Mahir Konuk’un kaleme aldığı bu yazı, daha önce Eleştirel Kültür internet sitesinde yayınlandı, yazarın onayıyla sitemizde yayınlıyoruz.
Mahir Konuk / 03.02.2023
Türkiye’de ve Dünya’da liberal-faşist felaket kör gözleri bile uyaracak şekilde bütün hışmıyla ve geri dönüşü olmamacasına düşünce ve siyasi hayatın gündemine çöreklenince muhalif cephede en keskin görünen kılıçlar çekilmeye başlandı. İkinci Dünya Savaşının sonundan beri dillerden düşmeyen “koruyucu Devlet-Ana” ve/veya “barış içinde geçiş”, “zıtların birliği” türküleri yerini, uzlaşmaz çelişkilerin “ya hep-ya hiç” ile tempo tutulan savaş naralarına bıraktı: Kapitalizm veya komünizm, açık (veya örtülü) diktatörlüğe karşı gerçek (veya “doğrudan”) demokrasi, karanlığa karşı “Aydınlanma”, post-modern zırvalıklara karşı modernite (veya modernizm), “gerçek” olarak sunulana (“simulacre”) karşı ütopya, gericiliğe karşı ilericilik, bugüne karşı dün, bugüne ve düne karşı gelecek, “özele” karşı kamusal, topluma karşı aile ve/veya cemaat, sana karşı ben, sana ve bana karşı “öteki”, vb…
Birçokları için hiç beklenmedik şekilde çöken ölüm kadar ağır yoğun karanlık karşısında birçok muhalifin öncelikle kendini ve sermayesini (parasal veya kültürel veya sembolik – P. Bourdieu) kurtarma telaşına düştü. Sermayesini yani burjuva toplumunun kendisine bir dönem bağışladığı ayrıcalığı. Günümüzde henüz “emek-sermaye” çelişkisine dayalı sınıf savaşı türünden “tarihin motoru” olabilecek karşıtların, muhalif cephenin liberal faşist düzen yanlılarına karşı emekçi kitlelere mal olmuş mücadelede savaş düzenini belirlediğini söylemekten maalesef uzağız. Yukarda saydığım karşıtlıkların ortak bir cephe oluşturacak şekilde nasıl çözümleneceği, pratik ve teorik bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu yazımızın amacı, karanlığa karşı aydınlığın hakimiyetini mümkün kılan akıl, ve bir düşünce akımı olarak “akılcılığın” bu tür bir bütünlüğe giden yolda ne gibi bir katkı sağlayacağını tartışmak olacaktır.
-I-
İlk önce akıl, bilgi ve bilgi nesnesi sorununu üzerinde düşünmemiz gerekecektir. Akıl ve bilginin birbirleri ile çok yakın bir ilişkide olmalarına rağmen bir ve ayni şey olmadığının altını çizmemiz lazım gelir. Bilgi, kaynağı duyularla ulaşabildiğimiz bütün evrene açılan dışsallığın, melekelerimiz aracılığıyla düşünülebilir ve aktarılıp paylaşılabilir hale getirilmiş şeklidir. Akılla yani düşünme eyleminde seferber ettiğimiz insan türüne özgü spesifik oluşumla bilgi arasında özgün bir ilişki bulunmaktadır. Şöyle ki; ilk adımda evren hakkında edindiğimiz bilgilerin erişim seviyesinin artmasıyla doğru orantılı olarak, ikinci adımda düşünce biçimimiz ve onunla birlikte aklımız da yeniden şekillenecektir. Bu, şu demek olacaktır: Evrendeki bir varoluş biçimi ve bir canlı türü olan insanı tanımlarken yardıma çağırdığımız özgül faaliyet olarak akıl mevcut olmuş olsa bile, genel olarak, zaman ve mekânın üzerinde tek bir akılsal faaliyet (düşünme) yoktur. Akıl, bilgi ve nesnesi ile birlikte var olabilir ve bilimin gelişmesiyle birlikte onların evrimini izler. Akıl, ayni zamanda, her türlü bilimin içinde geliştiği şartların bir özetini sunan toplumsallık biçimleriyle de ilişki halindedir ve onun da evrimini izleyecektir. Bu anlamda, mesela, “üretici güçleri geliştirmeden var olamayan” (Marx) bu yüzden de en azından kendi varlığını idame ettirecek kadar bilimden yana olan, zaman ve mekân içinde biçimlenmiş kapitalizmin de kendine özgü bir düşünce biçimi, diğer bir deyişle biçimlendirilmiş özgül aklı bulunmaktadır. Ayni şekilde, bir “sosyalist” ve “komünist” özgül varoluş ve düşünce biçimlerinin varlığına bağlı olarak, onların aklından da bahsetmemiz mümkün olacaktır. Daha doğrusu kapitalist sistemin ve onun kendisine özgü aklının gizli ve açık bütün sansürleme faaliyetlerine rağmen, sosyalist veya komünist akıl, bir faaliyet biçimi olarak insan düşüncesine entegre olmuş ve onunla birlikte var olagelmiştir.
Özet olarak, insanlığın ulaştığı bilgi düzeyi ve toplumsallaşma seviyesi ile şekillenen ve ancak bu şekillenmeler üzerinden kendisini ortaya koyabilen akıl, insan düşüncesini mümkün kılan ve onu taşıyan bir araç olan akıl, ayni zamanda düşünceye vurulan bir sınırdır da. Bu sınır, özellikle de “akılcılık” adı verilen düşünce akımı tarafından kurulmaktadır.
-II-
O halde ikinci olarak akıl ve akılcılık arasındaki ilişki sorununu çözmemiz gerekmektedir. En genel tanımıyla akılcılık bir öncellik biçimidir; yani, dışsallığın akılsal faaliyet aracılığıyla biçimlendirilmiş özgül bir biçimi olan bilgi ve “akıl sahibi” bireylerin içinde var oldukları topluma karşı öncelliğini öngören bir düşünce akımıdır, “akılcılık”. Böylesi bir düşünce biçiminde, şeylerin bilgisi ve onlara atfedilen anlamların, doğanın bahşettiği dışsallığın zaman ve mekân bütünlüğü içinde değil ama onun üzerinde, zaman ve mekân ötesi olarak kabul gören “akılda” bir varlık kazanması mümkün görülmektedir. Diğer bir deyişle bu şu demektir: Öncelikle, materyalist düşünce biçiminin aksine bilginin kaynağı olarak maddi dünya değil ama o dünyaya bir yorum getirmekte araç olan akıl getirilmektedir; sonra ve böylece, bireyin doğa ve toplumla ilişkilerinde başlıca ilişkinin emek ve üretim üzerinden değil ama sadece akıl ve düşünce üzerinden gerçekleştiğini ileri sürmektir.
Zaman artık ileriye doğru değil ama geriye doğru bir devamlılığa işaret ederek insanları gerilemeye çağırmaktadır. Gelecek mevhumu askıya alınınca varoluş da ortadan kalmış olmakta, evren tekrar iki boyutlu haline geri getirilmiş olmaktadır.
İdeolojik planda materyalizmin karşısındaki idealizmin kampında yer alan akılcılık (rasyonalizm) ayni zamanda sınıfsal olarak taraflı bir düşünce akımıdır da. Yaşanmakta olan hayatın zaman-mekân bütünlüğü dışına taşınan belirlenmiş olan değil de tek yanlı bir biçimde belirleyen olarak akıl, içinde var olduğu yerleşik kapitalist düzeni de zaman-mekânın değişken gerçekliğinden çıkarıp tek ve evrensel gerçeklik düzeyine yükseltmiş olacaktır. Oysa ki; düşünce tarihi içinde aldığı biçimler ele alınınca idealist düşünce geleneğinin hem ürünü ve hem de savunucusu konumunda olan akılcılık, kıta Avrupa’sında içinde geliştiği ülkelerde bile çeşitli biçimlere bölünür: Almanya’da Kant ve Hegel ile birlikte daha çok “metafizikçidir” ve tefekkür vazeder; Fransa’da Descartes’ten beri “şüphecidir” ve daha çok “devrimlere” açılır; İngiltere’de ise doğrudan hayatın içine çekilmiştir ve “ekonomiye” dayanır (Ricardo). Her hâlükârda hayatın üretimi ve yeniden üretiminden koparılmış bir dış dünya ilişkisi olarak kurulmuş, onunla emek faaliyetini dışlayan veya ikinci plana iten tek yanlı bir ilişki biçiminin hâkimiyetini ifade eder. Kapitalizm, insan aklı üzerindeki hâkimiyetini, bilgiyi ve düşünce faaliyetini içine hapsettiği nihayetinde bir toplumsal entelektüel-elit tabaka üzerinden gerçekleştirir.
-III-
Aydınlanma çağı savaşçılarının mücadele aracı olan yeni bir düşünme biçimi olarak akılcılık, sabit düşünce kalıplarının ve değişmezliğin timsali olan skolastiğe karşı mücadele içinde gelişmiştir. Dolayısıyla bir değişimi öngörür ve belli bir sınıfın, “burjuva” sınıfının öncülüğünde gelişen bu değişim sadece düşünme biçimleriyle sınırlı olmayıp hayatın her alanda yürürlüğe sokulmuş bulunmaktadır. “Modernite” kavramı, “akıl” ve kapitalizm çağında burjuva sınıfı tarafından ve/veya burjuva sınıfının öncülüğünde gerçekleşen insanlık tarihinin kendisine biçtiği sınırlar içinde de olsa, insanın varlık alanlarının tümünde görülen sürekli bir değişimin jenerik adıdır.
Düşünce planında, skolastik dönemde “öküzün boynuzundaki tepsi” biçiminde tasavvur edilen iki boyutlu evrenden en az üç boyutlu evrene geçiştir modernite. Yani, yeni bir zaman-mekân düzenlenmesidir. Mekân söz konusu olunca, senyör-köylü ikilisinin gökyüzüne kayıtlı “platonik düzeyi” olarak Dünya, bireye kayıtlı “özel mülkiyet” ve burjuva sınıfına kayıtlı “Ulus-Devlet” olarak yeniden biçimlendirilmiş olacaktır. Zaman söz konusu olunca, skolastik dönemin iki boyutlu mekân anlayışıyla uygunluk içinde dün ve bugün ile sınırlandırılan “olluş” dediğimiz şey yeni bir boyut, yani “yarın” boyutu da kazanmış olacaktır. Feodalitenin sembolü olan dönüp dolaşıp geçmişe (yani yaradılışa) geri dönmeyi düşünceye ve yaşama biçimlerine empoze eden daireye karşı; burjuvazinin sembolü, devamlı bir değişimi ön gören, geçmişten başlayıp bugünden geçerek geleceğe ulaşmaya çabalayan, dolayısıyla dün-bugün-geleceğin art-ardalık kazandığı vektördür.
Her ne kadar üretim araçlarının özel mülkiyet prensibi esas alınarak rasyonel olarak yeniden düzenlenmesinin sonucunda “devrimci” sayılabilecek bir gelişmesini öngörmüş olsa da; yine, her ne kadar bireyin ve toplumun hayatında sürekli bir değişimi zorunlu kılmış olsa da modernite, (feodaliteden burjuvazinin hâkimiyetine geçiş dönemini saymazsak) geleceğe dönük olarak değişimci olsa da, tarihsel bir oluşum olarak dönüşümcülüğü temsil etmez. Kapitalist aklın düşünceye ve toplumsal hayata uyarlanmasının göstergesi olan moderniteye bağlı bir değişim vektörü, kapitalizmin insanlık tarihi sahnesindeki ömrü kadar yol izler. Bu yol ise ileriye doğru gerçekleşen bir sıçramayı mütakiben gerçekte dairesel bir yörünge izlemektedir: Kapitalizmin değişimi kendisidir. Yani onun geleceği geçmişine, vektörü daireye geri döner.
Dördüncü olarak ele almamız gereken konu post-modernizm (veya post-modernite) sorunu olacaktır. Post-modernizm bir yanıyla tarihsel kopuşun ifadesidir: Bir tür burjuva ideolojisi olan modernizmden, onu mümkün kılan zaman ve mekân mevhumlarının bütünlüğünden ve bu bütünlüğe bağlı (onu mümkün kılan) akıl yürütmelerden kopuş.
Burjuva devrimleri; sahibi gökyüzündeki “Babamız” olan , ama yeryüzündeki senyör ve rahiplerin tasarrufuna verilen Dünya’yı, “burjuvanın” şahsında BİREYE “özel mülkiyet” olarak geri vermişti. “Kentsoylu” (burjuva) birey olmanın ölçüsü, bu durumda, üretim faaliyetini ele geçirerek yeni değer yaratımı üzerinden mülkiyetin ölçü birimi olan para miktarını yani sermayeyi sınırsız bir biçimde arttırmak olacaktı. Bu iki yolla gerçekleşebilirdi ve öyle de oldu:
-Kapitalist-burjuva, kendi sınıf hakimiyetini gerçekleştirmek ve sağlamlaştırmak üzere, bir yandan üretici güçleri (bilim teknikteki gelişmelerin uygulanmaları sayesinde üretim araçlarını ve buna bağlı olarak bu araçları kullanan işgücü sahiplerinin eğitim ve öğrenim düzeylerini) geliştirmek zorundaydı ve öyle de yaptı. Diğer yandan, değer yaratma (veya sömürme) sürecinde mülkiyetinin hacmini artırmak amacıyla sermayesini, üretime kattığı işgücü potansiyelinin artışı oranında toplumsallaştırmak (iş yerleri ve fabrikalar tasarlayıp inşa etmek) zorundaydı ve öyle de yaptı. Bu iki yatırım alanı Marx’ın tabiriyle iki tür sermaye yatırımına tekabül etmektedir: Değişmeyen ve değişen sermayeler. Yine Marx’ın deyişiyle kapitalizmin ilk dönemini kapsayan modernizm çağında değişmeyen sermayenin artışı ile değişen sermaye artışı birbirleriyle ters orantılı olarak gelişmektedir. Bu demektir ki; gelişiminin belli tarihi bir aşamaya geldiği durumda “ilerleme” mevhumunu “sermaye artışı” olarak tasarlayan kapitalizmi kapitalist yapan şartlar ortadan kalkmaya doğru evrimleşmektedir. Bu gerçeği somut olarak özellikle de “ileri kapitalist” ülkelerdeki üretime yatırılan ve işgücü sömürüsü sayesinde değişen sermayedeki ve buna bağlı olarak istihdam edilebilen işgücündeki azalma olgusunda gözlemlemekteyiz. Anlaşılabileceği üzere bu aynı zamanda sermayenin toplumsallaşarak ilerleme imkânının sonuna gelindiğinin de göstergesidir.
Sermaye artık spekülatif bir artışa, yani üretim sürecini “kısa devre” yapan bir artışa yönelmiş bulunmaktadır. İlerleme ve toplumsallaşmadaki bu tarihsel kopuş, ayni zamanda “modernizm” çağından “post-modernizme” geçişteki kopuşa da karşı gelmektedir. Bu kopuş ayni zamanda burjuvazinin hâkimiyetinde Dünyanın her yerinde kurulmaya başlayan “Ulus-Devletlerin” sonunu da hazırlamaktadır. Sermaye küreselleşerek ve üretim alanından ileri kapitalist ülkelerden başlayarak “Ulus-Devlet” formasyonundaki toplumsal yapılardan çekilmeyle bu sonu hazırlamış bulunmaktadır.
Ulus-Devletlerin zayıflaması üç önemli olayı da beraberinde getirmektedir: 1) Sermayenin üretimden çekilmesiyle işgücünün sosyalleşmesinin, yani emekçi bireylerin bu gibi toplumsal yapıların içerisinde gerçekleştirdikleri toplumsal entegrasyonlarının şartlarının da azalmış olmasıyla birlikte, kapitalist dünyayı mümkün kılan “trade-union”un, diğer bir deyişle ulus-devletler çatısı altında sınıfsal işbirliğinin şartlarını da ortadan kaldırmıştır; 2)Kapitalistler “modern” dönemde sosyal güvenlik kasalarında biriken ve emekçilerin yaşam düzeylerinin iyileşmesine imkân sağlayan sosyal güvenlik tasarrufunu barbarca talan etmiştir; 3) Kötüleşme dönemi de diyebileceğimiz “post-modern” dönemde “burjuva demokrasileri” liberal-faşist diktatörlüklere evrilerek “insan türü” açısından top yekûn jenosider bir yok edişe yönelmiş ve bu yok edişe karşı direniş sürecinde sermayenin hâkimiyetini sürdürme yoluna gidilmiştir.
Kapitalizm, insan aklı üzerindeki hâkimiyetini, bilgiyi ve düşünce faaliyetini içine hapsettiği nihayetinde bir toplumsal entelektüel-elit tabaka üzerinden gerçekleştirir.
-Diğer yandan, kapitalist sistemin ve onun özgül aklının kendisini ortaya koyuş biçimlerinden birisi olan modernizmde izlediğimiz ikinci kopuş, onun yeni bir zaman-mekan düzenlenmesini mümkün kılan ve ilerlemeyi temsil eden VEKTÖR doğrunun, post-modernizm ile birlikte havaya uçmasında gözlenmektedir. Vektör, burjuva devrimleri milat olarak kabul edilmek kaydıyla zamanı kimlikleyen üç anın, geçmiş-şimdi ve geleceğin, mekân içinde artardalığını temsil eder. Bu ayni zamanda “ilerlemenin” veya gelişmenin de sembolü durumundadır ve kapitalist yapının ilk döneminin oluş biçimiyle doğrudan ilintilidir. Sonuçta bu “ilerlemeci” yapının sekteye uğramasıyla birlikte havaya uçurulmuş bulunmaktadır: Geçmiş ve şimdiki zaman tek bir anın gerçekliği içinde aynı anda ve yan yana getirilmiş, zaman boyutunun devamlılığını belirlemede geçmiş, gelecek aleyhine önem kazanmaya başlamıştır. Bu modernizm ile birlikte üç boyutlu bir hal alan dünyasal zaman-mekânın tekrardan iki boyuta indirgenerek öküzün boynuzlarına geri dönüşünü de belgeler.
Aydınlığı karanlığa dönüştüren insanlık tarihindeki bu gelişme, yaşam çizgileri “modernist” bir kültür içinde yoğrulmuş olan bireylere “tarihin sonu” tezleriyle ilan edilmiştir. Neo-liberalizmin “tek düşünce biçimi” olarak bütün dünyada resmi ideoloji haline getirilmesi, böylece aşırı bireyleşmenin toplumsallaşma kaybına neden olacak şekilde zamanımızda teşvik primleri alması diğer bir önemli göstergedir.
-V-
Post-modern denilen dönemin sorunlarına eğilirken çözmemiz gereken sorun öncelikle, post-modernist denilen düşünce akımının diğer bir düşünce akımı olan modernizmle ayrılık noktalarının bir yekününü çıkarmak değildir. Bu şekilde olaya çok yüzeysel yaklaşmak, post-modern denilen dönemde ortaya çıkan sorunları çözülemez hale de getirecektir. Buna karşı önerimiz bu iki düşünce akımını ele alırken, yukarıda “akılcılığı” tartışırken yaptığımız gibi, kendilerini taşıyan tarihsel ve toplumsal süreçleri de hesaba katarak akıl yürütmek olacaktır.
Böyle bir yaklaşımda ilk adımda ortaya çıkan manzara şudur: Her şeyden önce modernizm ile post-modernizm arasındaki tartışma iki burjuva düşünme ve eyleme tarzı arasındaki tartışmadır. Diğer yandan bu tartışma, kapitalizm ile mücadele içinde kendisini ortaya koyan ve toplumların ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerini de yakından ilgilendirmektedir. Çünkü her iki düşünce akımının da üzerinde yükseldiği genel işleyişi bakımdan ayni kalan ortak bir yapı vardır: Kapitalizm. Bu yapının içinde, ama ona karşı mücadele ederek var olabilen ve varlığını sürdürmeyle yükümlü emekçi halk kitleleri için kapitalizmin alabildiği toplumsal ve tarihsel biçimler birinci derecede önem taşımaktadır.
Önce de belirttiğimiz üzere, genel geçer ve hâkim düşünme ve yaşama biçimlerinin ifadesi olan modernite, kapitalizmin doğuş ve gelişme dönemiyle ilgilidir: Feodalizmle olan tarihi hesaplaşmasında insan aklını seferber ederek üretim araçlarının gelişim sürecinde entelektüel alanda ve yaşam tarzında devrim üstüne devrim gerçekleştiren kapitalizm, ayni zamanda insan toplumunun rasyonel bir yeniden örgütlenmesinin resmidir de. Bu rasyonel örgütlenme, insanlar arası ilişkileri hayatın üretimi faaliyeti içinde her atılan adımda yeniden düzenleyerek, dolayısıyla toplumsal sınıfları yeniden tanımlayarak gerçekleşir.
Kapitalistler açısından toplumsal ilişkilerin üretim süreci içinde işleyiş mantığı PARA-MAL-PARA şeklinde düzenlenmiştir ve tek bir anlam taşımaktadır: Kapitalistlerin tasavvurundaki sermayenin yani paranın hacminin arttırılması. Bunun yanında işgücü taşıyıcısı emekçilerin de, sistemin bütününe entegre olmuş ama kapitalist işleyişin mantığı ile taban tabana zıt ve hayatın devamını amaçlamayla anlamlandırılan bir mantığı bulunmaktadır: MAL-PARA-MAL. Bir kapitalist için üretime katılmak ancak sermaye artışı için gerekli olmasına karşın, emekçi için üretime katılmak hayatta kalmak için bir zorunluluk halidir. Sermayenin var olabilmesi için üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ve onun üzerinden mülkiyet sahibi bir bireyin (veya bireyler ittifakının) var olması yeterlidir. Bu yüzden, bir tarihsel süreç olarak devam edebilmesi ancak bireyselliğin seviyesini devamlı arttırarak ve yaygınlaştırarak mümkün olabilecektir. Emekçinin var olması için işbölümüne dayalı bir üretim süreci illa ki gereklidir ve bunun için toplumsal bir bütün yaratmak gerekecektir. Dolayısıyla üretim sürecindeki hedefi “kullanım değeri” (mal) yaratmak olan işgücü taşıyıcısı emekçi için toplumsallaşma sürecinin sürekliliği ve neticede kendi iç mantıksal hedefi olan komünist toplumsallığa ulaşmak, zaman içinde bir devamlılığın ön şartıdır. Kaldı ki bu ön şart ayni zamanda bütün insanlık için de gereklidir.(Bu yüzden, “proletarya bütün insanlığı kurtarmadan kendisini kurtaramayacaktır” – Marx, Engels)
Kapitalizmin üretici güçleri sürekli devrimcileştirmeden var olamayacağını (Marx) belirtmiştik. Bu olgu, kapitalizmin bir toplumsal sınıf olarak kendisini empoze ettiği doğuş ve gelişmesiyle ilgili bir durumdur. Ancak, sermayenin üretime sokularak artırılmasını öngören (ki bu ayni zamanda sermayenin toplumsallaşmasını, dolayısıyla işçi sınıfının nicel ve nitel olarak gelişmesini de beraberinde getirecektir) doğuş ve gelişim dönemini ilgilendirmektedir ve insanlık tarihinin değişmezi olan düz tarihsel devamlılığa işaret etmez. Üretici güçleri sürekli devrimcileştiren ve böylece sermayeyi doğru orantılı bir biçimde sosyalleştirerek geliştiren kapitalizmin önüne, çözülmesi değişimden çok DÖNÜŞÜM gerektiren yeni bir sorun yumağı daha çıkarmaktadır. Şöyle ki; 1) Sosyalleşerek artan sermaye, üretici güçlerin devrimcileşmesiyle ters orantılı olarak kendi kar marjından kaybetmek durumundadır (Kapitalist rantın azalma eğilimi- Marx); 2) Emekçiler nicel olarak ve bilinç seviyelerinin gelişimi açısından (yani tarihsel bir dönüşümün öznesi olarak) hazır duruma gelmektedir. Marx bunu üretici güçlerin gelişmesiyle üretim araçlarının mülk edinmesi (üretim ilişkileri) arasındaki çelişkiden çıkarak açıklar. Ayni zamanda bu durum süreklilik kazanmış bir krizler çağı olan post-modern dönemin ortaya çıkışını ve resmi ideoloji olarak kendisini kabul ettirmesini de açıklar.
Post-modern olarak adlandırılan dönem, kapitalizm açısından ölüm çanların çalındığı, kendi tabiatının bir gereği olarak hayatın her alanında çürüme ve kokuşmanın arttığı genelleşmiş ve süreklilik kazanmış bir krizler dönemdir. Bu dönemde dünyanın bütün kaynaklarıyla özelleştirilmesi artmış ama bununla birlikte sermaye ve mülk sahiplerinin sayısı da, sahip olunan sermaye miktarının çokluğu ile ters orantılı olarak azalmış bulunmaktadır (Dünya ölçeğinde de olmak üzere). Belirttiğimiz gibi değişken sermayedeki bu azalma eğilimi ile genel anlamda sermayenin toplumsallaşması da durgunlaşmış veya top yekûn inişe geçmiştir. Sonuçta, sürekli üretim dışına atılan fazla nüfus artışı ve onunla birlikte gün be gün derinleşen yoksulluk artışı gözlemlenmektedir.
Bir krizler çağı olan post-modern dönem başlıca bütün insan varlığını tehdit eden iki şeyin yavaş yavaş kayboluşuna sahne olmaktadır: Toplumsallık ve gelecek mevhumu. Her ikisinin birden devreye sokulmuş olması, kapitalizmin insanlık tarihinde oynayabileceği “ilerlemeci” rolünü tamamladığına işaret etmektedir. Kapitalizm, içinde bulunduğu ekonomik ve antropolojik açmazlar gereği “havlu atmak” ile “ölürken öldürüp bir an olsun fazla yaşamak” arasında seçim yapmak zorunda kaldığında ikinci şıkta karar kılmış bulunmaktadır. “Post-modernizm” denilen söyleme ve eyleme biçimi bizlere işte bu yok olurken yok etme mantığının hikayesini anlatmaktadır.
-VI-
Post-modernizm kavramının “post” ön eki (préfixe) bir oluş biçiminin SONRASINA (ötesine) işaret eder ve bir anlamda “aşkınlık” (ilerleme veya yeni bir oluşuma geçiş anlamında) haline gönderme yapar. Bu anlamda “post-modernizm”, topyekûn bir ilerleme ve değişime karşı gelen modernizmi de aşan bir sonralık olarak anlaşabilecektir. Ancak yukarda özetle tanımını yaptığımız şartlara uygun olarak bir “hortlak” gibi ortaya atılan bu kavramın işaret ettiği dönemin somut şartları göz önüne alınınca ve bu kavramın günümüzde aldığı içerik ve işleve bakılırsa, ortalama bir zeka sahibi bile gerçekte olup bitenin bunun tam tersi istikamete, yani “önsellik” belirleyen “pre” ön ekinin “post” ön ekinin yerini alması gerektiğini (tıpkı “pre-kapitalist” veya “pre-modern” de olduğu gibi…) teslim edecektir.
Zaman artık ileriye doğru değil ama geriye doğru bir devamlılığa işaret ederek insanları gerilemeye çağırmaktadır. Gelecek mevhumu askıya alınınca varoluş da ortadan kalmış olmakta, evren tekrar iki boyutlu haline geri getirilmiş olmaktadır. Yeni düzende şimdiki zamanda her ne pahasına olursa olsun hayatta kalabilmek esastır. İlerleme (gerileme demek daha uygun olacaktır) sadece; bireysel içsellikte şuur altına (şuur dışılığa demek belki de daha doğru olacaktır), toplumsal dışsallıkta da ise geçmişin (uzak geçmişin demek daha doğru olacaktır) normlarına doğru gelişebilecektir. Zamandan GELECEK mevhumunun çıkarılması GEÇMİŞ ile ŞİMDİKİ ZAMANI ardardalıktan çıkarıp yan yana getirmiş bulunmaktadır. Bu yan yanalıkta BEN, her şeyin ölçüsü olarak bütün Evrenin yerini almış bulunmaktadır. Geçmişin biçimleri ise her şeyin ölçüsü olan BEN için bir değerler skalası oluşturmaktadır.
Hayatın bütün alanlarını düzenleyen bu daha çok “pre-kapitalist” dönemin özellikleriyle tanımlanabilen ama “post” ekiyle ifade edilen şey olmaktadır artık. Örneğin, düşünce planında yaratılış teorisiyle evrim teorisinin eşitlenmesine şahit olduğumuz bir “Nuray Mert” olayı tesadüfi bir olgu olmadığı gibi, sırf kahramanın “kötü niyeti” ile açıklanacak bir olay da değildir. Arkasında sonuna gelinmiş ve “tek demokratik toplum biçimi” olduğu iddia edilen kapitalist dünya sistemini devam ettirme projesinin bulunmaktadır ve “akıl dışı” gibi görülen bu tavır bu projenin sadece bir parçasıdır. Siyasi planda, Türkiye’de gözlemlediğimiz “Osmanlılaşma” çabalarıyla geçmişin mutlakıyet rejiminin yeni bir mizanseni; Fransa’da ite-kaka başa getirilen bir şarlatanın (E. Macron) kendisini “Jüpiter” ilan edip “Versailles” da yıllık maskeli balolar düzenlemesi ve Papa’nın eteğinin altına saklanmaya çalışması; DAEŞ gibi bir Ortadoğu halklarını imha makinesinin küresel oligarşi tarafından yaratılıp ortalığa sürülmesi, vb. aynı projenin gösterilerinden birkaçıdır.
Toplum ve nihayetinde bütün İnsanlık için GELECEK mevhumunun askıya alınmasını, bir “Büyük Patlama” (Bing-Bang) ile ileri atılan Evrenin geriye sarması ve tıpkı “kara delikler”de gözlemlendiği üzere kendi üzerine çökmeye başlaması metaforu ile açıklamak mümkündür. Böylece, varoluş biçim kaybı ile birlikte yok oluşa dönüşmeye başlamştır artık (Etraflı bilgi için bkz: “Denge ve Devrim”): Bir “ileri atılım” gibi ortaya çıkan “modernite”, geçmişe çanak tutan “post-modernite”tarafından; toplum, beyin ölümü gerçekleşen kapitalizm tarafından; birey, “ötekini” toplumla birlikte devreden çıkaran bireycilik tarafından, akıl ise dini inanç tarafından kemirilmektedir.
Geçmişle mevcut olanı yan-yana ve birbirleri ile eşit şeylermiş gibi görüp gösteren ve böylece bütün bu yok oluşu yönlendiren “post-modern” akıl, tam bir algısal ve kavramsal kargaşa yaratmış bulunmaktadır. Bireyciliğe, gericiliğe ve kapitalist sisteme göreceli olan bu kargaşada, neyin gerçek-neyin sahte, neyin doğru-neyin yanlış, neyin ahlaki-neyin ahlak dışı, neyin güzel-neyin çirkin olduğu birbirine karışmış ve bu kargaşa ortamı “demokrasinin tecellisi” olarak tanımlanmış, diğer bir deyişle mutlak anlamda NORMALLİK olarak lanse edilmiş bulunmaktadır. Son on yılda Türkiye’de geometrik şekilde artan veya serpilen ve insan aklını her çeşit dini hurafenin yerine koyan dini tarikatların kollanıp cesaretlendirilmesi; parlamentonun her türlü hırsızlık, yolsuzluk, tecavüz, çocuk istismarı, kadın cinayetleri, cinayet gibi gerçekleştirilen iş kazalarını “aklama merkezi” haline getirilmiş olması, “gerçekleştirilmiş” olan sahte darbe ve seçimler, bütün bu yapılanlar karşısında mevcut kargaşayı ve onu taşıyan siyasi iktidara payanda olmaktan başka bir işlevi olmayan sahte bir muhalefet, vb. bunun en açık örnekleridir. Neticede, bir “ölüyü” (kapitalizm) canlı ve işleyen bir mekanizmaymış gibi insanlara kabul ettirmenin ürünü olan “post-modern” akıl, kendi “akıl-dışılığını” siyasi bir diktatörlük rejimi altında da garantiye almış bulunmaktadır. Biz, post-modern döneme endeksli diktatörlüğü liberal faşizm olarak tanımlamaktayız.
Bu durumda ne yapmalı, nasıl bir mücadele yörüngesi izlenmeli? Şimdi de kısaca bu konuya değinmeye çalışalım.
-VII-
İçinde bulunduğumuz durumda, bütün felaket dönemlerinde olduğu genel olarak muhalif olanların gösterdiği refleks genellikle, var olanı reddetme ve yerine yenisi ikame edilene kadar eskinin “denenmiş” biçim ve öğretilerini tek mücadele aracı olarak görüp korumaya sarılmak olmuştur. Nitekim, bugünlerde de böyle davranılmakta, bir kesim düşünce ve siyaset insanı, ölümlerinin üzerinden şu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hala bir söyleme ve eyleme biçimi olarak “modernizmi”, düşünme biçimi olarak “akılcılığı” (rasyonalizm) bayraklaştırmakta ve onları mücadele aracı olarak görmekte ve göstermeye çalışmaktadır. Bu tavır anlaşılabilir bir şey olsa da, günümüzde karanlığa, tutuculuğa, skolastik düşünceye karşı mücadele ve insanlığın “ilerlemesinin” önünün açılması açısından asla kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü muhalefetin, karanlık zebanilerinin özellikle gözlerden gizlemeye çalıştığı, en etkili ve büyük kozu yeni ve ileriye dönük bütün gelişimler ve imkanlılıklardır. Güçler dengesinin içinde bulunduğumuz olumsuz görünen hali göz önünde tutulursa, sadece mevcut olanı savunma ve kendini onunla sınırlandırma gibi bir muhalif yapı, son birkaç on yılın deneylerinin de bize öğrettiği gibi, yerleşik kurumsal muhalefeti yerleşik düzenin temel direklerinden birisi haline getiren liberal faşist rejimlerin ekmeğine yağ sürmekle sonuçlanmıştır. Ayrıca bu tavır, gerçek bir muhalefetin kurulup serpilmesini sürekli ertelemeden başka bir işe yaramamıştır. “Akılcılık” felsefesine geri dönüş çağrıları bunun en açık örneklerinden birisidir. Daha öncede de değindiğimiz gibi “akılcılık” insanlar arası ilişkileri sadece düşünce eylemi üzerinden mümkün görmektedir. Örneğin, insan yaşamının bütün boyutlarını birleştirebilen, dolayısıyla “ilerleme” olgusunun başlıca sahnesi olan üretim ilişkilerinin düşünce eylemi üzerinde gerçekleştirdiği doğrudan ilişkiyi hesaba katmaz. Ne var ki; günümüzde insan aklına ve onun gelişmesine vurulan zincirlerin kilidi üretim faaliyeti üzerinde düğümlenmektedir.
Açıktır ki amacımız, “Aydınlanma” hareketi ile birlikte sökün eden ve İnsanlığın kültür ve düşünce mirasını yok saymak, gerekirse onların üzerine basaraktan yükselmeden imtina etmek değildir; ama onları bugün gördükleri tek yanlı sınırlama işlevi dikkate alındığında, içinde yaşadığımız toplumsal ve düşünsel pratiğinin önünde engel teşkil etmekten çıkarmak gerekmektedir. Bu amaçla yapılması gereken onları adım adım yeniden tanımlayarak düşünce tarihinde yerli yerine oturtmaktır.
Bu adımlar sırasıyla şunlar olacaktır:
-İlk aşamada yapmamız gereken “akıl sahibi”, düşünme eyleminin öznesini özgürleştirmek (bu “özne” pratik hayatın sorunlarıyla kariı karşıya bulunan bir birey de olabilir elbette) ve ona iş görebilme yetisini tekrardan sağlamak olacaktır. Bu yolda ilk adım, öznenin Evreni algılamaya yarayan duyu yetilerimize özgürlük tanımakla, diğer bir deyişle bilimsel bir gözlem yapabilme yetisini yeniden kazanmakla gerçekleştirilebilecektir. Bu ise iki şartla mümkün görünmektedir: 1) Gözlemci özneyi içine düştüğü kargaşanın karanlığından kurtarıp önünü aydınlatmak, yani her türlü dini, milli, etnik, felsefi ve sınıfsal ön yargılardan uzaklaştırmak; 2) Gözlemin “objesini” yani bireyin dışsallığını teşkil doğal ve toplumsal evreni, yeniden indirgendiği iki boyutlu olmaktan kurtarıp tekrar üç boyutlu olarak tasarlamak; diğer bir deyişle zamana gelecek hakkını iade ederek, “tekçi” (monist) ve materyalist bakış açısını restore etmek; 3) Özneyi, gözlenen Evrenin içine yerleştirerek onun davranışlarını gözlem yapma eylemi sırasında sonuca yapabileceği etki açısından da sorgulamak.
İkinci olarak, akıl yürütmelerimizde ilkesel olarak, gözlemlerimizde kendisini YENİ ve BİLİNMEYEN olarak görülenden hareket etmek gerekmektedir. Bilimsel metodu ve bu metot izlenerek ortaya atılan doğa ve toplum yaslarını içine sokuldukları sis perdesinden kurtarmanın başlıca yolu bugün, bazı durumlarda “Amerika’yı yeniden keşfetmek” ile sonuçlanmış olsa da, budur. Bilim dediğimiz şey Evren üzerine daha önce edindiğimiz şeyle sınırlı olmadığı gibi, bilimsel tavır dediğimiz şey de yerleşik yasa ve varsayımların doğruluğunun deneylerle tekrar ve tekrar ispatlanmaya çalışılması da değildir. Yerleşik kural ve varsayımların sürekli şekilde gerçekleştirilen yeni gözlemlerden (olgulardan) hareketle sorgulanması gerekmektedir.
Üçüncü olarak, her akıl yürütme faaliyetinin ve onun İnsanlığa bahşettiği bilgi düzeyi gelişiminin olası toplumsal sonuçları da sorgulanmalı ve genel olarak akıl yürütme faaliyetinin doğrudan bir parçası olarak ele alınmalıdır. İçinde bulunduğumuz düşünsel karanlığın sorumlusu insan toplumunu kendi belirli sınırları içine hapseden kapitalist sistem ve bütün bilimsel kurum ve faaliyetleri kasasına kilitleyen sermayedarlar sınıfıdır. Ne bireyler arası ilişkilerin yaşam araçlarının özel mülkiyeti temelinde belli bir tür düzenleyiş biçimi olan kapitalizmin, ne de tek varlık biçimi her ne pahasına olursa olsun tıpkı bir kanser tümörü gibi “çoğalma” olan sermayenin, bilimin (ve genel olarak düşünce ve sanat faaliyetinin) kendi iç dinamiklerine bağlı olarak, kelimenin tam anlamıyla ÖZGÜRCE gelişmesinde zerrece bir çıkarı yoktur. Bu sebeple içinde bulunduğumuz durumda aklın özgürleştirilmesi, bilimin ve buna bağlı olarak İnsanlığın ilerlemesi, onları kapitalizmin buyruğundan kurtarmak ve özgürce gelişmelerine uygun toplumsallık biçimini restore etmeye çalışmakla mümkün görünmektedir. İnsan aklını kapitalizmin egemenliğinden kurtarmak, bireyin ruh sağlığının koruması için de özel bir öneme sahiptir (Teferruatlı bilgilendirme için bkz. “Tabip ve Hasta Adam – Denge ve Devrim). Akıl sahipleri ve özellikle de bilim adamları, yaptığı gözlem ve akıl yürütmelerinde ancak ve ancak olgular önünde ve hiçbir sansüre tabi kalmadan özgürce davranmak zorundadırlar. Ayni zamanda, her ne kadar düşünce eyleminin özneleri olarak yaptığı gözlemlerde kendi öznelliğini hesaba katmak zorundalarsa da, çalışmalarının doğuracağı toplumsal ve ekolojik sonuçlarından da sırada bir toplum üyesi olarak hesap verme durumundadır.
Sonuç olarak, günümüzde, akıllılık veya akıl dışılık ve/veya aydınlık-karanlık sorunu sadece düşünebilme yetisinin seferber edilip edilmediğinden veya “aydınlanmacı” düşünüp “modern” bir tarza sahip olmaktan çok, gözleyen ve yapabildiği gözlemden çıkarak akıl yürütebilen öznenin hangi mekân-zaman birlikteliğine konuşlanmış olduğuna bağlı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, kokuşmuş cesedini geçmişten ithal ettiği “karanlıkla” örtmeye çalışan yerleşik kapitalist düzenin çizdiği sınırlar içinde mi düşünüp ve eyleyeceğiz? Yoksa bu kokuşmuşluk ortamında yeşermekte olan “kapitalizm ötesi” (post-kapitalist) komünist bir geleceğe konuşlanarak onun bize tanıdığı bütün özgürlük ve imkânları arkamıza alarak bütün düşünme ve algılama melekelerimizi seferber ederek, eş zamanlı olarak hem kendimizi ve hem de bütün insanlığı içine sokulduğu karanlıktan çıkarabileceğiz? Soruna bu açıdan bakıldığında açıkça görülebileceği gibi insan akılının özgürleştirilmesi sorunu “Aydınlanma Çağında” şahit olunduğu türden Büyük Fransız Devrimi veya Ekim Devrimi çapında bir politik mücadele sorunu; yani, kapitalist düzenin yerini tek başına bütün insan toplumuna karşı gelen komünizme bırakma sorunudur.