Mahir Konuk / 18.03.2023
Bir deprem ile belki de şimdiye kadar hiç görülmedik bir şekilde koca bir dağ gibi derinliklerden gelerek kendisini görünür kılan bir “felaket” olayının tanımını öncelikle doğru ve üzerinde anlaşabileceğimiz (veya ayrılabileceğimiz) şekilde açıklıkla yapmamız için şu soruyu sormamız gerekiyor: Birkaç saniye süren bir doğal afetten haftalar sonra bile gözlerimizin önünde devam eden ve aylar hatta yıllar sonra da devam edeceğe benzeyen toplumca yaşadığımız bu toptan felaketin gerçekteki niteliği nedir?
Her ne kadar evrendeki yeri, eldeki veriler dikkate alındığında, hiç de küçümsenmeyecek bir şekilde “en uçlarda” yer alan insan türünün varlığının konumu, sadece bu evrenin çok küçük bir parçası olmakla sınırlı bulunmaktadır. Evrendeki bu nadide ve elverişli nesnel konumu ile birlikte insan türü, kendi “dışında” konuşlanan diğer olaylara evren adına ve onun kendisine biçtiği imkan ve kabiliyetler oranında müdahale gücü ile de donatılmış bulunmaktadır. Bir “birey” olarak insanın evrendeki “doğal” olarak tanımlanan olaylara müdahalesi, kendi türünün kolektif bir şekilde gerçekleştirebileceğinden çok çok daha da sınırlı olduğundan, bu olaylara kendi tabiatında var olan “toplumsallığı” seferber ederek müdahale etme yolunu tutturmuştur. Bu demektir ki, bizim sıkça altını çizdiğimiz içinde yaşadığımız kapitalist sistemin “toptan çöküş” döneminde kendi başına bir güç kaynağı ve varlık nedeni olan insan toplumun da hızla imha edilmesi olgusu, insan türünün evrendeki varlığını tehdit ettiği gibi, onun doğaya ve doğal olaylara müdahale imkanını da ortadan kaldırmaktadır.
Sonuçta ortaya şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: İnsan türü, sadece kendi bireyleri arasındaki ilişkileri toplumsallaştırmamakla kalmamakta, aynı zamanda kendisi ile doğa olayları arasındaki ilişkileri de sosyalleştirerek tanımlamakta ve yaptığı bu tanımlara uygun olarak kolektif müdahale biçimleri üretmektedir. Her hâlükârda, mevcut bilgilere dayanarak evrende en uçta yer alan insan varlığının, bireyler arası ve bireylerle doğa arasındaki ilişkilere müdahalede gerçekleştirdiği toplumsallaşma eyleminin en uç biçimi de, bir toplumsallık türü olan siyasallaştırma olmaktadır: İnsan, kendi kendisi olabilmek için doğasının gereği olarak kendisi ile birlikte bütün evreni de toplumsallaştırarak kendi özgün doğasına katmakta, ve var olabilme sürecinde bir adım daha ileri atarak siyasallaştırmaktadır. Bu durum, Aristoteles’in hülasa olarak “politik bir hayvandır” şeklindeki insan tanımlamasını da açıklar.
Böylece, insan varlığı dışında “doğa” menşeili bir olgu, toplumsal ve siyasal bir olgu haline gelerek, kendi maddi sınırları içinde insanın müdahale alanı içine de girecek ve tamamen veya kısmen çözülebilir olabilecektir. Mesela, yakın geçmişte yaşadığımız ve çeşitli biçimlere bürünerek devam etmekte olan, “Covid pandemisi” olarak tarihe geçen, başlangıçta “medikal” yani “doğal” kaynaklı olayın, toplumsallaşarak belki de kendi özgül ağırlığından da kat kat fazla politik bir olay haline gelmesi çok somut ve hepimizi derinden etkileyen bir yaşam deneyi oluşturmaktadır. Bu konudaki görüşlerimizi “Yazı Portal”da yayınladığımız yazılarda dile getirmeye çalışmıştık (2020 ve 2021). Bugün, olayın son bir değerlendirilmesine ihtiyaç duymuş olsak da, çok özet olarak şu başlangıç hipotezini ileri sürebilecek kadar toplumsal alanda gözlem yapabilmiş durumdayız: Başlangıcında “medikal” bir olay olarak kimliklendirilen Covid salgının bir hastalık olarak çeşitli biçimlerde verdiği zarar, toplumsal ve siyasi bir olay haline gelince, kat kat artmış bulunmaktadır. Bunun nedeni ise bizce olaya “kamu menfaati” adına yürütülen mücadelenin gerçekte bir kamusal hizmet amaçlamamış olması, rantı “insan sağlığından” önde gören “özel ilaç şirketlerinin” beklenenin çıkarlarına uygun bir siyaset izlemesidir. Önümüzdeki dönemde, su yüzüne çıkmakta olan olayların daha da artmasıyla, kapitalist sistemin küresel boyutta örgütlenmiş bir yok ediş-oluş sürecinin doğal bir viral pandeminin toplumsallaşarak ve siyasallaşarak nasıl toptan bir felakete bir insanlık dramına dönüştüğünü açıklıkla gözleme fırsatı yaratacağını düşünmekteyiz.
En son yaşadığımız doğal bir afet sonucu oluşan “deprem felaketi” olayına yapılan müdahalede de Covid salgınında yaşadığımız, doğal bir olayın toplumsallaşarak ve böylece siyasallaşarak beklenin aksine bir kurtarma faaliyetinden örgütlü bir yok etme faaliyetine dönüştüğüne şahit olmuş bulunmaktayız. Bir doğa olayına müdahalede toplumsallaşma sırasında oluşan faydanın örgütlü ve siyasal iradenin kullandığı güçle zarara dönüşmesinde meydana gelen tersyüz olma olayının nedeninin neler olabileceği ve pratikte bunun nasıl gerçekleştiği sorusundan hareket ederek bir çözümleme yapacağımızı belirtmemiz gerekmektedir. Bize göre depremler, birer doğal afetler olarak asla tabiat değiştirmezler; ancak, bu “doğal olaylar”, korunmak üzere insanlar tarafından müdahale ile toplumsal-siyasal olgular olarak tecelli ettiklerinde, gösterdikleri yıkıcı etkiler azalıp ya da çoğalabilmektedir. O halde deprem afetlerinin olası etkileri onların şiddetinin bilimsel ölçekteki durumundan çok, afetin toplumsallaşması sırasında izlenen siyasetin doğurduğu somut sonuçlarla ölçülmelidir. Bizim bu yazının çerçevesinde yapmaya çalışacağımız da, elde edilen sonuçlar ışığında, gözlemcilerde varoluşsal sorular uyandıran “Maraş depremi” ile yaşadığımız gözlerimizin önünde devam etmekte olan toptan bir toplumsal ve siyasal çöküşün nedenlerini ve sonuçlarını araştırmak ve çözüm yollarına ilişkin olarak sergilemek olacaktır.
“KARA DELİĞE”, KARANLIKLARA DOĞRU YOLCULUK…
Karanlıklar kavramı mitolojilerde genellikle “yer altını” ve ölümü simgeler. Örneğin antik Yunan mitolojisinde “Hades”, ölülere hükmeden “yeraltı tanrısı”dır; “ölüme yollama”nın bir diğer adı “Hades’e yollamak” olarak anlaşılır. Türklerin İslam öncesi dini olan Tengricilikte (Şamanizm) yeraltı, ölülerin ruhlarının yurdu olarak kabul görür. Türkiye’de Nur Dağı’ndan Suriye’de Lazkiye’ye kadar çok etkili olarak on binlerce insanın ölümüne neden olan az rastlanır büyük deprem felaketinde de, olayın kaynağı, kıtaların oluşturduğu çeşitli plakaların hareketine bağlı olarak “yer altında” oluşan kırılma ve çökmeler olarak bilim adamları tarafından nesnel ve karşı çıkılamayacak bir netlikte tanımlanmaktadır. Ancak, bu “deprem felaketinde” on binlerce insanın ölümünün nedeni, tek başına yer kabuğunda oluşan bu kırılma ve çökmeler değildir. En azından, başka ülkelerle kıyaslandığında, ortaya çıkan yıkım ve ölüme dair tablo, tek başına rasathanede ölçümü gerçekleştiren şiddeti değildir. Diğer bir deyişle, deprem olayının şiddetiyle özellikle Hatay ilinde gözlemlendiği gibi yer yarılmaya yarılmıştır, ama “Hades’e” gider gibi insanları içine çekerek ölümüne neden olduğu doğrudan bir şekilde gözlemlenmemiştir. On binlerin ölümü, doğal bir olayın toplumsallaşması esnasında, yani o olaya kolektif bir şekilde müdahale edilmesi ve/veya müdahale edilmemesi esnasında oluşmuştur.
Toplumsallaşmanın “kara deliği” – “kara deliğin” toplumsallaşması:
Ölülere hükmeden Hades’in yeraltındaki karanlığı adeta yeryüzünü bir “kara delik” gibi istila ederek oralara da ölüm saçmıştır dersek, bu doğal bir felaket olayını bundan binlerce yıl gerilere götürerek açıklayıp anlamlandırmaya çabamızı da nafile kılacaktır. Nitekim felaketin kaynağı olan “kara delik” Hades’in diyarı yer altında değil ama yeryüzünde yanı toplumda bulunmaktadır.
Astrofizikle uğraşan bilim adamlarının genel hatlarıyla tanımladığı “kara delik” kavramını biz bir toplum veya “insan bilimci” olarak kendi alanımızda olayları açıklayarak anlamlandırmakta bir metafor kullanmaktayız. Bunu yaparken, bir nesnel gözlem alanından diğer bir gözlem alanına aktarım yapmaktan doğabilecek epistemolojik ve bilimsel zorluklarında bilincinde olarak “nesnellik” prensibine bağlı kalmaktayız. “Nesnellik prensibine” bağlı kalmak ancak ve ancak iki veya birçok gözlem alanındaki uygunluğu, maddenin genel hareket yasalarına uygunluk üzerinden gerçekleştirmek, spesifik bir gözlem alanındaki gerçekliğin ölçüsünün sadece ve sadece bu alandaki somut olgular olabileceğini akıldan asla çıkarmamakla mümkündür.
Daha önce de çok çeşitli fırsatlarda ifade ettiğimiz “kara delik” kavramına biz; öncelikle tarihsel gelişimini tamamlayarak toptan bir çöküşe yani yok oluşa geçen ve buna rağmen içinde yaşadığımız Ulus-Devletlerde toplumsallaşmaya ve toplumsal yapılaşmaya “hakim düzen biçimi” olarak, liberal faşist iktidarlarca yön veren “kapitalist sistemin” durumunu açıklarken başvurmuştuk.
Çok özet olarak, kapitalizmin tarihsel sonucu olarak toplumsal alanda doğan “kara delikler”, artık üretim sürecinin başında ve sonunda yer alarak kendisini toplumsallaştırırken, bu tarihsel sonun ifadesi olan “ölümü” de toplumsallaştırmaktadırlar. İşe sürülen emekçilerin çalıştırarak, işsiz bıraktıklarını ise açlık ve sefalete mahkum ederek, ama her durumda toplumu ve toplumsallaşmayı her geçen gün daraltarak ortadan kaldıran kapitalist sistem, böylece “hayatı” da hızla daraltarak onun toplumsallaşma şartlarını ortadan kaldırmaktadır. Başlangıçta ve tarihi gelişimi içinde sermayenin ve onun hakimiyetiyle oluşan sistemin toplumsallaşması, üretim faaliyeti esnasında gerçekleşen sömürüsü üzerinden mümkün olduğu oranda, emekçinin hayatının “sınıfsal gerçekliği” dahilinde toplumsallaşması da nesnel olarak mümkün ve hatta gerekli durumdaydı.
Sermayenin toplumsallaşmasının birçok “ileri kapitalist” diye adlandırılan ülkede hızla gerilediği sistemin toptan çöküş döneminde, emekçi bireylerin üretime dolayısıyla topluma entegrasyonu da giderek geri dönüşsüz olarak ortadan kalkmış, artık kendi kendilerini ancak nicelik kaybına uğrayan kendi sınıfını (burjuvazi) toplumsallaştırırken, emekçiler için her yeni adımda ölümü toplumsallaştırır olmuştur. Bu durum, bütün yaşam alanlarını işgal eden ve zamana yayılan toplam etkileri hesaba katıldığında, on binlerce hayata yayılan deprem felaketinden çok ama çok ağır ve nesnel bir “kesin yok oluş” sürecinin toplumsal alanda uzun müddetten beri devam ettiğini göstermektedir.
