Mahir Konuk 03/05/2023
İnsanlaşma sürecinin anlaşılmasında önemli bir kavram olan ve Harari’nin kitabında sürekli gündemde tutulan “değer” konusuna öncelikle değinmemiz, yazarın insan varlığı karşısındaki genel yaklaşımını akıldan çıkarmayarak, illaki gerekli görünmekte. Öncelikle şu soruya cevap vermemiz gerekecektir: Üç kağıtçı yazarımız insanı ve insanlaşmayı tanımlarken kitabı boyunca yana çırpına okuyucuya argüman taşıyarak onu ikna etmeye çalıştığı “değer skalası” nasıl oluşturulmaktadır?
Okuyucunun da yüzeysel bir okumayla rahatlıkla tespit edebileceği gibi, Harari “insanlık tarihi” boyunca belli bir hiyerarşiye tabi olmak üzere iki tip insan profili çizmeye çabalamaktadır; çizdiği bu profiller, kapitalist sistemin bugününe ışık tutacak şekilde neoliberal ideolojinin dış dünyayı algılama, düşünme ve kategorilere ayırma biçimine titizlikle sadık kalmaktadır. Onun çizdiği birinci profile göre skalanın en üstünde olanlar şu özellikleri taşımaktadırlar: 1) PARA, çok ama çok da değil, sınırsız büyüklükte yani maddi ve bir sınırı olan evrenimizden de çok miktarda paraya sahip olmak ve hükmetmek; 2) Sözüm ona IQ’sü yüksek ve sürekli hesap-kitap yaparak hareket ettiğinden tam bir “AKIL KÜPÜ” olmak, düşünceyi tahakküm aracı olarak kullanmak; 3) Ötekileri DOMİNE ETMEK için, onları ahmak yerine koyarak sürekli bir “anestezi” halinde tutmak” üzere uyduruk kaydırık hikayeler KURGULAMAK eylemini alışkanlık haline getirmek; uydurulan hurafelere inanılmasını her biçimde mecbur kılmak…
Bu profilin sonuç itibariyle karşıtı olan ve dolayısıyla “aşağı düzeyi” temsil eden İkinci profil, gözlemciyi “bunlardan hangisi gerçek insan?” sorusunu sorduracak kadar birinciyle bir kontrast oluşturmaktadır: 1) EMEK veya “İŞGÜCÜ” sahibi olmak ve emek sarf ederek şimdiki zamanda olduğu gibi gelecekte de kendi varlığını yeniden yaratırken yeni TOPLUMSALLIK biçimleri de yaratmak; 2) İnsanı insan yapan kendi tabiatını emek sarf edip harekete geçirirken İNSAN AKLINI DA YARATMAK ve geliştirmek, diğer bir deyişle her durumda metafizik akıl yürütmelere başvurmaktan kaçınmak; 3) Sadece tahakküm altında tutulabilecek yeni varoluş biçimler kurgulamak veya insanlara içi boş bu kurgu ürünlerini empoze etmek değil ama, İNSAN TABİATINA UYGUN YENİ BİR DÜNYA KURGULAMAK ve onu yeni toplumsallaşma biçimleri yaratırken gerçekleştirmek…
Anlaşılacağı üzere, Harari’nin kitabında yaptığı çeşitli insan tipleri tanımlamasından çıkarak özetle aktardığımız insanlık tipolojisinde yazarın itinayla oluşturduğu hiyerarşi, onun dünya görüşü, ideolojisi ve siyaset anlayışıyla bütünüyle örtüşen bir hiyerarşidir. Bu şart altında oluşturulan bir “değer skalası”, doğrudan doğruya mevcut insan toplumunda var olan sınıfsal yapılanmaya tam anlamıyla uygun olmak üzere oluşturulan bir “değer skalası”dır. Bu tip bir hiyerarşide esas olan genellikle bütün insanlar için şu veya bu şekilde ortak sayılabilecek değerlerin –tıpkı, para, akıl ve kurgulama yeteneği gibi- toplumun sınıfsal yapılanmasına bağlı olarak yorumlanması ve anlamlandırılmasıyla oluşturulmuştur. Bu yüzden, bizim Harari’nin anlayışını aktardığımız hiyerarşide, tıpkı bir sermayedar aklı ile düşünen yazarın birinci sırasında “para” yer alırken ve listede “emeğin” esamisi bile okunmazken, bizim ona karşı yaptığımız ikinci sıralamada “emek” en başta yer almakta sadece bir “araç” olarak işlem gören “para” ilk üçe dahi girememektedir.
Yaptığımız ve netice itibariyle kendi aralarında hiyerarşik bir ilişki olan tiplemelerde, birincinin neden ve niçin “parayı” en öne aldığını ama “emek” değerini gözlerden uzak tutmaya çalıştığını, Marksist değer teorisinde “PARA-EMEK” ilişkisinden çıkarak ortaya koymaya çalışalım.
PARA’nın ve EMEK’in değeri nasıl ölçülür?
Harari’nin insanlığın en yüce değerlerinden birisi olarak gördüğü “para”yı nasıl değerlendirdiğini, onu varlıkla yokluk arasında hangi düzeye oturttuğunu ve değer üretiminde hangi statüye veya işleve uygun gördüğünü biraz ilerde etraflıca ele alıp inceleyeceğiz. Ama yazarımızın etrafa saçtığı hiç de rast gele söylenmemiş, bilimsel anlamda içi boş lafların ötesinde, genellikle üretim ve tüketim faaliyetine bağlı olarak söz konusu edilen para’nın değeri nedir sorusuna açıklık getirmemiz gerekmektedir. Bu konuda faydalanacağımız başlıca kaynağın, Marks’ın “Kapital” adlı büyük eseri olacaktır. (Cilt 1, 2, 3, Sol Yayınları, 1970’lerin baskısı) Böylesi doğrudan Marks’ın en önemli eserlerinin başında gelen “Kapital”’in içeriğini özetleyerek bir giriş yapmamızın ayrıca bir başka nedeni var; o da bizim düzenbaz ve bir cambazhane hokkabazı soytarılık yapmak için insanlara içi “öcü dolu” hikayeler anlatarak onları eğlendireceğini vehmeden yazarının Marks ve Kapital hakkında ortalığa saçtığı şu pisliği de ona temizletmeyi amaçlamaktadır:
“Diğer dinler gibi komünizmin de kutsal metinleri ve kitapları vardı. Örneğin Marx’ın yazdığı ve tarihin yakın bir zamanda proletaryanın kaçınılmaz zaferiyle sonuçlanacağını ileri süren Das Kapital.” (S. 229)
Yine her zamanki numaralarından birisini yapıp şapkasından “tavşan çıkaran” ve birer avanak yerine koyduğu bizleri, adi bir hokkabaz olmuş olsa da tavşanı kendisinin yoktan var ettiğine inandırmaya çalışan yazar müsveddesine bir yerlerinden yumurtladığı bu inciyi, “Das Kapitali”in neresinden alıp aktardığını sorma zahmetine bile katlanmayacağız. Çünkü Kapital’i dikkatle ve eleştirel bir çabayla okuyan birisi olarak, “ekonomi”yi metafiziğin hezeyanlarından çıkarıp ona bilimsel nesnellik kazandırdığı bilgimiz dahilinde olan bir konudur. Yazar müsveddesini hiç olmazsa “entelektüel namus” sahibi olmaya da çağırmayacağız, Zira her ne kadar “bilim insanı” tüyleriyle her tarafını bezeyip durmuş olsa da o, entelektüel faaliyet söz konusu olduğunda “namus” kelimesinin olumsuz haline işaret eden “namussuz” sıfatına bile yaklaşamayacak bir düşünme ve ifade biçimine sahip bulunmaktadır. Zaten daha baştan itibaren “size cicili biçili ama içi boş hurafeler anlatacağım” diye ortaya çıkmamış mıydı? Bu durumda, onun palavralarıyla uğraşmayı, eğer sonunda birçok kişiyi ideolojik ve siyasi planda “söğüşlemekte” olduğunu, insanlaşma konusunu kendileri için bir “kimlik sorunu” yapan bir gencin zihinini “iğfal etmeye” yeltendiğini bilmesek, kitabının tanıtımını yaparken söylediği sözlerden sonra, sayfaları başka iş için kullanmayı düşünürdük.
Bu durumda, yazılan zırvaların okuması bile başlı başına bir zulüm olan kitabın “değer” konusundaki sergilediği hezeyanları tespit ve tenkit etmek için, “değer”in Marksist literatürdeki tanımından başlayarak sözlerimize devam edelim.
1)Değer, özellikle de ekonomik faaliyete konu olan değer, her şeyden önce kaynakları söz konusu olduğunda atfedilmiş veya ilan edilmiş şeyler değil ama yaratılmış bir şeydir. Ekonomik bir değer yaratmak için öncelikle “iş gücü” seferberliği gerekmektedir. Diğer bir deyişle “ekonomik değer”, bir kullanım nesnesi meta yaratmak için sarf edilen zaman süresine eşittir; böyle ölçüldüğü taktirde de metaların değeri birbirleri ile karşılaştırılabilir ve dolayısıyla ölçülebilir hale gelecektir. “Kullanıma bağlı değer” bir nitelik ihtiva eder, ama kendisinin üretilmesi (yaratılması) için sarf edilen işgücü zamanı, onu aynı zamanda “niceleştirerek” değiştirilebilir hale getirir. “Para“ dediğimiz nesnenin, eğer altın ve gümüş gibi üretilmeyi gerektiren bir niteliği yoksa –ki bu durumda onların da diğer metalar gibi işgücü zamanıyla belirlenmiş bir değeri olacaktır- örneğin bir değer tespit etmek için kullanılan bir senet veya banknot ise, “kendinde olan” (en soi) değeri de sadece bir gazete kağıdı kadar olacaktır. Para, ortaya çıkış ve insanlaşma sürecine giriş anlamında sadece bir değer bildirimi yapan ve böylece meta sirkülasyonunu kolaylaştıran bir araçtır. Spekülasyon aracı olarak kullanılmadığı taktirde “para”, hiçbir şekilde bir değer yaratmaz; veya onun değeri, değişimi evrensel plana taşıyacak kadar kolaylaştırmasıyla ölçülecektir.
