HAFIZA-İ BEŞER / 14 MAYIS 1950 SEÇİMLERİ: BİR HAZİN HÜRRİYET.

Ümit ÖZDEMİR / 11.04.2023

@masumlevrek

1946 sonrası özellikle 1950’lerin başından itibaren Türkiye ekonomisinde birbirini bütünleyen iki temel politikadan söz etmek mümkündür. Birincisi, giderek etki alanı genişleyen ekonominin içinde payı büyüyen özel sektör ve liberalizm politikasıdır. İkinci temel politika ise kamu yatırımlarını özellike ulaştırma ve haberleşme ile enerji alanlarında yoğunluk kazanması ulaştırmanın kara yolları temelinde geliştirilmesi ve devlet yatırımlarının maliyetinin yüksek enflasyon yoluyla halka ödetilmesidir.1

İkinci Dünya savaşı bitip yeni bir dünya düzeni kurulacağı anlaşıldığında iktidardaki tek parti yönetiminin büyük restorasyoncusu İsmet İnönü meclis kürsüsünden şu sözleri söylüyordu: “Türk milleti kendi bünyesine ve karakterine göre, demokrasinin kendi içinde özelliklerini bulmağa mecburdur. Söz ve yazı hürriyeti şüphe yoktur ki, her halk idaresinin söz götürmez ortak temelidir” İnönü’nün bu sözleri, dış dünyadan Türkiye’ye yönelik eleştirilerin varlığında bir anlam kazanır: Türkiye 2.Dünya savaşı boyunca yürüttüğü “denge” politikasının bedelini ödüyordu. Verdiği bütün sözlere rağmen savaşa girmemesiyle müttefiklerin güvenini kaybeden egemen sınıflar, bir de köylülerin memurlar eliyle soyulmasına, rüşvet ve yolsuzluk rejimini bütünleyen Toprak Mahsulleri Vergisiyle büyük bir artığın bürokrasinin elinde geçmesine izin verdi. Bu siyasa, yıllar sonra Demokrat Parti’nin köylülere yönelik propagandasının ana kaynaklarından biri oldu. DP siyasal söylemine dahil ettiği “memur zulmüne son vereceğiz” sloganını işte bu anti-otoriter popülist tutumunun sonucuydu.

OLTADAKİ BALIK: MARSHALL YARDIMLARI YA DA EMPERYALİZME YEDEKLENME

Dış basından Türkiye’ye yönelen eleştirilerin kaynağında Türkiye’nin totaliter bir rejim olduğu ve süratle demokrasiye dönülmesi gerektiği liberal tavsiyesi vardı. Tavsiye aynı zamanda savaş sonrası kalkınmayı hedefleyen ülkeler için emperyalist yardım kampanyasına dahil edilebilme koşulunu, liberal bir demokrasiye geçiş programını zorunlu tutarak tehditvari bir dayatmaya dönüşüyordu. ABD’li kapitalist Nelson Rockefeller’ın Başkan Eisenwoer’a yazdığı mektupta yardımların siyasi-ekonomik nedenlerini ve yardım yoluyla Türkiye gibi ülkelerin bağımlı kılınmasını, yeni sömürgeleştirme politikasının çerçevesini çizer:

Başkan Eisenhower’a

Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmeliyiz. Büyük ölçüde politik ve askeri nüfuzu garantileyecek genişlikte bir ekonomik yayılma planını Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş ülkelerde uygulamak zorundayız. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanan balığın yeme ihtiyacı yoktur.”2

Mektupta iletilen bu tavsiye, içeride savaş esnasında Milli Korunma Kanunu ile palazlanan ticaret ve banka sermayesinin liberalleşme talepleriyle uyum içindeydi. İvedili plan adı verilen Kadrocuların hazırladığı, yine devlet kontrolünü esas alan kalkınmada devlet eliyle sanayileşmeyi ve sınıf farklarının açılmaması için gerekli gelir desteklerini ön gören plan, finansman sağlanamayacağı gerekçesiyle rafa kaldırıldı. İvedili planın rafa kaldırılması aynı anlama gelmek üzere liberal bir ekonomi modeline geçileceğinin ilanıydı. Nitekim 7 Mayıs 1946’da ABD’den alınan 100 milyon dolarlık borç ve 7 Eylül 1946’da alınan devalüasyon kararlarıyla liberal ekonominin borca ve dış kaynak kullanımına dayalı programı benimseniyordu.

Devalüasyonla Türk parasının değerinin düşürülmesi ve dış finansman olanaklarından yararlanılması hedefleniyordu. Ancak ortada ekonomik göstergelerin somut bir biçimde ortaya koyduğu üzere, Türkiye’nin 250 milyon dolarlık döviz rezervi ve 100 milyon dolara yakın ticaret fazlası varken, devalüasyona gidilmesi ekonomik mantıkla da bağdaşmamaktaydı. Liberal ekonomiye geçiş için borç alınması ve devalüasyon kararlarını 1948’de Ahmet Hamdi Başar’ın kurduğu İstanbul Tüccar Derneği’nin düzenlediği 1948 İktisat Kongresinde küçük burjuvazi programını ilan etti. Buna göre iş adamları ve üniversite hocaları ülkenin hızlı gelişmesinin koşullarını saptadılar3. Devletçiliğin tasfiyesi ve dövizle sermaye kaynaklarının kıtlığının aşılması için yabancı sermayeye açılma talebi ABD’nin liberal ekonomiye geçiş için Türkiye’ye yolladığı Max Thornburg’un raporuyla uyum içindeydi. Emperyal planın örtük biçimde kabulü ve ilanı anlamına gelen kongre, böylece burjuvazinin Uluslar arası örtük desteğinin kabul ediyordu.