Bu tür bir toplumsallaşma siyaseti, kapitalizmin varoluş sürecinin beklenen bir şekilde tarihi bir sonucu olup, günümüzde liberal faşist diktatörlükler aracıyla gerçekleştirilir olmuştur. Liberal faşizm, sermayenin insan toplumu üzerinde kurduğu diğer tahakküm biçimlerinin arasında bir seçim yapılarak oluşturulmuş bir siyasi iktidar oluş biçimi değildir. Bu tür bir siyasi tahakküm biçimi, sermayedarlarla birlikte kapitalist sistemin de ulaştığı seviyede nesnel durumuna ve onun “bitkisel bir hayat” çerçevesinde de olsa devamına en uygun ve hatta ille de gerekli olan bir biçimdir. Liberal faşizm, sistemin tarihsel sonuna uygun olarak kapitalizmin ölürken, kendi ölümünü toplumsallaştırarak ve böylece bütün insanlığı kendi kaderine ortak ederek, bir an için ve “başını yüzeyde tutmak” çabasının bir ürünüdür.
Astrofizik biliminin gözlem ve kavramsallaştırma çabası ile tanımlanan “kara delik”, günümüzde sermayenin tahakkümü altında olduğu biçimiyle yapılaştırılan ve liberal faşist iktidarlarla yönlendirilen insan toplumunun, yaşanan toplumsal ve siyasal olayları yan yana getirdiğimizde ortaya “klinik tablo” ile kendisini ifade etmektedir. O halde, şimdi de Türkiye toplumuna da hakim olan bu durumda, ülkenin nüfusunun “beşte birini” ilgilendiren son “deprem felaketinde” gözlemlediğimiz olayları ve onların “seçim faaliyetleri” ile siyasal bağlarını birlikte ele alıp sergileyerek bu “klinik tablonun” yaşanmış ve yaşanmakta olan olaylar üzerinden nasıl tanımlanabileceğini ifade çalışalım.
Deprem felaketinin olgularının ışığı altında gözlemlenen “kara delik”
Felaketin nasıl toplumsallaştığı ve kendisini bir “kara delik” şeklinde nasıl tecelli ettirdiğini, başlıca üç alanda gözlemleyebilmekteyiz. Bu alanlardan birincisi, felaketin oluş şartlarını adım adım biriktirerek toplu ölümlere yol açan hazırlık dönemi; diğer bir deyişle, sadece rant devşirmeyi amaçlayan “betonlaşma” dönemi. İkincisi, felaketten hemen sonra gerçekleştirilen, kimine göre “rant devşirmeye devam”, kimine göre de felaketzedelerle dayanışma dönemi. Tezgahlanmakta olan üçüncü dönem ise, kimine göre yeni ve kat kat daha öldürücü sonuçlar doğuracak olan ve, yeni daha da geniş çaplı yok oluş-yok edişlere yol açacak olan astronomik rant kotarmak için vasıta olan “yeniden inşa”, kimine göre de emekçi halkın kurtuluşuna giden yolda mücadeleyi deneylerden öğrenerek daha da derinleştirip yayma dönemi olarak adlandırabileceğimiz dönem.
O halde şimdi bu dönemlere karşı gelen, afet alanından gelen somut gözlemleri sıralayabilir ve ortaya çıkan panoramaya bakarak, kapitalist sistemin bir parçası olan Türkiye’de, bir doğal felaketin ardından oluşturulan “kara delik” halinin neden ve nasılını açıklamaya girişebiliriz.
-
Betonlaşma ve felakete hazırlık dönemi
Her ne kadar nesnel olarak “son beş yüz yılın en büyük depremi” olarak işlem görse de afetin, özellikle çoğu beton konstrüksiyon olan binaların bilim adamlarının yıllardır yaptığı deprem uyarılarına rağmen, doğrudan rant tarafından belirlenen ekonomik nedenlerden gerekli ölçülere uyulmadan yapılmış olması olgusu, ortaya çıkan insanlık dramında bir hazırlayıcı faktör olarak en belirleyici neden olarak genel kabul görmektedir. İnşaatlar sırasında yapılan usulsüzlüklerin yanında, devlet ve diğer kamu kuruluşlarının sorumluluğunda olan “kontrol mekanizmalarının” çalıştırılmamış olması ve sonradan bütün bu usulsüzlüklerin siyasi rant getirisi yüksek olan “imar aflarıyla” güçlendirilmesi gibi nedenler de yine açıklayıcı olarak ön planda bulunmaktadır. Elli bin tespit edilmiş ölüme neden olan bu korkunç felaketin, bazı gözlemcilere göre, hafriyat çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte iki kat daha artabileceği ileri sürülmektedir. Bu durumda, doğal bir felaketin, rant ilişkileri üzerinden orta boy bir şehir dolusu insanı tıpkı bir “kara delik” gibi sistematik ve geri dönülmez bir şekilde ortadan kaldığını tespit etmiş olmamızın nesnel şartları da yerine getirilmiş olmaktadır.
Karşılaştığımız felaketin baştan sona hem hazırlayıcısı ve hem de gerçekleştiricisi olan yerleşik liberal faşist düzen ve onun siyasi uygulayıcıları, hem nesnel ölçülerde ve de buna bağlı olarak insanlık vasıflarının ölçülerini fersah fersah aşan vahşilikteki öznel ölçekte değerlendirilebilecek sorumluları konumundadırlar. Onlar bu yok oluş-ediş için deprem gibi “doğal bir afeti” doğrudan bir neden oluşturacak şekilde kullanamamaktadırlar.1 Ama doğal bir nedenin sonuçlarının toplumsallaşmasını daha olay ortaya çıkmadan hazırlayarak çok daha göz kamaştırıcı vahşette yok etmenin şartlarını hazırlayabilmektedirler. Özellikle de yirmiyi aşkın bir süredir izlediği toplumsal imha siyaseti ile bugünün siyasi iktidarının sorumlularının deprem felaketinde ağırlaştırıcı nedenler içeren bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bunun nedeni ise, 1999 depremi sonrası oluşturulan ve önleyici nitelikteki nesnel bilimsel önlemlerin toplumlaştırılmasındaki siyasi sorumluluk, bütünüyle onların öznel uygulamalarını sorgulamaktadır. Nitekim, bunun bilincinde olarak sorumluktan kaçmayı deneyen yirmi yıllık iktidar sorumlusu muktedir, izini kaybettirmek için halkına aleni bir şekilde yalan söylemiştir. Şöyle ki o, depremde yıkılan veya zarar gören yapıların % 98’inin 1999 sonrasında yürürlüğe giren ve kendi iktidarını kapsayan “Depreme dayanıklı yapı üretme yönetmenliğinden önceki dönemde” inşa edildiğini iddia etmiştir; oysaki konun uzmanı konumundaki gözlemciler, art arda gelen bu dönemde (1999 sonrası) inşa edilen yapılarda görülen yıkım olayının, toplam yıkık yapı stokunun yarısını (% 52) oluşturduğunu ortaya çıkarılmıştır.
Şu olgu artık açık seçik ortaya çıkmıştır: Tam bir yok ediş-yok oluş siyaseti izlenerek insan hayatına karşı ölümü toplumsallaştıran bir siyaset izlenilmiştir. Bunun yanında “betonlaşma” olayının, gerekli kurallara uyulsa da bir yapılanma biçimi olarak bu gibi felaketlerdeki payı ne olmuştur? Kurallara aykırı betonlaşma ile, Anadolu’nun kırsalında görülen “domestik” yapılaşma karşılaştırıldığında en yoğun ve tahrip edici yıkım bu iki tip yapılaşmadan hangisinde daha çok görülmektedir? Doğal çevreye ve bu çevreden devşirilen yapı materyallerinin bilimsel bir çalışmanın sonucunda, diğer çevre, üretim parametreleri de hesaba katılarak yeni ve insan hayatına en uygun deprem riskini de öncelikle gözeten yapılanma biçimleri en azından gelecekte gündeme getirilebilir mi? Diğer bir deyişle, Japonya’nın çok daha güçlü depremlere dayanıklı olan ama materyal ve çevre sorunları dikkate alındığında tartışmalı olacak olan “gökdelenleri” bizim de kaderimiz mi olacaktır? Bu gibi konular eşliğinde, konunun teknik yönüne vakıf bilim adamlarının yapacağı aydınlatmalarla kitlelere mal edilmiş geniş çaplı bir tartışmanın gündeme geldiğini düşünmekteyiz…
Ancak şurası açık görünmektedir: Yeni bir yapılaşma ve konut düzenlemesi, liberal faşizm şartlarında ve kapitalist sistemin tarihi sonunu bütün dünyanın ülkelerini doğrudan etkileyecek şekilde gerçekleşmesi –en azından yaygın bir şekilde- hem nesnel koşulların yerine getirilmesi ve hem de burjuva yöneticilerin öznel durumları açısından imkansız görünmektedir. Ülkemizdeki son deprem faaliyeti şunu açıkça ortaya çıkarmıştır ki, doğa-insan ilişkilerinde liberal faşist iktidarlar tarafında gerçekleştirilen şey, Hades’ten yana olup ölüm üretmek olmakta ve insan varlığının başlıca yaşam alanı olan yerküre, “hayatın” değil ama topyekun bir yok oluş-yok edişin cereyan ettiği bir alan haline getirilmektedir.
Bunun nesnel koşullarından birisi, kapitalist sistemde insan hayatına elverişli bir konut politikası, ekonomik alanda talebe uygunluk (kullanım değeri) prensibine göre değil, artık alışılmış şekilde gerçekleşmesi neredeyse imkansız hale gelen “kapitalist rant” yüzünden (sermayenin toplumsallaşması yani “üretim” üzerinden sağlanan “kapitalist rantın” azalma eğilimi – Marks) ekonomik şartlar elvermese de ve sistemin kuruluş prensiplerine aykırı da olsa, arz prensibine göre (değişim değeri) belirlendiği şartlarda, imkansız görünmektedir. Konut alanında da durum, bir bakkaldan ihtiyacınız olan iki pili alırken size paketlenmiş bir şekilde ve böylece de zoraki olarak on tane pil almaya zorlanmanızdan farklı bir şekilde cereyan etmemektedir. Böylece, ambalaj başta olmak üzere resmen soyulmuş olmanız bir yana, üstelik de yaşam alanınız olan doğal çevrenizi gelecekteki tehlikeli hastalıkların mağduru olmak üzere kirletilmesinde bir ihtiyacınızı gidermek üzerinden alet edilmiş olmaktasınız. Bu aşamadan sonra da, çevre politikanızı belirleyen liberal faşist zebaniler, hayatın yok oluşunu doğurmak üzere her zaman yaptıkları gibi ölümü toplumsallaştırmaya devam ederek, onlar için yeni bir rant alanı olan “atık imha teşebbüsleri” kuracak ve böylece kirliliğe yeni bir boyut daha getirerek onu daha da hızlandırarak arttıracaktır.
Son olarak şu Japonya ve Japonya’nın “depreme dayanıklı” büyük buldinglerinin özellikle de bazı muhaliflerin dillerine pelesenk ettikleri sözüm ona “insan hayatına önem veren” özelliği üzerinde durmak istiyoruz. Soru şu: Hitlervari bir geçmişe sahip olan Japon emperyalist siyasetinin liberal faşist dönemde tabiatı kökten değişerek “insancıl” yeni bir kimlik mi kazanmıştır? Kesinlikle hayır! Japonlar, kapitalizmin ölümcül krizinden en çok etkilenen “ileri” toplumlardan birisi olarak ve ağır deprem riski altında var olmak ve kendi iş gücünü bu ekonominin ayakta durmasını sağlamak gerekliliğinden dolayı, bu işi sıkı tutmak zorunda kalmış görünmektedir. Her ne kadar inşaat konusunun bilimsel yönünün “cahili” olsak da, Japon halkı, binlerce yıldır yoğruldukları ve yer sarsıntısının günlük bir olay olduğu kadim topraklarında depreme en uygun konstrüksiyonu olan, tek katlı ağaç ev ve tapınakları ortaya çıkarmışlardır. Benzer bir durum, pandemi döneminde başta Çin ve Almanya olmak üzere ekonomisi hala belli çapta iş gücü talebi yaratan ülkelerde de yaşanmıştı (Bkz. Pandemi üzerine yazılarımız-Yazı Portal) Ekonomilerini döndürebilmek üzere, bu ülkelerin daha rasyonel (Almanya) ve aşırı korumacı (Çin) politikalarla diğer ülke politikalarından ayrı özellikler taşıdığını tespit etmiş, ve yine belli tarihi ve toplumsal özelliklerin kolaylaştırıcısı olabilmesinin yanında esas nedenin ekonomik yapılanmaların gereğinden kaynaklandığının altını çizmiştik.
2) Enkaz dönemi: Örgütlü imha ve Katliamlar…
”Felaketin nedeni bu hükümet değil, ama kardeşlerimin ve sevgili anne ve babamın katili bu hükümettir” (Buse, genç bir depremzede- Kaynak, Halk TV)
Felakette bütün ailesini bir cinayete kurban vererek yapayalnız kalan bu çok genç kız çocuğunun bir TV kanalından öğrenerek aktardığımız ve aynı zamanda kaleme de alınmış olan bu sözleri, insanlar için tek başına bir doğal afet olan deprem olayının, nasıl büyük bir katliama dönüştüğünü-dönüştürüldüğünü yaşanmış bir deneyden çıkarak dillendirmektedir. Öncelikle belirttiğimiz bu tür afetler belli aşamalardan geçerek, duruma müdahil olmaktan sorumlu olanlar aracılığıyla bir felakete, bir yok oluş-yok edişe dönüştüğü olgusu, çok acılı bir yaşanmışlık üzerinden de böylece dillendirilmiş olmaktadır.