Bu bağlamda şunun da, Harari’nin sürekli olarak aksini ima etmeye çabalamasına rağmen, ancak alım-satım karı ile en fazla para temerküzünü gerçekleştirebilen ticari faaliyetin sağladığı “kazanç” da, -meta üretiminde “yatırım aracı” olarak yeniden meta sirkülasyonuna sokulmazsa- “ticari sermaye” olarak kaldığı sürece değer de yaratmaktan uzak kalacaktır. Sonuçta “para” ortaya çıkış amacına uygun olarak sadece “değişim değeri”ni temsil edecektir; “meta”nın kavramlaşmış ifadesi ise “kullanım değeri” olarak adlandırılacaktır. Diğer bir ifade etme biçimine göre “meta”, bizim “maddi gerçeklik” olarak ifade ettiğimiz varoluş biçimine karşı gelirken, “para” da –Harari’nin de “karayı” gösterircesine ifade ettiği üzere- zahiri bir varoluşa sahip nesne olarak sadece “kurgusal gerçeklik” sahibi olmak ile sınırlı kalmaktadır. Bu tespiti yaptıktan sonra bir adım daha atarak şunu ileri sürebiliriz: Kullanım değerine sahip meta insan hayatını temsil ederken, sadece değişim için kullanılan “temsili varlık” olan para ölüm haline karşı gelir.
2)Bütün değerler gibi ekonomik değer olan “para” da, varlığını, ancak kolektif olarak gerçekleştirilebilen mal üretiminin insan varlığı için gerekli olmasına borçludur. Başlangıçta bir “kullanılma” niteliğine rastgele sahip olmayan “ham maddeye”, bu niteliği kazandırma faaliyeti demek olan üretim faaliyeti, aynı zamanda bir toplumlaştırma-toplumlaşma faaliyetidir. Mal üretimi (buna avlanma ve toplamayı da farklılık gözeterek katabiliriz), evrendeki insan varlığına veya insanlaşma sürecine başlangıçtan sona kadar toplumsallaşma biçimlerinin evrimine bağlı olarak çeşitli şekillerde refakat eder. Para, bir “kurgusal gerçekliğe” sahip ve ölümü temsil eden bir varlık olarak, insanlaşma ve toplumsallaşmanın başlangıcında var olmadığı gibi çok büyük bir olasılıkla sonuna doğru da var olmayacaktır. “Para”, metanın toplumsallaşmasının bir art ürünüdür. Kendi başına sermaye adıyla “ölüm halinde” olan para, üretime sokularak toplumsallaştırılınca veya insanların ellerinde “toplumsal ilişki aracı” (cep telefonu gibi) halinde reenkarnasyona uğrayarak hayatın içine katılır. Tarihsel evrimi içinde ancak toplumsallaşarak var olan “para”, bu tarihsel misyonunu tamamladıktan sonra insanlaşmanın önünde engel teşkil etmeye başlayacak, böylece tıpkı sermayedarlar sınıfı gibi “tarihin çöplüğündeki” yerini alacaktır1.
(Feodal dönemden kapitalist üretim ilişkilerinin belirgin olarak ortaya çıktığı serbest rekabetçi bir dönemin eseri olarak Venedik Taciri’nde Shakespeare, para ilişkilerinin acımasızlığını tefeci Shylock karakteri üzerinden ana hatlarıyla çizdi. Fotoğrafta Shakespare’in Michael Radford uyarlamasından bir sahne-editör)
3)Kalemini bir “hokkabazın şapkası” gibi kullanan yazarımız, bir yerlerden işittiği Marx’ın “kapitalist toplumun er veya geç yerini komünist topluma bırakacağı” tezi, tarihte “para”nın işgal ettiği yerle doğrudan ilişkili olarak insan toplumsallığının en gelişmiş biçimi olan komünist toplumlaşmanın gerçekleşmesiyle “kusulacağı” veya radikal bir şekilde değişen toplumsal ilişki biçimleri tarafında “buharlaştırılacağı” olgusuyla doğrudan ilintilidir. Bu yüzden “para”nın, aynı zamanda “toplumsallaşma” anlamının tarihi de diyebileceğimiz insanlık tarihinde sadece belli bir süre geçerli olmak üzere sadece “zahiri” –veya temsili de diyebiliriz- “kendi için” (pour soi) bir gerçekliğe ve kendi başına bir değere sahip olduğunu iddia etmek ve bunu ispatlamak için sadece adi bir “üç kağıtçı” olmak yetmez; aynı zamanda becerikli bir “kalpazan” da olmak gerekmektedir. Sahtekarlık skalasında harikalar yarattığını bildiğimiz bizim “neo-liberal solcu” erbabının dahi ulaşamayacağı bir yükseklikte konuşlanan (doğrusu bunun mümkün olabileceğini daha önce aklımıza bile getiremezdik!) “ücretli” olduğundan artık emin olmaya başladığımız yazarımızın derdi, eğer gerçekten bir bilim adamının izlemesi gereken yoldan yürüyerek bize Marks eleştirisi yapmak olsaydı, sonuç her hâlükârda “boktan” olmuş olsa bile, en azından izlediği yoldan ve çabalarından dolayı koskocaman bir “sıfır” almaktan kurtulabilirdi. Eğer kara çalarak değil ama “Das Kapital”i zahmet edip bir kerecik dahi okusaydı, orada “kapitalist rantın tarihsel azalma eğilimi” diye bir kavrama rastlayacak ve bu kavramın izini sürerek olayın aslında bu bahiste anlatılanın toplumsallaştıkça kendi varoluş nedeni olan “sömürü” oranının da sermaye ile birlikte toplumsal ilişkilerde gereksiz hale gelerek buharlaştığını görecekti. Kim bilir, sadece zahiri bir gerçekliğe sahip olan “para”yı, maddi bir gerçekliğe sahip “kullanım değerine” göre üstün tutmaya ve göstermeye çabalayan Harari, Marksın “kapitalist rantın tarihsel azalma eğilimi” ile anlattığının, bizim söylediğimiz toplumsallaşmanın belli bir tarihsel aşamasında bir “değer ölçer” olarak paraya atfedilen o “sihirli” değerin de buharlaşmaya başlamasıyla aynı anlama geldiğini çözebilecekti.
Özet olarak belirtmemiz gerekecekse, doğrudan insanın evrendeki varoluşuyla ilintili olan “değer”, en genel ve temelli anlamında yaratılmış ve yaratılmaya gelecekte komünizmin toplumsallaşmayı belirlediği tarihsel süreçte de devam edecek olan bir mevhumdur (kavramdır). “Modern dönem” olarak anlatılan ama genellikle “kapitalizm” gerçekliğinin üzerini örtmekten başka bir işe yaramayan dönemde varoluşu devam ettirmenin ön koşulu olarak yaratılmış bir malın değeri, “nitel” olarak “kullanım değeri” (meta) ile, “nicel” olarak ise “değişim değeri” yani “para” ile ölçülür. Ama bu şekilde bir özet yapmak, özellikle de Harari cinsinden yeminli anti-komünist ve ücretli neo-liberal karşı devrimcinin sahtekarlıklarını ortaya çıkarmak için yeterli olmayabilecektir. Değer kavramının daha net anlaşılır hale gelebilmesi için, onun her şeyden önce insan hayatı yani “işgücü” ile ölçüldüğünü sürekli bir şekilde akılda tutmak gerekmektedir.
Burada, kaynak olarak ele aldığımız ve Harari gibi bir üç kağıtçının manevralarını görünür kılacak şekilde yorumladığımız Marksist teoride değer kavramı (ekonomik anlamda) üzerine ileri sürülen bütün önermeleri sıralamayı düşünmüyoruz. Zaten bu işe eleştirimizin gelecek bölümlerinde de değinme imkanımız kendiliğinden olacaktır. O halde, yaptığımız bu çok kısa hatırlatmalardan sonra, Harari’nin ortalığa zehir saçar gibi saçtığı zırvalarının bu bölüme ayrılan kısmının sorgulamasını yapmaya geçebiliriz.
Paranın jeneratörü nerededir? Toplum mu, akıl mı?
Herkesin bildiği gibi “teşbihte hata olmaz”. İşte biz de Harari’nin zırvalarını uflaya puflaya okurken yaratılan tahammül edilmez dozdaki gerilimi, benzer durumda bütün herkesin yaptığı gibi kendimizi bir melodinin sakinleştirici ritmine veya güzel bir şiirin nakaratlarından dökülen lirizmine bırakıp sakinleşme yolunu aradığımızı itiraf etmeliyiz. Üç kağıtçı yazarımızın “para” ile ilgili anlattığı zırvaları okurken “stres atmak” üzere dilimizin ucuna her ne hikmetse Ahmet Muhip Dıranas’ın ünlü “Fahriye Abla” şiiri geldiğini itiraf etmeliyiz. Bu şiiri okurken içimizden kah “Ah ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla…”, kah onun aranje ettiğimiz biçimi “Ah ne sahtekar bir yazarmışsın sen Harari abi…” tekerlemesini sürekli tekrarlayarak tespih çeker gibi “ya sabır!” çekmekten kendimiz alamadık. Alın size bizim üç kağıtçı yazarın bizde sabrımızı taşıran onlarca zırvalarından birisi:
“Para pek çok yerde farklı zamanlarda icat edildi. Paranın icadı ekonomik bir dönüm noktası değil, zihinsel bir devrimdi. Bu devrim, sadece insanların ortak hayal gücünde yaşayan yeni bir gerçekliğin yaratılmasında gizliydi.
Para, madeni metaller veya banknotlar demek değildir; mal ve hizmet takasını gerçekleştirmek amacıyla diğer ürünlerin değerini sistemli olarak belirleyebilmek için insanların kullanmaya razı oldukları şeydir.” (S. 182)
Eğer “para” emekçinin cebine “ücret” olarak, sermayedarın kasasına ise “kapitalist rant” olarak girmeden önce “sadece insanların ortak hayal gücünde yaşayan yeni bir gerçekliğin yaratılmasında gizliydi” ise, o insanların hayal gücüne bir “kurgusal gerçeklik” olarak eğer maddi bir gerçekliği temsil etmiyorsa, hiç ama hiçbir değeri olmayan “parayı” insanların düşünce organının içine kim soktu? Vahiy yoluyla mı girdi, üç kağıtçı yazarımızın ima ettiği gibi, “para” denilen bu “hayal ürünü” olan nesne? Vay be!
“Ne sahtekar bir yazarmışsın sen be, Harari abi!”
Bizim üç kağıtçı yazarımızın zırvalarını sergiledikten sonra, onun bize “gözümüze sokarcasına” “para” sanki “hayal ürünü yani kurgusal bir gerçek olarak” sanki gerçeğin ta kendisi imiş gibi el çabukluğu ile empoze etmesini bir yana bırakarak, maddeler yanı olgular dünyasında tıpkı bugün diğer alanlarda olduğu gibi gerçeğin nasıl kotarıldığına bir göz atalım. Başlangıçta biz, bütün insanlığa mal olmuş “icatlardan” sadece birisi olan “para”nın, insanlık tarihi içinde toplumsallaşma süreci ile gerçekleştirilen deney birikiminin sonucunda ve bu nicel birikim bir niteliğe ulaştığında akıl yoluyla gerçekleştirilen bir zahiri gerçeklik olduğunu belirtmiştik. Bu sebeple de doğrudan ve deney yoluyla gerçekleşen enerji yoğunlaşması olmadan, bir bahar günü insanoğlunun rüyasında bir “peri kızını” görmesi gibi hayal yoluyla bir buluş yapması ve ertesi sabah uyandığında ise herkese “Baylar, Bayanlar… Yarın parayı icat ediyoruz” diye yaşanılmamıştır paranın icadı.
Yabacılaşmanın kökeni, insanın kendi emeğine yabancılaşmasıysa para bunun somut elle tutulur bir göstergesiydi. Kullanım değerinin terk edilip, değişim değerinin (metanın) başa yazılmasıyla para, yabancılaşmanın maddi karşılığı olmuş, onu elde etmek için harcanan her çaba, paradoksal olarak paranın yabancılaştırıcı etkinin daha da artmasına neden olmuştur. Goethe’nin veciz ifadesiyle “insan paranın para da insanın sahtesini yaratmıştır”-editör)
Kendi başına hiç ama hiçbir değeri olmayan bu yüzden kendisi bir anlamda “ölü değer” olan paranın yaratılması için, önce gerçek ve biricik değer yaratıcısı olan insan emeğinin “kullanım değerine” sahip ürünleri yaratmış olması ve kolektif olarak yaratılan bu ürünlerin “adaletli” bir şekilde paylaşılması veya birbirleri ile değiştirilmesinin sorun haline gelmiş olması lazımdır. İşte bu paylaşımı en iyi şartlarda yani insanın toplumlaşma sürecini ileri götürecek bir biçimde gerçekleştirmek üzere, insanı deneylerinden öğrenme faaliyetin bir biçimi olan düşünme faaliyeti ile gündeme nihayet getirilen, “akıl” yoluyla çözüme uğratılan pratik bir çözümün sonucudur “para”nın yaratılması olayı. Yoksa insan aklının durup durduğu yerde ya “vahiy” ya da mistik bir esirme krizine giderek uydurduğu bir “icat” değildir.
İnsana dair her şeyde olduğu gibi, başlangıçta canlı bir organizma olarak evrenin bir parçası olan ve diğer parçalara göre çok daha fazla “hayat” diye nitelendirdiğimiz bir otonomiye sahip görünen ve yine diğerlerine oranla çok daha karmaşık bir yapılanmaya sahip, başta da sonda da nesnel bir oluşumundan ibaret olarak “insanoğlunun” yaşamına giren “değer mevhumu”, her zaman ve şart altında hayatın toplumsallaşma yoluyla sürekli yeniden güncellenmesinin sonucudur. Toplumsal hayat içinde bir “değer” atfedilen her şeyi yaratan hayatın aldığı özel bir biçim olan “işgücü” seferberliği olduğuna göre, “para”ya ancak “zahiri” (görünür) nitelikteki bir değer kazandıran da iş gücünün hayatın güncellenmesi için bir zorunluluk olarak yarattığı “kullanım değeri” (ürün) olmuş olmaktadır.
Yine aynı şekilde, bütün bireylerin hayatlarının üretim faaliyeti ve onun sonucunda oluşan tarihsel deney birikimi ile birlikte sürekli yeniden güncellenmesi olgusu, ve bu güncellenmenin aynı zamanda insanın toplumsallaşması sürecini takip etmiş olması olgusu, bize “para”yı “akıla” ısmarlayarak icat ettiren şeyin, irisiyle ufağıyla “toplumsal ilişki” olduğunu gündeme getirme imkanı vermektedir. Zaten gündemden her yaşam alanında ve hiçbir zaman çıkmayan bu “maddi” nitelikli gerçek, sebep-sonuç sonuç ilişkisi zincirinde “para”ya zahiri de olsa belli bir gerçeklik kazandırmış olması, başlangıçta sadece bir sonuç olan paranın, aynı zamanda diyalektik bir işleyişle bir “nedene” dönüşerek toplumsal ilişkilerin üzerinde belli ve başından beri istenen bir işlev görmek üzere ısmarlanmış etki yarattığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.
“Para”, Harari türünden sahtekarların da işe el atmasıyla ve sermayedarların “hayali birikimlerine” o kadar hükmetmektedir ki, günümüzde o kadar -kendisinin var oluşuna neden olan tarihi şartların sonuna gelinmiş bile olsa- evrendeki insan varlığının biricik “sebebi” olma iddiasındadır. Bu iddianın siyasi olarak ete kemiğe bürünmüş şekline biz “liberal faşist diktatörlük” adını vermekteyiz. Doğrudan doğruya insan bireylerinin yaşam alanlarına barbarca müdahale etmeyi gündelik bir olay haline getiren ideolojik ve siyasi nitelikli bu tahakküm, “yabancılaşma” anlamına da gelen bir ayrışmanın sonucudur: “Para” ile “ürünün”, akıl ile işgücünün, “kurgusal gerçek” ile “maddi gerçekliğin”… Liberal faşist diktatörlüklerin varlık nedeni, neoliberal ideolojinin aracılığıyla birbirlerinden mutlak anlamda ayrıştırılarak birincilerin ikinciler üzerinde birer belirleyici olduğu iddiasını “Devlet aygıtının” elindeki bütün güçleri kullanarak, ya mutlak bir sansür uygulayarak ya da bireyleri kendilerine “oto-sansür” uygulamaya mecbur ederek kabul ettirmek olmaktadır.
(İnsani değerleri bütünüyle çökertip bütün hayatı metalaştıran neoliberal saldırı dalgası, orta sınıf sinizmini bir ahlaki norm olarak benimsetti. Anomiye (değersizleşmeye) sebep olan bu ideolojik hegemonya, neoliberalizmin istediği türdeki muhafazakar ve sadece kendi çıkarını kollayan yeni bir insan tipini “homo economicus” yaramatmayı maalesef başardı. Bu insan modelini ortaya koyan bir film Reha Erdem imzalı Kaç Para Kaç-editör)
Yukarıda yaptığımız alıntının ikinci paragrafında, neoliberal barbarlığın gerekli kıldığı ideolojik görevleri yerine getirmek için yola çıkan Harari, “para”yı sanki sınıf savaşında sermayedarların siyasi iktidarını temsil eden liberal faşist diktatörlüklerce emekçi halka bin bir imkan ve araçla zorla empoze edilen bir şey değil de, onların bu “zahiri” şeyi gönül rızasıyla istediği anlamına gelebilecek “insanların kullanmaya razı oldukları şeydir” şeklinde bir ifadeyle tanımlamaktadır. Yazarımız, Paraya dair başka tanımlamalar da yapmaktadır.
“Para”nın halleri…
“Tarihteki ilk madeni para MÖ 640 yılında Lidya Kralı Alyatres tarafından Anadolu’nun batısında basıldı. Bu madeni paranın altın ve gümüş cinsinden standart bir ağırlığı vardı ve tanımlanabilmesi için de işaretler basılıydı. Bu işaret iki şeyi gösterdi: İçerdiği değerli metalin miktarını ve parayı basıp içeriğini garanti eden otoriteyi.” (S. 187)
“Deniz kabukları ve doların sadece hayal gücümüzde belli bir değeri vardır. Paranın değeri kabukların veya kağıdın kimyasal yapısında, renginde ya da şeklinde değildir. Başka bir deyişle para eşya değildir, psikolojik bir kurgudur ve fiziksel olanı zihinsel olana çevirerek çalışır.” (S. 184)
Yaptığımız alıntıda “para” ortaya çıkışıyla birlikte çeşitli halleriyle, altın (yani metal), banknot (yani kağıt), başlangıçta “deniz kabukları” hallerinde belirlenmiş ve neticede bahsi geçen bağlamda toplumda gerçekleştirdikleri işlevleri üzerinden sadece “değişim değeri” ölçmekte, böylece ancak bir tek “kurgusal gerçeklik” statüsüne sahip olmaktadır. Bu işlevsel statü “para”nın tarihsel olarak aldığı bu çeşitli hallerin sahip olduğu ayrı ayrı “maddi gerçeklikleri” de sıfırlanmış olmaktadır.
“Akıl, akıl, akıl!” diyerek, bir üç kağıtçının insanın algısına el koymasında olduğu gibi, hokkabazlık erbabı yazarımızın da okuyucusunun aklını almak için çırpınıp durmayı meslek edindiğini daha önce vurgulama imkanına sahip olmuştuk, tıpkı her maddi bir gerçeklikle karşılaştığında “İsa figürü” karşısında telaşlanarak “kurgusal, kurgusal…” diye feryat figan bağırıp durduğuna şahit olduğumuz gibi. Ama, kitabın kaleme alındığı 2012 yıllarında çoktan küreselci sermayenin kontrolünde itina ve “akıl” yoluyla kendisi gibi emre amade tiplerin işlerini kolaylaştırmak üzere icat edilmiş ve uygulamaya konulmuş olan çeşitli takdim biçimleriyle birlikte “dijital para” olarak anılan “hal”in; öncelleri olan ve zahiri bir gerçeklik temsil etmiş olsalar da, son tahlilde “maddi bir gerçekliğe” bürünmüş halde sunulan parasal biçimlerin neden aynı “kurgusal gerçeklik” içinde söz konusu edilmediği özel bir merak konusu oluşturmaktadır.
Yüzde yüz “kurgusal gerçeklik” olarak var olmakla, Harari’nin kendi kendine bağımsız bir değere sahip olduğunu ima ettiği “para” ile temsili bir işlev de gösteren ama nihayetinde belli bir “maddi” şahsiyete sahip olan “para” arasında, “değişim değerini” ölçerek temsil etme konusunda en geniş anlamda belli bir kader birliği yapmış olsalar da –ki, biz işin bu yanını tartışma konusu bile yapmamaktayız- “para”nın çeşitli halleri pratik ve tarihsel bir ayrılığa sahip olmaları anlamında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Dolayısıyla, tam bir hesap-kitap adamı olan yazarımıza “dijital parayı” genellikle “para”nın almış olduğu haller içine almayarak “eşeğin büyüğünü ahırda unutturan” neden de tam da buradadır: 1)Maddi gerçeklik (kullanım değeri) ile kurgusal gerçekliği (değişim değeri), aralarında her zamandan beri var olagelen birbirleri ile ilişkide sahip oldukları “diyalektik” tipteki ilişkiyi bütünüyle kopararak kesinlikle ayrıştırmak; 2)Uzlaşmaz bir şekilde ayrıştırılan “kullanım” (maddi) ve “değişim” (zahiri veya kurgusal) değerlerin arasındaki, doğrudan “toplumsal ilişkiye” bağlı olma özelliğini de “psikoloji” ve “siyasi” nedenlerden dolayı, “maddi gerçeklik”ten “ alıp “kurgusal gerçekliğe” aktarmak; 3)Böylece paranın, insan tabiatına ve onun devamına bağlı, insanlaşma başta olmak üzere bütün ilişkilerimizi belirlediğini, yani “Para”nın mutlak veya faşizan iktidarlığını “akıl” yoluyla takdis ederek ilan etmek. O halde, daha net bir şekilde anlaşılmak olmak için alıntıda açıkça anlatılmayan, ama alıntının bu şekliyle bize anlattığına yakından bakalım…
Birinci olarak, tarihsel sıralanmasına göre bildirilen “deniz kabuğu” ve “altının” insanlar arasındaki ilişkilerde “değişim değeri” işlevi görevi görmelerinin yanında, öncelikle “ziynet eşyası” olmak gibi “kullanım değeri” şeklinde bir işlevlere sahip olduklarını temsil etmemiz gerekmektedir. Bu gibi, bir ürünün hem “değişim” ve hem de “kullanım” değerine sahip olmaları halinde, bu bölümün başında da belirttiğimiz üzere, her ikisi de birer değer ölçü birimi olmadan önce bir değere (kullanım değeri) sahip oldukları için, değer ölçerken bizzat kendilerinin yerine getirdikleri ve onları gerçekleştiren (işgücü) nedene göre ölçülmeleri gerekir. Biz, deniz kabuğu ve altının genellikle bir “kullanım değeri” olan ziynet eşyası olarak ilksel değerinin, eşyalara sahip olmak için gerekli çaba veya “hayat enerjisi” (modern dönemde “işgücü”) olduğunu düşünmekteyiz.
Örneğin, “deniz kabuğu”nun değerli olması, onu deniz sahilinden daha uzağa getiren insandan, topladığı meyve ile veya “patates” gibi “tüberkül” türünden tüketim maddesi ile takas ederken gündeme gelen, “kabuk sahibi” için onu meşakkatli bir yolculuktan sonra uzaklara taşırken harcadığı çaba; patates toplayıcısı için ise aynı şekilde onu toplama için harcadığı “çaba” gündeme gelmektedir. Böylece, alıcı ve vericinin kurduğu toplumsal ilişkide en ilksel biçimiyle de olsa, “işgücünün” de jeneratörü olan şey yani sarf edilen “hayat enerjisi” gündeme getirilmektedir. Böylece, alışveriş aracılığıyla iki insan arasında kurulan ilişki, onları “hesap yapmaya” itecek ve bir ilişki soyutlamasından başka bir şey olmayan “akıl faaliyeti ürünü “matematik” kendini toplumsal ilişkilerde bir ihtiyaç olarak gündeme getirecektir. Dolayısıyla, kavramlarla uğraşan bütün bilim dalları gibi matematik de insanların zihninden fışkıran “psikolojik” kaynaklı bir şey değil, toplumsallaşmanın yarattığı birikimin sonucu ve toplumsallaşmayla taşınan bir şey olmaktadır.
Bizim üç kağıtçı yazarın bize empoze ettiği gibi, “değişim değeri” işlevi gören bir metal olan altının değerini belirleyen olmadığı gibi sonsuz bir şekilde “garanti eden” de insanlıkta ilk altın parayı basan ünlü Lidya Kralı falan feşmekan da değildir. MÖ 600’lerin insanlık dünyası “köleci toplum” biçiminde bir toplumsallaşmaya sahipti. Dolayısıyla, altın metalinin “köle emeği” seferber edilerek üretilmesi gerekiyordu ve bu yüzden, Lidya Kralı’nın mührünü vurarak garanti altına aldığı (ve bu işlem üzerinden toplumdan haraç aldığı) altın, “değişim değerine” ölçü birimi olmadan ve “kullanım değerine“ sahip olurken, aynı şekilde “deniz kabuğunun” izlediği toplumsallaşma sürecinden geçmektedir. Ama artık “matematik” insanlığın gündemine gelmiş olmayı bir yana bırakalım, en azından antik Sümerler’den beri gündem belirler hale gelmiştir. 2
Artık doğrudan modern darphanelerde gazete gibi basılan banknotun kendinde değeri ise, bilim insanlarının benzer durumda kullandığı ifade etmeyle “ihmal edilebilir nicelik” gibidir. “Dijital para”nın kendinde değeri ise, üretime artık doğrudan müdahale etme zahmetine bile katlanmaktan imtina eden bir sermayedarın, çeşitli borsa oyunlarıyla sermaye artırımına giderken harcadığı emek/zamana eşittir, diyebiliriz.
(Büyük bir sahtekarlık örneği olarak ortaya çıkan dijital para ve türevleri, kapitalizmin aşırı finansallaşma aşaması olan neoliberal çağda kendi peygamberlerini yarattı. Örgütlü bir burjuva dolandırıcılığın ana kaynaklarından biri olarak dijital para, banknot para gibi belli bir karşılığın olmadığı tamamen spekülatif sermaye hareketlerinin daha da çoğalmasına neden oldu-editör)
Tarih sahnesine ortaya çıkış sırasına göre, “deniz kabuğu” biçiminden “dijital para” biçimi olarak süregelen değişim, bir bütün olarak ele alındığında bize önceden kısmen değindiğimiz daha başka şeyler de anlatmaktadır. Örneğin, evirilerek bir “soyutlanma” sürecine “değişim değeri” olma işlevi kazanan para, toplumsal ilişkilere karşısında gitgide her adımda daha da yabancılaşmanın bir biçimi olmuştur. Para, toplumsal ilişkilerin zahiri bir biçimini ifade ettiği oranda da, başlangıçta onları kolaylaştırıp hızlandırmasına aracı olmuş olsa da, bu işlev sırasında özellikle de bizimki gibi sınıflı ve sınıf çelişkilerinin çok yüksel seviyeye eriştiği bir toplumda insan toplumsallığını baştaki konumunun aksine ortadan kaldıran yeni bir işlev de kazanmaktadır.
Deniz kabuğu veya kıymetli bir metalken sadece kendisi de diğer mallar gibi insan hayatına mal olmuş bir “kullanım” değerine sahipken, “değişimi” mümkün kılan “para” aynı zamanda daha çok ilişkiler tarafından kontrol edilirken, ancak toplumsal ilişkiler üzerinden varlıkları mümkün hale gelen bireylerin de doğrudan katıldığı bir değerlendirilmeye tabi bulunmaktaydı. Ancak, bugünkü olduğu gibi, oldukça büyük oranda üretime yatırılarak toplumsallaşamayan sermaye biçimindeki ve “dijital” halde dolaşan “para”, kapitalist bir ilişki yapılandırılmasında bırakalım toplumsal ilişkilerin gelişimine vesile olmayı, insanın toplumsallaşma sürecinde tarihsel olarak sadece gündemimize oturan kaçınılmaz ve gerekli bir adım atmayı, şimdiye kadar insan varlığının evrende varoluşunu devam ettirebilmek için yaratılmış olan insan toplumsallığını sıfırlamak gibi yok edici-yok olucu bir işlev daha kazanmış bulunmaktadır.
“Para”nın ve tam olarak ifade etmek gerekirse onun özel biçimi olan sermayenin “rantının tandans olarak sürekli azalmasının” eriştiği seviye dikkate alındığında, sermayenin temerküzünün günümüzde ulaştığı yok olma-yok etme gücü, onun doğrudan bu şartlarda uygulanmasına uygun olan “kurgulama” biçimi, maddi gerçeklikle mükemmel bir “kopuşu” gerçekleştirdiğinden, “Lidya Kralı’ndan” da daha barbarca bir şekilde varlığını ancak “liberal faşist” diktatörlüklerin taahhüdü altında sürdürebilmektedir. Liberal faşist bir diktatörlüğün de daha önce defalarca belirttiğimiz üzere başlıca somut bir tek misyonu bulunmaktadır: İnsanın toplumsallığını yok ederek, ve bunu insanlığa toplumsallığını sürekli kaybettirerek gerçekleştirerek kendi varoluş koşulunu da ortadan kaldıran kapitalist sistemin içine düştüğü “bitkisel hayatını” mümkün olduğunca uzatmak…
O Halde, kapitalizmin kendisi küçülerek, bütün insan varlığını nasıl sıfırladığını aşağıda aktardığımız alıntılar üzerinden irdelemeye devam edelim.
