri sürmüş olmanız, gerçekten de yerinde bir “genel tespit”tir. Her zaman yediğiniz haltı yiyerek, açık bir şekilde değil –ki bu kötü niyetli ve “düşman” birisi olduğunuzun resmidir!- sadece ima etme şeklinde “sermayedarın “althürist” (diğerkam, başkasını düşünen-editör) birisi olduğunu belirtmektesiniz!

C)Bir sermayedarın, iş gücünü sömürerek zenginliğine zenginlik kattığı üretim sürecinde emekçinin üretim faaliyetinde kendisinin ve ailesinin hayatını devam ettirdiği olgusu, toplumsallaştırma süreci olarak da adlandırdığımız bu sürecin ne başında ve ne de sonunda umurunda bile değildir. Emekçinin hayatının “korunması” olgusu, onun için sadece ve sadece kapitalist üretimi yani sömürü tezgahını sekteye uğratarak sermaye temerküzünün imkansız hale geldiği veya zorlaştığı durumda bir “telaş” konusu olacaktır. Hatta ay sonunda ücretini almak için karşısına dikildiği emekçiden öldüresiye nefret etmekte, eli ayağı titreyerek bu işi gerçekleştirmektedir. Sizin “Modern kapitalist ekonominin … etiği“ dediğiniz şey bir hırsızın, bir zorbanın, bir zalimin “etiği”nin olduğu kadar var olacaktır.

(Sömürü koşullarının hicvedildiği filmi Modern Zamanlar ile Charlie Chaplin-editör)

Siz; “Kapitalizm “kapital”i, yani sermayeyi “zenginlik”ten ayrır “, derken de yerinde bir olgu tespiti yapmaktasınız. Biz de önceki bölümde “ticari sermaye” için para yani zenginlik birikimi sağlayabilse de “kapitalist sermaye” dediğimiz şeyden daha başla bir şeydir, derken bunu ifade etmemiş miydik? Ama sizin alıntıların ikinci paragrafında söyledikleriniz bize yine de açık seçik olmayan ve izaha mahkum şeyler gibi göründüğünü bilmeniz gerekmektedir. Şöyle ki:

1)Sırf, toplumsal ve tarihsel bütün varlığını iş gücü sömürmeye borçlu bir sistem olan kapitalist sisteme güzelleme yapmak için ileri sürdüğünüz “Sermaye üretime adanmış para, ürün ve kaynak demektir ” iddianız, başta çok şirinmiş gibi gözükse de, aktardığımız alıntıların bütünü dikkate alındığında bir aldatmaca hatta bir zırvalamadan başka hiçbir anlam taşımamaktadır. Sermaye her durum ve şart altında sadece ve sadece kendi birikimini gözetecektir, geri kalan üretime şu veya bu şekilde katılan bütün diğer unsurlar önemli veya çok önemli olarak bir değer taşımış olsalar da sadece geçici bir enstrüman muamelesi görür ve nihayetinde bir “teferruattan” ibarettir.

2)Firavunları yerden yere vurarak onların sizin gibi üretimde gelen zenginliğe el koyan sömürgenlerden farklı olduğu zırvasını bırakın da aynaya bir göz atın: Eğer, firavunlar gerçekten çok müsrif insanlar olarak, kendi varlıklarını ebediyete intikal ettirmek için koca koca ve sizin için “gereksiz” olan piramitler inşa ederek suç işlemiş olmaktalarsa, peki “miadı programlanmış meta” üreterek kendi sömürü düzenini az bir süre için de olsa sürdürmek üzere ülke zenginliğini firavunların bile akıllarına gelmeyecek bir şekilde çarçur ederken doğal kaynaklarla birlikte yaşam alanlarını da yok etmelerine ne demek gerekecektir?

(Kapitalizmin yarattığı bir başka sorun da çürük diyemediği için “planlanmış eskitme” olarak üretime soktuğu milyonlarca atığın yarattığı potansiyel çevre felaketleri, fotoğrafta böyle bir atık yığını görünüyor-editör)

3)Bir kleptomanın hırsızlık yapmadan duramamasında olduğu gibi, siz de sahtekarlık yapmadan duramamaktasınız anlaşılan; çünkü “gelirinin bir kısmını borsaya yatıran çalışkan bir fabrika işçisiyse kapitalisttir “ derken de aleni sahtekar düzenbazın birisi gibi davranmaktasınız. Bize yutturamayacaksınız: Kendi varlığını devam ettirebilmesini sermayedara işgücünü satmaya mahkum edilmiş bir işçi, hiçbir şekilde “kapitalist” olamamaktadır, tıpkı bir firavunun köle emeğini sömürerek bir “pis kapitalist” olamayacağı gibi. Bir işçinin “borsaya para yatırması” olgusunun maddi gerçeklik düzleminde ancak iki anlamı olabilir. Birinci olarak, emekçinin eline geçen ücret yetersizdir ve bu yüzden gazete kuponu toplar gibi gözünü reklamı çokça yapılan bir başka olası kaynağa dikmiştir: ikincisiyse sermayenin eşyalaştırıp kendi ait olduğu sınıfa yabancılaştırılmış birisidir. Bunlara rağmen her iki durumda da sizin gibi sahtekarların aklına uyarak borsaya parasını ahmakça emanet eden bir işçi, belki yaşadığı topluma izafeten bir “burjuva” olarak nitelendirilebilecektir, ancak hiçbir şekilde “kapitalist” birisi değildir. Hem size bir şey söyleyelim mi, Bay sahtekar yazarımız, sizin işçi sınıfıyla gerçekte hiçbir temasınızın olmadığı besbelli oluyor, bu tür zırvalığı adeta davul zurna çalarak ilan ederken: İşçiler kendi aralarında “kapitalist” sıfatını ya şakalaşırken ya da küfürleşirken kullanmaktadır, haberiniz ola!

Kapitalizm “ilerici” midir?

Bu konu aslında “sol çevre” dediğimiz ama birçok anti-komünist ve karşı devrimciyi de içine alan sürekli kaynayan bir kazan içindeki tartışma konularının arasında her ne hal ise sürekli gündeminde tutulan bir soru olmaktadır. Bu sorunun aktüalitesini sürekli koruması ise gerçekte sorunun “muğlak” bir soru olarak algılanabilmesinden veya yanlış formüle edilmesinden kaynaklanmamaktadır. Aslında çok yalın ve kolayca cevaplanabilecek bir cevabı olan bir soru konumundadır. Bizce tartışmanın bitmez tükenmez imiş gibi sürüp gitmesine zemin yaratan şey, sorunun cevabının güçlüğünden çok, tartışma nesnesi olan “kapitalizmin” ve onun kaçınılmaz bir şekilde empoze ettiği “sınıf mücadelelerinin” şartlarının evrendeki her şey gibi sürekli bir oluşum halinde olması, yani durmadan evrimleşerek değişikliklere uğramasından dolayıdır.

Bizim tespit ettiğimize göre tartışma, olaya içeriden ve dışarıdan “serbest rekabetçi” dönem şartlarından bakan ve bu olayı bilimsel bir şekilde tanımlayıp kavramlaştıran Marks’ın, “Kapitalizm sürekli bir şekilde üretici güçleri devrimcileştirmeden var olamaz” şeklinde formüle ettiği önerme üzerinde düğümlenmektedir. “Bu önermeyi nasıl ele almak ve anlamlandırmak gereklidir?”, gibi bir soruya da dönüşen “kapitalizmin” ilerici veya “devrimci” olması meselesi, günümüzde yeminli bir karşı devrimci ve yılmaz bir anti-komünist olan Harari ve benzeri bütün neo-liberal “solcu” (veya değil) ideolog tarafından yapılan çığırtkanlıklarla sanki “insanlığın en önemli sorunu” buymuş gibi bir yankıya dönüşmekte ve iş “zıvanadan” çıkarılarak bir “iman etme” veya etmeme meselesine dönüşmektedir. Nitekim yukarda yaptığımız alıntıda yeni bir sahtekarlık alanı oluşturabilecek bu alanda zırvaların dumanı da zaten tütmeye başlamamış mıydı?

Üç kağıtçı yazarımız tarafından kapitalizmin “ilerici niteliği” kitabın birçok yerinde yapılan övgülerle döne döne örneklendirilmektedir. Ama onun görüşünü doğrudan ve açık seçik bir şekilde ifade eden aşağıdaki alıntıda söylenenleri, onun görüşünü anlamak açısından yeterli bulmaktayız:

Kapitalist yönetimler ve şirketler belli bir bilimsel projeye yatırım yapmak istediklerinde genellikle ilk sorular, “Bu proje üretimi ve karı arttıracak, ekonomik büyüme sağlayacak mı?” olmaktadır. Bu engelleri aşamayan bir projenin destekçi bulma şansı çok düşüktür. … / … Bankalar ve devletler para basarlar ama nihayetinde hesabı ödeyen bilim insanlarıdır.

Son birkaç yıldır bankalar ve devletler deli gibi para basıyor, herkes şu an sürmekte olan ekonomik krizin ekonomik büyümeyi durdurmasından korkuyor. Bu yüzden de trilyonlarca dolar, Euro ve yen üreterek sisteme ucuz kredi basılıyor ve bilim insanlarının, teknisyenlerin balon patlamadan yepyeni bir şeyle çıkagelmeleri umuluyor. … Eğer laboratuvarlar bu beklentiyi balon patlamadan karşılayamazlarsa çok zor zamanlara doğru ilerliyoruz demektir.” (S. 311)

Yaptığımız alıntıda, bir üç kağıtçı gibi düzmece bir kurgudan değil de otantik bir bilim insanı gibi olgulardan, sadece ve her daim olgulardan hareket ettiğimiz taktirde “sorun içinde sorun” bulunduğunu tespit etmemiz gerekecektir. Şöyle ki:

1)Harari’nin bahsettiği dönem, sürekli “para basmaktan” bahsettiğine göre “serbest rekabetçi” dönem olmaktan çok –ki o bu sözleri Smith’in anlayışını sergilediği bağlamda söylemektedir- günümüzün “paranın pul olduğu” toptan çöküş döneminin gerçekliğini yansıttığı anlaşılmaktadır. İyi güzel de bizim “üç kağıtçı” neden “toptan çöküş” döneminden hiçbir açıklama yapmadan bir çırpıda daldan dala sıçrayarak “post-modern” taklalar atarak “serbest rekabetçi” dönemin ana karakterlerinden biri olan “üretimin” ve “ekonominin” peş peşe gelen “kriz dönemlerine” rağmen tarihsel büyümeler yaşadığı döneme geçmektedir? Kapitalist sistemin iki işleyiş biçimini birbirlerinden ayıran tarihsel şartları sıfırlayarak bir kavram kargaşası yaratmasının anlamı ve amacı nedir?

Daha önce de altını çizdiğimiz üzere zaman ve mekanda yaratılan bu kargaşanın bir anlamı bulunmaktadır: Mevcut somut durumu algılarımızdan ve anlayışımızdan gizlemek üzere içi boş bir “balon” şişirmek; geçmişten bugüne kurgusal bir şekilde de olsa “gençlik ve enerji” aktarımı yaparak kapitalizmin ölümünü ve böylece oluşan “kara deliği” gözlerden gizlemek. “Serbest rekabetçi” dönemde sermaye kapitalist rantı “üretim faaliyeti”nden geçerek ve iç pazarda finalize ederek gerçekleştiriyordu. Bu dönem sermayedarları, kapısında “Ulus-Devlet” yazan milli sınırlar ile belirlenmiş coğrafyayı “babasının çiftliği” olarak görüyor ve kültürel ve siyasi olarak da kendisine benzeterek (burjuvalaştırarak) yeniden toplumsallaşmasına önayak oluyordu. Bugün ise Türkiye’de “TC tabelalarının sökülmesinde” yaşadığımız gibi, “Ulus-Devlet” tabelası kaldırılmakta, yerine henüz adı aynı netlikte konulmamış olan şu tabelayı yerleştirmeye hazırlanmaktadır: “Emekçi toplama kampı ve toplu mezarlığı”…

2)Kapitalist sistemde “üretim” ile “karın” (kapitalist rantın) birlikte arttığı tespiti bir “olgu tespiti” olarak maddi bir gerçekliğe sahiptir ve dolayısıyla doğru ve yerinde bir tespittir. Ancak, üretimin “bilim insanları” aracılığıyla üretim araçlarının geliştirilmesine bağlı olarak yeterli, yani “maliyetini kurtaracak” bir şekilde her tarihsel dönemde ve mutlak bir şekilde artacağı meselesi, kesin kes tarihsel olgularla ve kapitalist sermayenin kompozisyonlarının (değişen ve değişmeyen sermaye kesimi) dinamiklerinin işleyişine (“kapitalist rantın azalma eğilimi”) bağlı olarak örtüşmeyen bir şey olmaktadır. Sahtekarlığı adeta bir mürekkep gibi kaleminden fışkıran üç kağıtçı yazarımızın, alıntıda sürekli “para basımı” olayını gündeme getirerek bulanıklık yaratmasının hikmeti de zaten burada yatmaktadır: Miadı dolmuş tarihsel gelişiminin belli bir aşamasında kapitalizm, “sermaye” temerküzünden tıpkı firavunlar gibi “zenginlik birikimine” geçerek kendi kendini ortadan kaldırırken, insanın toplumsallaşmasının maddi şartlarını da “üretimi” sürekli gerileterek gerçekleştirmeye girişmiş bulunmaktadır. Günümüz koşullarında örneğin Fransa’daki kurumsal muhalefetin en çok ileri sürdüğü argümanların başında “dezendüstrilizasyon” olgusunun gelmesi ve tarihsel kapitalizmin “model” ülkelerinden birisi olan bu ülkede endüstrileşmenin son 40-50 yılda yarı yarıya azaldığını ve istihdam öngören “değişken sermayenin” toplam sermayedeki payının sadece ve sadece %5’lere kadar düştüğü olgusunu ileri sürmesi bundan ileri gelmektedir.

3)Harari’nin bir piyon gibi bitkisel hayata girmiş bir sistemi normal hayata döndürmek için ileri sürdüğü “bilim insanı”, ne gibi bir düşünce alanı ve manevra imkanına sahip olabilecektir? Üç kağıtçı yazarımızın her zamanki gibi son derece iki yüzlü bir şekilde burun kıvırarak bir tarafa atar gibi göründüğü Antik Mısır’da bunun iki başlıca yolu vardı ve bu yöntem de “kapitalistler” tarafından bugün de tekrarlanmış görünmektedir. Bu iş için ekonomik olarak kendi tebaasının gerçek menfaatine kulak asmadan, bir taraftan kendi “ölümsüzlüklerinin” sembolü olan ve halk üzerindeki hakimiyetinin ne kadar büyük olduğunu sembolleştiren Firavunlar, devasa piramitler inşa ettirmişlerdir. Bunun yanında, o dönemin kahin-bilim insanı statüsüne sahip olan “tapınak rahiplerinin” başlıca marifetlerinden birisi olan “sihirbazlıklarına” başvurmuşlardır. Günümüzün post-modern firavunları olan liberal faşist renkteki “küreselleşmiş sermayedar” ise bu amaçla firavunkilerine benzeyen iki iş yapmaktadır: a)Para basmak, çok ama çok ve en az onda dokuzunun hiçbir karşılığı olmayacak şekilde para basmak. Böylece yaratılan enflasyon altında bütün ülke halklarını sürekli bir şekilde borç batağı altında fakirleştirerek domine etmek; b)Çeşitli renk ve nüanstaki neoliberal –özellikle de post-modern- ideolojilerin etkisine alarak çökerttikleri eğitim sistemi ve sermayenin mutlak hakimiyetine sokulmuş “bilimsel araştırma laboratuvarlarını” tıpkı “tapınak rahipleri” gibi bekleyen bir kesim “bilim insanlarını” resmen sihirbazlık veya Harari’nin sıkça yaptığı gibi “hokkabazlık” yapmaya zorlamak. Harari, paragrafın sonunda “Bankalar ve devletler para basarlar ama nihayetinde hesabı ödeyen bilim insanlarıdır“, derken tam da bunu ifade etmektedir.