Evet, birinci aşamada deprem, hazırlayıcı yapılaşma faktörünü de arkasına alarak ölümlere yol açmış bulunmaktadır ve bu durum eleştiri hakkı saklı kalmak şartıyla nesnel bir durum olarak kabul edilebilecektir. Ama yıkım sonrası takınılan tavırlar, hükümetleri ve idarecileri, büyük bir katliama neden olmak veya sorumluluğunu çoğunlukla bilerek gerektiği gibi kullanmayarak kendi halkına karşı zalim ve “katliamcı” bir tavır içine girerek insanlık suçu işlemiş olmaktan mahkemelerde yargılamayı gündeme getirecek kadar ağırdır.
Nelere şahit olmadık ki; sahaya, ufak ama çok acil müdahalelerle birçok insan hayatı kurtarmayı mümkün kılma imkanını ortadan kaldırmak için olabildiğince (üç gün) geç girilerek adeta insanların donarak veya olabildiğince acı çekerek ölmesine bir “seri katil” soğukluğu ile seyirci kalmasını mı dersiniz? Ülke çapında toplumsallaşmacı-dayanışmacı bir ruhla çığ gibi akan insan gücü dahil her türlü yardımların felaket bölgesine girmelerini sözüm ona idari ve usul yöntemleri ileri sürülerek bekletilmesini; bu yüzden, bu dayanışmacıları da kendileri gibi “seyirci” konumuna düşürerek örgütlü bir katliamın özneleri oldukları gerçeğinin üzerlerini örtmelerini mi dersiniz? Toplanan yardımlara el konularak onları, rant peşinde koşturarak liberal faşist katliam örgütleyicisi durumuna düşürdükleri resmi ve sivil yardım kuruluşlarını (AFAD ve Kızılay gibi) adi bir ticari pazarlayıcısı konumuna düşürerek, felaketzedelere yardımdan parasal ve siyasi rant koşmayı ana hedefi olarak gören adi ticarethanelere dönüştürmek mi dersiniz? Sırf bir suçlu psikolojisi ile ve bunun sonucu oluşan paranoyak bir korku ile, ülkenin her şeye rağmen en örgütlü, disiplinli ve yatkın gücü olan ordunun müdahalesini önce engellemeye, sonra gereği gibi ve ölçekte kullanmamaya özel bir özen göstermek mi dersiniz?2 Daha enkazın altından “Kurtarın!” çığlıkları yükseldiği bir dönemde, haince ve korkunç bir gaddarlıkla, başlangıçta insan hayatı kurtarmak için sahaya sürmekte çekinceli davrandıkları iş makinelerini “hafriyat” için sahaya sürerek hayata karşı ölümün temsilciliğini yapan zebanilerden farksız olduklarını son derece açık ve seçik bir şekilde kanıtlamış olmalarını mı dersiniz? Sahada herkesin her şeye ihtiyacı olduğu bir dönemde, her zaman en iyi şekilde başardıkları “din ticareti” yapmak ve liberal faşist düşünme ve eyleme biçimine en uygun olan –dincisi olmuş, laik olanı olmuş, fark etmez!- kapitalist sistem adına işlenen bütün cinayetleri ve çekilen acıları sıfırlamayı hedefleyen akıl yürütme biçimi olan “kader planı” tuzağını kurup güçlendirmek üzere tırlarla öncelikle “mescid sevkiyatını” ileri sürmek mi dersiniz? En azından acil olarak planlı bir şekilde yaratılan teknik imkansızlıklara rağmen birkaç insan hayatı kurtarmada yardımcı olabilecek, en azından enkaz altında donarak veya aç ve susuzluktan ölümü bekleyen ve artık çaresizlik içinde tek yapacak şeyin ölümün gerçekleşmesinden önce yakınlarıyla vedalaşmak için elde kalan biricik araç olan sosyal iletişim ağının çok ama çok az rastlanır bir zalimlikle kesilmesi mi dersiniz?
Sahadaki dayanışmacıları olduğu gibi, bütün bu liberal faşist-dinci siyasetin işlediği aleni cinayetleri teşhir eden düşünce ve eylemleri tehditler savurarak ve tutuklamalar yaparak susturmaya çalışmak mı? Sahte mi sahte kamuya açık “yardım şovları” düzenleyerek, bu araçla bir yandan emekçi halkın engin dayanışma duygu ve taleplerini suiistimal ederken, diğer yandan, “yandaş” soygunculara fon aktarımına devam ederek astronomik rant devşirmeye devam etmek mi dersiniz? Toplanan bütün iç yardıma, aradan bir aydan fazla zaman geçmesine ve yollanan büyük çaptaki uluslararası diğer çeşitli yardımlara rağmen, bugün hala felaketzedelerin çadır gibi, su gibi, hijyen gibi hayati önemdeki ihtiyaçlarını giderememiş olmasını haykıran, biricik yerel gelir kaynağını oluşturan tarım ve hayvancılığın ürünlerinin daha fazla zarar görmesini önlemek için gerekli önlemlerin tam anlamıyla alınmamasını haber yapanların mahkemeler aracılığıyla cezalandırmasının gündeme getirilmesini mi dersiniz? Ve daha sayamayacak kadar çok olduğundan unutabildiğimiz neler, neler…
Görüldüğü gibi, şahadetine başvurduğumuz dört kişilik aileden tek sağ kalabilmiş birey olan Buse’nin deneyi kabaca bir fikir sahibi olmak üzere baz alınırsa, kısaca afetin tahrip etme olayının, afet sonrası müdahalede yaşanan yerleşik iktidarın kurumları aracılığıyla düzenlenen “örgütlü” müdahale veya müdahalesizlik yüzünden katlanarak artışını ileri sürmemiz son derece haklıdır. Kızcağızımız kesinlikle haklıdır: Ailesinin yok oluşundan yerleşik düzenin icracısı olan hükümet hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek kadar sorumludur.
Ancak ülkedeki küresel ölçekte uygulanan bu “ölümün toplumsallaşması” ve dahası, evrendeki insan varlığının tahribine yönelik küresel politikaların vahşi bir şekilde ve sapkın bir akılcılıkla hayata geçirilmesinden birinci derecede sorumlu bu hükümetin uygulamalarının, sadece depremzedelere yönelik bir siyaset olmayıp, ülkedeki bütün zenginlikleri yaratan emekçi halka karşı olduğunu da belirtmemiz gerekmektedir. Yerleşik siyasi iktidarın deprem felaketi ile elle tutulur şekilde vahşileşmiş görünmesi, onun genel ve “olağan” tavrının, olağanüstü bir olayla büyüteç altına yatırılmış olmasından dolayıdır. Dinci ama liberal faşist karakterdeki bu iktidar, kendi tabiatının icabı olarak, insan türünün devamı için gerekli bütün yaşam alanlarına yönelik örgütlü bir kötülüğü temsil etmektedir. Sadece “yok ederek” var olma yetisine sahip liberal faşist iktidarlar, “ölümün” insan “hayatına” üstün getirilmesini sağlamak ile özetlenebilecek bir siyaseti kendi içinde tutarlı bir biçimde uygulamakta ve böylece bütün bir ülkeyi ortadan kaldırmakta olan bir “kara delik” oluşumun da mimarları durumundadırlar.
Bu iddialarla ilgili ve deprem felaketinin korkunç maddi ve manevi yıkımlarını da içine alan olguları da saymakla bitiremeyiz. Ama çok genel hatlarıyla da olsa şu iki işlevi yine de belirtmek gerekecektir: Ülkenin bütün kamusal zenginliklerini satıp savurarak yoğun bir şekilde mülksüzleştirdikleri halkı bu seferde kara, kap kara bir yoksulluk ve sefaletin içine iten neo-liberal ekonomik uygulamaları cebren hayata geçirmek; ele geçirdikleri bu zenginlikleri betona gömerek kendi yandaşlarına ve akrabalarına peşkeş çekerek, soygun üstüne soygun tezgahlamak. Bu soygun politikalarını hayata geçirmek ve bu politikalar sonunda oluşan insanlık suçu dahil olmak üzere, her türlü yargılanma riski ve yaptırımlardan korunmak üzere adalet kurumunu kendi çıkarlarının basit bir enstrümanı haline getirerek bu temel işlevlerini gerçekleştirmede işlerini kolaylaştırmış bulunmaktadır. Yine adalet kurumlarındaki baskı ve kontrolleri sayesinde, her türlü sui-istimalin, ahlaksızlığın ve belli bir siyasi koruma altında işlenen cinayetleri (pedofili, çocuk ve kadın cinayetleri gibi..) teşvik ve yaygınlaştırarak –diğer bir deyişle kötülüğü ve ölümü toplumsallaştırarak- kelimenin tam anlamıyla bir ”hastalıklar” ve hastalar toplumu yaratmaya çalışmaktadırlar. “Eğitim sektörü” başta olmak üzere bütün gerekli ve toplumsal hayatın devamını sağlayacak olan kamusal hizmetleri, ya özelleştirerek emekçi halkın ulaşımından uzaklaştırmak, ya da kaliteyi olağan üstü düşürerek bütünüyle işlevsiz kılmak da bu iktidarın “halk düşmanı” genel siyasetinin bir diğer belirgin özelliği olmuştur. Küresel sermayenin diğer hakim konumundaki liberal faşist iktidarları ile el ele ve kol kola girerek, Libya, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi sırf çıkar uğruna askeri güç kullanarak, yerli halkların telef edilmesini hedefleyen dış politikalara aktif bir şekilde katılmak bu vahşi kötülük üreten siyasetin küresel bağlarla korunduğunu ve hatta ondan beslendiğini açıklamaktadır. Yine, halkı bütünleyen dini, mezhepsel, etnik ve kültürel özelliklerle çeşitli kökenlere dağılmış olan ve asırlardır birlikte yaşamanın sonucunda çok büyük oranda kaynaşmış toplumu kamplara bölerek düşmanlaştırmak ve böylece baş düşmanları olan “emek cephesinde” kurulacak bir muhalefeti önlemek de bu liberal faşist iktidarın stratejik eylemlerinden biri olmaktadır. Bu liste hiç şüphesiz en az yirmi yıllık bir deneyimin ışığında daha da çoğaltılabilecektir…
3)Yok oluş-edişin daim kılınması veya “yeniden inşa” dönemi:
Üçüncü dönem, liberal faşist bir iktidarın elinden kapitalist sistemin, felaket sürecinde yaptıkları ile kararlı bir uyumluluk içinde, insana ve insan toplumuna “gelecek” olarak sadece ve sadece ölüm getireceğini, deprem bölgesindeki yeniden inşa projeleriyle ortaya koyulmaktadır. Ölümün toplumsallaşmasına yeniden başlatılma hareketi olarak da adlandırabileceğimiz bu dönemde, bir dizi yalan bilgilendirme ve el çabukluğuyla bir önceki dönemin gerekleri birbirlerine karıştırılmış, ikinci dönemde toplanan yardımların “ticaret yoluyla” yine ranta dönüştürülmesini görünmez kılmak üzere, ortaya göz boyayan ve yeni rantlar hedefleyen “ölüm garantili” projeler saçılmaya başlamıştır.
Aslında siyasi iktidar, kendi döneminde inşa edilen yapıların % 98’lik bir koruyuculuğa sahip olduğu yalanını ileri sürerek üçüncü aşamanın promosyon çalışmasını resmen başlatmış ve böylece sınırlı rant getiren “hayat kurtarma” ve enkaz altında kalan insanların acil ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyi bir tarafa bırakmıştı. Daha cenazelerin bile defnedilmediği, kurtarma ekiplerinin yıkıntılardan yükselen “kurtarın” nidalarına canlarını dişlerine takarak cevap vermek üzere yürüttükleri çalışmalar sürdürülmeye devam edilmekteyken, iş makinelerini yangından mal kaçırır gibi yeni inşaat alanları açmak için kullanılması, avını bekleyen bir yırtıcı gibi yeniden işbaşı yaptıklarını göstermekteydi. Bugün, yeni inşaat ihalelerinin her zamanki gibi “yandaş şirketlere” peşkeş çekildiğini öğrenmiş bulunmaktayız.
“Yandaş ihalelerle” su yüzüne çıkan bu ihanet tablosu, üçüncü aşamaya ait diğer verilerin birer ikişer kendilerini ilan etmesiyle tamamlanıyordu. Bu iddiamızı doğrulayan neler neler, hangi sorular ve olgular ortaya serilmemişti ki? Öncelikle yeniden yapılan inşaatların eskinin yıkıntıları üzerine kondurulacağı bildirimi yapılmıştı; yani depremi yaratan yarığın (kırılmanın) üzerine alelacele ve asla güvenilir olmayan yandaş müteahhitlerce gerçekleştirilen ve denetimi yine sahtekar kuruluşlarca yapılan bu yeni tabutluklarla yeni felaketlerin de daha şimdiden planlandığı anlaşılıyordu. Üstelik bu iş için ne depremzedelerin düşünce ve isteklerine başvurulmuş, ne de yeni felaketleri önleyebilecek tek güç olan bilim adamlarının düşünceleri alınmıştı. Bu tür liberal faşist zebaniler için ülke ve yerküremiz iki kategoriden oluşmaktaydı: Bir tarafta rant kotararak her durumda hayatta kalmaya devam edeceğini sanan insan müsveddeleri; diğer taraftan, çeşitli vesilelerle kotarılan bu astronomik rantlara alet edilerek kendi yok edilme sırasını bekleyen pasif bir “insan kitlesi” olarak görülen emekçi halk.
Bunun yanında, bu liberal faşist güruhun yarattığı yıkım sadece ve sadece şimdiki zamana ve geleceğe dönük olarak planlanmamaktaydı. Bu yeni inşaatların doğuracağı yeni yıkımlara, insanlık tarihinin başlangıcını ağırlamış olan bu coğrafyada katman katman sıralanmış kalıntıların da dahil edilebileceği anlaşılmıştı. Daha önce de defalarca “tarih katliamları” gerçekleştirdiklerine şahit olmamış mıydık? Sanırız, artık onlar için bir uzmanlık alanı haline gelmiş olan çevre katliamı ve insanların zaten çok sınırlı hale getirdikleri “yaşam alanlarını” daha da daraltacakları tehlikesinden bahsetmemize bile gerek bulunmamaktadır.
Yukarıda, ikinci evreyi anlatırken “örgütlü imha” ve “katliamlardan” bahsettik ve bu olayın somut olgular üzerinden kendisini nasıl ifade ettiğine açıklık getirmeye çalıştık. Ne var ki, ileri sürdüğümüz varsayım ve onu çok net bir şekilde doğrulayan nesnel verilere rağmen, her ne kadar örgütlü bir felaket ve onun başlıca öznesi olan siyasi iradenin bir “örgütlü kötülüğü” ile karşı karşıya bulunmuş olsak bile, gözlerimizin önünde cereyan etmekte olan bu “yok oluş-ediş” olayının müsebbibinin sadece depremzedelere yönelik ve onlarla sınırlı kalan özel bir projeden ibaret olduğunu iddia edemeyiz. İyice bilinmelidir ki; insan hayatının bütün alanlarında rasyonel olarak örgütlenmiş ve sistemli bir ekonomik, toplumsal ve siyasi bir kötülük ile karşı karşıya bulunmaktayız, doğal bir afetin sonucunda ortaya çıkan korkunç bir felaket karşısında acemiliğinden dolayı çok vahim hatalar yapmış ve yapmakta olan bir hükümet ile değil!
Üstümüzde dolanan akbabalar gibi kadim bir toplumu ortadan kaldırma ile tehdit eden bu “örgütlü kötülük”, bazı “sahte muhalif” takımının iddia ettiği gibi sadece dünya ölçeğinde yöresel sayılabilecek bir doğal felaketle ölçülecek bir kötülük değildir. O kadar ki, belli bir sözüm ona “ırka”, milliyete, dine veya mezhebe bağlı, onlarla doğuş ve gelişimi açısından açıklanabilecek “örgütlü kötülük” de değildir. Yarattığı korkunç yıkım söz konusu olduğunda ortaya dökülen vahşetin korkunçluğu, ancak İspanya ve Portekiz sömügenlerinin Amerika kıtasında yerli nüfuza karşı gerçekleştirdiği jenosider katliamlar, İngiliz ve Fransız yarı sömürgecilerinin Asya ve Avrupa kıtasında gerçekleştirdiği benzer jenosider ve köleci uygulamalar, ABD emperyalizmin özellikle savaş sonrasında gerçekleştirdiği küresel talanı ve yok edişi, Alman ve İtalyan faşistlerinin savaş öncesi ve esnasında iç ve dış düşman olarak niteledikleri toplum ve topluluklara karşı düzenlediği jendosider faaliyetlerle kıyaslanabilir ölçektedir.
Bunun yanında yerleşik siyasi iktidarları “örgütlü bir kötülük” kılan şey, küresel boyuta sahip ve yerele güç aktarımı yapabilen bir örgütlenme ve yapılanma sürecinin varlığına da bağlıdır. Bu küresel güç birikimi gerekli ve yerel siyasi iktidarların ayakta kalabilmesini doğuran ve sürekli besleyen bir ekonomik ve siyasi güç birikimi olup, doğrudan tarihsel bir oluşum olan kapitalist sistemin sonuna gelmiş olması ve ancak ve ancak sadece yoksul bırakarak sömürme yoluyla değil ama doğrudan imha ederek varlığını idame etmesiyle ilgili bir olgudur.
Bu iddianın en bariz ve görmezden gelinemeyecek örneği, birbiriyle tarihsel, dinsel ayrılık içinde olan ve aynı zamanda ekonomik güç olma açısından da farklılık gösteren iki ülkenin, Türkiye ve Fransa’nın mevcut liberal faşist nitelikteki siyasi iktidarları üzerinden bariz benzerlikler gösterdiği olgusudur. Örneğin, Türkiye’nin başındaki liberal faşist “başkanlık sistemini” yöneten, “ben ülkeyi tıpkı bir şirket gibi yöneteceğim” diyerek seçilmiş ve söylediğini de, felaket sırasındaki katliamla sonuçlanan uygulamalarla hayata geçirmiştir. Aynı şey, Fransa’nın başındaki liberal faşist başkan için de geçerlidir: O da “şirket gibi yöneteceğim” diye seçilmiş ve öyle de yapmıştır. Neticede ise Fransız emekçilerini buğun ayağa kaldıran “çalıştıra çalıştıra yok etme” projesi olan “emeklilik yaşının yeniden iki sene daha uzatılmasını” kararnamelerle uygulamaya sokmaya çalışmaktadır.
(Fransa’da Macron’un neoliberal saldırı ajandasındaki emeklilik yaşının yükseltilmesi yasa tasarısı, genel grev ve yaygın protesto eylemleriyle karşılandı. Fotoğrafta bir eylemcinin elinde tuttuğu dövizde Macron katliamları-editör)
KARANLIKLARIN ANATOMİSİ
Şunu öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, kapitalist sistemin bir “kara deliğe” dönüşerek toplumun üzerine bir ölüm ağırlığıyla çökmesi ile oluşan karanlığın en temelli sonucu, zamanı mevhumunu (kavramını) mekan mevhumundan yani tarihi insan toplumundan koparmış olması olgusudur. Deprem felaketinin sonuçlarına ilişkin olarak ileri sürdüğümüz olgular, bütünlükleri ile ele alındıklarında ortaya çıkan tabloda bu durum açıklıkla sergilenmektedir: Toplumsallaşarak ilerleme kabiliyetini kaybeden kapitalist sistem, kaçınması imkansız şekilde benzer büyük hatalar yapmakta (Mesela yıkım yaratan deprem yarığının üzerine benzer şartlarda yeni yapılaşma gerçekleştirmek gibi.) ısrar etmekte, neticede kendi iç hareketliliğinde “yerinde sayma” anlamına gelen dairesel bir yörünge çizmekte ve böylece kendisine göre aşkın bir varlık olan insanlığın tarihinin dışına itilmektedir.3
Kapitalist sistemin kendi iç dinamikleri gereği zamanın yani tarihin dışına itilmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, mekansal bir alan olan insan toplumu ile ayrışması da zamansal ayrışmayla eş zamanlı ve aynı hızda gerçekleşmektedir. Bu, olgular üzerinden eşine az rastlanır şekilde somutlanarak insan hayatının her alanında rahatlıkla gözlenebilen durum haline gelir olmaktadır. Kapitalizm, ancak ölümü toplumsallaştırarak ve bunu bir toptan yok oluş-yok edişe taşıyarak var olduğunu ispat etmek istercesine kendi gerçekliğini dışa vurmaktadır. Sistemin zamandan (Tarih) kopması ile birlikten ondan ayrışması gerçekleşen insan toplumu için var olmak, pek de alternatif bir seçeneği olmadığından, ancak ve ancak bütün yönleriyle hayatı, insan hayatını toplumsallaştırarak var olacağı da ortada olan bir sonuç olmaktadır.
İnsan toplumunun kapitalist sistemden kopuşunun gerçekleşmesi, bir taraftan liberal faşist diktatörlükler tarafından esir alınan kolektif kitle hareketlerini özgürleştirmekteyken, diğer taraftan yeni toplumsallık biçimini elleriyle yeniden yaratacak özneleri yani bireyleri de tarih sahnesine sürmektedir. Biz bu özgürlük rüzgarını daha önce Türkiye’de “Haziran ayaklanması” ile 2013’te hissetmeye başlamıştık bile.4 Bütün düzen erbabının, özellikle de bugün yolunu iyice kaybetmiş olan geçmişin “radikallerinin” burun bükerek “münferit”, “kaideyi (kapitalist hakimiyeti) bozmaz” iddialarına rağmen, 2018’in Fransa’sında emekçi halkın doğrudan –tıpkı Haziran’da olduğu gibi- inisiyatifi ele alarak “Sarı Yelek” başkaldırısının gerçekleştiğine şahit olduk. Bu olay doğrudan Haziran ayaklanması ile rezonans halinde “eşyanın tabiatına uygun” olarak gelişmiş bir olaydır. 2008-2009 ayaklanmalarıyla yankılanan ve yavaş yavaş gök gürültülerine dönüşecek karakterde olaylardır. Tarihsel boyuttaki yeni toplumsal dinamiklerle ateşlenen ve özgürleştirilmiş emekçi bireyler tarafından gerçekleştirilen bu olaylar, eski ile yeni arasında çok çeşitli ve belki de daha önce şahit olmadığımız hallerde gerçekleşebilecektir.
Evet, yazımızın birinci bölümünde liberal faşist bir iktidarın bir felaket ortamında yapıp ettiklerinin ağırlıkla öne çıkarılmış olması, kimseyi yanıltmamalıdır. Kapitalist sistem insanlık tarihinin dışına itilmiş bulunmaktadır. Artık tarihi her zaman olduğu gibi emekçi yığınları yeniden yazmaya başlamış bulunmaktadır. Bu yeni tarih yazıcılarını biz felaket alanlarında bile rahatlıkla gözlemleye bilmekteyiz.
Bu arada, yaşanılan son deprem felaketi, bütün yok edici sonuçlarıyla birlikte ülke içinde ve dışında yaşanan ekonomik çöküşle oluşan yoğun bir yoksullaşma felaketi ile birleşmekte, neticede baştaki yirmi yıllık dinci liberal faşist iktidar kan kaybederken, yeni seçimlerin gündeme oturması ile genişleyerek güçlenen bir muhalefet cephesi de oluşmaktadır.
Toplumsal dayanışma ve özgürleşerek kardeşleşme:
İçinde yaşadığımız dönemde, kapitalist sistemden koparak özgürleşmeye başlayan insan toplumsallığı ve bireyselliği, en görünür şekilde iki biçimde ifade edilmektedir: Dayanışma ve kardeşleşme. Ancak, bu kavramlar ve onlar karşı gelen eylemlik biçimleri her ne kadar kapitalist sistemin biricik alternatifi olan komünist toplum ve komünistleşmeyle gerçek içeriklerine tam anlamına kavuşacak olsalar da, daha önce kapitalizm ve kapitalistler tarafından da ileri sürülebilmiş ve belli ölçülerde, emekçi kitlelerin hak ve özgürlük mücadelelerini de arkalarına alarak gerçekleştirilebilmiştir. O halde, bu kavramların tarihsel ve farklı kullanış biçimleri ile ilgili konuya bir açıklık getirmeye çalışarak, mevcut durumu açıklayalım.
Dayanışma:
Hemen altını çizerek belirtmemiz gerekmedir: “Dayanışma” kavramı, doğrudan toplumsallaşmayla, toplumsal ilişkilerden birisi olmakla ilgili bir kavramdır. “Sosyalist bir düşünür” olarak bilinen ve “sosyoloji biliminin kurucusu” olarak akademik çevrelerde özgün bir yeri olan Durkheim, toplumsal ilişki kavramını “dayanışma” ögesinden yola çıkarak tanımlar. Dayanışma, kabaca bir şekilde ifade edildiğinde, bir güçlük karşısında (doğal afet gibi) veya hayatlarını devam ettirmek için el ele vererek (iş bölümü) bir üretim faaliyetine girmek üzere bireylerin topluca seferber olması olayıdır. Bu seferber oluş, aynı zamanda bir toplumsallaşma hareketi olarak tanımlanarak bireyleri birbirlerine bağlayan ilişkiler bütününü yani insan toplumunu oluşturur.
Bir toplumsallık biçimi olarak “dayanışma”, genel olarak “bireyselleşme” olarak adlandırdığımız ve toplumsal ilişkilerin çözülmesi olayı (“Anomi”-Durkheim) ile bir tezat oluşturmaktadır. Eğer “dayanışma” olayı kendisini bir ideoloji olarak “toplumcu” olarak ifade ederse, “bireyselleşme” olayının ideolojik tezahürü, en mükemmel biçimiyle “bireycilik” olacaktır. Örneğin, Dayanışmayı toplumsal ilişkilerin matrisi olarak gören Durkheim, bireyi ve bireyciliği mutlak bir buhran hali olarak da tanımlayabileceğimiz “anomi” halinin karşıtı bir durum olarak düşünmektedir. “Anomik” durum esas olarak, toplumsallığından kopmuş veya koparılmış bir insan bireyinin en azından henüz yeniden toplumsallaşamamış bir biçimine karşı gelmektedir. Yalın bir birey ve onun süreklilik kazanmış hali olan “bireycilik”, insan varlığı açısından yok oluşçu-yok edici bir durumdur (“İntihar”, Durkheim).
Sonuçta, bir bireycilik ideolojisi olarak günümüzde toplumsal ve siyasal pratiği yönlendiren neo-liberalizmin toplum ve toplumsallık düşmanı olmasına şaşırmamak gerekmektedir. Tam anlamıyla, neo-liberal bireycilik, Durkheim’ın tanımladığı ve bizim “burjuva bireyciliği” olarak adlandırdığımız bireycilik biçiminden de farklı nitelikler taşımaktadır. Şöyle ki, neo-liberalizmin ideolojik olarak öngördüğü ve siyasi olarak toplumsal pratiğe uyguladığı bireycilik, burjuva bireyciliğinden farklı olarak aşırı bireyleşmenin mahsulü bir bireyciliktir; bireyleştirdiği oranda “Ulus-Devletlere” entegre ederek kendi çıkarlarına uygun bir biçimde “toplumsallaştırmayı” öngören “burjuva bireyciliğinin” yanında, “neo-liberal bireycilik aralıksız ve sermayenin sınır tanımaz temerküzünde gözlemlediğimiz gibi tek yönlü ve içinde var olduğu toplumlara vahşet saçan, bırakalım yeni biçimlere önayak olmayı, var olan dayanışmaları da yok eden bir bireycilik türüdür. Neo-liberal yönetici ve siyasi sorumluların kendilerini tanımlamak “timsahı” bir “totem” olarak kullanmasının nedeni de, aşırı bireycilikten kaynaklanan ve bireysel içselliklerini en ideal biçimde bu yırtıcının sembolleştirmiş olmasındandır. Durkheimcı anlayışa göre ve bizim devamlı olarak açıklamaya çalıştığımız gibi, neo-liberalizm, insanlığı toplumsallığından kopararak imha etme projesi olarak tanımlanabilecektir.
Bütün bunların yanında, başlıca var olma biçimi sürekli ve hastalıklı bir tutkuya kapılarak biriktirme olan kapitalist sermaye, bu birikimi toplumsallaşarak yani geniş çapta toplumsal örgütlemeyi gerçekleştirerek sağladığı oranda5 ve kendi pazarını korumak ve yeni pazarlar edinmek üzere “dayanışma” olayını, buna bağlı olarak kontrol altına alarak örgütleyecektir. O bunun için devletin imkanlarını seferber ederek; iletişim ağları kurup geliştirecek, iş gücünün üretkenliğini arttırmak amacıyla emekçilerin eğitim düzeylerini belli oranlarda geliştirmeyi tolere edecek, kendi kendisini gerçekleştirdiği biricik enstrüman olarak gördüğü iş gücünü devamlı kılmak ve onun daha etkili bir fayda sağlayabilmesi için belli oranlarda sağlık hizmetleri götürerek “salgın hastalıklar” ile (Tıpkı Covid pandemisinde özellikle üretimin devam edebildiği Çin ve Almanya gibi ülkelerde açıklıkla gözlemleyebildiğimiz gibi) mücadeleye katılacak, iş gücünde sürekliliği sağlamak üzere, kısmen ve çok kötü yaşam şartlarında tutmaya devam ederek “konut” meselesini kendi acil ihtiyacına uygun olarak düzenlemeye gidebilecektir…
Durkheimci anlamda bir “dayanışma” anlayışına uygun bir çerçevede, emekçilerin başkaldırılarını dindirmek amacıyla da olsa gerçekleştirilmesi uygun görülen bu süreç, tarihsel olarak önü açık ve toptan bir ilerlemeyi, kapitalist sistemin tabiatı icabı, öngörmemektedir. Dayanışma, sermayenin ekonomik ve siyasi egemenliğinin uygulanmasında bir araç olan çok çeşitli kurumlarıyla “devlet aygıtının” gözetimi altına alınmıştır; ve bu yüzden de asla önü açık olarak gerçekleştirilecek olan ve yeni toplumsallık biçimlerinin kolektif olarak yaratılmasına yönelen bir toplumsallaşmaya dönüşmesine izin verilmeyecektir. Nitekim, “sosyalizan” da olsa nihayetinde bir “burjuva sosyoloğu” olan Durkheim, toplumsal ilişkilerin ve “dayanışma” eyleminin jeneratörü olarak, devlet garantisi (hukuk düzeni) altında faaliyet gösteren “toplumsal kurumları” görmektedir. Diğer bir deyişle, eğer dayanışma olarak adlandırdığımız şey bireyler arası bir ilişki biçimiyse, “kurumlar” (enstitüsyon) bu ilişkinin başlangıç ve sonunu belirlemektedir.
Kabaca Durkheimcı anlayışla da örtüşen toplumsal dayanışmacı akım, daha önceki yapıtlarımızda da tanımlama ve eleştiri fırsatı bulduğumuz gibi (Bkz. Özellikle Denge ve Devrim adlı yapıt) nihayetinde “sınıf işbirliği” siyasetinin dışına taşmayı tam anlamıyla başaramamış, sadece tarihsel olarak belirlenen “güçler dengesine” tabi olmuş bir siyasi anlayışın ürünüdür. Bizim “toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız 2. Savaş dönemi sonrasının sol siyasi örgütlenmelerin yörüngesini belirleyen bu tür “sınıf işbirlikçisi” anlayış olmuştur.
“Toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız bu hareket, kendi varoluş nedenini İkinci savaş sonrası yükselen sınıf mücadelelerinden almış olsa da, sermayenin hükümranlığını öngören ve sınıf işbirliğine uygun şartlarda gerçekleşen “dayanışma” hareketi olma özelliğini, yeni tarihsel şartlarda oluşan “güçler dengesi” şartlarında bütünüyle kaybedecektir. Bugün de yaşanmış deneylerin ışığında rahatlıkla ileri sürebileceğimiz üzere, “toplumsal ilerleme” ile tanımlanan dayanışma, her ne kadar işçi sınıfının gücünün mücadelelerde seferber edilmesi sonucu kazanılmış bir toplumsallık biçimi olmuş olsa da, burjuva toplumunun ve sermayenin tarihsel birikim stratejisinin dışında bir toplumsal ve bireysel özgürleştirme hareketi de değildir. Dayanışmanın hem toplumsallıkta ve hem de bireysellikte nihai bir özgürleşme getirebilmesinin şartları, günümüzün deneylerinin de gösterdiği gibi kapitalist sistemin insan toplumundan iyice ayrıştığı toptan çöküş döneminin bir eseri olacaktır.
Bireyleri varoluşsal bir güçle birbirlerine bağlamanın ürünü olan dayanışma, bir toplumsal ilişki türü olarak burjuva toplumunun kimliksel özelliği olan sınıfsal farklılaşmaya ve/veya sınıf çelişkilerini doğuran sınıfsal çıkarlara bağlı bir süreç oluşturmaktadır. Dolayısıyla, sermayenin emek ile birlikte aynı tarihsel şartlarda ve toplumda birlikte olması sınıf işbirliğinin sürekli kılınmasını değil, ama ezilen sınıfın, ezen sınıf üzerinde tam hakimiyet kurmaya devam etmesiyle imkan dahilinde olabilecek bir şeydir. Aksi taktirde hakim olan burjuva sınıfı, artık eskisi gibi gerçekleşen bir emek sömürüsüne ihtiyaç duymadığı şartlarda, düzenli ve ihtiyacına cevap verecek biçimde -ve deprem felaketi sırasında da gözlemlediğimiz üzere-, çok daha az “hayatı” ama o oranda fazla miktarda “ölümü” toplumsallaştımaktan geri durmayacaktır.
Kardeşleşme:
Bir tür toplumsallaşma biçimi olan “dayanışma” eyleminde olduğu gibi, her toplumsallaşma, özellikle de İnsanlık tarihi boyunca ilk ve yoğun biçimde kapitalist sistemde karşımıza endüstriyel üretim altında çıkan, sürekli bir şekilde yeniden toplumsallaşma hareketi olmaktadır. Kapitalizmin var olan geleneksel üretim ve dayanışma biçimlerini ortadan kaldırarak ve bu hareket içinde sonuç itibariyle sürekli bir biçimde bireyleştirerek var olduğunu da daha önce başka bağlamlarda belirtme imkânımız olmuştu. Bir üretim, dolayısıyla bir tür toplumsallaşma biçimi olan kapitalizmin, geleneksel yapılarından kopararak bireyleştirdiği insanları yeniden toplumsallaştırma kabiliyeti, kısa ve orta vadede emek sömürüsü yoluyla var olabilmesi için gerekli sermaye birikimini garanti altına alabildiği oranda mümkün olabilecektir. Uzun vadede ise kapitalizmin toplumsallaşma-toplumsallaştırma kabiliyetini belirleyen, insanlık tarihinin kendisine biçtiği ömür kadar olabilecektir. Bu yüzdendir ki, kapitalist sistem altındaki dayanışma hareketi, bireyler arasında var olan toplumsal mesafenin sürekli bir biçimde ve çeşitli biçimler altında korunmasını toplumsallaşma hareketinin ana kuralı haline getirmektedir.
Ancak aynı şey, emekçiler için kesinlikle geçerli değildir. Emekçinin var olabilmesi, sermayenin durumunda olduğu gibi, el koyduğu yaratılmış zenginlikle ölçülmez. Bir insan bireyi olarak emekçinin varlığının devamı, doğrudan doğruya kesintisiz olarak üretmesini, yani çeşitli biçimlerde sürdürülen toplumsal üretim faaliyetlerinden birisinin içinde bulunmasını gerektirir. Böylesi bir faaliyet içindeki emekçi bireyin zenginleşmesi, kendi yaşam alanlarında ve bir bütün olarak yaşam çizgisinde sermayenin el koyduğu zamandan (çalışma zamanı) tasarruf ettiği, ve burjuva toplumunda kendisine dayatılan toplumsal mesafeleri azalttığı, giderek bütünüyle ortadan kaldırması oranında gerçekleşecektir. Bu durum, geldiğimiz tarihi aşamada ve liberal faşist diktatörlük altında dayanışmanın toplumsallaşma ile ilga edilmesinin ölümün toplumsallaşması anlamına geldiği gibi, emekçi halk arasında geliştirilen dayanışmanın tek başına hayatın toplumsallaşmasını temsil ettiği gerçeğini de açıklar.
Kardeşleşme, bireyleri birbirine bağlayan bağların, aralarındaki farklılıkları belirleyen toplumsal mesafelerin olabildiğince ortadan kaldırılmış olmasıyla gerçekleştiğine işaret eden bir deyimdir. Bu tür bağlar, geçmişe dönük olarak “kan ve aile bağı” veya soy-sop ve kabile bağı, aynı “ırktan” gelmiş olmakla ilişkilendirilen bağlar ile belirlenir. Bu tür “doğuma ilişkin” kardeşlik ve kardeşleşme, sadece “insan bireyi” olarak yan yana gelen bireyler için mutlak anlamda kardeşleşmenin imkansız olması anlamına gelmektedir. Bu durumdaki bireyler için yoğun bir şekilde toplumsal ilişki kurma biçimi ancak ve tek yönlü olarak, doğuştan “yabancı” olan herkesle düşmanlık ilişkisi olarak düşünülebilecektir.
Bireyin toplumsal konumuyla tanımlanan “asalet” gibi aristokratik ölçülere dayandırılmış ilişki biçimleri de kardeşleşmenin imkansızlığı üzerine kurulu bir ilişki biçimidir. Aristokrasiyi bir seri devrim ve reform hareketleriyle yıkan burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda, “kardeşleşme” hareketini belirleyen “toplumsal mesafeyi” yeniden tanımlanmıştır. Büyük Fransız devriminde “cumhuriyetin” temel hedeflerini belirleyen dövizde, özgürlük ve eşitliğin yanında “kardeşlik” öğesinin de yer almış olmasına şaşırmamak lazımdır. Burjuva kardeşliğinin en özgün biçimi hukuki açıdan tanımlanan “vatandaşlık” ilişkisidir. Kardeşlik, burjuva hukuku ile şimdiki zaman ölçeğinde sahip olunan somut bir toplumsal konum ile belirlenmeye devam etmektedir. Bu tür bir kardeşlik “bireysel hak ve özgürlüklere sahip olma” temel alınarak “İnsan Hakları Beyannamesinde” yayınlanan evrensel bir kardeşlik değil, ama “toplumsal üretimi” yönlendirme hakkı ile tanımlanan “toplumsal konuma” bağlı sınıf kardeşliğidir. “Burjuva kardeşliği” olarak da adlandırabileceğimiz bu kardeşlik, bu tanımın gerektirdiği sınır ve şartların ötesinde düşmanlık ilişkisine dönüşecektir.
Sınıf çelişkilerinin doğrudan bir sonucu olan “sınıf kardeşliği” prensibi, tabii ki emekçiler için de geçerlidir. Bir emekçinin diğer bir emekçiyle arasına koyabileceği kendi sınıfının çıkarlarına uygun olabilecek mesafesi, toplumsal üretim için ön koşul olan kendi “bireysel varlığı” ile belirlenecektir. Emekçi, sürekli bir şekilde toplumsal olarak zenginleşebildiğinden, sürekli bir biçimde ve kendi toplumsal var olma koşullarını iyileştirerek kendi bireysel zenginliğini mümkün hale getirebilecektir. O, sürekli toplumsallaştığı oranda sürekli bir şekilde kardeşleşebilecektir. Emekçi kardeşleşmesiyle birlikte gelişen toplumsallaşma, alabileceği en üst seviyeyi “komünistleşme” ile gerçekleştirir.
Ekoller savaşının ışığında…
Neo-liberalizmin, bir ideoloji ve bir “liberal faşist” siyaset olarak insanlığın üzerine çöreklenmeye başlaması yaklaşık yarım asır geri götürülebilecektir. Bu dönem, aynı zamanda burjuva radikalliğini ifade eden bir toplum ve toplum-bilim anlayışından uzaklaşarak, geçmişin “ölülere mahsus” karanlığına dönüşü de ifade etmektedir. Özellikle de Türkiye ve Fransa gibi “Ulus-Devlet” modelinin geleneksel olarak öne çıktığı ülkelerde, göreceli bir uygulamaya sahip olsa da, “milli dayanışma” ve “vatandaşlık” ile kodlanmış evrensel bir “kardeşlik” anlayışı, sadece ideolojik bir uygulama çerçevesinde de kalsa, hakim anlayış konumundaydı. Yukarda belli hatlarını çizdiğimiz Durkheim sosyolojisi, adını verdiğimiz bu iki ülkede resmi toplum anlayışının çerçevesini belirlemekteydi.
Aynı zamanda bir yok oluş-ediş ideolojisi de olan neo-liberalizmin düşünce hayatını ele geçirmesiyle birlikte, hakim sosyoloji anlayışında da keskin dönüşlerin gerçekleştiğini gözlemledik. Akademik dünyada “toplum araştırmaları” alanında yazılıp çizilenlere yön veren toplum anlayışında Durkheim’ın öğretisinden, Weber’i öğretisinin tahakkümüne geçilmesi, bu dönüşün nasıl gerçekleştiğinin göstergesidir. Bir Fransız üniversitesinde (Paris) lisans üstü öğrencisi olduğumuz bu dönemde, hakim olan bu anlayış tarafından kışkırtılan bazı ikbal sahibi ama bilimsel yaratıcılık sahibi olamayan öğretim üyelerinin “Üniversiteler Marksizm’den arındırılmalıdır!” şeklindeki tehditkar saldırılarına bizzat şahit olmuş bulunmaktaydık. (1990-91)
Bizzat kendisinin de bir “burjuva toplum anlayışını” yansıttığını anlatmaya çalıştığımız Durkheimciliğin, Webercilik lehine dışlanmış olması iki “kurucu ekol” arasındaki akademik-bilimsel bir mücadelenin sonucunda gerçekleşmediği, ama olayın nedeninin burjuva cenah arasında siyasi ölçekli bir mücadele sonucunda tezgahlandığı, sözüm ona “savaşçıların”, bilimin amacı olan bir bilinmezi bilinir kılmak değil ama sadece şu veya bu ekolün partizanı olduğu, sanırız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Buradaki itiş kakışın nedeni sadece ve sadece, hakim bir ideoloji ve siyaset yapma biçimi haline gelen neo-liberalizmin düşünce ve eylem biçimlerine uygunluk ve onları “bilimsel” yaftası altında hakim kılmadaki kolaylık meselesidir. Yoksa ne kendi başına bilimsel bir yanlışı düzelterek doğrunun yanında yer almaktır; ne de, Weber sosyolojisinin henüz keşfedilmedik bilimsel erdemlerine sahip çıkmak telaşıdır. Bu sosyolojik öğretide neo-liberal ideologları kendine çeken sadece, “toplumsal nesne” çıkışlı bir anlayışı öne çıkaran Durkheimcılığın aksine, Weberciliğin “bireyin eylemliliğini” ön plana çıkaran, ve böylece neo-liberal dönemin aşırı bireyciliği ile örtüşen yanı değildir. Dayanışma ve kardeşleşme ile ilgi olarak ele alındığında burjuva ideolojisinin içinde yaşadığımız tarihi dönemdeki ideolojisi ve özellikle de siyaseti için, Weberciliğin son derece operasyonel olduğu pratikte kanıtlanmış bir manevra kabiliyeti vermiş olması da, bu öğretiyi siyasi iktidarlara yaklaştırmaktadır.
Weber sosyolojisinin liberal faşist ideologlarını cezbeden yanını biz, özellikle “toplumsal ilişki” kavramına verilen tanımlarda gözlemlemekteyiz. Bir yanıyla ardılı Tönnies’in izini de süren Weber, bireyin toplumsal eyleminin sonunda kurulan ilişkinin iki tabiatlı kaynağa dayandığını ileri sürer. Bunlardan birincisi, “kan bağına” geri götüren ve “duygusallık” yüklü olan (aile gibi) “komünoter” veya cemaat ilişkileri, diğeri ise “sosyete” yani cemiyet alanında kurulan, rasyonel tipteki çıkar ilişkilerine dayanır. Bu durumda toplumsal siyaset ve bireysel eylemlikler, “ölümün diyarı” olan geçmiş tarafından nitelendirilirken, kapitalist sistem altında hakim unsur olan ekonomik rasyonaliteyi de “karizmatik şefler” aracılığıyla kendi organik bir parçası kılan bir yörüngede seyretmektedirler. Görüldüğü gibi, Webercilik, “sosyalizan” bir toplumsallığın motiflerini taşıyan Durkheimcılık ile karşılaştırıldığında, ikisi de burjuva toplum düşüncesinin partizanlığını yapmış olsa bile, sadece neo-liberalizme değil ama kapitalist sistemin ruhuna çok daha yakın, onunla tamı tamına örtüşen “gerçekçi” bir bütünleşme içindedir.
(Burjuvazinin sermaye birikimi için neoliberal çağda vatandaşlıktan doğan temel hakları yok etmesi, yarı sömürge ülkelerde kesintisiz sermaye taaruzuyla daha derin, ancak merkez kapitalist ülkelerde de giderek belirginleşen geniş bir yoksullaşmayı beraberinde getirdi-editör)
“Dayanışma” kavramı söz konusu olduğunda, Weberci teoride, “cemiyet” hayatına bağlı olarak kurulan ilişkiler, “cemaat” alanındaki “kan bağına” dayanan ilişkilerin bir tür devamı olarak değer kazandığından, ne yeni ve alternatif bir toplum düşüncesine yer vardır, ne de “evrensel insan hakları” temelinde kurulacak bir dayanışmaya. Emeğin ve emekçinin toplumsal nesnellik ve öznelliğin kurucu unsurları olabileceği bütünüyle toplumsal ve siyasal düşünce ve eylemliliğin bütünüyle dışına atılmış durumdadır. Neo-liberal döneme uyarlandığında, Weberci toplumsal ve siyasi dayanışma, ölüm diyarı olan geçmişi daim kıldığından, örneğin Türkiye’deki “siyasal İslamcı” yönetim anlayışıyla ve toplumsallaşmanın “sivil toplum” alanında “cemaatlere” transfer edilmesiyle son derece uyum halinde bulunmaktadır.
Dayanışma işe uyum içinde “kardeşleşme” kavramı da liberal faşizmin aşırı bireyci ideoloji ve siyaseti ile rezonans haline sokulmaktadır. Daha önce de altını defalarca çizdiğimiz gibi “aşırı bireycilik” olayında, doğal olan bireysel farklılıkların, insanın toplumsallığına karşı onunla savaşarak korunması esas olduğundan, “kardeşleşme” olayının önündeki başlıca engel olan “toplumsal mesafeler” sürekli olarak “Ötekilerin” yok oluş-yok edişinin sonsuzluğuna doğru çekilmesine dayanmaktadır. Bu ideoloji ve toplumsal siyasetin, bireyler arasındaki ilişkilerde yakınlığı “kan bağı” ve “cemaat” ilişkileriyle ölçmeyi gündeme getiren Webercilikte bir karşılığını bulmuş olduğu, ve bu öğretinin teorik ve yöntemsel kaynaklarını, neoliberalizmi insan hayatının her bir alanında hakim duruma getirebilir olması, Weberci sosyoloji ile neo-liberalizm arasında kurulan akrabalığı da açıklamaktadır. Tıpkı neoliberal ideolojide olduğu gibi, Weberci anlayışa göre de farklı geçmişlere ve kökenlere sahip iki insan bireyinin “kardeşleşmesi” imkansız olarak kabul edilmekte, toplumsal ve siyasi akıldan kesinlikle dışlanmaktadır. Neoliberal ideolojinin öngördüğü toplum, düşman burjuvaların oluşturduğu ve emekçilerin hedef tahtası olarak konuşlandığı, toptan bir yok ediş-yok oluşun yaşanmakta olduğu bir toplumdur.
1980 yani neoliberal tahakküm öncesi, bireysel ve toplumsal farklılıklara bağlı olan ve doğuşla ilgili farklılıklar taşıyan özgürlük ve eşitlik talepleri, emek temelinde yürütülen ve yeni toplumsallık biçimleri talep eden bir muhalefet cephesinde birleşen “sol akımlar” tarafında “demokratik talepler” başlığı altında üstlenmekte ve çözüme uğratılmaktaydı. Bu taleplerin başında, her zaman olduğu gibi mesela başta “kadın hakları” olmak üzere etnik, milli, dinsel, mezhepsel, “cinsel tercih” gibi özellikler üzerinden gerçekleşen talepler gelmekti. Bireyi toplumda alt bir kategoriye iterek “azınlık” konumuna düşüren farklılıklar, emekçi hukukunun çözmek üzere “demokrasi mücadelesi” olarak gündemine alınarak emeğin özgürleşmesi mücadelesine bağlanmış ve böylece düşmanlaşma, temelli bir kardeşleşme ile önlenmişti. Özellikle de bu tarihten başlayarak, emekçilerin bütün dünyaya ve gelecek zamanlara açılan kardeşliğinin yerini, farklılıkların mücadelesi ve herkesin herkesle savaşının kışkırtılmasıyla sadece geçmişe ve/veya doğuma bağlı farklılık ve toplumsal mesafe almaya dayanan liberal faşist bir düşmanlaşma almıştır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde seferber edilen bireysel yaratıcılıklar kategoriel farklılıklar üzerine inşa edilen kimlikler içine hapsederek dumura uğratılmaya çalışılmıştır. Dahası, var olan ve farklılık yaratan bütün toplumsal kategoriler insan figürü temelinde oluşan kardeşliğin yerini alarak genel bir “toplum düşmanlığı” iklimi yaratılmıştır.
(Karikatür Behiç Ak)
Konuyu bu yazımız çerçevesi içinde fazla uzun tutmadan somut olarak neden bahsettiğimizi iki çok bilinen olguyla örneklemek istiyoruz. Bunlardan birisi, özellikle de dinsel ve mezhepsel farklılıkların tam bir imha silahına dönüştürülmesi olayıdır: “Cihatçılık”. Var olan bütün toplumsallık biçimlerini uzak geçmiş adına, bu biçimlerin taşıyıcısı insan toplulukları ile birlikte yok etmeyi amaçlayan cihatçılık, “siyasi islam” olarak adlandırılan ve liberal solcular tarafından militanca desteklenen neoliberal, geçmişe dönük ve farklılaştırmacı akımın en radikal kesiminin ve insanlık gerçeğine karşı takındığı tavrın doğrudan ve en bariz ifadesidir. “Cihatçılık”, toplum düşmanı neoliberal ideoloji ve siyaset söz konusu olduğunda, onun başı göğe erişmiş, “muradına ermiş” bir halidir. Yerkürenin bütün “dinci” veya “seküler” neo-liberal sosyopatlarının el ele vererek hazırladığı bu radikalleşmiş siyasetin bazı toplum bilimciler tarafından “demokrasinin tecellisi” olarak lanse edilip çok uzun bir dönemde promosyonunun üstlenilmesi, Weberci akımın yükselişi olgusu ile bir paralellik taşıdığının göstergesidir.6
(Neoliberal yağma ve talan zengin kuzey ülkelerinin yoksul güney ülkelerini yağmalamasıyla yetinmedi, aynı zamanda cihadist/ nihilist kuşakların dinsel fanatizminin, altyapısını da hazırlayarak yeni ırkçılığın temelini attı-editör)
İkinci olarak, en somut biçimde ve herkes tarafından algılanan olgu, Durkheimci anlayışa göre toplumsallaşmanın yerleşik hukuka göre işleyen resmi ve sivil kurumların aracılığı ile gerçekleşmesine son verilmesi ve “sivil toplum kuruluşları” olarak işlem gören azınlık cemaatlere (Weberci anlamda) devredilmiş olmasıdır. Yine “demokrasinin tecellisi” olarak lanse edilen bu tür burjuva tipindeki toplumsal yapılanmada “hukuksuzluk” doğuran işleyiş, siyasi eylem ve uygulama alanlarını da ele geçirmiş, genel bir hukuksuzluk ve “karizmatik” (Weberci anlamda) bir şefin iradesi onun yerini almış bulunmaktadır. Bu konuda Türkiye’de ayyuka çıkan “hukuksuzluk” olayının bizim ülkemize özgü “milli” bir olgu olduğu yanlışına kimse kapılmamalıdır. Örneğin Fransa’da da benzer hukuksuzluklar giderek daha da sıkça yaşanmaktadır.
AYDINLANMA veya HAYATA ve TOPLUMA DÖNÜŞ…
Şunun önemle bilinmesinden yanayız: Neoliberal dönemde de piyasa yapan burjuva sosyolojisinin en önde gelen iki ekolü arasındaki kıyasıya mücadele, kapitalist sisteme hizmette rekabet etme tarafından belirlenmektedir. Tarihsel olarak art arda gelen iki tarihsel dönemde iki ekol arasında sırayla bir hakimiyet paylaşımının gerçekleştirilmiş olması, kapitalist sistemin evrimleşmesine bağlı olarak ”teorik uygunluk” ilkesi ile açıklanabilir. Toplumsal yapılanmanın ve sınıf hakimiyetinin yeni biçimlerinin gündeme gelmiş olmasıyla ilgili olarak kavramsal ve ideolojik “uygunluk”…
Bu iki ekolün varlığı, kapitalist sistemin varlığı ve devamına bağlıdır ve onlarla birlikte temelli bir şekilde ortadan kalkmış olacaktır. Diğer bir deyişle, geçtiğimiz dönemde bizce bir “artık işe yaramazlık hali” ile sonuçlanmış olan Weberci hakimiyetten Durkheimci hakimiyete geri dönüşün, başta emek dünyası olmak üzere insanlığa bir faydası olmayacağı gibi, “kapitalizmi kurtarmaya” bile yetmeyecektir. Bırakalım çare olabilecek yeni politikalar üretmekte işe yarayacak yeni kavram ve yöntemler üretmeyi, var olan durumu açıklama kabiliyetlerini de kaybetmişlerdir. Ne de var olan durumdan, sistemin devam etmesine dair yeni hikayeler üretebilmekte aracı olabilmektedirler…
Hem kapitalizmin hakimiyetinden ve hem de ona koltuk değnekliği yapan öğretilerin yarattığı karanlıklardan çıkış için ikinci bir yol gerektiğini, bu yolun önünün liberal faşist diktatörlükler aracıyla yönlendirilen kapitalist tahakkümün emeğin hakimiyetiyle ters yüz edilerek yeniden aydınlanmanın, tarihin ve yazılacak yeni hikayelerin kurgulanabilmesinin önünü açacağını, bu yolda işçi sınıfı önderliğinde geçmişte yürütülen mücadelelerden bilmekteyiz. Tıpkı, bu mücadelelerin taşıyarak tarihsel fasılalarla bugüne kadar getirdiği Marksist ekolün yöntemlerinin seferber edilmesiyle “çıkış hattının” aydınlatılmasının mümkün hale geleceğini bildiğimiz gibi.
Bütün insanlığın üzerine çökmüş olan kapitalizmin kara deliğinden aynı anda sızmaya başlayan aydınlığın izine biz, deprem felaketiyle birlikte “ölmüş” olarak kabul edilip kendi kaderine terk edilen emekçi halkın yeniden uyanışında rastlamaktayız. Yeniden gündeme getirilen başkanlık ve parlamento seçimlerinde kendisini “toplumsal muhalefet” olarak da belli eden aydınlanmanın izini, “dayanışma” ve buna bağlı olarak siyasi eylemliliğin gündemine oturan “kardeşleşme” hareketlerine bağlı olarak süreceğiz.
“Düzene başkaldırı” hareketi olarak dayanışma.
Deprem felaketi sırasında “kurumsal” yollarla ve kapitalist sistemin tarihsel durumuna uygun bir şekilde örgütlenen “dayanışma” hareketinin özetle “ölümün toplumsallaşması” anlamına geldiği olgulardan çıkarak ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Ama “dayanışma” hareketinin gerçek anlamına kavuşmasına, yani “hayatın toplumsallaşması” olayının gerçek özneleri olan emekçi halk kitlelerinin çeşitli kesimlerinin harekete geçmesine de tanık oldu, on binlerce insan hayatına mal olan bu deprem felaketi: “Dayanışma” eylemine toplumsal ilişki olma özelliğini yeniden kazandıran bir harekete geçiş!
Halk kitlelerinin çoğunlukla kendiliğinden bir şekilde ve hem bireysel ve hem de örgütlü bir biçimde harekete geçişinin en belirgin bir diğer özelliği, aynı zamanda liberal faşist düzene karşı bir başkaldırı biçiminde cereyan etmesinde yatmaktadır. Liberal faşist iktidarların, felaketten çok önceleri programlanıp planlandığı anlaşılan ve felaket anlarında müdahale tekeli oluşturan sözüm ona “yardım faaliyetlerinin” dışında kalan bütün dayanışma faaliyetinin -yani halkın kendisini varlığını korumak üzere kolektif olarak harekete geçirme iradesinin- siyasi iktidarın yasaklamalarının dinlemeden yürütülmesi, “dayanışma” olayını bir başkaldırı hareketine dönüştürdü. Bu esnada bu başkaldırıya geleneksel “kurumsal muhalefeti” oluşturan kanadın sözcüsünün “Tutuklarlarsa da tutuklasınlar, işimize devam edeceğiz!” diyerek katılması, baştaki liberal faşist zebanilerin bütün müdahalelerine rağmen gerçekleşen muhalefetin, emekçi halk muhalefeti olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, bu tür sulandırılmış düzen muhalefetinin bütünüyle hayatın yeniden toplumsallaşmasını hedefleyen doğrudan halk muhalefetinin güdümüne girdiğini, elde edebileceği (ve başlıca hedefi olan) olası seçim başarısında belirleyici olan faktörün halkın hızla yükselen ve liberal faşist iktidarı doğrudan tehdit eden muhalefeti olduğunu da ispatlamaktadır. Deprem felaketi sırasında oluşturulan dayanışma hareketi, liberal faşist iktidarla “emekçi halk muhalefeti” arasında ciddiye alınması gereken yeni bir doğrudan “sıcak temas” doğurmuş bulunmaktadır. Nitekim yerleşik iktidarın temsilcisi “vali yardımcısı” konumundaki görevlilerin, sahadan aktarılan gözlemlere bakılırsa, dayanışmacıların eylemlerini engellemesi halinde, depremzedelerin şiddetle karşılık vermesi gibi olaylar “dayanışma” olayının toplumsal başkaldırıya yatkınlığının, bunun için gerekli koşul ve harekete geçme potansiyelinin var olduğunun göstergesidir. Böylesi bir toplumsal güce sahip olan doğrudan halk muhalefetinin, yerleşik düzenin bir diğer kanadını oluşturan kurumsal muhalefetin “reformlar” vazeden dar ölçülerine sığmayacağı, veya bu ölçüler içinde kendini ifade edemeyeceği de şimdiden öngörülebilir bir şey olarak gündemdedir.
Emekçi halk kitlelerinde gözlemlenen, başkaldırıcı eğilim, özellikle de deprem felaketi alanında gerçekleşen, yerleşik düzenin kurumlarını kısa devre yapan doğrudan emekçi halk dayanışması, gündeme şu soruları getirmektedir: Kendiliğinden bir şekilde gerçekleşen başkaldırıcı bir dayanışma, yerleşik toplumsallaşma biçimlerinin dışına nereye kadar ve ne ölçüde çıkabilecektir? Daha şimdiden devrimci bir potansiyel taşıyan bu başkaldırı, örneğin çağ açacak bir “komünist devrime” yönelecek midir? Düzenin bir diğer kanadını oluşturan sözüm ona muhalefet kanadının, kapitalizmi yani ölümü toplumsallaştırmaktan başka hiç bir siyasi projesi olmadığı dikkate alındığında -her ne kadar dayanışma ile yürütülen siyasi hareketin en örgütlü ve şimdilik destek gören kesimini bu kurumsal muhalefet oluşturmuş olsa da- emekçi halk muhalefetin her şeye rağmen “geleceği olan” başlıca devrimci siyasi bir güç oluşturduğu anlaşılmış olacaktır.
Dayanışmacı başkaldırının komünist bir devrime evirilip evirilemeyeceği hareket içindeki yönlendirici unsur olarak komünistlerin varlığına bağlı olacaktır. Komünistlerin harekete sahip çıkması ve ondaki komünizm taşıyan karakteri öncelikle doğru okuyabilmeleri gerekmektedir. Bugün, ne yazık ki komünist devrim için gerekli şartları yerine getiren siyasi nitelikteki bir örgütlenme mevcut değildir. İyice anlaşılması gerekir ki, “komünist örgütlenmeden” anladığımız yeni ve daha güçlü bir rasyonellikle yerleşik düzeni daim kılıcı bir devlet örgütlenmesi değildir. Komünistlerin yönlendirdiği bir “emekçi muhalefeti”, yönetim ve yasama işlevini doğrudan bir şekilde emekçilerin kendi yaşam alanlarında hayatı toplumsallaştırarak oluşturacağı iktidar organlarının tasarrufuna aktaracaktır. Her ne kadar komünist devrimciler bu organların oluşturulmasında üzerlerine düşen görevi gerçekleştirerek aydınlatıcı ve yol açıcı olsalar da, bu iktidar organları, çalışanların kendi varoluş mücadelesinde ortaya çıkaracakları kendi eserleri olarak kurulacaklardır.
Komünist mücadelenin “yenilgi” ile belirlenen “geçmişini” temsil eden, bugünkü emekçi halk hareketleri ile ilgili olarak takındıkları tavırlarından hareketle “devrim ağaları” olarak nitelediğimiz kişi ve guruplar, sadece kendilerinin yayınladıkları bir kararname ile oluşmayan, bu yüzden de sözüm ona “öncü” olarak yönetemedikleri bu hareketleri, “cahil halkın” basit ”memnuniyetsizlik” göstergeleri olarak görmekte, onlardaki yeni bir toplumsal oluşum talebini taşıyan yanları hesaba katmaktan titizlikle kaçınmaktadırlar.7 Yakın geçmişte kendisini “Haziran ayaklanmasına” karşı tavırla gösteren bu siyasi sapmanın nedeni, devrimciliğin ve komünizmin inşa edildiği toplumsallaşma sürecinin tek yanlı olarak “iradeci” (volontarizm) bir tavırla mümkün olabileceği, emekçi kitlelerinin ve insan toplumunun komünizmin kaçınılmazlığına dair maddi zorunluluğun (determinizm) iradecilik karşısında başarıya ulaşmada “harekete geçirici” bir işlevi olamayacağı önyargısından kaynaklandığını düşünüyoruz. Yine bu yüzdendir ki, bu siyasi sapma içindekilerin ortağa saçtıkları “radikal söylem” ile radikal bir devrimci olunacağını sanana bu kesim, yıllardan beri kendi etki alanları dışındaki toplumsal gelişmelere gözlerini kapamışlar, nutuk çekmekten başka etkili bir siyasi eylem biçimi geliştirememişlerdir. Kendi içlerinde “tutarlı görünme” çabasının bir sonucu olarak, Marksist öğretiyi dogmalaştırmakta; siyasi analizlerde kurucu eleman olan “zaman” kavramını, yaşanan hayatla ilgili olarak değil, ama onu geçmişe yani “ölü zamanlara” hapsedilmiş olduğu biçimiyle hesaba katmaktadırlar.
Deprem felaketiyle çok olağan bir insanlık hali olarak kabul gören “dayanışma” hareketlerinin, günümüzde gerçekleştiği biçimiyle doğrudan başkaldırı hareketlerine dönüşmesi, yeni ve kapitalist sistemi acilen çözülmesi gereken bir insanlık sorunu haline getiren toplumsallık biçimlerini gündeme getirmesi, tarihsel ve temelli bir kopuşla karşı karşıya geldiğimizin ifadesinden başka bir şey olmamaktadır. Bu tarihsel kopuşu gerçekleştirecek öznelerin, düşüncesi ne olursa olsun, olayların doğrudan içinde olan ve daha çok yeni emekçi kuşakların içinden çıkmakta olduğu da günümüzdeki toplumsal ve siyasal durumun bir diğer gerçeği olmaktadır.
Tarihsel kopuşla birlikte, insanların toplumsal ve bireysel varlığının parçası olan zaman da hızlanmaktadır. Yeni bir “Devrimler çağı”nın başladığını ve insanlığın kaderinin bu çağda atılacak adımlara bağlı olduğu, kapitalist sistemin algıdan ve düşünceden kapı dışarı ettiği “gelecek” mevhumunu (kavramını) analizlerimize katmadan bu gerçeğin görülmesi ve nedenleriyle kavranması imkansız görünmektedir. Geleceğin tarih ile devreye sokulmuş olduğunu biz, aynı zamanda bireyler arasındaki ilişkilere olağanüstü akışkanlık ve toplumsallık biçimleri yaratmada kendisini kurucu bir prensip olarak ortaya çıkaran “kardeşleşme” olayında da gözlemlemekteyiz..
Bir “yoldaşlık” ilişkisi olarak kardeşleşme:
Öncelikle olguları yeniden hatırlatmamız gerekmektedir. Şöyle ki, “kardeşlik” kavramının doğrudan gündeme getirdiği “toplumsal mesafe” ve ona bahane oluşturan “doğuma” bağlı ve tarihe mal olmuş milli, dini ve kişisel farklılıkların ülkemizdeki en belirgin ve en çok manüple edilmiş ve edilmekte olanı, “Kürt” ve “Alevi” sorunuyla ilgili olanı herkesin bildiği bir konudur.8 Nitekim tam bir düşmanlaştırma vesilesi olan ve çıkmazdaki dinci liberal faşist iktidarca sürekli canlı tutulmak için özel bir çaba harcamaktadır. Bu farklılıklar, felaket alanından başlamak üzere devam eden ve “muhalefet” saflarını da sarsan başkanlık seçim ittifakına ilişkin olarak yaratılan siyasi kriz ile derinleşince, bu sefer hiç beklenmedik bir şey olduğunu; yaratılmak istenen “farklılaştırıcı” (veya “Ötekileştirici”) düşmanlıkların, yükselen emekçi halk muhalefetinde yansıdıktan sonra kendi diyalektik karşıtına, yani “kardeşleşmeye” dönüştüğünü gözlemledik.
Deprem felaketinin yaşandığı coğrafi bölge, etnik ve dinsel farklılıklar açısından Türklerin yanında, Kürtlerin, Arapların ve Alevilerin çok yoğun olarak yaşadığı topraklardır. Bu açıdan, yerleşik liberal faşist iktidar açısından, emekçi halkın arasındaki doğal farklılıkların sınıf mücadelelerinde siyasi malzeme olarak kullanılmasına elverişli bir alan oluşturmaktadır. Bu yüzden mevcut siyasi iktidar, felaket esnasında ve sonrasında bölgeye yaptığı “Cemaatçi molla” sevkiyatı yapmaktan ve özellikle de Hatay üzerinden provokatör ajanları ve trolleri üzerinden kara propaganda ile kışkırtıcılık yapmaktan çekinmemiştir.
Bütün düşmanlaştırma çabalarına rağmen, ülke çalında çığ gibi başlatılıp yürütülen dayanışma faaliyeti dalgası bir “ana dalgaya” (tsunami) dönüşerek çoğunluğu “Sünni Türk” olan ülkede evrensel anlamda toplumsal ve siyasi kardeşlik ortamı yaratmıştır. Altını özellikle nesnel bir olgu olarak çizmemiz gerekmektedir ki, yaratılan bu dalga, ülkedeki genel siyasi muhalefeti de terkisine atan “kurumsal” olmayan, emekçi halkın toplumsal muhalefeti olmuştur. “Kurumsal” (bu anlamda “gerçek” olmayıp da kendini “gerçek” yerine koyan, sahte anlamında) muhalefet de yükselen devrim taşıyıcısı halk muhalefetini son birkaç yıldır arkasına alarak yerleşik düzene kafa tutmaya, yerleşik düzene meydan okumaya başlamıştır. Aynı durum, kendisini “Kürt Partisi” olarak tanımlayan, ancak müttefikleriyle “emek cephesine” yakınlaşan HDP gibi, resmi ideoloji tarafından düşmanlaştırılmış bir partinin, “kurumsal muhalefet” içindeki yerini almaya başlamış olması da, artık bir devlet politikası olan düşmanlaştırmanın yerini kardeşleştirmenin aldığının bir diğer göstergesidir.
Çok güçlü ve düzen muhalifi emekçi bir halk hareketiyle, farklılaştırmacı mesafe alışların yerini alan kardeşleşme akımı, kendisini sembolik değeri çok yüksek olan bir başka olay da gösterdi. Bu olay, Sivas katliamının sorumlularından birisi olarak daha önce yargılanan Saadet Partisi başkanının, kendi partisinin genel merkezinin önünde ve kardeşlik düşmanı bir “sahte muhalif” partinin “kahroluş edaları” altında, kurumsal muhalefetinin başkan adayı, dolayısıyla “ulusal lideri” olarak “Alevi” ve “Kürt” kökenli birisini ilan etmiş olmasıdır. Gerçekte ise, dinci partilere geleneksel olarak çıkış noktası teşkil eden bu partinin başkanının yaptığı, çeşitli kökenlerden ülke vatandaşını birleştiren devrimci halk muhalefetinin önünde bütün kurumsal muhalefetin adına diz çökme olayıdır.
Emekçi halkın taşıdığı ve kendi tabiatıyla uygunluk gösteren bu “kardeşleşme” dalgası, her türlü milliyetçi ve ırkçı mihrakların da “kimyasını” bozmuş, onlara pusulalarını şaşırtmış olduklarını büyük bir memnuniyet ile izlemiş bulunmaktayız. Muhalefetin “kurumsalcı” kanadının saflarında olup da bir diğer ayağı ırkçı liberal faşist kanatta olan partinin, “Kürt” ve “Alevi” kökenli bir adayı kendisine yakıştıramayıp, panik içinde attığı taklalardan bahsettiğimiz, anlaşılmıştır haliyle… Sonuçta, bütün katmanları ve çeşitliliğiyle emekçi halk muhalefetinin radikal bir karşı çıkışıyla hizaya getirilmiş ve ağlaya sızlaya halkın gücü karşısında o da diz çökmek zorunda kalmıştır.
Sonuç: Özgürleşiyoruz, neo-liberalizme karşı savaşarak…
Özet olarak ifade edersek, dayanışma ve kardeşleşme süreçlerinin birlikte yarattığı sinerjiyle birlikte, “kapıdan kovulan” emekçi halk; sağcısı ve solcusuyla bütün liberal faşist ablukaya rağmen ve faşist siyasi uygulamaların oluşturduğu yasaklar duvarını da bir hamlede aşarak bir “tarih yazıcı” olarak sahne almış bulunmaktadır. Bundan sonrasını belirleyecek olan büyük hata yaparak hedef ve ittifak şaşırmamak ve halkın gücünün mümkün kıldığı bir kararlılıkla mücadele etmektir.
Yürütülen bu mücadelenin tarihsel maddi koşulları, kapitalist sistemi en az beş asırdır sırtında taşıyan toplumsal, ekonomik ve siyasi yapılanmalarda büyük bir sona gelindiğine, sistemin bütün insanlıkla tarihsel ve geri dönüşsüz bir kopuş yaşandığına işaret etmektedir. Tarihte görülmemiş büyük bir hız ve hırsla yoğunlaşan ve her zamandan çok daha az sayıdaki ellerde biriken sermaye artık, kendisine yük olarak algıladığı emekçi imhasına yönelmiş bulunmaktadır. Küresel boyutta yoğunlaşan sermaye, bütün dünyada bu yoğunlaşmayla at başı giden genel bir yoksulluk ve fakirleşmeyi de beraberinde getirmekte, çok büyük çapta çevre sorunları da yaratarak insanlığın yaşam alanlarını hızla daraltmaktadır. Yaşadığımız doğal bir afeti, liberal faşist bir siyasi iktidarın sebep olduğu mutlak ve örgütlü kötülükle bir ölçüye vurmamıza meydan veren deprem felaketi, kapitalist sistemin eriştiği yıkım gücünün boyutları hakkında bizlere somut bir fikir vermiş bulunmaktadır. Siyasi olarak hazırlanmış, yürürlüğe konulmuş ve ilan edilen “elli bin insanın” hayatına mal olmuş olan bu olay, kapitalizm altında her fırsatta sadece ve tek yanlı olarak yok oluş-yok edişin toplumsallaştırıldığının örneklerinden sadece biri olarak kalacaktır.
Yaşadığımız doğal bir felaketin toplumsal bir felakete karıştığı deprem felaketi, diğer yandan “tarihsel ve temelli bir kopuşu” yeni bir toplumsal var oluşla birlikte ortadan kaldıracak öznelerin de, siyasi gözlemlerde iyice belirginleşmeye başladığını göstermektedir. Emeğin temsilcileri olan bu siyasi tarihsel özneler, akın akın ve büyük güç gösterileri yaparak bir “emekçi halk muhalefeti” oluşturmaktadır. Kopuş ve onun yok edici sonuçlarından sakınmak ancak emeğin kurtuluşu mücadelesiyle istenilen sona erdirilerek gerçekleştirecektir. Emeğin kurtuluşu ise, olayların bize gösterdiği üzere aynı zamanda bütün insanlık için “gelecek” mevhumunun yolunu tekrardan açacaktır.
“İşçi sınıfı bütün insanlığı kurtarmadan kendisini kurtaramaz” (Marks)
YAŞASIN KOMÜNİZM !
1 Bunun ABD tarafından “bilimsel” etütleri yapıldığı haber yapılarak yazılıp çizilmektedir…
2 Bu alandaki sivil-asker kaynaşmasının verdiği korku ve telaş o kadar yükse derecede seyretmiştir ki, bazı gözlemcilere göre durumu idare etmek ve gelen eleştirilere karşılar görünmek için, sivil taraftarlarına “asker elbisesi” giydirmeye bile başvurmuşlardır.
3 Bu gözlemle ilgili olarak hemen Fukuyama’nın ileri sürdüğü teze bağlı olarak “Tarihin sonu” geldiği tezinde nesnel bir gerçeklik de bulunmaktadır. Ancak bu, Fukuyama adlı Amerikalının tezinin doğruluğunu ispatlayan bir nesnellik değildir. Nesnel olarak doğru ve düşünülebilecek olan kapitalist sistemi veya bir üretim ve insan hayatını düzenleme biçimi olarak kapitalizmi kendi tarihsel sonuna erdiğidir. Tarihsel akışkanlık kapitalizmin eriştiği, insan varlığı ile uyuşamazlık seviyesinde dolayı yavaşlamış bulunmaktadır. Bu aynı zamanda ileriye dönük olarak siyasi depremleri hazırlayacak olan (tıpkı deprem olayında olduğu gibi) ve yeni bir tarihsel atılıma meydan veren tarihsel yeni bir ileri atılımın şartlarının hazırlandığının da göstergesidir.
4 Bu tarih daha da gerilere, Yunanistan’daki gençlik ayaklanması ve 2009 krizinin başkaldırışlarına kadar geri götürülebilecektir.
5 Kendi Ulus Devleti çapında
6 Bu olguya işaret ederken “Weber cihadizmden sorumludur” gibi bir iddiasa tabidir ki bulunmuyoruz. Bütün söylediğimiz bu sosyolojik akımın bu gibi sapışlara elverişli olduğu, ve neo-liberal ideologlar tarafından kullanım kolaylıkları sağladığıdır. Weber’in eleştirisini böylesi tek bir olguya sığdırmak mümkün olmadığı gibi çok ama çok daha kapsamlı bir çalışma ve eleştiri gerektirecektir.
7 Bunun en bariz örneğini “Haziran ayaklanmasına” karşı takınılan tavır üzerinden tespit etmiş bulunuyoruz. (Bkz. “Çıkış Hattı”, El yayınları)
8 Siyasi iktidarlar tarafından özellikle son dönemde sıkça ileri sürülen ve katliamlara yol açan bu iki farklılık unsurunun dışında, mesela en başta Ermeni vatandaşlarımızı hedef olan dini düşmanlıkları, özellikle cinsiyet ve “cinsi tercih” merkezli cinayetlere yol açan birey merkezli farklılaşmaları da tabiidir ki sürekli akılda tutmamız gerekmektedir.