Kapitalist sistemin “sıfırlama” işlevinin aracı olarak “para”…
“Para karşılıklı güven sistemidir, ama sıradan bir güven sistemi değil: Para şu ana kadar yaratılmış en evrensel ve en etkili karşılıklı güven sistemidir.” (S. 185)
“Ticaret iki noktayı birleştirdiğinde, arz ve talep taşınabilir malların fiyatını eşitler” (S. 189)
“Dini inançlar konusunda anlaşamayan Hristiyanlar ve Müslümanlar paraya inançta anlaşıyordu, çünkü din bir şeye inanmamızı isterken, para başkalarının da bir şeye inandığına inanmamızı ister.
Para insanlar tarafından yaratılmış ve neredeyse tüm kültürel farklılıkları aşabilen tek güven sistemidir. Ayrıca din, cinsiyet, ırk, yaş ve cinsel yönelim üzerinden ayrımcılık da yapmaz. Para sayesinde birbirini hiç tanımayan ve güvenmeyen insanlar etkin işbirlikleri yapabilirler.
“Para iki evrensel ilke üzerine kuruludur:
a)Evrensel düşünebilme…
b)Evrensel güven…” (S. 190)
“Aman yarabbi!” diye, bir çığlık atası gelmiyor mu insanın, eğer algılama ve sorgulama yetinizi bir an için bile olsa sergilenen el çabukluğuna “güven!” içinde bıraktığınızda… Para üzerine sadece “şeylerin” düzenini değiştirerek, böylece kavram kargaşalığı yaratarak ama her şeyden önemlisi gerçeğin görünmesini önlemek için nice nice devasa balonlar şişirip, onun olgusal ve doğrudan insanın hayatından yansıyan yanını algılarımızdan saklamak üzere. Üç kağıtçı yazarımız, her zaman yaptığı gibi genel geçer olan ve tek başlarına, eğer varılan sonuçla ilişkisini kurmaz veya kuramazsanız pek de bir anlamı olmayan genel doğru şeklinde formüle edilmiş olguları, “bul karayı!” dercesine göstermektedir, öncelikle. Sonra elindeki “iki renkte” ama ikiden fazla sayıda olan kartları karmaya girişerek ve böylece onlara kendisinin düzenini vererek, diğer bir ifadeyle “balon şişirerek” bizi “kara”ya değil ama kırmızıya yönlendirmektedir.
Harari’nin bütün kitabı boyunca yaptığı bu manipülasyonlara alışmış, sadece işin maddi gerçekliğine (“kara”ya) yoğunlaşarak veya onu saklandığı yerden çıkarmayı bir “zihinsel egzersiz” haline getirmiş birisi olarak, inci gibi dizili görünen bu önermelerden rast gele birisini ele alalım ve alıntıda soyut (kavramsal veya kurgusal) olarak sunulmuş olan bu önermenin renginin “kırmızı” mı, yoksa “kara” mı olduğunu söyleyelim. Örneğin ortalardan bir yerden çektiğimiz bu önerme “kırmızı” dır ve siz siz olun bu önerme üzerinden oyun kurmaya kalkmayın; kaybedeceğiniz daha baştan bellidir diye bellidir: ““Ticaret iki noktayı birleştirdiğinde, arz ve talep taşınabilir malların fiyatını eşitler”… “Para”nın başlıca işlevi olan “mal değişimini” hızlı ve çok geniş çaplı gerçekleştirmesini biz onun “soyutlama” yapmaya imkan vermesine borçluyuz, anlamına gelen bu önerme, ifade ettiği ve bizim “yüzeysel gerçeklik” olarak adlandırdığımız düzeyde kaldığınız oranda “kusursuz” ve kendi kendine yeterli bir önerme imiş gibi görünecektir.
Ne var ki, bu haliyle sorgulanmadığı taktirde bir “kurgu ürününden” başka bir şey olmayan “para” ölüm halini temsil eden bir varlık biçimine sahiptir. Dolayısıyla da, kendisine “maddi” bir içerik (gerçeklik) kazandırılmadan insan hayatının harmanlandığı toplumsal hayatta herhangi bir karşılığı olmayacak, sadece bu tip bir kurgusallığın temsil ettiği ve “toplum üstü” olduğunu iddia ettiği sınıf için, yani “sermayedarlar sınıfı” için bir anlam taşıyacaktır. Sonuçta ise, önermenin bir reenkarnasyona uğrayarak hayata döndürülmesi için şu soruya cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmesi, diğer bir ifadeyle “içerik kazanması” gerekmektedir: “Kapitalist pazarda” alınıp satılarak “para” biçiminde soyutlanıp sirkülasyona uğratılan başlıca kaç çeşit “mal”(!) bulunmaktadır?
Kapitalist sistemin (veya ekonominin) işleyişinden ve sermayenin temerküzünün nasıl sağlandığından biraz haberi olan herkes bu soruya “iki çeşit” diye cevap vermek durumundadır: 1) Toplumun istisnasız bütün bireyleri için bir “kullanım değeri” taşıyıcısı olan emek mahsulü ürünlere karşı gelen “mal”; 2) Sadece “sermayedarlar sınıfı” üyelerinin sömürü amacıyla satın aldığı, ve birinci tip “kullanım değeri” taşıyıcısı malları satın almak üzere kendi hayatından alarak pazara çıkarmak zorunda olan emekçinin kapitalist pazara sunduğu iş gücü. O halde, bir cümlelik önermede sadece “yüzeysel gerçekliği” göstererek sunulan ve böylece bütün ormanı algılamamızı engelleyen “ağaç” misali olan bu önermeyi soyutluktan doğrudan doğruya maddi hayatımızda sahip olduğu somut biçimine dönüştürdüğümüzde, üç kağıtçı yazarımızın önümüze bizi “söğüşlemek” için bilerek sürdüğü kartın renginin “kara” değil ama “kırmızı” olduğunu daha ters yüz edilmeden söyleyebiliriz.
Bu arada, Harari’nin şişirdiği balonların arkasına gizlemeye çabaladığı maddi gerçekliği sorgulayarak ulaştığımız gerçeklik maddi gerçekliğe gittiğimizde her seferinde “karayı” sadece “kara”yı bulma yolunda “iki etabı” oluşturmaktadır. Bu “üçüncü etabı” ulaşabilmemiz için de şu sorulara cevap vermemiz gerekmektedir: 1) İşgücünün kendi ürünü olan diğer metalarla alınıp satılması ne anlama gelmektedir? 2) Buna bağlı olarak, bu tür bir işgücünün toplumsallaşmayla ne gibi bir ilgisi bulunmaktadır?
Birinci sorunun cevabı, eğer para “Evrensel düşünebilme” özelliğini soyutlama yapabilme kabiliyetine borçluysa –ki öyledir!- sermayedarlar tarafından kapitalist pazarda sıradan bir “mal” gibi alınır-satılır hale getirilen iş gücünün soyutlanması, onun taşıyıcısı olan emekçinin ve iş gücü biçiminde seferber edilen insan hayatının “eşyalaştırılması” anlamına gelecektir. Ekonomik ve siyasi literatürde doğrudan doğruya kapitalist sistemin insan hayatına işleyişiyle empoze ettiği “eşyalaşma”nın diğer adının biz “yabancılaşma” anlamına geldiğini de bilmekteyiz. Thomas Hobbes, yeni boy göstermeye başlayan “burjuva toplumunda” bireyler arasındaki ilişkilerin nasıl düzenlendiğine bakarak ileri sürdüğü “İnsan insanın kurdudur” önermesi, içinde yaşadığı toplumun gerçekliğinin çok ama çok yüzeysel ve derin yanılmalara yol açacak bir kısmını ifade etmektedir. Ondan asırlar sonra içinde yaşadığımız burjuva toplumuna bakarak ve işleyişini sorgulayarak biz şunları söyleme durumundayız: Kapitalizm insanın kurdudur. Kapitalizmin öznesi yani “kurtları” sermayedarlardır. İnsan toplumunun yerini alan ve bu kurtların içinde yuvalanarak evrendeki insan varlığının kemirerek bitirildiği kapitalist sistem, bütün insanlığın kara deliği haline dönüşmüştür.
Neoliberal renkte ve post modern tarzda yeni bir din, “küresel sermaye dini” yaratmak üzere misyonuna uygun davranan üç kağıtçı yazarımız, alıntıdan alarak aktardığımız bu ilk önermeden sonra, tıpkı “dine” inanıldığı gibi, bütün içeriğinden soyutlanarak bir “fetiş” veya “totem” misali, sermayenin ortak dilini yansıtan, kurgusal olmaktan başka hiçbir gerçekliği olmayan bir şeye inanarak secde etmemizi dayatmaktadır. Müminlerin ancak “salaklardan” müteşekkil olabileceği bu uyduruk kaydırık sermaye dinin mümini olmamızın iyi bir şey olabileceğini ise, toplumsal ilişkilere bütünüyle yabancılaşarak “kurgusal gerçeklikten” başka artık hiçbir değeri kalmamış olan ve fetişleştirilmiş olan “para”nın, bir nevi “dünya kardeşliğine” açılan kapı olan kuru inanç ve ahmakça güvenin, bir çeşit “evrensel” kardeşliği de gerçekleştirmenin de aracı olduğu safsatasını ileri sürmektedir. Vay, be!
“Ne sahtekar bir yazarmışsın sen be, Harari abi!”
Demek, kapitalist sistemde sermaye aracılığıyla “eşyalaştırılarak” kendi tabiatına yabancılaştırılan emekçi, yeni dinin mümini haline geldiği taktirde, kaybettiği hayatını, insanlığını ve en önemlisi toplumsallığını, hem de kapitalizmin küreselleşmeyle sömürüsünü artık geometrik bir hızla devam ettirmeye devam ettiği şartlarda, hızla ortadan kaldırdığı toplumsallaşmayı yeniden ikame edecek öyle mi? “Belki de” deyip, bir hokkabazla iştigal ettiğimizi –çok zor olsa da- bir an için askıya alalım ve soralım: “İyi güzel de, geleneksel olarak sadece sömürü amaçla üretime sürüldüğü toplumsallaşma döneminde (endüstriyel gelişim dönemi) bu işi yüzüne gözüne bulaştırarak, “komünistlerin” siyasi varlık nedeni olan sermaye, hem de “küresel” ölçekte bu işi niye yapsın? Eğer gerçekte bu yapılıyorsa neden öncelikle ondan bahsetmiyorsunuz da, kavram kargaşalığı yaratarak veya içi laf kalabalıklarıyla dolu balonlar şişirerek işin gerçekliğini bizden saklamaya inatla devam ediyorsunuz?
Hadi size son bir kıyak daha yapalım ve sırf okuyucularımızın hatırına, sizin “evrendeki cennet“ imiş gibi yutturmaya çalıştığınız yeni “küresel dininizin” hikmetinden sual olunmayan sermayesinin sömürüsünü son elli yıla yakın bir süreden beri süregelen kapitalizmin toptan çöküş döneminde nasıl ve niçin “milli sınırları” terk etmekle kalmayıp, onun bekçiliğini yapan kadim “Ulus-Devlet” formasyonlarını ilga etmeye başlayarak “deniz aşırı” ülkelere ricat etmesinin nedenleri üzerine tartışmaya başlayalım. Bizce bu kaçışı, sermayenin temerküzünün sağlanmasının “maddi şartlarına dair” başlıca bir tek nedeni bulunmaktadır: Bu ülkelerde sermayenin, üretime yatırım yoluyla yani toplumsallaşmasıyla gerekli birikimi sağlayamaması. Şöyle ki, toplam sermayenin doğrudan üretim araç ve gereçlerine ayrılan ve doğrudan rant sağlamadığından –ona vesile olmuş olsa bile- “değişmeyen sermaye” olarak adlandırdığımız kesimin payının artmasına karşın, doğrudan rant sağlayan ve bu yüzden de işgücü sömürüsü ile birlikte birikimi mümkün kılan “değişen sermayeye” ayrılan payın sürekli azalması olgusudur. Bu olgu, aynı zamanda “sermayenin rantının tandansiyel azalma eğilimi” ile de özdeş bir olgudur. Her ne kadar “değişmeyen sermaye” şeklindeki yatırımın kapitalist sömürü kabiliyetini üretimin gelişmiş teknolojik şartlarda devreye sokulmasıyla arttırmış olsa da, buradan elde edilen “rant marjının” toplam ranta katkısını, işgücü alımının kıyas kabul etmez şekilde ucuz ülkelere aktarılması veya spekülasyonlara sokulmasıyla elde edilen birikimle kıyaslandığında çok cüce kalması olgusu belirleyici etken olarak ön plana çıkmış olmaktadır. Böylece “küresel” bir manevra alanı kazanan ve artık sadece –Harari’nin “para”sı gibi- “kurgusal gerçeklik” sahibi olan sermaye, Ulus-Devletlere savaş açmış, eskiden de gerçekte emekçi halk gibi bir “vatan” olarak değil ama sadece bir “rantı gerçekleştirme alanı” olarak gördüğü “milli sınırlara” kazma kürek saldırarak ve tası tarağı toplayarak Çin’in Maçin’in yolarına düşmüş bulunmaktadır.
Şimdi soruyoruz: Sermayenin vahşet (gerisinde bütün kazanılmış haklarından olan aktif nüfus) ve canavarlık (kara bir yoksulluğun içine geri dönüşsüz bir şekilde yuvarlanmakta olan “işsizler ordusu”) yoluyla evrendeki insan varlığını yok etmeye başlamış olan sermayedarların sizin gibi bir hokkabazın rahipliğine soyunduğu bu zebanilerin “kural koyucusu” olduğu dine bir “silme salak” olarak inanmamızı ve “güven” tazeleyerek iştirak etmemizi istiyorsunuz öyle mi? Vay be!
“Ne sahtekar bir yazarmışsın sen be, Harari abi!”
Görüyorsunuz değil mi? Sizin aslında onca yıl “Oxford”da eğitim görmüş ehliyet sahibi olmanız, o çok “inatçı” olan gerçeği çeşitli manipülasyonlar yaparak, bir hokkabaz gibi atraksiyonlar yaparak bizim algılarımızdan saklamanız için yeterli olmamakta. Siz aynı şeyi, gerçekte belki de tarihte hiç olamadığı kadar insanlığın gündemine oturmuş olan “komünizmi”, bekçiliğini yaptığınız sadece ve sadece “sermaye” versiyonu halinde iken gündemde tutmaya çabaladığınız “para”nın ardına gizlemeye çalışırken de yapmaktasınız. O halde şimdi de onu ele alalım.
Toplumsallık, komünizm ve para…
“Avcı toplayıcıların parası yoktu. Tüm gurup birlikte avlanır, toplayıcılık yapar ve etten ilaca, ayakkabıdan büyücülüğe gerek duyduğu her şeyi sıfırdan kendileri yapardı. Farklı gurup üyeleri bazı konularda uzmanlaşmış olabilirdi, ama iyilik ve zorunluluklara dayalı bir ekonomik sistemle ürettikleri mal ve hizmetleri paylaşırlardı. Bedavaya verilmiş bir parça et, bir karşılığı olacağı beklentisiyle el değiştirebilirdi, bedava tıbbi yardım gibi.”(S. 179)
“Bazı toplumlar bu durumu merkezi bir takas sistemi geliştirerek çözdüler. Bu sistemde çiftçilerin ve zanaatkârların ürünleri toplanarak ürünler ihtiyacı olanlara dağıtıldı. Bu tür bir deneyin en büyük ölçeklisi ve en ünlüsü Sovyetler Birliği’nde denendi ve fiyaskoyla sonuçlandı. “Herkes yeteneğine göre çalışacak ve ihtiyacına göre ürün alacak” fikri pratikte “herkes olabildiğince az çalışacak ve ihtiyacına göre ürün alacak” fikrine dönüştü.” (S. 181)
Sermayeye dönüşmüş olan “para” ile insan emeğine dönüşmüş olan “para”nın ilişkilerine kısaca bir göz attığımızda, kapitalist sistemin toplumlaşmasını da özetlemiş olacağız. Olaya sermaye açısından baktığımızda durum şu şekilde ilişkilendirilmektedir: Para-sermaye > Mal+işgücü > Para-sermaye+rant. Bu şema çok özetle sermayenin üretim faaliyeti üzerinden toplumsallaşmasıyla, içinde var olduğu toplumu nasıl kutuplaştırarak ayrıştığını da göstermektedir. Küreselleşme olayı ile sermayenin toplumsallaşması en azından içinde var olageldiği toplum açısından hızla ortadan kalkması ile birlikte (dezindüstrilazasyon olayı) kendi örgütlenmesini temsil eden “kapitalist sistem” de sürekli kemirdiği toplumdan koparak ayrışma sürecine girmektedir. Böylece bir tek topluma özgü olarak var olan sınıf çelişkileri de o kadar yoğunlaşmaktadır ki, bu tip çelişkiler varlığını artık doğrudan toplumsallık yokluğu demek olan “kapitalist sistem” ile insan toplumu arasında evvelce de var olan çelişkileri, birincinin ikinciyi ortadan kaldırmasına yönelik temelli bir ayrışmaya dönüşmektedir.
Bu olgunun bir sağlamasını yapmak için “para”nin çalışan ücreti kılığındaki toplumsallaşmasının izlediği yörüngeyi yine çok özet olarak ele alalım: Mal-işgücü > Para-ücret > Mal. Kapitalist sistem ön veri olduğu durumda, emekçi açısından gerçekleştirilen şematik olarak özetlediğimiz toplumsallaşma süreci, diyalektik olarak bağlı olduğu sermaye üzerinden üretim faaliyeti içinde gerçekleştirilen toplumsallaşmada olduğu gibi, iki dünyanın (emek ve sermaye) karşılıklı olarak sosyalleşmemesinden dolayı hem ekonomik, hem siyasi ve ideolojik ve hem de kültürel planda artık geri dönüşü olamayacak olan tarihsel bir kopuş içine düştüğü anlamına gelmektedir. Kapitalist sistem içinde konuşlandırılmasına rağmen işgücünü satamadığından toplumsallaşma imkanı elinden alınan emekçinin bu durumda kendi varoluşunu kapitalist sistem dışında bir dünyada aramasından başka, bir insan olarak yoluna devam etmesinin hiçbir yolu kalmamaktadır.
Sermayenin ve ücretlerin toplumsallaşmasının şiddetle gerilemesi, insanlaşma sürecini doğrudan ilgilendiren iki sonuç doğurmaktadır. Bunlardan birincisi, günümüzde sermayenin siyasi iktidarının en zalim et yok edici biçimi olan liberal faşist diktatörler altında “kapitalist sistemi” devasa bir “kara deliğe” dönüştürmüş olması olgusudur. Bu durumda, tıpkı burjuva devrimlerinin başlangıcında gerçekleştirildiği üzere toplumun bireyleri, her biri kendi geleneksel toplumsallık biçimlerinden koparılarak “atomlaştırılmaktadır” (P. Bourdieu). Dahası, nesnel olarak sermaye üzerinden toplumsallaşma artık pek mümkün olamadığından, yeni ve hâlihazırda var olan sınıf çelişkilerinin dışına taşmış olan ve yok edilen toplumsallığı yeniden ikame etmeye çalışan siyasal akımlar oluşturmaktadır. Bu akımlardan birisi “ilkel” veya ilksel ilişki formlarına geri dönüşü amaçlayan Weberci anlamdaki “komünoter” (cemaatçi) toplumsallık biçimini hedeflemektedir. Geçmiş üzerinden, “uzak geçmişin” reenkarnasyonunu amaçlayan bu tür “cemaatçi” toplumsallaşmayı yeniden gündeme getiren siyasi akımlar, varlıklarını “son kullanma tarihi” geçmiş olmasından dolayı salt “kurgusal gerçekliğe dayandığından, liberal faşist diktatörlüklerin en azılı müttefiki halindedirler.
Artık iyiden iyiye her toplumsal isyanda boy gösteren “emek” temelinde oluşan ikinci siyasi akım, varlığını mevcut “maddi gerçeklik” üzerine ama geleceğe dönük olarak inşa etmeye başlayan “komünist” akımlardır. Bu akım aynı zamanda insanlaşma sürecinin en üst biçimini teşkil eden, doğrudan ve sermayenin “Devleti” aracılığı ile gerçekleştirdiği tahakkümün dışına çıkan bir yeniden toplumsallaşma önermektedir. O halde, yaptığımı ve gerekli olan bu ön açıklamadan sonra şimdi de Harari’nin yukarıda aktardığımız alıntılarda “komünizm” ve “komünist toplum” ile ilgili söylediklerinin irdelenmesine geçebiliriz.
Aktardığımız birinci alıntı her şeyden önce bize bir insan toplumunun genetiğinde aynı zamanda komünist bir toplum olduğunu da göstermektedir. İlksel insan atalarımızın deneyleri bize bir toplum oluşturabilmek için, bireylerin kendi hayatlarını sürekli yenileyebilmelerinin, yani varlıklarının zaman-mekan içinde bir sürekliliğini sağlayabilmelerinin, ihtiyaç maddelerinin kolektif bir şekilde sağlayabilmelerinin ve sağlanan ürünlerin ihtiyaca göre paylaşımının yeterli olabileceğini öğretmekdir. Diğer yandan, onların deneyleri bize gösterdiğine göre, insanların kendi hayatlarını sürekliliği sağlanmış şekilde yenileyebilmesinde “olmazsa olmaz” olan üretim veya tedarik faaliyeti dışında, “para”ya ve onun varlığının toplumsal sınıfların varlığı ile birlikte garantisi olan “Devle aygıtına” her şart altında ve mutlak bir şekilde ihtiyacı yoktur.
Birinci alıntıda, manipülasyonuna her şeyden önce “kara”yı, yani “maddi gerçekliği” göstererek başlayan “üç kağıtçı” yazarımız, kağıtları karıp da kara ile kırmızı kartlara salt bir “kurgusal gerçekliği” yansıtan kendi düzenini verdikten sonra; ikinci alıntıda, insanın kendi toplumsal ve bireysel hayatını üretime katılma süresini sürekli azaltarak daha fazla uzun süre yaşama ve bunun için devrimler yapmaya başlamasıyla “aylaklığa özenti” diye alay etmeye yeltenmektedir. Üstelik, yaptığı bu soytarılığı haklı çıkarmak için, “Komünist Manifesto” yazılmadan önceki dönemlerden beri bütün anti-komünist burjuva süprüntüsünün yaptığı aynı argümanı ileri sürmekte: “Fiyaskoyu gördünüz mü?” Vay be!
“Ne sahtekar bir yazarmışsın sen be, Harari abi!”
Şimdi bir an için Harari’nin bir “günah keçisi” gibi “olgu istiyorsunuz, al size olgu!” dercesine bıyık altından kıkırdayarak kullandığı “SSCB deneyine” tekrardan geri dönmeyi vadederek, önce bizim hokkabazımızın evinde yani küreselleşmiş kapitalist dünyada bir “komünist sistem” yapılanmasında neler olup bitiyor, orada hangi “olgular” cirit atıyor ona bakalım. Bunun için örneğin yarım asra yakın bir süredir içinde yaşadığımız ve dolayısıyla gözlem yapıp bilgilenme imkanı edinebildiğimiz kadim bir “Ulus-Devlet” topluluğu olan Fransa’yı ele alalım.
Fransa’da son elli yıla yayılan kapitalizmin toptan çöküşe geçiş döneminde artık hiçbir şekilde yadsınamayacak bir olay olan “dezendüstrializasyon” yani üretim faaliyetinin toplumsal genel refahla birlikte sürekli ve düzenli bir şekilde geriletildiğine şahit olduk. Bunun doğrudan sonucu, “paylaşımı” avantacılık ve “insanca yaşamak için gerekli özgürleştirilmiş zamanı” ise “aylaklık” olarak kabul eden kapitalist bir toplumda çalışanların kendi iradelerine danışılmaksızın zoraki bir şekilde “aylaklığa” ve onun kapitalist sistemde karşılığı olan şiddetli ve alınan onca tedbire rağmen çok hızlı “yoksullaşmaya” itilmiştir. Bu yüzden son yarım yüzyılın Fransa tarihi şiddetli ve orta sınıfı da içine alan çok yaygın bir işsizliği takiben, emekçinin ya çok kötü şartlarda ve hızlandırılmış bir çalışma frekansına bağlı olarak, ya da işsiz kalıp insanca yaşama şartlarından uzak tutularak, yavaş yavaş ama kesin ve kararlı bir şekilde bir yoksulluğa sürüklendiğine şahit olmaktayız.3
(Neoliberal dönemde belirginleşen otomasyon, yapay zeka ve ileri teknolojik atılımlara dayanan üretim tarzının hemen tamamı, emekçi sınıfların işlerini elinden alarak onları mutlak bir sefalete iten mutlak sıfırlayıcıya dönüştü-editör)
Fransa’da yaşanan ve birçok Avrupa ülkesinde tekrarlanan bu sürecin bir tek müsebbibi bulunmaktadır: “Kapitalist sistem” ve/veya kapitalist sermaye. Nitekim geçen bu yarım asırlık süre içinde sermaye sadece işsizlik ve yoksulluğa sebep olarak kendi varlığını baştan beri borçlu olduğu “milli sınırlar” içindeki kadim bir toplumu yok etmekle kalmamış, ilkönce “vergi cennetlerine” ve onlar üzerinden (veya değil) Çin gibi, Hindistan gibi veya Türkiye gibi ülkelere iltica ederek, oraların emekçi halkına da kendi halkına yapılanın kat kat fazlasını çektirmişlerdir, Böylece bu ülkelere kısa bir dönem için çok pahalıya ödenmiş olan bir “yalancı bahar” yaratır gibi görünseler de (Özal dönemi), bugün onların ekonomik gelişimini de kendi ülkelerinin gelişim ve “toplumsallaşma” düzeyine çekmeyi başarmış duruma gelmiş bulunmaktadır.
Mesela Türkiye, Özal iktidarlarıyla çok kısa bir rehavet dönemi geçirdikten sonra dinci liberal faşist bir iktidarın uygulamaları sayesinde yoksulluk, işsizlik ve sefalette ön sırada yer alan ülkelerden biri haline getirmeyi başarmıştır. Çin’in durumu da iç açıcı olmaktan çok uzak bir duruma düşmüş görünmektedir. Zira başlangıçta yüzde 10-15 gelişim hızıyla Türkiye’deki gibi bir rehavet dönemi yaşayan bu ülke, çok kısa denilebilecek zamanda bütün dünyanın tedarikçisi haline geldikten sonra durgunlaşmaya başlamış, bugünlerde “ekonomik gelişimini” iç pazarın gelişimine bağlamak zorunluluğuna düşmüştür.
Son yarım asırdır yerkürenin yaşamakta olduğu “toptan çöküş” veya “yok oluş-yok ediş” döneminin başlıca sorumlusu, tıpkı her türlü “aylaklığın” tek sorumlusu olan kapitalist sistem, sermaye ve onun siyasi iktidarı olmaktadır. Özgür bir şekilde seçilmiş ama zoraki bir şekilde dayatılmış ve geri dönüşü olmadığı artık iyice anlaşılmış olan işsizlik, kendisinin yol arkadaşı olan yoksulluk, komünist bir toplumda bireylerin özgürce sahip olduğu “emekçinin kendisine ait özgür zamana” sahip olmasını gündem dışına atmıştır4. Emekçi birey, bu “özgürleştirilmiş zamanı” kendi yaratıcılığını geliştirmek ve böylece kapitalist sistem altında asla ortaya koyamayacağı üreticiliğini bütün toplumun çıkarlarını amaçlayan bir üretici seviyesine geçebilmek için sürekli eğitim ve öğrenime ayırarak harcama imkanını da aynı zamanda elde edebilecektir. Bunun adı ise “aylaklık” olmaktan çıkacak, ancak zorlamanın verdiği bir işkence sonucunda değil ama aynı zamanda toplumsal olan bireyselleşmiş bir zevk almayı takiben sürekli bir faaliyet içinde olacaktır: Toplumsallaşma veya insanlaşma sürecine insan tabiatına uygun bir doğallıkla katılma.
“Aylaklığın”, içinde hayatta kalmaya çalıştığımız kapitalist sistemde somut olarak “nasıl yaşandığına” bağlı olarak ne anlama gelebileceğini tespit ettikten sonra, ikinci alıntının konusu olan SSCB’nde yaşanan “fiyaskonun” ne anlama gelebileceğini sorgulayabileceğiz. Ancak her şeyden önce ve altını çizerek şunu söylememiz gerekmektedir ki, komünist toplumun insanlaşma sürecinde süreklilik kazanarak yerleşik hale gelmesinde, yapılan onca önemli hata ve eksikliğe rağmen, Harari kalibresindeki hastalık derecesinde “anti komünist” bir soytarının ağzına alamayacağı kadar değerli ve insanlığı sermayenin içine düşürdüğü çıkmazdan çıkarma yolunda yol gösterici olabilecek olan zengin ve saygıyla karşılanması gereken yetmiş senelik bir deney birikimini temsil ettiğini belirtmemiz gerekmektedir.
Birinci olarak, komünist toplumda ancak toplumsallaşma-insanlaşma sürecinin bir parçası olan “boş zaman sahibi olmak”, komünist olma iddiasındaki bir toplumda sözüm ona amaçsız ve sadece tek yanlı olarak bireysel güdüleri takip etmekle tanımlanabilecek bir davranış biçimi olarak tanımlanan “burjuva aylaklığı” ve onun sebep olduğu “dayatılmış aylaklıktan” her bakımdan farklı bir tabiata sahiptir. Eğer kendisini “komünist” olarak deklare eden bir toplumda, bizim hokkabaz yazarımızın iddia ettiği gibi “bireylerin aylaklığından” bahsetmek için uyduruk değil, ama belli bir “maddi gerçekliği” yansıtan nedenler varsa -ki, Harari böyle bir tartışmaya girmekten sadece suçlama yapmanın dışında böylesi bir tartışmadan titizlikle kaçmaktadır- bu o toplumun kendisine musallat olan burjuva etkilerden henüz tamamıyla kurtulamadığını ifade edecektir.
İkinci adımda bizim bu olası etkileri ve onun temellerini araştırmamız gerekmektedir. Bu durumda akla ilk gelen, ülkede var olan meta dolaşımına bağlı olarak bir değişim değeri şeklinde dolaşımda olan “para”nın büründüğü biçimde “kapitalist türde” sadece bir birikim amaçlayan ve eğer beklenen birikim üretime dayalı rant ile gerçekleşemiyorsa kendi geleneksel tavrının da dışına çıkan yollarla sağlayan kapitalist sermayenin izlediği yolu takip edip etmediğine ve buna bağlı olarak toplumda sınıfsal farklılıkların doğmasını mümkün hale getirip getirmediğine bakmak gerekmektedir. Bu zorunluluk, tarihi olarak sermayenin azalma tandansı içinde olmasıyla, modern anlamda komünist bir toplumun maddi şartların gündeme gelmesi arasındaki doğrudan ilişkiyi de açıklar. Buna bağlı olarak, bireyselleştirilmiş geri dönüşlü özgür toplumsal zaman olarak da tanımlayabileceğimiz “zorunlu çalışma sürelerinin” insanlaşmanın evrimine bağlı olarak azalması konusunda “bilimsel nitelikte” bir tartışma yürütecek hale gelebileceğiz demektir. Bu ise mesleği, sadece içi boş suçlamalar yaparak “maddi gerçekliğin” görülmesini önlemek için kurgu ürünü hurafeler le balon şişirmeyi yöntem olarak edinmiş “üç kağıtçı” yazarımızın asla yanaşmadığı bir davranış biçimidir.
Sonuç olarak, “para” bahsinde söylediklerimizi üç ana başlıkta özetlememiz mümkün olacaktır:
Birincisi, ekonomik işleyişte sadece temsili bir değere sahip olarak hayatına başlayan “para” kapitalist sistemin içinde metamorfoza uğrayarak değerin kendisini, temsil ettiği “kullanım değerine” sahip ürünün “maddi gerçekliğini” de görmezden gelerek, sadece bir “kurgusal gerçekliğe” sahip bir değer ifade etmesine rağmen topyekun olarak “Değer” diye adlandırdığımız ve başlıca fonksiyonu artık “mal değişim vesilesi” olmayıp, sermaye temerküzünü, geleneksel maddi üretim kaynaklarından kopmuş da olsa, bir an olsun daha fazla var etmek için evrendeki insan varlığını kemiren bir canavara dönüşmüş bulunmaktadır. Bu olguyu biz, ayakların başın, arzın talebin, “kurgusal gerçeklik”in “maddi gerçekliğin”, kısaca ölümün hayatın yerini aldığı ve böylece sebep ile sonucun yerini alması benzetiyoruz. İnsan tabiatına ve insan aklına ters düşmesine rağmen ancak “para”nın “değer” olgusunun varoluşun sebebi haline gelmesini ise onun bir perversiyonu olmasıyla açıklayabilmekteyiz.
İkincisi, bir “kara delik”e dönüşerek evrendeki insan varlığını doğrudan doğruya yok etmeye başlamış olan “kapitalist” sistemin, “inanmayı” tam bir hastalıklı müminin takıntısı haline getiren ve olmadık şeylerin yine olmadık özelliklere sahip imişler gibi pazarlayan “üç kağıtçı” yazarımızın hezeyanları ve şişirdiği balonlarla, “sistemin” ancak perversiyonla (ısrarla direterek) ayakta kalması arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Sanırız, Harari’yi dünya görüşünden ve olaylara yaklaşımından çıkarak neden neoliberal bir ideolog ve “kriminel” anti komünist bir liberal faşist olarak gördüğümüz daha iyi anlaşılmış olmaktadır.
Üçüncü olarak, “para”nın perversiyonu (ısrarla diretmesi) olayının ve insanlar arasında tabiatlarına (insan olmalarına) uygun olarak kurdukları ilişkilere yabancılaşmaları ve bunun sonucunda yaratılan “toplumsal çürüme”ye karşı, aynı radikallikte bir toplumsallaşma talebi doğurmuş olduğunu ve bu talebin hızla komünistleşme talebini de beraberinde getirdiğini gözlemlemekteyiz. Bu yüzdendir ki, üretici güçlerin tarihte hiç olmadığı kadar gelişmiş olmasına bağlı olarak alt yapısı olgunlaşmış olan komünizm, yaratılan “toplumsallaşma talebine” de bağlı olarak, insanlaşma sürecinin gündeminde sadece “ileriye dönük bir ideal” olmaktan çıkarak, acilen gerçekleştirilmesi gereken “pratik bir mesele” olarak oturmuş bulunmaktadır.
1 Gelecek bölümde de açıklayacağımız üzere bu durumu gerektiren şartlar hazırlık halindedir.
2 Bu konu aynı zamanda tarihte “el” ile “beyinin” iki ayrı organ olarak birbirlerini diyalektik bir biçimde nasıl geliştirdiğiyle ilgili bir meseledir ve ayrı bir tartışmanın konusu olacak kadar uzun bir araştırma ve zaman gerektirmektedir.
3 Fransa ve Türkiye’nin karşılaştırmalı durumları “Çıkış Hattı” adlı kitabımızda daha etraflı ve genel tarihsel süreç dikkate alınarak irdelenmeye çalışılmıştır.
4 Fransa’da bugünlerde cereyan etmekte olan “Emeklilik yaşının uzatılmasına” karşı gerçekleştirilen ve toplumun bütüb katmanlarının yoğun katılımını sağlayan ayaklanma bu konuda emekçilerin hassasiyetini göstermektedir.
Yazarımızın daha önce yayımlanan yazıları
ÜÇ KAĞITÇI, KAPİTALİZM ve BALONU/24.04.2023
KARANLIKLARDAN, AYDINLIĞA: BİR FELAKETİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI ÜZERİNE./18.03.2023
“YETMEZ-AMA-EVET”İN ROMANI: “KAR”/14.12.2022
SIFIRLANMANIN VEYA YOK EDİŞİN ROMANI: “YENİ HAYAT”/03.10.2022
O. PAMUK: BİR SIFIRLAMA, FETİŞİZM VE HİZMET EDEBİYATI… (GİRİŞ)/07.09.2022
NEO-LİBERAL AŞK İLİŞKİSİ: “SEVİŞME, SAVAŞ!” (2. BÖLÜM)/23.08.2022
NEO-LİBERAL AŞK İLİŞKİSİ: “SEVİŞME, SAVAŞ!” 1.BÖLÜM
NEO-LİBERALİZM BİREYİN VE TOPLUMUN İMHASI DEMEKTİR/16.07.2022
“İKİ UCU KİRLİ DEĞNEK”, ORTASINDA “SOKAK” VAR!/13.04.2022
AŞK “ÇIKMAZI”: CİNSİYET-VÜCUT-AŞK DÜZLEMİNDE BİR ROMANCI VE ÜÇ ROMAN/03.04.2022
NASIL DÜŞÜNÜRSEN ÖYLE SEVİŞİRSİN: CİNSELLİK-VÜCUT-AŞK DÜZLEMİNDE BİR FİLM VE İKİ ROMAN/20.02.2022
KİTAP TANITIM: OLUŞ SORUNU: NE YAPMALI / EL YAYINLARI / MAHİR KONUK / 14.11.2021
(MAHŞERİN İKİ ATLISI – IV. BÖLÜM) / ÖRNEKLEMELER/11.08.2021
MAHŞERİN ÜÇ ATLISI III. BÖLÜM: CANLIYI İMHA SİLAHI OLARAK ZAMAN /03.08.2021
MAHŞERİN İKİ ATLISI (II.BÖLÜM): BİR TARİHSEL KOPUŞ OLARAK KÜRESELLEŞME OLAYI / 25.07.2021
MAHŞERİN İKİ ATLISI: ZAMAN VE MEKAN1 (I. BÖLÜM)/19.07.2021
40 Yaşından Büyük Kardeşlerim Ne Demektir ? / 1.Bölüm
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER: (III. BÖLÜM) “Hain Tavuk” Sendromu / 31.05.2021
BİR TARİHSEL KOPUŞ HİKÂYESİ… / 21.05.2021
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM) / 15.05.2021
“PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021
BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021
Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021
“SAHTE MUHALEFET”İN MANİFESTOSU ÜZERİNE… / 01.02.2021
KÜLTÜR ÜRETİMİ ve “ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” SORUNU / 01.02.2021
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER: (III. BÖLÜM) “Hain Tavuk” Sendromu / 31.05.2021
BİR TARİHSEL KOPUŞ HİKÂYESİ… / 21.05.2021
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM) / 15.05.2021
“PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021
BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021
Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021
“SAHTE MUHALEFET”İN MANİFESTOSU ÜZERİNE… / 01.02.2021
KÜLTÜR ÜRETİMİ ve “ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” SORUNU / 01.02.2021