İkinci paragrafta söylenenler ise tamı tamına birincinin sonunda “para basmak” işlemine bağlı olarak söylenmiş olanın itirafı niteliğinde. Neticede Harari gibi “Oxford” sertifikalı hokkabazların bütün yapıp ettikleri içi boş laflar ve kavram kargaşalıklarıyla doldurarak balonlar şişirmek ve bu balonların patlamalarını önlemekten ibarettir. Bu balonlar aslında, kapitalizmin sadece ve sadece sermayedarlar sınıfının çıkarlarını güden, ama toplumu oluşturan diğer sınıf ve katmanların çıkarlarını umursamayan -bu yüzden de sadece kendisi için ilerici olan-, eğer kendisinin bir sınıf olarak gelişmesini engelliyorsa, bütün insan varlığını da ateşe atmaktan çekinmeyen bir sistem olduğunu gözlerden gizlemek için tam beş asırdır şişirilmeye devam edilmektedir. Bu çaba, sistemin ve sermayedarlar sınıfının varlığını tıpkı antik Mısır’ın firavunlarının köleci düzeni gibi binlerce yıl sürecek mi?

Hokkabaz olmayan veya sihre inanmayan gerçek bir “bilim insanının” bu olasılığı eğer bir liberal faşist gestapo ve “gönüllü köle” değilse akıllarından geçirebileceklerini bile düşünemiyoruz!

Küresel veya “post-modern” kapitalizm dönemi

“Para basmak”, hem de “karşılıksız para basmaktan” bahsettik. Bu bölümde de kapitalizmin kendi iç dinamiklerinden itibaren nasıl bir varoluş biçiminden bir diğer varoluş biçimine geçtiğini, kapitalizmin tabiatının yeni dönemde nasıl korunmaya çalışıldığını ve bu çabaların insan toplumu ve insanlaşma sürecindeki karşılıklarının neler olduğunu tespit etmeye çalışacağız. Kapitalizmin her dönemdeki durumuna dair maddi gerçeklerin üstünün örtülmesini kendisine misyon edinmiş olan Harari, bu yeni dönemi ve bu dönemdeki kapitalizmin halini ”modern ekonomi” dönemi olarak adlandırmayı yeğlemiş; malum, kendisi kavram karışıklığı yaratarak uydurduğu ve yerleşik düzene uygun düşen kurguyu onun “maddi gerçekliğinin” yerine geçirmeye bayılmaktadır. Bu yüzden, döneme ait sıraladığı argümanların eleştirisine geçmeden önce, yapılan bu saçma sapan “modern ekonomi” kavramı ile ilgili birkaç söz söylememiz gerekmektedir.

Bilindiği gibi, “modernist” olarak adlandırılan dönem, daha çok kapitalizmin ve onun kültürel anlamda ifadesi olan burjuva toplumsallığının nitelendirilmesi için kullanılır. “Modernleşme”, üretici güçler alanında bilim ve tekniğin -“Aydınlanma” hareketi ile birlikte- gelişimine yol verilmesinin ardından gelen hızlı “makineleşme” ve “yeni enerji kaynaklarının” harekete geçirilmesi ile belirlenir ve başlıca hayvan ve insan gücü kullanan geleneksel tarım ve zanaatkarlıkla tarihsel bir kopuşu ifade eder. Bunun sonucunda pazarda tüketim mallarının bollaşmasıyla oluşan geçici ve yanıltıcı da olabilen genel refah dönemi, burjuva toplumunun kültürel normlarını ve toplumsal ilişkilerini belirler hale gelmiştir. O halde “modern” sıfatı, sınırsız bir ilerleme ve buna bağlı durmadan biçim değiştiren (“Moda”) bir “genel refah” anlamına da gelmektedir. Lenin’in tabiriyle “Emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak adlandırdığımız, “serbest rekabetçi” dönemden sonra gelen dönemde “modernleşme” ve “modernite” dediğimiz şey, kapitalist üretim biçiminin belirlediği burjuva toplumlarındaki en uç seviyesine ulaşmış (apoteoz), bundan sonra ise yaklaşık son yarım asırda sürekli olarak inişe geçmiş bulunmaktadır.

Kapitalizmin geleceğinin artık sadece “ölüm” olacağı gerçeği, hem üretim faaliyeti ve hem de kültürel alanda kademeli olarak kendisini, toplumsal hayatın bütün alanlarında “maddi gerçeklik” olarak kabul ettirmiş bulunmaktadır. Bu dönemin genel adını biz ideolojik planda neoliberalizm, siyasi planda ise liberal faşizm olarak adlandırmaktayız. Diğer bir ifade etme biçimiyle “post-endüstriyel” ve Kültürel planda ise “post-modernizm” olarak da adlandırılabilmektedir. Her ne kadar daha önce neoliberalizmin kültürel plandaki ifade biçimi olan “post-modernizm” konusuna değinmiş olsak da, tartışacağımız konunun iyice anlaşılabilmesi için kısa bir özet daha yapmayı gerekli görmekteyiz.

“Modernizm”, gerçekte yani kendi pratik kullanımı çerçevesinde, “sürekli bir değişim” veya “gelecek bolluğu” –kapitalist üretim biçiminin geleceği anlamında- anlamına gelmekteyse, gerçekte artık kapitalist varoluş biçiminin “ölüm haline” karşı gelen “post-modernizm” ise gelişmenin bütün yaşam alanlarında hızla yavaşlaması veya “gelecek yokluğu” anlamına gelmektedir. Sağcısı ve solcusuyla bütün neoliberalleri yaklaşımlarından çıkarak ifade etmek gerekirse durum şudur: Kapitalizmin ve burjuva toplumunun ezeli ve ebedir; maddi açıdan bütün gerçekliğini teker teker kaybetmiş, bitip tükenmiş ve ölmüş leş gibi kokan bir kadavraya dönüşmüş olsa da, hala yaşamaya devam etmektedir; kendi tarihsel muhtevasını kaybetmiş olması ve sadece “kurgusal bir gerçek” olarak var olmuş olsa ve bunun sonucunda insan türünün evrendeki varlığını sıfırlamakta olsa da ille de yaşatılması gerekmektedir.

Emperyalist dönemi tanımlarken Lenin, bu dönemde kapitalizmin en belirgin özelliklerinden birisinin genel bir “çürümüşlük” hali olduğundan bahsetmişti. Bugün gelinen yerde ise biz, toplumsal pratiğin algılarımıza sunduğu yeni olgular ışığında artık beden ölümünün gerçekleştiğinden bahsedebilmekteyiz. Ne yapıp edip “mezar kazıcısı” emekçi sınıfından gizlenmeye çalışılan kapitalist sistemin “ölüm hali”, komünist devrimin insanlığın gündemine bir alternatif olarak oturmuş olması halidir de. Harari’nin bütün yaptığı da zaten döne dolaşa belirttiğimiz gibi bu “gizleme çabasından” ibaret değil midir?

“Modernizm” büyük burjuva devrimlerinin ideolojisi olan “Aydınlanma”nın ışığı altında “geçmiş” zamanın tutuculuğuyla temelli bir kopma hamlesinin sonunda geliştiği, bunun da kapitalizmin ve burjuvazinin bir toplumsal varoluş biçimi olarak “ilerici” olduğu şeklindeki yorumlara yol açtığını tespit etmiştik. Lenin ise döneminin en belirgin olgularından çıkarak bu dönemin sonuna yaklaştığı “emperyalizm çağında” kapitalizmin bir “gericilik eğilimi” halinde kendisini ortaya koyduğunu ileri sürmüştü. Yirmi birinci yüzyılın başlarındaki bizler ise, bu “gericilik eğiliminin” artık tamamıyla, yok sayılan veya unutturulmaya çalışılan “geleceğin” yerini, zaman ve mekanda hareket etmenin yönü ve biçimi olarak “geçmişin” ve hatta uzak geçmişin gericiliğinin aldığını gözlemlemekteyiz. Bu sürecin kendisini ortaya koyma ve gerçekleştirme biçimi olarak ölümü temsil eden “geçmiş zaman” ile hayatı temsil eden maddi gerçekliğin öne çıktığı “şimdiki zamanı” sanki peş peşe gelen şeyler değil ama yan yana olan şeylermiş gibi görüp göstermektir. Böylece, Harari’nin çok ustası olduğu el çabukluğu ve kavram kargaşası yaratarak, temelli bir biçimde geleceği ve hatta şimdiki zamanın yerine geçmişi ve hatta uzak geçmişi geçirmektir. Harari’nin “Sapiens” adlı kitabında yaptığı da “İnsanlık tarihi yazıyorum” havalarında sonuç itibariyle başka nedir ki?

Son olarak, “postmodernizmi” ilericiliğin de ötesinde bir şey olarak görüp göstermek için özellikle de ideolojik planda bir işlemin daha gerçekleştirilmesi gerektiğini daha önce de her fırsatta altını çizerek belirtmiştik. Şimdi sadece hatırlatmakla yetinelim: Maddi gerçekliğin yerine kurgusal gerçekliği geçirmek. Bunun pratikteki ifadesi de Harari’nin artık bir el alışkanlığı veya yaşam biçimi haline getirdiği sadece kurgusal gerçekliğe sahip, yani maddi olgularla bezenmiş görünse de kurgunun gerçek dışına ittiği bir el çabukluğu düzeni kurmak, kalp para basar gibi içi boş önermelerle safsatadan ibaret olan hikayeler anlatmak.

O halde, üç kağıtçı yazarımızın bunu kapitalizmin küreselleşme dönemine -ki bu, Lenin’in tanımladığı “emperyalizm döneminin” finalize edilmesinden, emekçiler için de kapitalizmin çektirdiği çilelerin sonuçlandırılmasından başka bir şey değildir- ait olarak söylediklerinin eleştirisine geçebiliriz:

Modern ekonominin tarihini anlamak için tek bir kelimeyi iyi anlamak gereklidir: Büyüme. Modern ekonomi iyi ve kötü günde, hastalıkta ve soğukta, hormon verilmiş bir organ gibi önüne çıkan her şeyi yiyerek ve ölçemeyeceğiniz kadar hızlı boy atarak büyümektedir.” (S. 302)

“Bankalar ellerinde mevcut olan her bir dolar için on dolara kadar kredi verebilirler, bu da şu demektir: banka hesaplarımızdaki paranın %90’nının gerçek banknot ve maddi para olarak karşılığı yoktur.” (S. 303)

Eğer bu sahtekârlıksa, tüm modern ekonomi sahtekârlıktır. Gerçekte bu bir aldatmaca ve dolandırıcılıktan çok, insanın hayal gücünün muazzam kapasitesine yapılmış bir övgüdür. Bankaların ve tüm ekonominin hayatta kalabilmesini ve büyümesini sağlayan şey geleceğe olan güvenimizdir. Bu güven, dünyadaki paranın büyük bölümünün tek dayanağıdır. … / … Böylelikle bütün sistem hayali bir geleceğe güven üzerine kurulmuş olur. … / …

Daha önce de, paranın sonsuz sayıdaki nesneyi temsil edebildiğini ve hemen her şeyi her şeye çevirme gücü olduğunu görmüştük, ancak bu beceri modern çağdan önce sınırlıydı. Çoğu durumda para sadece o anda mevcut olan şeyleri temsil edebiliyor ve onlara çevirebiliyordu; bu durumda da büyümeyi ciddi biçimde sınırlıyordu, çünkü yeni girişimleri finanse etmek zordu.” (S. 304)

Bu şeyleri okuduktan sonra çok büyük bir efor sarf ederek bütün terbiyemizi takınarak ve acilen şunu söylememiz gerekmektedir: Olağanüstü derecede soluk kesici, insanın aklını başından alan bir düzenbazlığın karşısında insana ne diyeceğini şaşırtan türden sözler! Uzunca bir müddet soluklandıktan ve aklımızı başımıza aldıktan sonra aklımıza ilk gelen cümle şu oldu: Bu kadar aleni, bu kadar her türlü entelektüel (veya değil) namus kuralları dışında ve sahibi tarafından insanın gözünün içine baka baka yalan söyleyen, ancak kana susamış bir celladın sahip olabileceği kadar gözü dönmüş halka ve komünizme karşı duyulan sınırsız bir nefretin dile getirmeyi günümüzde başaran daha önce sadece iki kişi tanıyorduk. Ama son keşfimiz, bu iki kişiye rahmet okutacak cinsten, özel bir iğrençliğe sahip! Bu ilk iki kişiden birincisi Türkiye’nin başındaki tescilli hırsızlar çetesinin başıdır; ikincisiyse Fransa’nın başındaki, bir köşe başı hergelesinden farksız bir siyasi lider… İtiraf ediyoruz: Yanılmışız! Harari denilen yaratık bütün bu zevatı fersah fersah geçecek kadar büyük bir performans göstermekte, bize büyük bir hokkabazlık ve düzenbazlık örneği vermektedir… Öte yandan, kendimizi tekrarlamak pahasına da olsa onun yaptığı ve etrafa kısa zamanda ve belli bir etki bırakacak şekilde yayılan “toksik” etkisini boşa çıkarmak için, yukarıda aktardığımız laflarını eleştirmekten başka çaremiz de bulunmamaktadır. Durum kısaca şundan ibaret:

1)Bugün dünyamızda “mecazi” anlamda da olsa “modern” olan hiç ama hiçbir şey piyasaya sürülmemektedir; hele de “modern ekonomi” denilen ve yukarıda tanımını yaptığımız üretim biçiminin esamisi bile kalmamış bulunmaktadır. Ama var olan “ekonomik yapılanma” biçimi dün olduğu gibi bugün de “kapitalist sistem” yapılanmasına uygundur. Bu durumu en az bizim kadar, düzenbaz yazarımız da bilmiş olacak ki, yere göğe sığdıramadığı kapitalizmden bahsederken, bir üç kağıtçının kartları yeniden düzenlerken yaptığı gibi, bu sefer de bir kavram kargaşası yaratarak “kapitalist sistemin ölüsü” olan ekonomik yapılanmayı en az iki asır öncesinden ele aldığı biçimiyle “modern” olarak piyasaya sürmektedir. Oysa ki, adeta bir “insan yiyen makine”ya dönüşmüş olan bir sistemi şimdilik onun içinde var olmaya mahkum edilmiş emekçi halktan ve düşünen beyinlerden uzun müddet saklayamazsınız. Toplumsallaşmasını tamamlayan kapitalist sistemin içinde var olmaları ve kendilerinin normal insan bireyleri gibi toplumsallaşmadan var olamamalarından dolayı, emekçiler ve düşünen beyinler, bütün tarihsel ve toplumsal felaketleri, günlük yaşantılarındaki ilişkilerinde birbirlerinin sinir uçlarından aktarılan ifade etme biçimleriyle hissedeceklerdir. Diyebiliriz ki, onların, olayların içinde hayatı var eden özneler olarak toplumsal konulardaki hassasiyetleri, aynı olayları sözüm ona “bilimsel tavır” göstererek mesafeli yaklaşan gözlemcilerden çok daha fazladır

2)Kapitalizm “iyi ve kötü günde, hastalıkta ve soğukta, hormon verilmiş bir organ gibi önüne çıkan her şeyi yiyerek ve ölçemeyeceğiniz kadar hızlı boy atarak büyümektedir“ diyerek, emekçi halk kitlelerine maval okuyan Harari öncelikle şunlara bir cevap vermeye çalışmalıdır: 1) “Büyüme” diye yutturulmaya çalışılan şeyin arkasında, toplumsallaşarak ve böylece yaratılan yeni değerlerin “ana sermayeye” katılımıyla gerçekleşen üretim faaliyetinin bolluğu bulunmamaktadır. Gerçekten de “hormonlu” olarak gerçekleşen büyümede, sermayenin birçok elden bir tek ele geçerek, her şeyi yok etme pahasına temerküzüne devam etmesidir. Zaten, bütün insanlığı -eğer emekçiler işi ele almazsa- iyice tükettikten sonra bu temerküz de sıfırlanırsa kendisi de yok olmayacak mıdır? 2) Diğer türlü, sizin “büyüme” dediğiniz ve bizim dışardan değil bizzat içeriden yaşadığımız şey ise sadece şu değil midir: Türkiye ve Çin gibi ülkelere, yaygınlaştırılmış “kapitalist sömürüyü” ve ikinci adımda “toptan çöküş” ile birlikte mutlak bir işsizlik ve yoksulluk ihraç etmek?

3)Üç kağıtçı yazarımız yaptığımız açıklamalarda bankaların ve liberal faşist iktidarların ancak onda birinin karşılığı olacak şekilde para basarak “kredi” biçiminde piyasaya sürmesi olgusunu, kapitalizmin bir toplumsal düzen olarak başka türlü bir işleyiş kazanamamasının doğurduğu çaresizliğin eseri olduğunu değil de, “ekonomik bir deha” tezahürü imiş gibi sunuyor ve bizim bu safsataya inanmamızı bekliyor. Oysa ki, sistemin tıkanmışlığına çare imiş gibi aslında salt çaresizliğin ürünü olan bu gibi sistem içi hacim genişletilmelerinin “balon şişirmeden” farksız olduğunu, bu yolda atılan her adımın balonun patlamasıyla daha büyük krizlere dönüştüğü olgusunu biz birçok ülkede birden gözlemlemiş bulunuyoruz: Türkiye’de 2001, Yunanistan’da 2008 ve bütün dünyada 2009 krizlerinde burunlarımız sürte sürte, uzaktan seyrederek değil ama bizzat yaşayarak hiç silinmemecesine hafızalarımıza kaydetmiş bulunuyoruz. Bu tür balonların sanki bir kadermiş gibi patlaması sırasında hepimiz bir şeylerimizi kaybetmedik mi? İşsiz kalıp evimizin kredisini ödeyemediğimizden sokağa düşen veya bir yakının evine sığınan mı istersiniz, yoksa bu yüzden eşinden boşanarak çocuklarından ayrılmak zorunda kalanlar mı? Biliyor musunuz: Evleri kredi şirketlerince elinden alınıp sokağa atılan yüz binlerce Amerikan vatandaşlarının çektiği açıları biz de iliklerimize kadar hissetmiştik. Emekli maaşının yarısından fazlasına el koyulan komşumuz Yunanistan vatandaşı emekli kardeşimizin ülkesine doğrudan el koyan “borç veren ülkelerin” soyguncu sermayedarlarının bunu neden ve hangi “hakka” ve “hukuka” dayanarak yaptığını anlamadık mı sanıyorsunuz? Eğer öyleyse aptalın ve burnunun önde olup bitene bakıp ta onlardan hiçbir şey anlamayan dangalağın tekisiniz demektir! Hatta biz, Yunanlı emekli kardeşlerimizin başına getirilenlerin sadece bir soygun provası olduğunu, kısa zaman sonra aynı şeyin bizim de başımıza geleceğini biliyorduk. Nitekim bugün yaşadıklarımız, Yunanlı komşularımızın yaşadıklarından başka ne ifade ediyor? Şimdi “hormonlandık gelişiyoruz!” diye sağa sola çığlık atan size bir ev ödevi vereceğiz: Kredi kartınızı alın ve en yakındaki size o kartı veren ATM’sinden, mesela bin Euro çekmeyi deneyin. O gazete kağıdı basar gibi para basıp size “eksi kar oranları” ile kredi verecek kadar alçalmış “çookkk zengin” bankanızın, hesabınızda binlerce Euro olmasına rağmen iki yüz elli Eurodan fazla bir kapik daha vermeyeceğinizi göreceksiniz. Şimdi sizden bunun neden ve niçinini açıklamanızı isteyeceğiz. Sadece 24 saatiniz bulunmakta ve “cahili” olduğunuz “Das Kapital”den başka istediğiniz burjuva paçavrasını karıştırarak kopya çekmek serbest bırakılmıştır…

4)Harari kapitalist ekonominin hormonlanarak (bunun anlamı “para basımı”dır) “büyümesi” olayından dem vuruyor; gerçekte ise bunun adı kapitalizmin olmazsa olmazı olan sermaye temerküzünün “hormonlama” işlemiyle gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildir. Soruyoruz: sınırsız ve her ne pahasına olursa olsun sermaye temerküzü ile insan hayatının sürekli yenilenmesi için kapitalizmin var olmadığı dönemlerden beri süregelen üretim faaliyetinin arasında ne tür bir ilişki bulunmaktadır? Kendi tabiatına uygun (amacı hayat olan, kapitalizm gibi ölüm olan değil) ve kendi iç dinamikleriyle gelişen ekonomik yapılanma ve “ekonomik ilişkilerin” gelişimi ile sermayenin temerküzü aynı şeyler midir? Bunun böyle olmadığı, işlerin böyle yürümediğini görmek için satın alındığından sadece üç yıl sonra bozulan çamaşır makinesi, aynı olayla karşılaşan komşunun çamaşır makinesiyle koro halinde bize bildirmektedir. Maddi gerçeklik asla yalan söylemez bay sahtekar yazar; yalan, kurgusal gerçekliğin içine bir üç kağıtçı tarafından itina ile kanaviçe gibi işlenmiş şey olabilir. O yüzdendir ki sizin zırvalarınız ile bizim rahmetli çamaşır makinesinin sözü bir ve aynı değerde olamaz. Siz bize, bizim maliye bakanı gibi “gözümün içine bak başka yere bakma!” diyerek aslı astarı olmayan düzmece laflarla resmen yalan söylemektesiniz. Bizim, henüz çiçeği burnundayken hayata veda eden, biricik amacı bir “kullanım değeri” olarak var olmak olan çamaşır makinemizin son sözü ne oldu biliyor musunuz: “Üzgünüm, beni pis bir sermayedarın alçakça hesaplarına uygun olarak sadece üç yıl yaşayabilecek şekilde programladılar. Ben çaresizim, ama lütfen siz bu alçaklığı onların yanına bırakmayın ve benim intikamımı da alın onlardan. Eğer bunu yapmazsanız, sıranın bir insan bireyi olmuş olsanız da epeydir size de geldiğini bilmenizi isterim…

5)Bizim “geleceğe olan güvenimizden” bahsediyorsunuz? Hangi “güven” bay sahtekar, hangi güven? Gördünüz değil mi; daha her şeyiyle kendinizin mamulü olduğunu söylediğiniz “çamaşır makinesi” size güvenmiyor, sizin bir “seri katil” olduğunuzu söylüyor, biz nasıl inanalım sizin gibi tescilli bir üç kağıtçıya? Bizim bir toplumsal yapılanmaya inanmamız için, toplumda maddi bir gerçekliğe sahip olan her şeyi yaratan emekçiler olarak, o toplumsal yapılanmanın da bizzat öznesi olmamız gerekmekte. Oysa ki, hizmetkarı olduğunuzdan bal gibi bildiğiniz üzere, kapitalist sistemin her şeyi düzenlemeye soyunmuş bir tek öznesi bulunmakta: Bizi hiçbir dönemde olmadığı kadar yığınlar halinde “eşyalaştırmaya” mahkum etmiş olan sermayedarlar. Bin bir meşakkatle ve yediğimizden içtiğimizden tasarruf ederek satın aldığımız çamaşır makinesinin bize sunduğu kullanım değeri, sizin “kurgusal” bir hiçlikten başka artık hiçbir gerçekliği kalmamış sermayenizden çok daha gerçekçi görünmekte. Alın o içi boş kurgu ürünü “kredilerinizi” de başınıza çalın! Eğer gerçekten bizim güvenimize sahip olmak istiyorsanız bize şunları vermeniz yeterli olacaktır: a) İyi şartlarda ve güvenli bir iş; b) yeterli bir ücret ve toplumsal hizmetlerin parasız olarak herkese açık hale getirilmesi; c) yarı yarıya düşürülmüş ücretli çalışma süresi ve bireysel öğrenim ve kültürel faaliyet için özgürleştirilmiş zaman; d) işini en iyi şekilde ve çevreyi kirletmemek üzere yapan nedensiz bozulmadan çalışan ve üzerimizdeki gündelik angaryayı biraz olsun hafifletebilen bir çamaşır makinesi… Gerisini bize bırakın, hokkabazlık yaparak bir “ölüm makinesi” haline gelen kapitalist sistemi bize “hayat makinesi” diye kakalamayı da bir yana bırakarak. Göreceksiniz; ellerimiz boş ve zihnimiz sürekli bozulan bir çamaşır makinesine takılıp durmadığı taktirde emekçiler olarak entelektüel yaratıcılığımız (Bu sizin gibi sürekli bir şekilde “kurgusal zırva” üretmek değildir!) ve üretici gücümüzle çok ama çok kısa bir zaman kesitinde çok büyük bir sıçrama yaparak “toplumsal ilerlemeyi” bütün insanlığın biricik yaşam biçimi haline getirmiş olacağız.

6) Aktardığımız alıntıların son paragrafında üç kağıtçı yazarımız saçma sapan gerekçelendirmeyle, karşılığı olmayan şekilde para basımı yoluyla ucuz (varılan yerde “eksi” kar oranıyla bile) kredi dağıtmayı çok büyük bir “ilerleme” olarak göstermeye çabalamaktadır. Eğer bir “ekonomik büyüme” gerçekten de “kapitalist sistem” içinde emek sömürüsü ile sermaye temerküzünü sağlamak üzere iş gücü istihdam ederek sürekliliği sağlanmış bir üretim faaliyeti gerçekleştirmek ise, bizim “kredi verme” işleminden önce, günümüzde bu işlerin planlandığı gibi yürütüldüğünden emin olmamız gerekmektedir. Oysa ki, sermayenin ancak küreselleşerek “temerküzünü” garantiye alması olgusu bile işlerin hiç de planlandığı gibi yolunda gitmediğinin açık bir itirafından başka nedir ki? İşlerin iyi gitmemesinin nedenlerine baktığımızda kendi iç dinamiklerinin üzerinde var olamayan “ölü” bir toplumsal sisteme “kredi pompalamak”, bitkisel hayata geçmiş bir organizmayı dışarıdan besleyerek sadece etrafına tahammül edilmez kokular saçmasını önlemekten başka ne anlama gelebilecektir? Öyleyse, kredi sisteminin günümüzde insan varlığı karşısındaki anlamı, onu da kapitalizmin kaderine ortak edip “bitkisel hayata” yönelterek, “balon” patlatıp ve “fiş çekilince” kendisiyle birlikte yok olmasını sağlamaktan başka bir şey olmayacaktır.

Küreselleşmiş sermayenin ya insanlığın sonu ya da bireylerin insanlaşma sürecinde karşılaştığı sınıflı bir toplumsallığın doğurduğu bütün engellerin ortadan kaldırılacağı toptan bir kalkışmanın başlangıcı olduğunu belirtmemiz için, Harari’nin zırvalamalarını sorgulamamız yeterli olmaktadır. Ortaya çıkan olgu şudur: “Kapitalist sistemin” artık kendisine çok büyük gelen insan varlığını yeniden kendi ölçülerine çekebilmek için “toplu imha” hareketlerine girişebileceği ve/veya kalanların da “eşyalaşma” yolunda bir adım daha ileriye çekileceği gerçeği. Ama öncelikle “kredi sistemi” ile ilgili olarak meselenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünerek, Harari’ni zırvalarının izini sürmeye ve kurulan tuzakları ayıklamaya devam edelim.

Varlıkla-yokluk, hayatla-ölüm arasına sıkıştırılmış insan

Bu ayıklama işi için aşağıda aktaracağımız alıntılar, “kredi” konusunun her iki uzlaşmaz sınıfın gelecekleri konusuna daha fazla açıklık getireceğini düşünmekteyiz:

Bu sistemde insanlar hayali malları- şu anda var olmayan malları- “kredi” dedikleri özel bir tür parayla sunmayı kabul etmişlerdir. Kredi, gelecek karşılığında bugünü inşa etmemize imkan sağlar, gelecek kaynaklarımızın bugünkü kaynaklarımızdan çok daha fazla olacağı varsayımının üstüne kuruludur. Gelecekteki gelirimizi şimdiki zamanda bir şeyler yapmak için kullanınca yeni ve harika fırsatlar ortaya çıkabilir.” (S. 305)

Genellikle geçmişin şimdiki zamandan daha iyi olduğuna, bu yüzden de geleceğin daha kötü veya en iyi ihtimalle şimdiki zaman kadar iyi olacağına inanılırdı. Bunu ekonomik terimlerle anlatmak gerekirse, toplam zenginliğin sabit kalacağına veya azalacağına inanılıyordu; bu yüzden de insanlar, şahsen kendilerinin ve krallıklarının veya tüm dünyanın, örneğin on yıl sonra, daha fazla zenginlik üreteceğine inanarak girişimde bulunmanın kötü bir kumar olduğunu düşünüyordu.” (S. 306)

Bu bir kaybet-kaybet durumuydu. Krediler sınırlı olduğundan insanlar yeni girişimleri finanse edemiyordu. Çok az sayıda yeni işyeri olduğu için ekonomi büyümüyor, ekonomi büyümediği için de insanlar ekonominin hiç büyümeyeceğini düşünüyordu; elinde sermayesi olanlar da kredi vermeye yanaşmıyordu. Böylece durağanlık beklentisi gerçeğe düşünüyordu.” (S. 307)

Geçtiğimiz beş yüz yıl boyunca, ilerleme fikri insanların geleceğe giderek daha fazla güvenmelerini sağladı. Bu güven krediyi ortaya çıkardı, kredi gerçek ekonomik büyümeyi, büyüme de geleceğe olan güveni güçlendirdi ve daha fazla kredi verilmesinin yolunu açtı. … / … Bugün dünyada o kadar çok kredi var ki, hükümetler, şirketler ve bireyler kolaylıkla şimdiki gelirlerinden çok daha büyük miktarda, uzun vadeli ve düşük faizli kredi elde edebiliyorlar.” (S. 307)

Türkiye’de bugünkü “dinci”4 ve liberal faşist iktidarın lideri olan adamı tanımlarken, onu bizzat bir “suç ortağı” olarak derinliğine bir şekilde bir “Big Brother” gibi tanıma fırsatı olan bir “mafya” elemanı şunu söylemişti: “Hem çalar, hem de kendisini alkışlatmasını gayet iyi bilir!” Bin bir atraksiyon yakarak, “karayı” gösterip “kırmızıyı” bize yutturmaya çalışan “Oxford” çıkışlı hokkabaz yazarımız da kredi biçimine girerek artık geleceğimizi de sıfırlamaya başlayan küreselleşmiş sermaye için “Gelecekteki gelirimizi şimdiki zamanda bir şeyler yapmak için kullanınca yeni ve harika fırsatlar ortaya çıkabilir“, derken benzer bir tavır içine girmektedir. Soruyoruz: Bütün insanlığa mal olmuş çok değerli birçok bilim insanının yetişmesine asırlardır önayak olan büyük bir “bilim yuvası” olarak tanıdığımız Oxford’un mahzenlerinde ne dümenler dönmekte? Yoksa bizim düzenbaz yazarın diploması da bizim “Big Brother”ınki gibi düzmece mi? Neyse, bu kadar sahtekarlığı, düzenbazlığı yapabilmek için bizim “Gümüşsuyu’lu” akşamın nevalesini doğrultmak için “üç kağıt” açan lümpen taifesi gibi “alaylı” değil, ama en azından “mektepli” olmak gerekiyor diyelim ve sözümüze devam edelim:

1)Düzenbazımız bize “Gelecekteki gelirimizi şimdiki zamanda bir şeyler yapmak için kullanınca yeni ve harika fırsatlar ortaya çıkabilir” derken, sanki “gerçekle” bir ilişkisi olmayan ve bu yüzden de bir “varsayım” statüsüne bile sahip olamayacak olan bir palavraya inanıp güvenmemizi talep etmektedir. İyi güzel de, size ve kurgulanan düzenin gerçekliğine neden inanalım? Türkiye’de dedelerimizin “Seferberlik” ve “İstiklal Harbi” dönemlerine dair anlattığı kara yoksulluğun benzer emekçi halkın üstüne işsizlik ve ülkenin var olan yaratılmış zenginliğinin yağmalanmasıyla birlikte çökmüş bulunmamakta mıdır, bugün? Yakın geçmişte yürürlüğe giren çok uzun vadeli ev kredileriyle (Morgıç) çalışanların bütün geleceklerinin ipotek altına alınması yetmiyormuş gibi, aynı dönemde emeklilik yaşının da sürekli ileriye atılmasıyla borçlu insanların henüz evlerinin gerçek sahibi olamadan varislerine miras değil ama borç bırakarak ölüp gitmesine sebep olan, sizin “cennetten çıkma” diye kakaladığınız “kredi sistemi” değil mi? Peki, birçoğu “kredi borcu sahibi” olmaktan mustarip olan Fransa halkı, kefen kuşanır gibi “Sarı Yelek” kuşanarak yerleşik liberal faşist düzenin temsilcisi olan Macron iktidarına karşı neden ayaklandı? İşsizliğin hat safhaya geldiği bir durumda ve “ölüm yaşının” aşağılara çekildiği bir halde, fazla çalışmaktan “burn out” üzerine “burn out” yaşayan çalışan kesimi iki sene daha fazla çalıştırarak “iş başında” ölmesi için KHK yayınlamak da, “kredi mucizesinin” marifetleri içine girmektedir?

“Yavuz hırsız”lık yapıp ev sahibini utandırmak için olmadık şaklabanlıkları yapacak kadar büyük “arsızlık” örneği sergileyerek bize olmadık tuzaklar kurmak için çırpınıp duruyorsunuz. Böylesi bize “korkunç” gelen bir işi yapmaya soyunmak için sadece “görevli” değil ama “ücretli” de olmak gerekmez midir? Fiyatınız ne sizin, bay üç kağıtçı düzenbaz, fiyatınız? Bizim kredi borçlarının rantı ile sizin gibilere ödenen fiyatınız! Yayınlandıktan hemen sonra, zaten akılları “kredi” düzenbazlığı ile dumanlandırılmış ve “iman tazelemek” ihtiyacı duyan kitlenin bir kısmına zırvalarınız üzerine güven vermeyi başardınız, ama şimdi on senelik bir deney süresinden sonra palavralarınızın da sonu gelmiş bulunmakta…

2)Bir an “empati” yaparak ve bütün merhametimizi takınarak sizin ağzınızdan çıkan zırvalarınızı kulağınızın duymadığını varsayıyoruz. Bu durumda siz ya okur yazarlığı bile olmayan bir zır cahil, ya da okuduğunu anlamaktan bile aciz “dangalağın teki” olup çıkıveriyorsunuz. “Krallıklar dönemi” dediğiniz, ve lonca sahiplerinin mallarını pazarlarken kendisi siftah yaptıktan sonra daha fazla satış yapmak için önce komşusunun da siftah yapmasını sağlamaya çalışmasını siz –çok uyanıksınız ya!- ekonomik planda çok aptalca ve gerici bir tavır olarak nitelendiriyorsunuz. Söyleyin bakalım, siz gerçekten hayatınızda bir kerecik olsun “ekonominin el kitabı” türünden de olsa bu alanda bir şeyler okudunuz mu? Yoksa bize anlattığınız bu zırvaları, “Big Brother” gibi başkalarının yazdığı şeyler gibi “prompter” cihazına bakarak mı sayıklıyorsunuz? Eğer biraz dişe değer bir şeyler okusaydınız bilirdiniz ki: eğer lonca eşrafı komşusunun da kazanması için veya en azından iflah etmemesi için bunu sadece sizin kapitalistlere yamadığınız gibi “althürist” amaçla yapmadığını, gerçekte bunu yapmadığı taktirde sektörünün bütün ihtiyacını tek başına karşılayamadığından, toplumsal üretimin iç kaynaklarla karşılamayacağı bir dengesizlik yaratarak bütün ekonomiyle birlikte kendisini de batıracağını bilmektedir. Hatta bu gerçeği krallar ve padişahlar bile sizden çok ama çok daha iyi bilmektedir. Yoksa siz, “kılık değiştirerek” halkın arasında gözlem yapmaya çıkan “Muhteşem Süleyman” adlı dizi kahramanının bunu halkını çok sevdiğinden, onların özlemine dayanamadığından “Kapalı Çarşı” esnafını ve pazarda ne olup bittiğini anlamaya çıktığına mı inanıyorsunuz?

Hadi hadi, bir an için bile olsa soytarılık yapmayı bırakın şimdi. Siz de bütün olup bitenleri gayet iyi biliyorsunuz. Sırf kapitalist canavarlığı suret-i Haktan göstermek yani sınır tanımayan bir sermaye temerküzünü “ilericilikmiş” gibi göstermek için geçmişin ekonomik dengelerini “kötü örnek” olarak göstermektesiniz. Oysa ki, bu dönemde var olan üretim aletlerinin seviyesi ile sadece “ihtiyaca yönelik” üretimin gerçekleştirilmesinin “kar etmeme” arzusunun yokluğundan yapılmadığını, benzer “sınıfsal sömürünün” lonca ustası ile lonca çırağı arasında var olduğunu siz de bal gibi bilmektesiniz.

3) Ağzınızdan çıkanı kulağınızın duymadığından hareketle “dangalağın teki” olabileceğinizi varsayarak size, “kredi sisteminin” özellikle üretim fazlası yaratan üretim araçlarının gelişimine paralel olarak geliştiğini, bu ise “insanlığın gelişimini” amaçlayan değil ama tarihin ve toplumun kendisine tanıdığı “krediden” faydalanan kapitalizmin gelişimini amaçlamak için yapıldığını söylemek isterdik. Ama ne sizin kulağınız verilen emirlerden başka bir şey duymakta ne de gözleriniz prompterde okuduğunuzdan başka bir şey görmekte… “Kredi de kredi!” diye feryat figan edip dikkatleri kara renkli karttan kırmızıya çekmek için elinizden geleni yapıyorsunuz, o kadar ki koskoca bir ülkeyi soyup soğana çevirdikten sonra ölmeden önce geriye kalan insanların canını da almak için sabırsızlanan başımızdaki “psikopat” liberal faşist yöneticiler gibisiniz. Gözünüz o kadar dönmüş ki, “pre-kapitalist” dönemden beri “tefecilik” biçiminde var olan “kredi”, mutlak ve reel kar getiren üretim alanına akmış, “manifaktür” tipi geçiş teknolojisi kullanan işletmeleri bütünüyle kontrol altına aldıktan sonra üretimi ve verimliliği kat be kat arttıran modern sanayi -buhar makinesi kullanılmasıyla başlayan- dönemde doğrudan “değişen sermaye” şekline dönüşerek sürekli ve düzenli bir artış göstermiştir. Emperyalist dönemde bir ayağı “milli sınırlar” içinde diğer ayağı ise küresel sermayeye dönüşmüş olarak (Lenin) varlığını sürdürmüştür. Doğrudan “küresel” olarak adlandırdığımız dönemdeyse “milli sınırları” hızla terk ederek, sanayisi süratle gelişme aşamasına gelmiş ülkelere iltica etmiş durumdadır. Bu süreç gösteriyor ki, ortaçağın “tefeci sermaye” sahibi olan “kredi verenleri” ile, sonra gelen dönemdeki “banka kredileri” arasında değişen tek şey “değişen sermaye” alanlarına çökmek olmakta, ama para’dan para”ya devir eden çeşitli biçimleriyle kredi sermayesinin ne gelişmeyle ne de insanlıkla olumlu anlamda bir ilişkisi bulunmaktadır. O, baştan sona “ölüm”den (para) başlayıp “ölüme”e (para) giden koskocaman ve insanı ve onun toplumsallığını sürekli teğet geçen koskocaman ve tarihe mal olmuş olan bir “sıfırlama” hareketinden başka bir şey değildir. O, insan vücudunu yere sermek için bütün organlara sirayet ederek sürekli yayılan kanser hücreleri gibidir. İnsanlığı koruyan ve yenileyen ise emek ve emekçiler olmuştur. Bize yutturmaya çalıştığınız gibi, küresel sermayenin bütüne yakınını oluşturan “kredi sermayesi”, insan toplumlarını içinde öğütmeye başlamış olan liberal faşist diktatörlükler açısından şimdilik “sürekli kazanan” (Winner) kesimini oluşturmaktadır; emek cephesi ise şimdilik “kaybedenler” (Loser) kesimini oluşturur görünmektedir.

4)Son olarak, üç kağıtçı yazarımızın hiçbir şekilde hesaba katmaz göründüğü ama “kredi sisteminin”, bırakalım “toplumsal ilerleme”yi, geçmişten gelerek var olan ve insan bireyi olarak herkesin “olmazsa olmazı” olan toplumsallığını da elinden almanın bir aracı olduğundan bahsetmemiz gerekmektedir. Sermaye, “para”nın tarihsel olarak belirlenmiş özel bir biçimi olarak, hangi kılığa girmiş olursa olsun hakim sınıfların elinde bir iyilik aracı değil, ama daima bir “perversiyon”, bir “suiistimal” aracıdır. Yani, amacına ulaşmak üzere o kadar hain, o kadar sinsice avına yaklaşan bir yırtıcı hayvan gibidir ki, mesela insanın toplumsallaşmasını ortadan kaldırmak ve doğrudan kapitalist sisteme kul köle yapmak üzere, kendi kendisini yani “ölümü” toplumsallaştırmaya kadar işi vardırabilmektedir. Kapitalizmin toptan çöküşü ile belirlenen dönemde bu iş “neo-liberal” ideolojinin teori ve pratiği üzerinden gerçekleştirilebilmektedir. Bizim saha araştırmalarımız üzerinden de doğrudan gözlemleyebildiğimiz üzere, kapitalist sistem –kredi yoluyla veya bir başka biçimde, örneğin “edebiyat” yoluyla- toplumsallaşınca, bunu bir tek ve “sırttan hançerlercesine” gerçekleştirmektedir: “Aşırı bireyleşme” olayını, tıpkı sermaye temerküzünde olduğu gibi sınırsız bir şekilde geliştirmek! Kredi sistemi aşırı bireycileştirme olayını kendi uzmanlık alanında adım adım şöyle gerçekleştirdiği artık herkesin gözlemine sunulan bir olgu haline gelmiş bulunmaktadır: 1)”Sen çok “özel” birisin; rüyanı gerçekleştir, kiradan ve sana benzeyen komşularından kurtul!” şiarı altında ödeme sınırlarını zorlayan miktarda çok uzun bir süre için ev kredisi verebilmektedir; veya, “Sen çok “özel” birisisin, mesai arkadaşların gibi otobüs bekleme” diyerek özel araba kredisi vererek bireyle “ötekiler” arasındaki ilişkilere adeta bir “mahpushane duvarı” olup dikilebilmektedir; böylece, bireyin var olan toplumsal ilişkilerini parçalayarak insan olarak bütün varlığını kısa zamanda ona soluk aldıramayacak kadar ağır bir “borç yükünün” altına sokabilmektedir. 2)”Borç yükünden kurtul, kendinin patronu ol!” gibi şiarlarla sözüm ona kendi bireysel “işini kurması” için “oto-antrpönör” yani “tek kişilik patronluk” vadederek “mikro-krediler” dağıtarak gizli işsizler ordusu yaratıp sonra da “işsizliği ortadan kaldırdım” diyebilmektedir. 3)Evsiz ve işsiz kalan ve sahip olduğu her şeyini kaybeden bireye, neo-liberalizme karşı son hizmetini gerçekleştirmek üzere kendisini asarak en azından kaybettiği insani varlığını ve insan olma onurunu kurtarmak amacıyla hayatına son vermek için bir “yağlı urgan”5 kredisini daha verip ve bunu bir “borç” olarak varislerinin hesabına yazdırdıktan sonra “kimsesizler mezarlığına” defnettirebilmektedir…

5)Daha bitmedi! Bütün bu olup bitenler aslına bakarsanız her şeyden önce bir “çökme” değil, ama bugünün mafya erbabının itiraflarından çıkardığımız gibi bir “çökertme” hareketidir; kamusal hizmet vermek üzere faaliyet gösteren yani “toplumsallaşmış” ne kadar iktisadi faaliyet varsa bütün hepsini çökertme hareketi… Buna yakın geçmişimizde “KİT’leri (Kamu İktisadi Teşekkülü) planlı programlı olarak iflasa sürükledikten sonra yandaş şirketlere “özelleştirme” şeklinde peşkeş çekilirken gözlemlediğimiz “çökme” olayı üzerinden şahit olduk. 1980’lerden beri var olan bu “çökertme işi bittikten sonra da “çökme” işinin başlaması” süreci yaygınlaşarak devam etmektedir. Mesela bu süreç, bir “Ulus-Devlet” yapılanmasındaki toplumsallaşma olayının en önemli kurumlarının başında gelen “okul” ve “eğitim sistemine” sirayet ettiğinde, kendisini zaten geliştirilmeye muhtaç olan karmaşık bir kurumsal yapının “kalitesini” maddi imkanları sınırlayarak daha da aşağılara çekerek, onu “özel okul” ile rekabete sokarak iyice çökertmek şeklinde ifade etmekte… Bu sektördeki çökme-çökertme işleminde “kredi şirketlerinin” ticareti “eğitim için” ebeveyne ve öğrenciye borç verme ile gerçekleşmektedir. Böylece, her durumda bizim “neo-liberalzede” vatandaşımız kapitalist sisteme entegre olmak için çabalarken devreye giren “kredi sistemi” onun yönünü her durumda bireysel ve toplumsal yok oluşa doğru döndürmektedir. Günümüzde, cehennemin yolları “kredi” avanslarıyla döşenmiş bulunmaktadır.

O halde en başta sorduğumuz soruya net bir cevap verebiliriz: Kapitalizmin, felaketten, sefaletten ve nihayetinde bütün insanlığın yok edilişinden başka hiçbir değeri bulunmamaktadır! Artık onun günümüzdeki değeri, “insanlaşma” sürecinde oynayacağı hiçbir rolü, vesile olacağı hiçbir değeri kalmamış olmasındadır.

1Altını çizerek belirtelim ki, “kapitalizme” sabahtan akşama kadar küfürler yağdırıp hayıflanmak, “kapitalizm bir değer midir?” sorusunu tartışmak anlamına gelmemektedir. Bu soru, varlık (iyi-kötü) sorunu değil, ama bir oluş sorunudur. O halde cevabı bir başka soruda aranmalıdır: Kapitalizm tarihsel misyonunu tamamlamış mıdır? Dolayısıyla bu soruyu “iyi” veya “kötü” gibi cevaplarla geçiştirme hakkımız bulunmamaktadır. Çünkü cevap zaman ölçeğine yayılmış bulunmaktadır ve belli göstergelerin, mesela “kapitalist sermaye toplumsallaşmaya devam ederek var olmaya da devam edebilir mi?” gibi…

2Bu akımın Fransa’daki sözcüsü, ülkedeki kapitalizmin nasıl toplumsallaştığı konusunda Marx’a romanlarıyla kıymetli bilgiler sunan Honoré de Balzac’tır.

3Fizyokratların ünlü “Laissez faire, lassez passer” (Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” şiarında ifade edildiği türden:

4“Dinci” terimini yazarımızın kendisi de kullanmaktadır.

5Hayır, “yağlı urgan kredisinden” bahsederken kesinlikle abartılı bir söz söylemiyoruz! Nitekim, bütün düzenbaz üç kağıtçılar gibi Harari de kendi kendisini, yarattığı kavram karışıklığını anlaşılmasın diye gerçekte gözlemlenen somut olgularla birbirlerine karıştırırken, ele vermektedir: “Ortalama bir insanın kendisini öldürme ihtimali bir terörist, asker veya uyuşturucusu tarafından öldürülme ihtimalinden daha yüksek” (S. 360)

Diğer Yazılar

KARANLIK GECEDEN YANSIYANLAR: SOSYAL ÇÜRÜMENİN TÜRKİYE TASVİRİ

“Bir grubu bir arada tutmak istersen, mutlaka ortak bir suç işlet”- Dostoyevski / Ecinniler. Yönetmen: …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir