AKŞENER HER DEVRİN KADINININ PORTESİ

Ümit ÖZDEMİR / 05.03.2023

@masumlevrek

Her devrin kadınıydı, ikbal perestti. Her sağ siyasetçi gibi çıkarı için siyasete girdi, kifayetsiz bir muhteris olarak yükselmesinin miladı, 1990’lı yılların ikinci yarısıdır. İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğu DYP hükümetinde gözaltında kaybedilme vakalarının ayyuka çıktığı dönemdi. Biz o ara İstiklal Caddesi önünde Cumartesi Anneleri ile birlikte “Gözaltında Kayıplara Son” yazılı kraft kağıdından uzun bir afişi asıp, oturma eylemine destek veriyorduk. Beyaz Renault’lar bölgeden haber yapan yurtsever Kürt basınından gazete muhabirlerini, insan hakları savunucularını kaçırıyor, kaçırılan kişilerin cesetleri birkaç gün sonra fail-i meçhul cinayet dosyalarına kaydediliyordu. Cumartesi Annelerinin kitlesi her hafta büyüdü, ama mücadele bir sonuca da vardı. Artık kimse gözaltına alındığında kaybedilmiyordu. Annelerin çoğu evlatlarının kemiğine, çiçeğini koyacak bir mezarına bile razıydı ama pek çoğu bunu bile göremeden -Berfo Ana gibi- bu dünyadan göçüp gitti… Akşener İçişleri Bakanıydı.. Devlette devamlılık esastı, esas duruşu bozmadı… Gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının “evlatlarımız nerede” minvalindeki sorularına yanıt vermedi. Cumartesi Anneleri şiddete maruz kaldı, her hafta oturdukları yerden sürüldüler, bir sokağa sıkıştırıldılar, hala evlatlarını ve adaleti arıyorlar…

1990’ların hazin sonu yaklaştığında Güreş-Akşener-Çiller üçlüsünün düşük yoğunluklu çatışma adını verdikleri köy boşaltmalarıyla Kürtleri yerinden etme siyaseti, şehirlere büyük bir göçü kışkırttı. Kentlere sığınan Kürtler, solcuların desteğiyle yasal partilerini kurdular ve aktif siyasette söz ve çatı sahibi oldular.

Akşener’in 90’ların sonundaki devr-i iktidarı Susurluk skandalıyla bitti. Susurluk skandalı sonrasında halkın adalet talebiyle sokağa inmesi ve temiz toplum taleplerinin haykırıldığı “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” adıyla genci yaşlısı örgütlüsü örgütsüzünün katılım gösterdiği enteresan bir siyasi momentti.

Halk siyaseti ve adaleti arzularken, Dönemin Başbakanı Erbakan, “glu glu dansı yapıyorlar” sözleriyle, onun Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın beynini çürüten alevi nefretiyle “mum söndü oynuyorlar” düzeysizliğiyle eyleme saldırdılar. Akşener-Çiller-Güreş üçlüsü silah ticaretinden, uyuşturucu işlerine özelleştirme rantının bölüştürülmesinin yarattığı mafyalaşma operasyonlarına kadar geniş bir çeteleşme siyaseti izlerken, bunun bir yerde patlak vereceğini hesap edemediklerinden olsa gerek yine kutsal devletlerine sığındılar. Soruşturma özenle çürütüldü, devlet içinde çeteleşmeye izin veren karanlık güçler militerlerin siyasal islamcıların çanak tutmasıyla düzenledikleri psikolojik savaş yöntemiyle yırttı ve bu çürüme, siyasal islamcıların bir başka kanadının önünü açtı.