Komprador burjuvazi, Thornburg planıyla sanayileşme çabalarını rafa kaldıran, dış yardıma ve borçlandırmaya dayalı bir ekonomi mantığını benimsiyordu. Thornburg planına göre Türkiye’de ağır sanayi kurulması gerekli değildi. Karabük Demir Çelik Fabrikası tasfiye edilmeliydi. Türkiye uçak, makine, motor projelerini iptal etmeli bu türdeki yatırımlara girmemeliydi. Sanayiyle kalkınma bırakılmalı tarımsal kalkınmaya yönelinmeliydi. Demiryolları yerine karayoluyla ulaşıma ağırlık verilmelidir. Görüldüğü üzere Thornburg planı erken Cumhuriyet döneminde altyapısı oluşturulan ne varsa ters yüz edilmesini istiyor, bunun yerine dış borç ve yardıma bağımlı bir ekonomik modeli, deyim yerindeyse yarı sömürge statüsünü tavsiye ediyordu. Yarı sömürge statüsünün kültürel alandaki yansımaları da hayli enteresandı. Celal İnce’nin caz müziği tınılı “Dost Amerika” şarkısı emperyalizme tam biatın nağmelere dökülmüş haliydi.4 Tabloyu süt dururken süt tozu gibi aslında ne olduğu konusunda Anadolu halklarının hiçbir fikri olmadığı bir gıdayı hicvettiği şiiriyle (Afyon Garındaki) Cemal Süreya tamamlar. 5

Emperyalizmin ileri karakolu olma misyonu biçilen Türkiye için Uluslar arası sermayenin sanayiden vazgeçilmesini önerisi, sadece tarım yoluyla kalkınma gibi monolitik, seçeneksiz bir yapı önerilmesinin elbete sınıfsal bir anlamı vardı. Türkiye’nin devletçi-planlı bir ekonomiden tamamen plansız, borç bağımlısı ve ticaret ağırlıklı büyüme modelinin dayatılması siyasi üst yapısında da değişikliğin kaçınılmaz olacağını haber veren gelişmelerdi.

Türkiye’nin 1929 büyük depresyonunda ayakta kalmasını sağlayan Sovyet planlama uzmanlarının desteği ve yönlendirmesiyle planlama düşüncesinden ve stratejilerinden vazgeçilmesinin bedeli ağır olacaktı. Tarımsal artığı sanayileşmeye aktararak büyümeyi hedefleyen ekonomi planını çöpe atılması, sınırsız bir liberalleşmeyle biçimlendi. Bu sürecin sınıfsal ayrışması yani ticaret ve tarım kapitalistlerinin CHP’ye muhalefete geçmesinin katalizörü Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’dur. CHP içinde savaş sırasında zenginleşen sermaye gruplarının önemli bir kolu olan tarım burjuvazisi, yasaya muhalefet ediyordu. Burjuva demokratik devrimi tamamlamak zorunda olan CHP’nin lider kadroları yasayı meclisten geçirmeyi başardı. Ancak yasa hiçbir zaman yürürlüğe konmadı. Savaş sonrası Türkiye burjuvazisinin ikili bir kopuşa yürüyeceğinin açık ilanı olan bu yasa maddesiyle Türkiye’yi yirmi yıldan fazla fazla yöneten burjuva koalisyonu çatlıyordu. Bu çatlama, savaş sonrası yeni bir düzene geçileceğini ilan eden ve bunun kurumlarını (BM, IMF) oluşturan Uluslar arası kapitalist sisteme entegre olabilmek açısından kaçınılmazdı. DP biraz sonra okuyacağınız yol temizleme, destabilizasyon ve soldan arındırma çabalarının ardından müstakbel bir burjuva parti olarak ortaya çıkacaktı…

DP’nin kuruluşunun ilan edildiği Dörtlü Takrir ile tarım ve ticaret burjuvazisi ve toprak ağaları CHP’den ayrılıyordu. DP’nin kurulması, ticaret burjuvazisi ve toprak ağaları ittifakının Kemalist devrimin kurduğu tarihsel bloğu, geleneksel cumhuriyet bürokrasisini dışlayarak yeniden inşa etme girişimiydi. Bu ittifakın sınıfsal ayağını Türkiye’nin en büyük özel örgütü olan İş Bankası’nın yani finans kapitalin kurucu ve yöneticisi olan sanayi şirketi, banka ve sigorta şirketlerinin kurucu ortağı Celal Bayar, büyük tüccarların en muteber sözcüsüydü. Adnan Menderes ise zamanın Türkiye’sinin en büyük toprak sahibiydi. 6

Böylece sınıfsal ayrışmanın ve Türkiye’nin “hür” dünyada yerini alacak olan tarım ve ticaret sermayesinin koalisyonu kuruluyordu. Kapitalist sistem içindeki işbölümünde Türkiye’ye biçilen rol, tarım ve ticaret yoluyla kalkınma olarak biçildiği için iç pazarın genişletilmesi zorunluydu. İç pazarın oluşmasının ön koşulu ise geleneksel tarım yöntemlerinin terk edilerek makinalı tarıma geçilmesiydi. Tarım ve ticaret burjuvazisinin sancağını taşıyacak olan DP, toprak reformuna olan karşıtlığın siyasal alandaki sözcülüğünün üstlenmesinin nedeni geniş tarım arazilerinin parçalanmaması ve tek elde toplanmasının nedeni buydu.

Makinalı tarım, yoğun bir sermaye ve yedek parça ithalatı gereksindiğinden yüksek düzeyde borçlanmayı, yani banka sermayesini yardıma çağırıyordu. Bu ekonomi politik üst yapıda İş Bankası ve toprak ağalarının koalisyonunu mecburi kılarken, aynı zamanda ABD’nin Thornburg raporuyla çerçevesini çizdiği bağımlı ve az gelişmiş bir ülke profilinin savunuculuğunu üstlenecekti. Bu durumu protesto eden Marko Paşa dergisindeki yazısında Sabahattin Ali haklı olarak şu satırları kaleme alıyordu: Çünkü bir memlekete girip yerleşen yabancı sermayeyi çıkarıp atmanın, yabancı orduları sürüp denize dökmekten daha güç olduğunu, biz Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçıları herkesten iyi biliriz.” 7

Tarımda traktör ve suni gübre kullanımının gelişmesi ve sulu tarıma geçilmeye başlanması, tarımda kapitalistleşmenin hızlı denilebilecek ilk adımları olarak görülmüştür. Traktör kullanımı işlenen tarım alanlarını çok büyük bir hızla genişletmiş, tarımsal teknolojilerin kullanılması bunu karşılayabilecek imkanların yokluğunda yoksul köylünün topraklarını kaybetmesinin de hazırlayıcısı olmuştur.

(Tarımda hızlı makineleşme traktör ithalatıyla, hızlı makineleşme borçlanmayla sağlandı. Yedek parça altyapısı ve onarım için teknik eleman yokluğunda traktörlü tarımı sürdürmek imkansız hale geldi. Resimde dönemin gazetelerde yayınlanan traktör ilanlarından biri)

Bu dönem ülke pazarının bütünleşmesinde nitel bir değişikliği belirginleştirmiştir. Artık Türkiye’de kırlardan kentlere iki tür akımın varlığından söz edilebilir: Bir yandan tarım alanında ortaya çıkan artı değerin, sermaye olarak sanayi ve ticaret alanına yönelmesi; diğer yandan da tarım teknolojisinin ve kırda sınıfsal ayrışmanın, yoksullaşmayla birlikte gelişmesiyle açığa çıkan iş gücü fazlasının kışkırttığı yoğun bir iç göç…

Bu iki akım dönemini kapatmak üzere olan feodal üretim biçimindeki kavgalarını daha farklı bir yapı ve saflaşmanın içine sıkıştırmakla kalmadı. Aynı zamanda kentlere yönelen iç göçün Türkiye kapitalizminin talep ettiği iş gücü arzının çok üzerine çıkarak çarpık kentleşmeyi besledi.

Türkiye’de DP iktidarı kurulurken ortaya çıkan bu sosyolojik, sosyo- ekonomik olgular karşısında emekçilerin haklarını savunabilecek yegane örgütlenme olan TKP, yer altında bir dar kadro örgütü olarak faaliyetini sürdürüyordu. CHP’nin güdümündeki işçi hareketi ise tamamen sağcı-tutucu bir ideolojik eylem hattı belirleyerek komünizmi telin mitingleri düzenliyor, bir mizah ve muhalefet efsanesi olarak adlandırılan Markopaşa’nın kapatılması sonrasında Merhumpaşa adıyla çıkan dergiyi bayilerden satın alarak belediye önünde yırtıyorlardı.8 CHP’nin kontrol ettiği işçi hareketi, esasen Türkiye İşçiler Derneği çatısı altında toplanıyordu. CHP’nin bu dernekler üzerinden çalışma bakanlığında toplanan gelirleri, kendi yandaşı sendikalara dağıtarak onları kontrol etmesi; Amerikan trade-unioncu uzlaşmacı sarı ücret sendikacılığının embriyosunu oluşturuyordu. Bu embriyo, işçi hareketini uzun bir süre devlet güdümünde tutuyor ve kendi için sınıf olma bilincine sekte vuruyordu.

Bütün bu kontrol etme yönlendirme çabalarına rağmen 1947’de İzmir Liman İşçileri ve 1948’de İstanbul Çimento Fabrikası işçileri ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için grevler ve eylemler düzenleyebildiler. Döneme damgasını vuran olgu, işçi sınıfının burjuva siyasi iktidarlar tarafından yönlendirildiği, bu amaçla sendika görünümlü işlevsiz dernekler kurulduğu, emek politikalarının sendikaların kendi içlerinden yükselmesine izin verilmeyerek bastırıldığı; klasik sağ sendikacılık anlayışının hakim olduğu bir evreydi. DP iktidara yürürken CHP’den emek hareketinin vesayet altına alınması mirasını devraldı. Yalnız bir farkla DP işçilere grev hakkını tanıyacağını siyasi tutum belgelerinde ilan ederken, bu hakkı asla tanımadı. DP işçi sınıfının geniş kesimlerinin desteğini iktidar yürüyüşünde yedekledi. Emekçi sınıfların grev haklarını hiçbir zaman yerine getimeyen DP’nin lideri Adnan Menderes, kendisine bu vaadi hatırlatıldığında demagojik üslupla “vaat verdim, vade vermedim” diyebildi. DP bununla da yetinmedi ve öncüleri ABD’den eğitim alarak yetişen bir trade-unioncu ve daha çok Amerikancı bir sendikacı kuşağının Türk-İş’in çatısı altında örgütlenmesine izin verdi. Türk-İş’in hakim sendika olmasında köyden kente göç etmekte olan Türkiye emekçilerinin yarı-proleter, yarı-köylü bir durumda olmalarının elbette büyük payı vardı.

Uzun bir baskı döneminin ardından ortaya çıkan sınıfsal çelişkilerin bastırılması ve DP’ye gidecek yolun hazırlanması için 1946 gibi Türkiye’de adında sosyalist partilerin kurulabildiği, legale çıkabildiği görece özgürlükçü bir dönem, yerini yeniden ağır bir baskı ve sıkıyönetim rejimine bırakacaktı. Bu dönemde kurulan iki parti TSEKP ve TSP buna eşlik eden sendikalaşma çabalarıyla sol kendi örgütlenmelerini biçimlendirdi. Yaşanan sendikalaşma patlaması, emekçi sınıfların 2.Dünya savaşı sonrasında prestiji zirvede bulunan dünya sosyalist hareketinin verdiği moralle bütünleşince, sendikal patlamanın nedeni daha kolay kavranır. Sendikalaşmanın bir diğer nedeni tahmin edilebileceği üzere, emekçi sınıfların 2.Dünya savaşı boyunca burjuvazinin lehine; emekçi sınıfların aleyhine iyice bozulan gelir dağılımından pay istemeleriydi. Emekçi sınıfların satın alma gücü, bir resmi rapora göre savaş sonunda % 50 azalmıştı. 9

Kısa bahar sendikaların ve sosyalist partilerin kapatılmasıyla yerini uzun bir kışa bırakırken, bir kere daha otoriterizm galip geldi. İşçi sınıfının ekonomik-siyasi örgütlenme çabalarına indirilen bu darbe, Sungur Savran’ın yerinde çözümlemesiyle Çünkü 1946-1950 geçişi, tam da emekçi sınıfların bağımsız siyasi faaliyetini engelleyen, iktidar partisine alternatif olabilecek mutemet siyasi güçleri ön plana süren ince bir siyasi mühendisliğin üzerine oturtulmuştur. 10 yerli yerine oturur. Burjuvazinin bir kanadını kendi içinden çıkacağı partisini kurma yolunda teşvik eden tek parti diktatörlüğü, aynı zamanda ona alternatif olabilecek ve gerçek manada demokrasiyi kurabilecek emekçi sınıfların örgütlenmelerini yasaklayarak destabilizasyonun yolunu açıyordu. Kemalist bürokrasinin bu siyasi stratejisi, aynı zamanda kendisinin daha önce deneyip başarısızlığa ve hüsrana uğradığı demokrasi denemelerinden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimlerinin acı hatıralarıyla biçimlendi. İki demokrasi denemesinin de başarısızlığa uğramasının nedeni kemalist reformların birer üst yapı reformu olarak kalması, halkı siyasetin içine davet edecek mekanizmaları kurmasındaki başarısızlık olarak açıklayabiliriz. Tek Parti diktatörlüğünün 2.Dünya Savaşı bitiminde liberalizmi benimsemesi ve buna uygun bir siyasal stratejiye yönelmesi ise uluslarası kapitalist sistemin 2.Dünya Savaşı sonrasında kendisinden talep ettiği ucuz gıda ve tekstil pazarı olma talebiyle örtüşmesiydi. Bunun görünür nedenlerinden biri de Avrupa kıtasını yerle bir eden, enkaza dönüştüren 2.emperyalist paylaşım savaşının inkar edimez etkisiydi. Savaş, tarım alanlarını yok ettiği gibi, tarımda ve sanayide çalışabilecek milyonlarca insanı çalışamaz hale sürüklemişti.

Kemalizmin daha önceki iki demokrasi denemesinin başarısız olmasının nedeni ise kapitalist sistemin iki dünya savaşı arasında yaşadığı 1929 büyük depresyonunda aramak sanırım yanlış olmaz. Atatürk’e bile “bunalıyorum çocuk “sözünü söyleten bu siyasal evre, Kemalist tek parti diktatörlüğünün, siyasal mühendislik hesaplarına sığmayan büyük bir alt üst oluş evresiydi. Almanya’da Weimar Cumhuriyeti emperyalizmin gözleri önünde katledilip, İtalya’da faşistler iktidara tırmanırken, İspanya İç Savaşa sürükleniyor ve 1.Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkım ve çürüme; tekelci sermayenin daha otoriter ve faşist rejimleri açıktan desteklemesiyle yeni bir dünya savaşına doğru gidileceğini ilan ediyordu. Bu siyasal evre, Kemalistlerin muhafazakar kanadının galebe çaldığı, eldeki mevcudu tutma ve koruma anlayışının hakim olduğu, reformlardan tedricen geri dönüldüğü bir siyasal-tarihsel mıomentti.

Dönem, sol muhalif Marko Paşa dergisinin bütün kapatma çabalarına rağmen başka isimlerle yeniden çıktığı ve yok sattığı, aydın ve yazarların ilericilik kavgasının bütün yükünü omuzladığı bir siyasal dönemdi. Baskı rejimi öyle bir niteliğe bürünmüştü ki Marko Paşa hakkında yabancı büyükelçiliklerin dava açtığı tek dergi oldu. Tasfiye operasyonu Ankara DTCF’deki aydın kadroların tard edilmesiyle devam etti. Anti komünist reaksiyonun Tan Gazetesi matbaasıyla başlayan faşist terörü, bu kez hedefine solcu öğretim üyelerini koyuyordu. Öğretim üyeleri Doçent Behice Boran, Prof. Dr. Pertev Naili Boratav ve Doçent Niyazi Berkes’e yönelik bir linç kampanyasıyla yeni bir evreye büründü. Solculukla suçlanan bu öğretim görevlilerinin görevden alınmalarını talep eden faşist güruh, Ankara DTCF Rektörü Şevket Aziz Kansu’nun elinden zorla istifasını aldı. Soğuk Savaş içinde üniversitede cadı kazanını başlatan bu linç kampanyası, CHP, DP ve onların güdümündeki basın tarafından da desteklendi. Aydın namusuyla davranan DTCF öğretim üyesi Orhan Burian’ın kaleme aldığı mektupta dile getirdiği “Şimdi bir eğilim devletin yasalarından ve üniversitelerin nizamlarından üstün gözükerek kendini düşünce dünyasına kabul ettirmek kavgasına girişmiş oluyor. Biricik bilim yolu diye benimsenmeyi istiyor. Bu kavga için topladığı asker de, üniversitenin henüz kendilerine bilim düşüncesini yeni aşılamaya başladığı gençlerdir”11 Burian’ın üniversite yönetimini ve devletin kadrolarını sükunete davet eden bu mektubu, cadı kazanının son kurbanı Milli Eğitim Bakanlığı yangını dumanları arasında görmezden gelindi. Milli Eğitim Bakanlığı yangınının solcuların çıkardığı suçlaması, hiçbir zaman ispat edilemeyen bir iftirayla histeriye dönüşerek öğretim görevlilerinin üniversiteden uzaklaştırılmasının zeminini hazırladı…

Soğuk savaşta üniversitelerin aydınlardan “temizlenmesinin” bedeli düşünce hayatımızın kurumasıydı. Kültürel dünyada yüksek verimleriyle birer rol model olabilecek aydınların tard edilmesiyle sonuçlanan aydın kıyımının sonucunda örneğin Türkiye halk kültürleri üzerine derinlemesine bir entelektüel birikimin ve arşivin sahibi Pertev Naili Boratav, yurtdışına göç etmek zorunda kalacaktı. Sosyoloji alanında parlak bir öğretim üyesi ve Türkiye İşçi Partisi’nin kurucularından Behice Boran ve YÖN hareketinin ideoloğu konumundaki Niyazi Berkes’in Türkiye toplumu üzerine yazdıkları eserler ve ortaya koydukları analizler eşsizdir.

Bütün bu alan temizliğinin DP’ye soldan muhalefet edebilecek çeşitli politik parti ve öznelerin tasfiyesinin sınıfsal anlamı çok açıktı: Merkezi devlet bürokrasisi iktidarını DP’ye devretmeye hazırlanırken soldan gelebilecek olumsuz bir durumu olası seçenekleri ve alternatifleri eliyordu. DP’nin popülist ve özgürlükçü söylemi, solun tasfiye edilip etkisizleştirilmesiyle ve bir kısmının da DP’den iyimser beklentileriyle biçimlendi. Sol ve sosyalizm korkusunun kökeninde 2. Dünya Savaşından muzaffer bir biçimde çıkılması ve pek çok ülkede halk savaşları ile sosyalizmin tezlerini benimseyen, ancak üretim araçlarının gelişkinlik düzeyine göre halk demokrasilerine yönelen anti sömürgeci bir dalganın etkisi inkar edilemez. Bu korkuyu en net biçimde tarif eden Ahmet Emin Yalman “İnhisarcı (Tekelci) tek parti idareleri umumiyetle (genellikle) cebir (zor) yolu ile yıkılır. Bu yolun memleket hesabına hiçbir yararı yoktur, çünkü cebir teşebbüsleri (girişimleri) ayaklandırarak dahili harplere yol açar”12

Peki bu dönüşümün kültürel atmosferi nasıl oluşturuldu ? Siyasi aktörler ne gibi kararlar aldılar ve DP’ye giden yolun kültürel taşlarını örgütlediler ? İlk adım Alman yaparak yaşayarak öğrenme modelini baz alan Sovyetler Birliği’ndeki karşılığıyla halk eğtimi olan ve öğrenmeyi teorik-pratik bütünlüğe oturtan Köy Enstitülerinin kapatılmasıydı. Köy Enstitülerinin kapatılması, ondan büyük zarar göreceğini sınıf kiniyle kavrayan toprak ağalarının eseriydi. Toprak ağası Kinyas Kartal, vasalize ettiği topraksız köylünün emeğini sömürerek elde ettiği zenginliğe, Köy Enstitülerinin engel olacağını farkına varan ilk toprak ağasıydı. Köy enstitüleri yoksul köylü çocuklarının bir iş ve meslek edinmesine vesile oluyor; geniş okuma ve kendini gerçekleştirme imkanlarıyla yeni bir umudun doğmasına sebep oluyordu. Eleştirel düşüncenin kök saldığı okullar, aydın kuşakların yetişmesine vesile oluyordu. O kadar öyle ki kendilerini ziyarete gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü yediği özel yemek sebebiyle eleştirebilecek bir özgüvene sahip olmalarıyla enstitü öğrencileri benzersiz bir kuşak olarak tarihe geçtiler. Kinyas Kartal, tehlikenin daha fazla büyümemesi için bütün toprak ağalarını örgütledi ve oy tehdidiyle DP’den istediğini aldı. Enstitülerin kapatılması, iş ve meslek sahibi olamayan köylü yığınların kente göç etmesine sebep olmasıyla, köy ve kent dengesini kentin aleyhine bozulmasının yani aslında çarpık kentleşmenin sebeplerinden biridir.

CHP’nin termidoru, köy Enstitülerinin birer ikişer kapatılmasıyla başladı ve hızlanarak devam etti. Sürecin tamamı uluslar arası kapitalist sisteme NATO ve Marshall yardımlarıyla eklemlenmek isteyen burjuvazinin bu istekleriyle de örtüşüyor ve onun siyasi programını bütünlüyordu.

Eğitimin laik rotadan çıkarılması ise CHP’nin 1946’da temellerini attığı imam hatip okullarını açan kararıyla birlikte düşünüldüğünde yerli yerine oturur. Kırılma noktası CHP’nin 7. Kongresiydi. Burada alınan kararla devletçilik ilkesi yumuşatılırken, laiklik ilkesi yeniden ele alındı. Muhafazakarların talebiyle laiklik ilkesinin “yumuşatılma” talebi olumlu karşılandı. 2. Dünya Savaşı sonrasında liberalizmin benimsenmesi için atılan adımların başında gelen dinselleşme, soğuk savaşın kültürel-siyasi atmosferinin olmazsa olmaz (sine qua non) unsuruydu. Din bilginlerinin yetiştirilmesi adına açılan İlahiyat fakülteleri ve imam hatip kurslarının açılması, CHP’nin 2.Dünya Savaşı esnasında halkla arasında açtığı mesafeyi kapatması amacını güdüyordu. Böylece CHP’nin bu “reformu”, ABD emperyalizminin soğuk savaş dinselleştirme operasyonuna hizmet eden dış politikasıyla örtüşerek yeni bir muhtevaya büründü. İslamcı Şemsettin Günaltay’ın Başbakan yapılması ve Başbakan olduktan sonra islamcılara taviz veren konuşmasında sarf ettiği “Bu memlekette müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkatmak için İlahiyat fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım” ajitatif sözleri, islamcı Sebilürreşat tarafından selamlandı: “Vicdanı köstekleyen bütün bağları kır, parala. Hiç korkma. Sen millete bu saadet hürriyeti verirsen bu asil millet seni başının tacı yapar” 13 Soğuk savaş içinde dinselleşme, aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin en eski ve paslı silahını toprak altından çıkarmasıydı. İlerleme ve reformlar yoluyla ulus devlet kurma, biçimsel bile olsa demokrasi denemeleri siyasal programı bir kenara bırakıldı. Sömürünün devam etmesi ve Uluslar arası bir nitelik kazanması için atılan dinselleşme adımı, kaçınılmaz olarak liberal-muhafazakar ittifakın partileşmesine neden oldu. O parti, CHP içinde kurulamayacağı için yeni bir adrese ihtiyacı vardı. Demokrat Parti işte bu adres ihtiyacına bir cevaptı.

(Sağın sembollerinden biri olan el işareti, 1950 seçimlerinin DP sembolüydü. Afiş aynı zamanda seçim propagandasında afiş kullanımının ilk örneklerinden biridir. Afiş, mimar Selçuk Milar tasarımı olup, mimarların yazı yazdığı Eser dergisinde yayınlandı)

Şair Orhan Veli’nin Kasım 1950’de kaleme aldığı yazıda “Laik bir devletin okulunda din dersi okutulmaması esas olduğu halde, çocuklarına bu dersi okutmak istemeyen anne-babadan ne hakla beyanname istenir ? Maksat birkaç aile ile onların çocuklarını dinsiz diye teşhir etmek, okuldaki arkadaşlarının düşmanlığını teşhir etmek, okuldaki arkadaşlarının düşmanlığını üzerlerine çekmek böyle bir gözdağı vererek onları da din dersi okumaya zorlamak mıdır ?” cümleleriyle Milli Eğitim’de fiilen uygulanan anti-laik eğitim politikasını eleştirir.

DP’nin iktidara gelmesi ilk birkaç yıl hariç geniş bir büyümeye yol açmasıyla halkın hem popülizmin siyasal etkisi hem de geniş borçlanma olanaklarıyla sanal bir büyümenin cezbesine kapılmasıyla DP’nin geniş yığınlar arasında ilgi görmesine neden oldu. Bahar, yerini 1954 kriziyle sonbahara ve 6-7 Eylül pogromuyla kışa bırakırken, DP otoriter yönelimini gizleme ihtiyacını duymayacak ve ardılı CHP’den öğrendiği hileli seçim yöntemiyle 1957 seçimlerinin sonuçlarını sandıklar açılmadan radyodan anons edebilecekti. Cehennemin kapıları, resmi iflas anlamına gelen 4 Ağustos 1958 moratoryumuyla açıldı…

Menderes-Bayar dikta rejiminin önemli figürü ve örgütleyicisi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 1954 seçimleri sonrasında “artık incelikli demokrasi dönemi bitti” sözleriyle sinsice ilan ettiği otoriter yönetim, sonu meclisi kapatmaya kadar varan sivil darbeye; tahkikat encümeni denilen kör baskı rejimine yürüyecekti. Ülke tıpkı Erdoğan rejimindeki gibi kamplaşmaya gidecek ve ölülerin bile DP’nin güdümündeki Vatan Cephesine kaydedildiği anonsları radyolardan duyurulacaktı…

Demokrasi deneyiminin iflas etmesinde elbette burjuvazinin siyasal alanı DP’ye devrederken gerekli yasal altyapıyı, anayasal çerçeveyi buna dair kurumları örgütlememesinin büyük payı vardı. Geniş bölgeli basit çoğunluk sistemine dayalı seçim sistemi, “yani kazanan her şeyi alır temsiliyette küçük partilere yer yoktur” biçiminde özetleyebileceğimiz siyasal seçim sistemi, “seçimle gelen krallar” dönemini başlatıyordu. Somut bir örnek vermek gerekirse örneğin 10 milletvekili çıkaran Gaziantep’te 1957 seçimlerinde DP yüzde 48 oy oranıyla birinci partiydi. İkinci sıradaki CHP’nin oy oranı ise yüzde 47.3 tü ve iki parti arasında yalnızca 1000 oy fark vardı. Buna rağmen DP birinci olduğu için 10 milletvekilliğinin tamamını kazanmış, nüfusunun yarısının CHP’ye verdiği oylar boşa gitmişti. 14

“Nurlu ufuklar yaratacağız”, ve DP grubuna hitap ederken “siz isterseniz hilafet bile geri gelir” diyerek kafasındaki baskı rejimininin kökenlerini ortaya koyan ve hubris sendromuna kapılan Menderes-Bayar dikta rejimi, kendisine muhalefet eden toplum kesimlerinin sokak isyanlarıyla ama özellikle perde gerisinde ondan hiçbir çıkarı kalmayan ve yeni palazlanmakta olan sanayi sermayesinin muhalefetinin desteğini kesmesiyle darbeyle yıkıldı. Menderes-Bayar dikta rejimi yıkılırken sanılanın aksine mitingleri dolduran kalabalıklar bu kez ortada yoktular. Tam bir çoktular ama hiç yoktular trajik durumunu yaşayan DP kadroları, içine sürüklendikleri güç zehirlenmesiyle yaşadıkları körleşmenin kurbanları oldular. NATO’ya üyelikle başlayan kompradorlaşma, borç ve bağımlılık ilişkileriyle yarı sömürgeleşmeye doğru genişlemiş bu ekonomi politiği dinselleşmeyle tarikatların parti ocaklarını ele geçirmesiyle tamamlanmıştı.

1958 Moratoryumu DP dikta rejimine giden yolun kilometre taşlarından biriydi. Ilk dış borcu aldığımız yıl olan 1854’ten tam 100 yıl ve dört kuşak sonra son taksidini ödediğimiz yıl olan 1954’ten 1958’e kadar o kadar borçlanıldı ki sonunda devlet iflas etti. DP o kadar liyakatsiz ve hesapsız borçlanmıştı ki hangi ülkeden ne kadar borç alındığı bilinmiyordu. Yani devletin mali kayıtları da tutulmamıştı. Borçlanılan ülkelerle yapılan yazışmalar sonucu Türkiye’nin ne kadar borçlandığı öğrenilebildi! Borçlanmada bir kural olarak Hazineden izin alınması 1958 Moratoryumunun bir diğer sonucudur. Bundan önce her kurum izin almaksızın borçlanabiliyordu!

1958 Moratoryumu ile döviz kaçakçılığına kapılar sonuna kadar açıldı. Bu yeni ve türedi bir burjuva fraksiyonunun doğmasına neden oldu. Moratoryum, burjuva despotu Bayar-Menderes ikilisinin tarım-ticaret burjuvazisi ile sanayi kapitalistleri arasında sıkışmasına neden oldu. Bu sıkışma, DP’nin devlet terörünü en üst düzeyde uygulamasının görünür nedenlerinden biridir. Başbakan Adnan Menderes’in 1959’da borç bulma ümidiyle çıktığı ABD ziyaretinden eli boş dönmesi, DP’nin hiç istemediği halde yüzünü doğuya ve SSCB ye dönmesine neden oldu. Dış politikada ABD emperyalizminin ileri karakolu pozisyonundan borç bulabilmek için SSCB ile ilişkiler geliştirmek zorunda kalınan bir pozisyona savrulması, DP’nin askeri darbe ile devrilmesi sonucunu doğurdu.

DP “yeter artık söz milletin” popülizmi ve “küçük Amerika olacağız” hamasetiyle başladığı ve kendisine emperyalizm tarafından empoze edilen liberal ekonomi politikaları kararlılıkla uygulaması sonucu memleketi moratoryum felaketiyle tanıştırdı.

27 Mayıs darbesi yapıldığında iktidarı devralan askerler DP döneminden kalan fiili bir iflas durumuyla karşı karşıyaydı. O kadar ki bütçede para kalmadığı için memurların maaşlarını bile ödeyemez durumda bir hazine buldular. Militerler radyodan okudukları bildiride NATO ve CENTO yani emperyalizme bağlı kalacaklarını duyurduktan sonra ABD’den memur maaşlarını ödeyebilmek adına borç istediler ve aldılar.

Burada altını çizmemiz gereken bir başka olgu daha var. Sokak hareketlerinden ve gençliğin 28-29 Nisan isyanından oldukça korkan burjuvazi, siyasal alanın yeniden tanzimi için ordunun darbesini sessizlikle karşılamıştır. Bu sessizlik, militarizmin Türkiye siyasal hayatı üzerindeki kalıcı baskı ve yönlendirmesine zemin hazırlayarak, 1960’ların ikinci yarısında ortaya çıkan rejim buhranlarının sebeplerinden biri olmuştur.

Elbette bu siyasal alt üst oluş dönemi, Türkiye’nin NATO’ya üye olmasının emperyalist merkezlere bağlanmasının dolaysız bir sonucuydu. Borç batağına gömülen, ordusunun donatımı emperyal yardımlara bağlanan bir ülke elbette iflas edecekti. Belediyeleri bile borçlandırılan ve en basit altyapı yatırımlarını yapamaz hale gelen bir siyasal evre böylece noktalanıyordu. Bu acı tecrübe ve kentleşmenin yarattığı sosyo ekonomik dönüşümün etkileri yadsınamaz boyuta ulaştı ve eleştirel düşüncenin yüksek verimlerini doğmasına neden oldu.

(1959’da düzenlediği son ABD gezisinden borç para bulma ümidiyle çıkan Adnan Menderes ve bakanları, tam 40 dakika bekletildikleri görüşmede bol tavsiye ve Amerikan Başkanı Eisenhower’ın resmiyle ülkeye dönmek zorunda kaldı)

Kentleşmenin kaçınılmaz sonuçlarından biri de Türkiye’de yoksulluğun toplumsal dokuda yarattığı tahribatın farkına varan ve ortaya koydukları eserlerle gözler önüne seren gerçekçi sinemacıların ve edebiyatçıların sağladığı büyük uyanıştı. Bastırılan geri döndüğünde işçilerin ve öğrencilerin anti-kapitalist, anti feodal muhalif söylemiyle buluştu. Bu buluşmanın yüksek verimiyse deolojik hegemonyaydı. Yıllarca yalanın esiri edilmiş, “nurlu ufuklar” “küçük Amerika olacağız” safsatalarıyla kendi benliğine ve kültürüne yabancılaştırılmış bir toplum üzerindeki ölü toprağını atıyordu. İdeolojik hegemonyayı ele geçiriş, çok daha ilginç ve çatışmalı bir süreç olan 1961-1980 sürecinde yeni toplumsal örgütlenmelere, sosyalist fikirlerin ilgi göreceği bir siyasal evreye doğru büyümenin zeminini oluşturdu.

Resmi ideolojinin vaaz ettiği üzere Türkiye’de çok partili siyasal hayat 1946-1950 aralığında kurulmadı. Burjuvazi, kendi yarattığı siyasal krizlerin sonuçlarından korktuğu için elindeki bayrağı 1950 seçimleriyle DP’ye devrederken, aynı zamanda solu, sosyalistleri ve onların doğal müttefiki durumundaki emekçi sınıfları siyasal alanın dışında tutmak için elindeki bütün imkanları kullandı. Bu tercih ve zorunluluk diyelim, Türkiye’de asgari bir burjuva demokrasisinin bile kurulamamasındaki en büyük faktörlerden biridir. Egemen sınıf bloğu Türkiye’yi NATO üyesi olarak, emperyalizmin Ortadoğu’daki müdahalelerine bir üs olarak kurgularken, Rejimini de Filipin tarzı iki partili despotik bir burjuva dikta rejimi olarak tasarladı. Hak ve özgürlüklerden arındırılmış, dinselleşmenin bütün siyaseti ve ticareti ele geçirdiği yarı sömürge bir ülke olarak Türkiye’ye biçilen bu rol, burjuvazi için bile taşınamaz bir yüktü..

(DP lideri Adnan Menderes’i despotizmini hicveden Ulus Gazetesi karikatürü. DP dönemi pek çok karikatüristin hapis cezası aldığı, gazeteci ve yazarların sık sık hapse konulduğu bir siyasal evredir)

Eşitsiz ve birleşik gelişme yasasının zembereğindeki Türkiye toplumu, eğitimde reform talepleriyle yola çıkan yeni devrimci kuşakların siyasal alanı genişletmesiyle kurduğu FKF ve Dev-Genç ile kendi sesini duyuruyordu. İlk tohumları 555 K eylemlerinde atılan bu gençlik örgütlenmeleri, Türkiye sınıflar mücadelesinin sol ve sosyalistler adına temel taşıyıcı unsurlarından biri olacaktı. “Okumuş insan halkının yanındadır” sözleriyle motive olan bu gençlik kuşakları, dün Devrimci Gençlik Köprüsünü kurup Varto depreminde yıkılanı tamir ederken, bugün 11 kenti yerle bir eden depremde depremzedelerin yardımına aynı motivasyonla koştu…

İşçilerin kendi sendikası DİSK’i kurmasıyla ve sonunda bu sendikaların aydınlarla buluşmasıyla Türkiye İşçi Partisi ile nihayet 1965 seçimleriyle çok partili siyasal hayata geçebilecekti. Çok partili siyasal hayatın eksiği olan emekçi sınıfların sokakta ve parlamentoda temsili mümkün olabildi. Emekçiler nihayet kendileri gibi giyinen, konuşan ve yaşayanların tarihsel çağrısına cevap verecekti. Resmi ideolojinin vaaz ettiğinin aksine çok partili siyasal hayatta ezilenlerin emekçilerin sesi ilk defa meclis kürsüsünden ve radyolardan duyulabilecekti. Bunların en müstesna örneği olan Hamdoş (Hamdi Doğan) konuşması tarihidir.. Konuşmayı yazının dipnotunda dinleyebilirsiniz. 15Burjuvazinin siyasal üst yapıyı kendi içinde yeniden dizayn etme çabalarının fena halde işlevsiz kaldığı bu siyasal moment, kaçınılmaz ve paradoksal olarak onun yönetememe krizini besleyecekti..

Amerikalı oyun yazarı Arthur Miller’ın otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenirler çözümlemesine istinaden kaleme aldığım bu yazı, burada bitiyor. 6’lı masa ve muarızı Cumhur İttifakı koalisyonu burjuvazinin yönetememe krizinden çıkması için birbirleriyle mücadele içindeler Bu kez Emek ve Özgürlük İttifakı da yarışın içinde. Seçimi 14 Mayıs’a alarak yeni bir DP zaferi ve sağın hayali bir millet yaratırken dolaşıma soktuğu ve “milli İrade” vurgusuyla seçmenini motive etmeye çalışan Türkiye sağının bu hevesi bu kez kursağında kalabilir.

Milli İrade büyük bir yağmanın ve tek adam rejimlerinin temelini oluştururken, aynı zamanda çoğulcu bir demokrasi ve sınıflara dayalı siyaset yerine azınlığın çoğunluğun, yani işçi ve emekçilerin çıkarlarına aykırı ne kadar anti demokratik uygulama varsa hayata geçirilmesinde merkezi hegemonik bir kavram oldu. Türkiye burjuvazisi, denediği ve kendisinin krizini daha da derinleştiren tek adam rejimine son vermeyi demokrasiye geçiş palavrasıyla yutturmayı deneyecektir.

Bütün reklam ajansları, anket şirketleri ve sosyal medya manüplasyonları bu amacın hizmetindedir. Halkı siyasete dahil etmeyen onu bir grafik olarak tahayyül eden ve ona oy veren bir nesne muamelesini reva gören bütün sistemler eninde sonunda iflas edecektir. Bu kaçınılmaz sonu daha önce deneyimlediğimiz için, Marx’ın ünlü sözü yazının son cümlesi olsun: “Tarihte her şey iki defa yaşanır: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak”

1Zeki Tombak, Türkiye’de Faşizm, Seçki Yayınları, 1992, sayfa 11

2Semih Hiçyılmaz “Haklara Karşı Bir Örgütlenme NATO: Kuruluşundan İstanbul Zirvesine, İstanbul, SAV, 2014, s.24-25

3Gülten Kazgan, Türkiye Ekonomisi’nde Krizler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.98

6Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul, Yordam Yayınları, s.396-397

7Yazının tamamına elektronik erişim: https://tinyurl.com/27s647r9

8Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1989, s.1938

9Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi, Çeviren A. Hasanoğlu, SSCB Bilimler Akademisi, İstanbul, Bilim Yayınları, s.324

10Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri Cilt 1: 1908-1980, İstanbul, Yordam Kitap 3. Baskı s.162

11

12Çetin Yetkin, Karşı Devrim. 1945-1950, Ankara, 8.Basım, 2011, s.177.

13Cumhuriyet Ansiklopedisi, 1941-1960, editör Bedirhan Toprak, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, s.134

14 #Tarih Dergisi “Adaletsiz Seçim Sistemi Bu Defa DP’ye Yaradı” başlıklı makale, Nisan 2023, sayfa 30-31

Diğer Yazılar

ÖZDAĞ PROTOKOLÜ ÜZERİNE

Salih Zeki Tombak / 24.05.2023 Kılıçdaroğu’nun, savaş politikalarını aynen devam ettireceğini düşündüren cümleler kurması, iki …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir