Ümit ÖZDEMİR / 24.12.2022
Gıda fiyatlarının yükselişi ve gıda güvenliğinin yok edilmesinin Türkiye tarihinde uzun bir geçmişi var. Kadim Anadolu’nun bereketli toprakları üzerinde egemenlik kurmuş devletler, devletçikler ve imparatorluklar imparatorluklarının gıda teminini Anadolu coğrafyası üzerinden şekillendirirken, artı ürünün pay edilmesi ve dağıtımı da bu devletlerin siyasi yapılarını belirleyen ana unsurlardan biri oldu.
Türkiye’de tarımın çökertilmesi olgusu, emperyalizme bağlı gıda tekellerinin Türkiye tarımını tasfiye etme kararını aldığı 1980 askeri darbesiyle biçimlendi. Ancak emperyalizmin stratejisi, tarımsal yapıların tasfiyesini zamana yaymak, mümkün olduğunca bir devlet politikası haline getirmek ve Uluslar arası anlaşmalarla tasfiyenin hukuki zeminini oluşturmaktı. IMF-DB-GATT anlaşmalarıyla gıda emperyalistleri tarımsal ürünlerin elde edilmesinde kilit rol oynayan, üreticiye destek sağlayan kuruluşların kapatılmasını kapsayan bir yol izledi. Yazımızda bu yolun ara duraklarını, o ara duraklarda kimlerin hangi politik rolleri oynadığını tartışmaya açarak, bir bilanço çıkarmaya çalışacağız.
Tarımsal yapıların tasfiyesinin miladı : 12 Eylül askeri darbesi
Tıp dilinde “ayırıcı tanı” adı verilen hastalığın kökenlerini, etyolojisini anlamaya çalışan bir yaklaşım vardır. Toplumları da yaşayan birer organizmaya benzetirsek, pekala Türkiye tarımının tasfiye edilmesinde ayırıcı tanının ne olduğunu anlamamız kolaylaşacaktır. Türkiye’de tarımsal yapıların tasfiye edilmesi için atılan ilk adım, sahada çiftçiyi daha verimli üretim için eğiten ziraat mühendislerinin görevlerinden alınması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ziraat mühendislerinin yokluğu, aynı zamanda tarım rekoltesi için kritik önem arz eden tarımsal bakımın, zararlılarla mücadele ve sulama yöntemlerini de içeren eğitim süreçlerinin bitirilmesi anlamına gelir. Makro politikada ise Türkiye tarımının tasfiyesi için şu adımlar atıldı:
Destekleme alımlarının kapsamını daraltmak: Bu adımla Türkiye’de küçük çiftçiliğin soluk borusu kesildi. Destekleme alımlarının adım adım kapatılması ile çiftçilerin üretim güvencesi yok edildi. Bunun dolaylı etkilerinden biri de Türkiye’de kır-kent nüfus dengesinin kentlerin aleyhine bozulmasıydı. Türkiye’de ilk kez 12 Eylül darbesinden sonra 1985 yılında, kentte yaşayan nüfus kırsal alanda yaşayan nüfusu geçti ve bu eğilim günümüze kadar artan oranda varlığını devam ettirdi. Kentlerdeki bu yığılma ve aşırı nüfus patlaması Sovyet devriminin önderlerinden Troçki’nin “Kapitalizm, kentin köyü yok etmesidir” belirlemesinde olduğu gibi biçimlendi. Bir düzenleyici kurum olarak Toprak Mahsulleri Ofisi’nin tasfiyesi, depolarının atıl kapasite olarak bırakılması, IMF/DB politikaları ile birlikte düşünüldüğünde anlamını bulur.
Köylünün ürününü hasat sonrası bekletmeden satın alan TMO, çiftçinin ve küçük köylünün tüccar sömürüsüne maruz kalmasına engel olan kurumlardan biriydi. 1988 yılına kadar çiftçiyi destekleyen bir kurum olan TMO, bünyesinde birçok ürün uzmanını istihdam ederek bu alanda bir bilgi birikimini de temsil ediyordu. Emperyalizme bağlı bir iç olgu olarak askeri darbe sonrası iktidara gelen dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın serbest piyasacı tutumuyla sarf ettiği “Madem ki herkes ihtiyacını piyasadan alıyor. TMO’da oradan alsın” sözleriyle TMO’nun borçlandırılmasının önünü açtı. İç piyasadan yeteri kadar borç bulamayan TMO, dış piyasadan yüksek faizle borçlandırıldı ve sonunda iflas ederek tarihe karıştı. Neoliberalizmin vahşi mantığına kurban edilen TMO’nun tasfiyesiyle küçük köylünün tüccar-banka sömürüsüne maruz bırakılmasının önü sonuna kadar açıldı.
Girdi sübvansiyonunu düşürmek: Bu neoliberal politika, destekleme alımlarının kapsamını daraltmayı tamamlayan bir saldırıydı. Tarımda en önemli maliyet kalemlerinden biri olan gübre, mazot, sulama masrafları v.b gibi kritik önemdeki harcamalar ve tarım bakanlığının bunun için ayırdığı bütçe, zaman içinde küçültüldü. Genel bir politika olarak çiftçinin borçlandırılmasının ortaya çıkması, 5 Nisan 1994’te alınan kararlarla biçimlenen ikinci neoliberal dalgadır. Burada özellikle taban fiyatları, girdi ve üretim maliyetlerinin altında tutularak çiftçi borçlandırılmıştır. Maliyetin altında açıklanan taban fiyatları politikası, 1999 yılında buğday fiyatlarına % 28.6, 2000 yılında % 27.5 artış uygulanırken girdi fiyatlarındaki artış, 1999 yılında %39.2; 2000 yılında % 74.9’a yükseltildi. Girdi maliyetlerinin taban fiyatlarının altında bırakılması ile oluşan açık, banka kredileriyle ikame edildi. Tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi ile birlikte köylülüğün kırsal üretimden koparılması, borç tuzağına düşürülmesi ve iflasa sürüklenmesinin temelleri atıldı. Özellikle 1998’de IMF ile imzalanan yakın izleme anlaşmasıyla emperyalizme bağlı iç olgular, Türkiye tarımının özellikle hububat tarafını çökertmeye başlamıştır.
Borçlandırma siyasetinin dolaysız etkisi çiftçilerin üretim için borçlanmasında gördüğümüz girdi sübvansiyonunun düşürülmesi ve sübvansiyonun yerini banka kredilerinin ve lütufmuş gibi sunulan tarım kredilerinin almasıyla çiftçilerin icralık olması ve ellerindeki tek üretim aracı olan traktörlerine ve tarlalarına bankalar tarafından el konulmasına kadar giden yolu açtı. Borçlandırma siyaseti adını verdiğimiz bu neoliberal politikanın yıkıcı etkilerini kavramak için, borcunu ödeyemediği için icralık olan tefecilerin eline ve hapse düşen çiftçilerin dramını anlatan gazete haberlerini okumak yeterlidir.
Kemal Derviş’in IMF / DB patentli programını devralan AKP, yoksulluk yüzünden bolca tüketilen hububat tarımını bu ekonomi-politikalarla hızla çökerterek, Türkiye’yi hububatta da dışa bağımlı, net tarım ithalatçısı bir ülke haline getirdi.
Şeker ve Tütün Yasaları: Endüstriyel tarımın tasfiyesi ve yarı-sömürge statüsünün zor yoluyla kabulü
Türkiye’nin 2000 yılında sürüklendiği ekonomik kriz sonucu IMF’ye gitmesi neoliberal tarım politikalarının zor yoluyla kabul ettirilmesini beraberinde getirdi. Kemal Derviş’in 15 günde 15 yasa çıkaracak kadar acele etmesinin görünür nedeni, tarımsal güvencelerin ortadan kaldırılarak Türkiye’yi emperyalist gıda tekellerinin açık pazarı haline getirmekti. Hububattan sonra Türkiye için kritik önemdeki iki endüstriyel tarım ürünündeki altyapının çökertilmesi için IMF-DB programı kabul edildi.
Burada özellikle Şeker ve şeker pancarı üzerinde durmak istiyorum. Şeker pancarına 1998’de getirilen kota, nişasta bazlı şekere alan açmak içindi. Şeker pancarı üreticisini adım adım üretimden vazgeçirmeye yönelen bu IMF/DB patentli operasyonun mantık sınırına 2001 yılında çıkarılan Şeker yasası ile ulaşıldı. Şeker yasası ile AB dahil hiçbir merkez kapitalist ülkede yapılmayan bir şey yapıldı. Türkiye’nin kendi tüketimine yeten ve çok az fazla veren üretimi, şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle, aslında yağmalanmasıyla yok edildi. Böylece Türkiye’nin dünya şeker üretimine katkı sunan üretim fazlası, toplam şeker üretimine eklenmesiyle oluşacak olan fiyat azalmasına engel olundu. Bu Cargrill gibi nişasta bazlı şeker üreten gıda tekellerinin lehine ve genel tüketicilerin aleyhine işleyen bir süreçtir. Yasa mecliste görüşülürken Çorum vekili Yasin Hatipoğlu’nun yaptığı konuşma şeker pancarı üretiminin ne kadar önemli olduğunu gösterir.
“Biz şimdi bu üçüncü maddeye nasıl destek vereceğiz söyler misiniz ? Yani şunu mu diyeceğiz ? “istihdamı engelleyecek şu tavrınıza destek mi verelim diyeceğiz” Çünkü bu istihdamdır beyler; bu ekmektir, beyler. Bu okul parasıdır, beyler; bu hasta tedavi parasıdır, beyler !… Bunu siz bilmiyor olabilirsiniz; duyan kardeşinizi, bari duyun !”1
Şeker pancarı üretimi hayvancılık alanını da besleyen bir bitki olması nedeniyle çok önemliydi. Şeker pancarının tüm yan ürünleri, baş ve yaprakları, küspesi ve melası en ucuz hayvan yemi olarak değerlendirilebilecek yapısıyla eşsizdir. Bir dekar şeker pancarı yan ürünlerinin içerdiği hayvansal besin değeri, 500 kg arpaya eş değerdir. Başka bir deyişle bir dönüm şeker pancarı yetişirken aynı zamanda hayvanlar için yaklaşık iki dönüm arpa yetiştirilmiş gibi ek değer üretilir. Bu kadar değerli bir bitkinin üretiminin durdurulması, üretenin cezalandırılmasının nedeni ne olabilir ? Elbette Uluslar arası gıda tekellerinin ve onun çıkarlarının savunucusu olan yerli işbirlikçilerinin ortaklığı Türkiye’de şeker pancarı bazlı şeker üretimini yok etti. Yoksul ve küçük köylünün aile üretimine dayalı şeker pancarı üretimi çökertildi. Uluslar arası gıda tekellerinin ürünü olan nişasta bazlı şeker üretimi için yok edildi ya da toplam şeker üretimi içinde payı çok azaltıldı. 1929’da kurulan Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş’ye bağlı bütün şeker fabrikaları AKP döneminde birer-ikişer özelleştirilerek kapatılırken, yukarıda bahsettiğimiz üzere şeker pancarı üreticisi de derin bir sefalete itilmiştir. Nişasta bazlı şekerin yaygın tüketimi ile gelecek kuşakları da etkileyecek TİP 2 diyabet hastalığı ve obezite gibi halk sağlığını tehdit eden sağlıksız bir beslenme rejiminin önü açıldı.
Şeker fabrikalarının kapatılması ile ekolojik denge de tahrip edildi. Nişasta bazlı şeker üretimi aşırı su tüketimi gerektirdiğinden, su kaynaklarını kaybetme riski de belirdi. Bunların haricinde nişasta bazlı şeker için mısırın ithal edilmesi yani ithalat bağımlılık cari açığı büyüttü.
Geçerken değinelim: İç olgunun ortaya çıkışı Kanadalı Mc Cain Foods firmasının yerli işbirlikçisi “danışman” Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli’nin patates siğili adı verilen hastalığı bahane ederek, yerli üreticiye getirdiği patates ekim yasağı ve karantina tedbirlerinde somutlaşır. Bu karar ile yerli üretici ve tüketici zarar ettirilerek Mc Cain Foods’un patates ihracatını kolaylaştıran gümrük vergisi sıfırlandı. 2
Tütünün tasfiyesi ve sigara tekellerinin iç pazarı ele geçirmesi.
Tütün, Osmanlı imparatorluğunun yarı-sömürgeleşmesine paralel bir biçimde reji adı altında yabancı şirketlerin denetimine girdi. Tütün rejileri çıkardıkları hisse senetleriyle tütün üreticilerini yok eden bir fiyat politikası uyguladı ve Osmanlı döneminde iç pazarı tamamen kontrol altına aldı. Cumhuriyet döneminde üreticiyi reji sömürüsünden kurtarıp tamamen devlet kapitalizmine bağlayan bir ekonomi politika uygulandı ve tütün tekeli kuruldu. Tekelin kurulması alanında uzman gıda ve tarım mühendislerinin istihdam edilmesine sebep oldu.
Türkiye’deki sigara ve tütün pazarını ele geçirmeye çalışan yabancı sermaye kuruluşları ve sigara tekelleri bu amaçlarından hiçbir zaman vazgeçmediler. Bunun görünür sebeplerinden biri iyi kalitedeki tütünün önemli bir kısmının Anadoludan çıkarılmasıysa, diğer sebebi tütünden geçimini sağlayan önemli bir nüfusun varlığıydı.
Sigara üretiminin Uluslar arası tekellere devredilmesinin sınıfsal anlamı çok açıktı: Tütün üreticisinin ürününe el koymak ve bu çok zahmetli, emek-yoğun sektörün denetimini Osmanlı dönemindeki gibi sigara tekellerinin yağmasına açmaktı. Tütüne ilk darbe 1986 yılında yabancı sigara markalarına ithalatın önü açıldı. Bu kararın anlamı Philip Morris gibi sigara tekellerinin ürünlerine Türkiye pazarında alan açmaktı. Türkiye’nin en değerli ihraç ürünü olan tütün ve tütün mamulleri toplam ihracatta birinci sırada yer alması ve GSMH’de üçüncü sırada olmasıyla diğer ihraç ürünlerinden ayrılır. Bu açıdan bakıldığında tekelin özelleştirilmesi, fabrikalarının ve dağıtım merkezlerinin birer ikişer kapatılmasının nedeni anlaşılır. Karaborsaya engel olunması bahanesiyle yabancı sigaraların ithal edilmesi, tütüncülüğün tasfiyesinin ideolojik koşullarını olgunlaştırdı. Makineli tarıma ihtiyaç duymayan ve tütüncülükle uğraşan kırsal nüfusunun önemli bir kesimine aile içi emekle geçim imkanı sağlayan tütüncülük, emek-yoğun faaliyet olması nedeniyle köyden kente göçü engelleyen tarımsal bir faaliyettir. Bu tarımsal faaliyeti yok etmek ve ucuz işgücü olarak kentlere göç etmesini sağlamak için 12 Eylül askeri darbesinden sonra 3 Haziran 1986’da, 1177 sayılı Tütün ve Tütün Tekeli Yasası değiştirildi. Bu değişiklikten 4 yıl sonra 8 Ağustos 1990’da İzmir Torbalı’da Philip-Morris / Sabancı Holding ortaklığında bir sigara fabrikası kuruldu. 3 Mayıs 1991’de Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu’nun “sigara imalatı, ithali ve dağıtımı üzerindeki devlet tekelinin kaldırılması” kararı ile Türkiye’nin yabancı sigara tekelleri tarafından işgalinin hukuksal temeli atılmış oldu. Çiller dönemi hükümetlerinin aldığı, tütün üreticisine getirilen üretim kotası kararı ile birlikte düşünüldüğünde bu kararın politik anlamı yerli yerine oturur. Türkiye’nin fındıkla birlikte en değerli tarım ürünü olan tütünün tasfiyesi ve iç pazarın yabancı sigara tekellerinin işgaline açılmasının sonraki adımında ikinci neoliberal dalga olan 1994’te tütün girdi maliyetlerine yapılan zamlarla üretici cezalandırıldı.
Tekelin Tasfiyesi ve Direniş
Tekelin tasfiyesi ve özelleştirilmesi, depolarındaki tütün ve içki ile birlikte yağmaya açılması belki de Cumhuriyet tarihinin en kıyıcı özelleştirme operasyonlarından biriydi. Tütün kanununda yapılan değişiklikle devletin tütün üretimi ve dağıtımı aygıtı olan Tekel’in yetkisi Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme ve Denetleme Kurulu’na devredildi. Kurul, muhtelif bakanlıklardan seçilen üyeleriyle neoliberal espriye uygun olarak hemen hemen hiçbir üretici birliğinin temsilcilerine yer vermemesiyle hangi amaçla kurulduğunu beyan ediyordu. Kurula bir kez seçilen veya atananın görev süresi bitmeden görevden alınamaması, kurulun anti-demokratik yapısının bir başka yönüydü. Böylece asgari burjuva demokratik kuralın, yani denge-denetleme mekanizması da yasayla ortadan kaldırılıyordu. Yasanın en önemli maddesinde tütün üreticilerinin tütün üretim alanları dışında yaptığı ekimler sökülüp yok ediliyor ve ekim yapan tütün üreticisine 1 yıla kadar hapis cezası ön görülüyordu. Yasa ile fideliklerin her bir metre karesi için 500 bin lira para cezası verilmekte, tütünler toplanmışsa el konulmakta; buna ilaeveten üretilen tütünün her kilosu için 1 milyon lira para cezasıyla tütüncüye göz dağı verilmekteydi. Yasanın politik anlamı, yabancı tekellerin Türkiye tütün üretimi ve dağıtımını ele geçirmesi için alan temizliğiydi. Yine de tekel direnişi, Türkiye emek tarihinin en uzun erimli direnişlerinden biri olarak tarihe geçti.
Neoliberalizmin 2000 yılı taaruzu: Tarım Satış Kooperatiflerinin Tasfiyesi
1 Haziran 2000’de kabul edilen 4572 sayılı yasa ile çiftçilerin ve küçük üreticilerin örgütü olan Tarım Satış Kooperatifleri özelleştirilerek küçük üretici, tüccar ve büyük tarım tekelleri karşısında örgütsüz, korumasız ve desteksiz bırakıldı. Bu güvencesizliğin kökenini oluşturan özelleştirme yöntemi olarak ortaya çıkan şirketleşme, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in sarf ettiği “Biz de TSKB’nin fabrikalarını şirketleştirir, öyle özelleştiririz” sözlerinde ifadesini buluyordu. Saldırı kampanyasının stratejisini ele veren bu sözler, Türkiye’de tarımsal üretimin önemli bir bileşeni ve çiftçi emeğini değerlendirme kurumunun şirketleşme yoluyla, kamusal denetimden çıkarılarak serbest piyasanın insafına terk edilmesiydi. TSKB’yi tamamen çökerten yasa maddesi “Kooperatif ve birliklere (…) Devlet veya diğer kamu-tüzel kişilerinden herhangi bir mali destek sağlanamaz” maddesiydi. Hiçbir kapitalist ülkede rastlanmayan bu kanun maddesi ile TSKB’nin ölüm fermanı ilan edilirken toplumun beslenmesinden sorumlu üreticiler açıkça cezalandırılıyordu.
Çiftçinin borçlandırılması kanunu: Neoliberalizmin kredilerle çiftçiyi mülksüzleştirmesi
1980 yılında enflasyon % 90.3 iken bitkisel ve hayvansal kredi faiz oranı % 16 daydı. IMF’nin 12 Eylül askeri darbesinin kendilerine oluşturduğu ortam sayesinde kredi faizleri sürekli yükseltildi. 1998 yılına gelindiğinde bitkisel kredi faiz oranı yüzde 65, hayvansal kredi faiz oranı % 54 seviyesine çıktı. Çiftçiler kendielri için kurulan Ziraat Bankası’nın kredilerini kullanamaz haline getirilerek sürekli borçlandırıldı. Bu eğilim günümüze kadar varlığını sürdürdü ve AKP döneminde mantık sınırına ulaşarak çiftçilerin iflas etmesine neden oldu. Günlük basına yansıyan çiftçi protestolarının kökenini 24 Ocak’ta alınan ve komprador tekelci sermayenin tarımsal ürün yerine ithalata dayanan ve gıda arzını tehdit eden bu politikası vardı. Ziraat Bankası tarihinde ilk kez bir medya kuruluşunu satın almak isteyen Yıldırım Demirören’e henüz karşılığı ödenmeyen kredi vererek kendi görev alanının dışına çıkıyor, Ziraat Bankası’ndan çiftçilere ayrılması gereken mali kaynakları çiftçilere aktarmayarak batma noktasına geliyordu.
Neoliberalizmin en yıkıcı etkisi, çiftçilerin bütünüyle güvencesizleştirilmesi anlamına gelen ve Hindistan’da çiftçilerin ayaklanmasına neden olan sözleşmeli çiftçilik yine IMF programıyla yabancı gıda tekellerinin Türkiye’deki tarım ve hayvancılık alanını tamamen kontrol altına alacak destekleme alımları ve sübvansiyonun yerini serbest piyasacılığın merhametsiz rekabetçiliğine ve sömürüsüne açacak uygulaması hayata geçirildi. Sözleşmeli çiftçilikle şirketler ürün desenini kendilerine göre belirlerken, kendi uygun gördükleri fiyatı tek taraflı olarak çiftçilere dayatıyor, yanı sıra çiftçilerin ürünlerini kendi zincir marketlerine satmalarını mecburi kılıyordu. Bu ikili kıskaç, her durumda serbest piyasacılığı ve “rekabeti” savunan neoliberalizmin papazlarının tezlerine paradoksal biçimde tersti. Sözleşmeli çiftçilik ile küçük üreticilerin tamamı kendi toprağının marabası durumuna düşürülerek ulus ötesi tekellerin sömürüsüne maruz kaldılar.
Çiftçi bankalarının yok edilmesi: Tarişbank Örneği
1980 darbesinden önce önemli bir direnişin yaşandığı Tariş, tütün, incir, üzüm, pamuk gibi endüstriyel tarım ürünlerinin üretimi ve dağıtımından sorumlu önemli bir istihdam yaratan tarımsal bir kamu işletmesiydi. Tarişbank’ın özelleştirilmesi Kemal Derviş’in temelini attığı 15 günde 15 yasa uyarınca 09 Temmuz 2001’de çıkarılan 381 sayılı yasa ile “öz kaynak yetersizliğinden dolayı” Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredildi. Bu kalenin de yıkılışıyla finansal desteklerden biri daha devre dışı bırakıldı. Böylece çerçevesini IMF’nin çizdiği ARIP (Yeniden Yapılandırma ve Dünya Bankası Projesi) ne uygun bir ekonomi-politika ile tarım sektörünün en değerli ürünlerini üreten endüstriyel kolu finansal desteğini kaybetti.
AKP Dönemi: Gıda Güvencesinin Yok Edilmesi ve Çiftçinin cezalandırılması
AKP’nin devraldığı neoliberal tarım ve hayvancılık politikasına katkısı tohum ve büyükşehir yasasıyla devam etti. Büyükşehir yasasıyla, tarım alanlarına sahip olan köy ve meralar büyükşehir sınırlarına dahil edildi. Tarımsal arazilerin imara açılarak, inşaat yoluyla sermaye birikimine kurban edilmesi yasanın politik hedeflerinden biriydi. Öte yandan tarım ve hayvancılıkta devraldığı neoliberal mirası son noktasına kadar taşıyan AKP, tarıma verdiği desteği yıllar içinde azaltarak gıda güvenliğini yok etti. Gıda güvenliğinin yok edilmesi, aynı anlama gelmek üzere okullarda açlıktan bayılan öğrencilerin varlığıydı.3 Gıda çeşitliliğinin yok edilmesi ile yoksulların en ucuz gıdaya yönlendirilmesi ve bunun biyolojik gelişimde yarattığı tahribatın boyutları ise başka bir yazının konusu olacak kadar büyüktür.
Gıda güvenliğinin yok edilmesinin politik amacı Türkiye’yi Uluslar arası gıda tekellerinin açık pazarı haline getirmekti. Bu uğurda örneğin Şeker, gübre ve yem fabrikalarının kapatılarak temel tarımsal girdilerin en önemli üç öğesi olan temel güvencelerin yok edilmesi, tarımdaki çöküşün altyapısını ördü.
Ekonomide her şey altyapı ve üst yapı kurumları arasında biçimlenir. Türkiye’de tarımın çökertilmesinin olası sonuçlarını tartıştığımız yazımız, Marksist tarihçi Eric Hosbawn’ın çok kıymetli bir tesbitiyle devam etsin “Avrupa, faşizmin kökenlerini kırsal yoksulluğu yok ederek yendi” elbette bunun bizim gibi AB ve ABD emperyalistlerinin gıda pazarı haline getirilerek üstesinden gelinmesi, ülkeyi ilk defa gıda güvencesinden mahrum ülkeler kategorisine girmesiyle biçimlendi. AB ülkeleri kır-kent dengesini korumak kentlerin aşırı nüfuslanmasına engel olmak ve işsizliği minimum seviyede tutabilmek adına kendi çiftçilerini neoliberal çağda bile desteklemeye devam ederken, işbirlikçi hükümetler eliyle Türkiye gibi ülkeleri açık gıda pazarı haline getirdi.
Sermaye sınıfının emekçi sınıflara kesintisiz taaruzu anlamına gelen neoliberalizmin tarım saldırısının bir başka boyutu da çiftçilerin sürekli borçlandırılmasıydı. Çiftçiye destek için kurulan Ziraat Bankası’nın bu işlevini yitirmesine koşut olarak, her girdi kalemini devlet desteğinden yoksun, piyasa kapitalizminin insafına terk edilmesi çöküşün bir başka boyutunu oluşturdu. Gazeteler ve internet medyası bankalara olan borcunu ödeyemediği için intihar eden, sıkıntıdan kalp krizi geçiren4 çiftçilerin haberleriyle doldu. Bankalara aşırı derecede borçlandırıldığı için yeni kredi ve borç bulamayan çiftçiler çözümü insafsız bir tefecilerin eline düşerek bulmaya çalıştılar. Neoliberalizmin temel politikalarından biri olan kuralsızlaştırma ve borçlandırma tarım faaliyetlerinde bulunan üretici sayısının giderek azalmasıyla mantık sınırına kadar genişledi. Vahim tabloyu tamamlayan istatistik veri ise AKP’nin iktidara geldiği yıl olan 2002’de tarım üreticilerinin GSYH’den aldığı payın % 10.27’den 2018’de 5.76 ya kadar gerilemesiydi. Bu tabloyu destekleyen bir başka olgu da ürettiği para etmeyen, sürekli zarar ettirilen ve borçlandırılan çiftçi sayısının 1.1 milyondan 530 bine kadar gerilemesiydi. 5
AKP’nin tarım ve hayvancılıkla uğraşan üreticileri cezalandırması, tarımsal alt yapıyı çözmesi sosyolojik açıdan kentlere yönelen büyük bir yoksul akınıyla tamamlandı. Bu tablo Türkiye’nin kır kent dengesini de inanılmaz ölçüde bozdu ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa kırsal alanlarda yaşayanların sayısı toplam nüfustaki payı inanılmaz bir seviyede azaldı.
Teşbihte hata olmaz ülkeleri doyurulması gereken büyük birer mideye benzetebiliriz. Türkiye’nin AKP döneminde izlediği hatalı dış politika sonucu büyük bir sığınmacı akınına maruz kalmasıyla yaşanan gıda enflasyonu arasındaki ilişki henüz yeterince tartışılmasa da görünen o ki nüfustaki her aritmetik artış, kaçınılmaz olarak gıda üretiminin de artmasını zorunlu kılar. Başka bir yazının konusu olmak üzere gıda enflasyonunun sebeplerinden birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Gıda güvencesi, aynı anlama gelmek üzere temel insan haklarının ta kendisidir. Buradan verilecek her taviz, izlenen her yanlış politika ve gıda emperyalistlerinin lehine emekçilerin aleyhine sürdürülen her politik adım halkımızı mutlak açlığa ve sefalete sürükleyecektir. Bunun belirtilerini her geçen gün görüyoruz. Yazı bu meseleler üzerine kafa yoranların düşünsel emeğine katkıda bulunduysa amacına ulaşmış demektir.
1Abdullah Aysu, 1980-2002 Türkiye’de Tarımda Yapılanma(ma) Tarladan Sofraya Tarım, İstanbul, Su Yayınları, 2002, s.177
2https://gercekgazetesi1.net/ekonomi/kanadali-gida-tekelinin-danismani-turkiyeye-tarim-bakani-olursa
3Elektronik Erişim: https://www.odatv4.com/guncel/universite-ogrencisi-acliktan-bayildiolmek-istiyorum-diyerek-intihar-etmeye-calisti-262883
4Elektronik Erişim: https://www.indyturk.com/node/317191/tar%C4%B1mda-tefecilik-yeniden-t%C4%B1rman%C4%B1%C5%9Fta%E2%80%A6-borcunu-%C3%B6deyemeyen-yeni-kredi-alamayan-%C3%A7ift%C3%A7iler