O “kutsal” devlet bugün depremzedenin aradığı devlet, enfes bir algı operasyonu ve psikolojik savaşla hak ve adalet taleplerinin önünü kesti. Dönemin kudretli militeri Çevik Bir, siyasi süreci sıkılmadan “postmodern darbe” olarak nitelendirirken, 12 Eylül ile attıkları islamizasyonu bazı reformlarla engelleyebileceği yanılgısına kapılıyordu… Oysa her şey için çok geçti. Bizim yönetmenimiz Çağdaş Sanat Atölyesi’nin mezunu Özer Kızıltan’ın siyaseti ve ticareti örümcek ağı gibi sarmalayan tarikat ağlarına dikkat çektiği filmi Takva‘da kişisel bir trajediyi, toplumsal bir bağlamda ele aldı. Kızıltan, bu ilişkiler ağının yaratabilceği tahribatı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermişti, tabi sadece görmek isteyen gözler için…

Üst yapıda militerler ve siyasal islamcılar anlaştı, 28 Şubat bu evliliğin prematüre çocuğu olarak doğdu.. Sonrası mı ? kesintisiz bir liberalizm, AB’cilik ve siyasal islamcıların yıllarca sömürecekleri yapay bir mağdurizm.. Cehennemin kapıları bir kez açılmaya görsün, içinden hangi tür zebaninin çıkacağını tahmin edemezsiniz. Korkuyla yönetilen, yönlendirilen her toplumda olduğu üzere ölüm (şeriatçılık) gösterildi ve koalisyona yani sıtmaya razı edildi. Derinlerde Türkiye burjuvazisi yönetememe krizini, post modern darbeyle atlatırken cehennemden çıkan zebanilerle el sıkışmayı ihmal etmedi. AKP bu zebanilerin yeni gömlekli oğluydu…

Akşener, basit bir tarih öğretmeni olması dışında hiçbir birikimi olmadığı gibi, geldiği yeri asla hak etmeyenlerin rejimi 12 Eylül anayasal militarizm rejiminin mediokratik (vasat) bir unsuruydu. Olsun, tekelci sermaye için liyakatin bir önemi yoktur. Yeter ki hizmetine koşulsun. Akşener’in bir başka hizmeti, müteveffa gazeteci Mehmet Ali Birand’la 32. Gün programı için yaptığı bir söyleşide yanlışlıkla yayınlanan reklam arası diyaloğunda ortaya çıktı.

Reklam arasındaki diyalogda Akşener’in “Refah Partisi ile Anavatan Partisi koalisyonunu ben yıktım, kadınlarla yıktım” sözleri, Akşener’in siyasi kariyerinin özeti gibiydi. Koalisyon görüşmelerini tıkayan, gerekirse yıkan gözaltında kayıp dosyalarını soruşturtmayan her dönemde işlevli bir imdat freni olarak Akşener, düzen siyasetinin aradığı isimlerden biriydi. AKP kurulurken acaba bir bakanlık gelir mi diyerek kurucu üye olduğu partiden bakanlık istedi, aldığı yanıt olumsuzdu. Sıcak ve güzel koltuk uzaktaydı. Fetullah Gülen’in Türkçe Olimpiyatlarında podyumdaydı, övgüler düzdüğü Amerikan halifesi için koroya katılanların arasındaydı. Koro çok kuvvetliydi ve çok kalabalıktı. Akşener bir ikbalperest olarak ayakta kalabilmenin koşulunun farkındaydı. Güç odaklarına, gerici faşistlere yaltaklanmak bir Akşener normaliydi. Bu “normal” ve vasatın, onu gerici kadronun içinde karanlıklar lordu Ağar’la buluşturması kaçınılmazdı. El aldığı Mehmet Ağar’ın devrimci kanına bulaşmış soruşturma dosyalarını temizlemekten imtina ve tereddüt etmedi. 1000 Operasyon yani işkenceli yargısız infazlı katliam dosyaları böylece sümen altı edildi…

Mehmet Ağar, AKP’den vekil olan oğlu AKP Elazığ Milletvekili Zülfü Ağar’la eski çete lideri Sedat Peker’in anlattıklarına göre marinalara çökerken, kendini “1000 operasyon yaptık sonuç vatandaşın huzurudur.” sözleriyle savunabildi… Bu operasyonların hangilerinin marinalarla ilgili olduğu konusunda ser verip sır vermiyordu. Devlette devamlılık esastı, esas duruş bozulmazdı… Akşener kendisini çok iyi tanıyan ve üzerine bir de Asena adlı bir biyografi yazan gazeteci ve eski Aydınlıkçı Sabahattin Önkibar’ın anlattığına göre Devlet Bahçeli ile Erdoğan’ı bir düğünde bir odada bir araya getirmişti. Akşener kapının önünde bekleyerek içeriye kimsenin girmemesini sağlayacak kadar “görevine” sadıktı…

Akşener’in ikbal kapısını aralayan ona hayat öpücüğü veren CHP oldu, lideri Kılıçdaroğlu, her zaman sağcıydı. Bu siyasi müktesebatı uyarınca ve sağdan oy alırım hesabıyla 15 vekilini İyi Parti kurulurken gönderdi. 15 Vekilden hiçbiri de biz niye İyi Partiye üye oluyoruz demedi, diyemedi siyasal kültürümüzde itaat ve biat da esastı… Akşener uydurma logosuyla kurduğu partisine İYİ Parti dedi, uydurmaydı çünkü eski ülkücü artıklarından tertipti. İdeolojisinde sağdan ne ararsan vardı, adeta işporta tezgahı gibiydi. Olsun devr-i istibdatta ne verirsen giderdi… Akşener bunu bildiğinden Montreux Boğazlar sözleşmesini ve Türkiye’nin empeyal kuvvetler arasındaki çatışmadan uzak durmasını savunan emekli militerlere “zevzek” diyebildi. Bu kelimeler onun düşünsel düzeyini göstermesi bakımından öğreticiydi. Zevzek sözlerinin siyasi hedefi, hem emekli militerlere hakaret, hem de saray istibdatının emekli militer avına dolaylı destekti. Akşener’in stratejisi yavaş yavaş belli oluyordu, siyasi tarihe “köpeklerle birlikte havlamak” olarak geçen ünlü İngiliz deyiminde olduğu gibi yine güç odaklarıyla hemhal oluyordu…

Büyük demokrasi tantanasıyla sergilenen bu vekil transferi vodvili, CHP’nin her zamanki hastalığının, sağa kayıyor olmasını meşrulaştırmanın kaldıracıydı. Bu durumu eleştirenlere “e ne yapalım Türkiye’nin kahir ekseriyeti sağcı” cevabını veriyorlardı. Eleştiri krizden doğuyordu ama krizi besleyemiyordu, çünkü ciddiye alınmıyordu…

Akşener her sağcının yapması gerekeni yaptı, siyasi hayatı boyunca kim güçlüyse kimin popülaritesi varsa, onun yanına koştu. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu haksız yere ceza alıp, halkı destek için Saraçhane’ye mitinge davet ederken herkesi yarıp, otobüsün üzerine çıktı. İmamoğlu ondaki bu cevvalliğin karşısında şaşkındı. Boynuna doladığı atkıya bakarken, Akşener çoktan sahneyi ve mikrofonu kapmıştı. İmamoğlu’nun ceza almasını kendi siyasi şovuna çevirdi. O siyasi şovun sonunda Ekrem İmamoğlu ile verdiği sarmaş dolaş poz bardağı taşıran son damla oldu. CHP sağa yanaşmasının acı bedelini Akşener’in dizginlenemez hırsını ve öfkesini o zaman görebildi, eleştiri yavaş yavaş ciddiye alınıyordu ama artık her şey için çok geçti… 

Oportünizmin ve “sağcılığın ilkesi yoktur fiyatı vardır” sözünün yaşayan kanıtı olan Akşener, 2001’de de AKP’nin kurucu kanadında yer almış, ancak herhalde beklediği ikbal gerçekleşmeyince, AKP’lilerle yollarını ayırmıştı)

Akşener’in millet ittifakı adı verilen amorf sosyal liberal yapı içindeki siyaseti HDP’nin ve onunla birlikte hareket eden siyasi parti ve çevrelerin olası bir yedinci ortaklığına engel olma çabası bir tür tıkaç siyasetiydi. Otoriterizmin amentüsü olan olası seçenekleri ve ihtimalleri yok et, edemiyorsan engelle siyaseti burada da çirkin yüzünü göstermişti. Bu siyasi tarz, saray istibdatının tam da istediği biçimde siyaseti dizayn etme çabasına sunulan dolaylı katkıydı. Truva atı ittifakın içindeydi, lakin gözleri güçlendirilmiş parlamenter sistem ve liberal iyimserlik bürümüştü. Liberalizm öyleydi, önce görme kaybına sonra tümden körlüğe neden oluyordu… 

Akşener ve arkadaşları katledilen faşist akademisyen Sinan Ateş’i tahrik edip İYİ Parti için örgütledi. Ateş’in kent kent dolaşıp ülkücü faşistleri İYİP için kafalamaya çalışması MHP’de rahatsızlık yaratmıştı. Ateş’in çeteler tarafından öldürülmesi sonrasında Akşener önce sessizliğe büründü. Devlette sessizlikte esastı, velev ki çıkarlar bir olsun ! Eleştirilerin ve suçlamaların odağındaki MHP’den kopmalar ve isyanlar başlayınca harekete geçti ve cinayetteki sorumluluğunu gizlemek için “Eğer Sinan Ateş gibi gençlerimizin katledildikten sonra tek adam rejiminde hala failleri bulunamıyorsa Sinan Ateşler için bir daha Sinan Ateşler katledilmesin diye birinci parti olmak zorundayız” diyebildi. 1990’larda kontrgerillanın dosyalarını soruşturulmasına izin vermeyen Akşener, 2023’te bu kez ülkücü faşistlerin cinayetinden siyasi rant elde etmeye çabalıyordu.

Truva Atı stratejisi, beşli çetenin inşaat mafyasının çıkarlarını örtük savunuculuğunu üstlenmeyi zorunlu kılıyordu. Siyasetin ve ekonominin kapkara paralarla finanse edildiği bu evre, Türkiye’nin gri listeye düşmesine neden oldu. Çelişkiler Maraş rant felaketiye bütünüyle ortaya çıkarken; liberal körlük, eleştirinin kuvvetli bir sağnağıyla dağılıyordu.. İstibdat çok korkmuştu acilen bir çare çözüm gerekiyordu… İlk çareyi kutsal bilgi ve eleştiri mecramız ekşi sözlüğün kapatılmasında sonra depremzedelerin hallerini yansıttığı için Tele 1’i 3 günlüğüne yasaklamakta buldular. Delirium anı, depremzedeler ve afette yardıma koşanların her şeyi olan sosyal medyanın yasaklanmasıyla geldi. Güç çürütüyordu. Mutlak güç mutlaka çürütüyordu..

Fakat sağanak stadları sardı ve bu kez “hükümet istifa” sloganlarıyla başlayan istibdat karşıtı söylem, şarkılı besteli ara sıra sinkaflı küfürlere kadar uzanan bir yelpazede arz-ı endam ediyordu. Gezi de öyle başlamıştı, çevre savunucularının kurduğu, birkaç nöbet çadırının yakılması halkın isyanına dönüşmüştü… Unutulmaz pankartta yazdığı gibi “direne direne halk olmayı öğreniyorduk..” Halk öyledir, geç uyanır ve öğrenir.. Ama öğrendiğini de unutmaz…

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun kullandığı “beşli çeteden hesap soracağım” söylemi, inşaat kapitalizmiyle büyüyen ve 20 yılda elde ettiği mevkileri terk etmek istemeyen baronları telaşlandırıyordu. Burjuva siyasette rüşvet ve rant da esastı, yeter ki alıcısı olsun. Gazeteci Memduh Bayraktaroğlu’nun attığı tweet’e göre Akşener’in inşaatçı oğlu Fatih Akşener beşli çeteden ihale alıyordu. Bütün bu iddialar, Türkiye’de siyaseti ve ekonomiyi içeriden ele geçiren ve biçimlendiren çıkar örgütlerinin daha çok tartışıldığı bir evrede Akşener’i Brütüs sendromuna sürükledi. Brütüs de öyledir Sezar’a son bıçağı saplarken Sezar’ın son sözü olan “sende mi Brütüs?” dediğinde muhtemelen Brütüs aklından şöyle geçirdi: “Ne yapayım saplamak istemezdim ama ortama uydum, üstelik çıkarım da bunu gerektiriyordu…”

CHP ve Altılı Masa Akşener’in kahir ekseriyet tarafından “ihanet” olarak adlandırılan hamlesiyle sarsıldı ve beşe düştü. Şimdi beşli masadalar. Saray istibdatı, siyaseti istediği gibi tanzim edebilme imkanına kavuştuğu ve siyasi hasımlarını demoralize ettiği için kıs kıs gülerken, istibdata yönelen öfkeyi bir süreliğine İYİP üzerine boca etme fırsatını da yakaladı. Akşener aslında ihanet etmedi. O aslında hep böyleydi. Hep sustu, öfkesini hep içine gömdü ve lazım olduğu anda ikbali uğruna her şeyi yaptı. Kifayetsiz bir muhteris olarak bakanlık kapılarını zorladı ve olası bir güçlendirilmiş parlamenter sistemde Başbakan olmak istediğini sürekli yineledi. Akşener ve Türkiye sağı için bizim sol tarafın birbirini suçlarken kullandığı “oportünist” kelimesi meseleyi anlamaya yetmez. Daha halk diliyle yazarsak Akşener “her cenazenin ağlayanı, her düğünün oynayanıdır” Tam da bu söze uygun olarak Akşener, kongreyi de kaybettikten sonra saç rengini değiştirerek, Saray rejimine biat etmesi Erdoğan ile içeriği belli olmayan bir anlaşmaya varması bu sözün teyidi gibidir. Erdoğan’ın istibdat rejimini tamamlamak için istediği Anayasa değişikliği için gerekli milletvekili sayısına ulaşması için destek verilmesi, Akşener’in yeni siyasi misyonu olabilir. Eğer öyleyse bu durum Türkiye sağının ihanetler silsilesine bir yenisinin eklenmesi anlamına gelir. 

Edebiyatımızın eşsiz başyapıtı Üç İstanbul’da Mithat Cemal Kuntay Hidayet karakterinin konağını tasvir ederken “her koltuğu başka milletin olan başka asrın olan konağı, memleketin tarihini okkayla, bayrağını arşınla satabilecek adamlarla dolup taşan Hidayet’in konağı” olarak tarif eder. Aydın çürümesi ve düzen yozlaşmasını dilini hiç sakınmadan kullanan Kuntay’ın romanda tariflediği siyasi atmosferin ayniyle vakisini yaşamak da varmış…

Sağ siyaset kitle tabanını halkın eğitim, sağlık ve barınma haklarının çalınması ve sonra kendisine lütufmuş gibi gıdım gıdım oy rüşvetiyle geri verilmesi üzerine bina eder ve bunu normal bir şeymiş gibi sunar. Bu çürük binanın mimarlarından Akşener de bu sağ siyasetin bir unsurudur. Kurduğu, destek verdiği altılı masayı tekmelerken hesap edemediği bir siyasal fatura ödeyebilir. Bu siyasal faturayı bir Rus atasözü çok güzel özetlemiş ““Her anını planladığın bir günün akşamında keşke bu planı yapmasaydım demek en büyük yenilgidir”

Türkiye’de siyaset, onun gerçek sahibine sınıflara ve halkın ta kendisine iade edilinceye kadar, halk kendi sözünün ve iradesinin sahibi oluncaya kadar bir takım ibretlik derslerle yeni biçimler alıyor. Bu derslerin ilkini deprem görünümlü rant katliamında ve kentsel dönüşüm yağmasında gördük. İkincisini altılı masa denilen sahte burjuva muhalefetinin içine girdiği siyasetsizlik krizinde görmedik mi ? Ders, biz ondan öğrenene kadar devam edecek…

Diğer Yazılar

Yoksulluk

EKONOMİYİ BÜYÜTME KONUSUNDA İKİ FARKLI YOL

  Mustafa Durmuş / 9 Eylül 2024 Geçen hafta açıklanan büyüme verilerini analiz ederek başlayalım: …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir