İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA TÜRKİYE’DE BASIN: NAZİ SAVAŞ PROPAGANDASI VE DİRENİŞ

Ümit ÖZDEMİR

19.12.2022

@masumlevrek

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türk basını sansür-otosansür mekanizmasının yerine özellikle Türkiye’de Almanya lehine çalışan lobilerin etkisiyle savaşta taraf olmanın etkilerini hissetti. Bu etkiyi en çok gazete manşetlerinden görebiliriz. 2.Dünya Savaşı’na girmediği halde bundan en çok etkilenen ülkelerden biri olması sebebiyle Türkiye, gerçek anlamda tarafsız mıydı ? Yazı, Türkiye siyasal tarihinin bu en tartışmalı dönemini yeniden ve dikkatle incelemeyi, öne çıkan aktörleri, siyasal tutumları ve bu tutumların basın ve fikir hayatımız üzerindeki etkilerini tartışmayı hedefliyor.

Devrin yazarlarından Peyami Safa, Hitler’in nutuklarıyla duygulanıp ağlıyor ,1 anti komünizmini gizleme ihtiyacı hissetmediği Son Havadis’teki yazılarında Nazi savunuculuğu yapıyordu. Ona göre “Nazilerin yaptıkları en büyük iyilik komünistlerin ilerlemesini” durdurmaktır. 2Alman ordusunun düzenlediği işgal ve imha operasyonu, Nadir Nadi’nin yönetimindeki Cumhuriyet gazetesi ve Hitlerci Türk sağı tarafından coşkuyla selamlanıyordu. Nadir Nadi’nin aşırı Alman yanlısı tutum alması sonunda CHP’den tepkilere neden olur ve Nadi, CHP’ye çağırılarak “nazikçe” uyarılır. Nadir Nadi’nin Alman hayranlığı, naziperverliği yeni değildi. Almanya’nın Avusturya’yı emperyalistlerin göz yummasıyla işgal etmesi anlamına gelen Anchluss’u kaleme alan Nadi, tarafsızlığını yitirerek Hitler’in işgalini “Hitler Avusturya’ya en büyük iyiliği yaptı” sözleriyle kutsar.3 Nadir Nadi ve yönetimindeki Cumhuriyet Gazetesi’nin Almanya’nın yayılmacı politikasını kutsayan 18 Eylül 1938 tarihli yazısında Almanya dün Avusturya, bugün Çekoslovkaya diyerek gittikçe artan bir iştiha (iştah) ile yeni yeni isteklerin peşinde koşan devlet olurmuş, böyle diyenler vardır. Bizce şimdiki halde, dava yalnız Sudet Almanları üzerinedir. Ve insafla kabul ve teslim etmek lazımdır ki Almanya bunda haklıdır. Bugün için Almanya’ya, geleceğe ait hayali fütuhat (fetih) emelleri isnat ederek, şimdiki haklı davasında onu bu sebeplerle haksız çıkarmaya çalışmak, mantıksız olduğu kadar tehlikelidir de”4 yaklaşmakta olan 2.Dünya Savaşı’nda açıkça faşistlerin tarafında saf tutan Cumhuriyet gazetesinin başyazarı, 2.Dünya savaşı başladığında bu taraftarlığını en üst noktaya taşıdı. 30 Temmuz 1940’ta Yeni Realite başlıklı yazısında “Avrupa’daki Alman realitesini bütün Avrupa’nın kabul etmesi gerektiğini” açıkça ifade eden Nadir Nadi, Türkiye’nin Almanya yanında savaşa girmesi gerektiğini yazarak, faşist kara propagandaya katkı sunuyordu. Cevabi yazısında Zekeriya Sertel, “Almanya Milliyetçi değil ırkçıdır. Almanya, Türkiye gibi, kendi milli hudutları (sınırları) içinde istiklalini (bağımsızlığını) temin etmeye çalışan bir millet değil, dünya üzerinde hegemonya kurmaya çalışan emperyalist bir devlettir… Bu tehlike karşısında Türkiye’de bir reaksiyon varsa bunu milli istiklalimize olan aşkımızın bir ifadesi olarak kabul etmeliyiz. Realiteleri doğru görmek için bugünü iyi anlamak ve yarını ters görmemek lazımdır”5 cümleleriyle kara propagandaya karşı koyuyordu.

(Cumhuriyet Gazetesi dünya savaşı yıllarından önce başlayan bir yayın çizgisiyle açık Nazi yanlısı propagandanın merkezlerinden biri oldu, sonunda bu yayınların yarattığı rahatsızlık sebebiyle müesses nizamın bekçileri tarafından uyarılmak zorunda kaldı)

TÜRKİYE’DE FAŞİST ALMAN PROPAGANDASI YA DA KÖPEKLERLE BİRLİKTE HAVLAYANLAR

Elbette bu çabalar Nazi Almanya’sının Türkiye’deki kara propagandasına engel değildi. Almanya’da yayınlanan Nazi propaganda aygıtı Der Volkische Beobachter gazetesi Türkiye’de satılıyor, çoğu adrese ücretsiz gönderiliyordu. Almanlar ayrıca İstanbul’da Türkçe olarak “İstanbul” ve “Beyoğlu” gazeteleri ile Almanca çıkan “Turkishche Post” gazeteleriyle de yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişti. Dünya savaşına girmemesine rağmen Türkiye her türden emperyalistin birbiriyle kıyasıya mücadele içinde olduğu bir ülkeydi. Almanya’nın kara propagandası için etkili isimleri yanına çekilmesi için açık rüşvetle satın alınmasını gereksiniyordu. Nitekim dönemin Alman Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop, Türkiye’deki anti-faşist propagandanın susturulması için Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papen’e gönderdiği bir telgrafta “Bu durumda Türk basın ve yayın organlarından anlaşılan İngiltere tarafından satın alınmış olan nüfuzlu şahsiyetlere, doğrudan etki etmek için derhal girişimlerde bulunulması gerekli görülmektedir. Bu amaçla hemen birkaç milyon döviz tahsis etmeye hazırım”6 Von Ribbentrop’un bu girişimi ve etki ajanı yaratma çabası, Türkiye’de Alman hayranlığı ile tanınan emekli militerlerin hizmete koşulmasına neden oldu. Bu isimler, emekli General Hüsnü Erkilet ile Ali Fuat Erden’di.

Dergi bazında ise Cevat Rifat Atilhan’ın çıkardığı Milli İnkilap dergisi de Almanya’da yayınlanan Der Strümmer (Fırtına) dergisinin haberlerini birebir kopyalayarak Türkiye’deki faşist Alman propagandasına destek sunuyordu.

(Cevat Rifat Atilhan ırkçısının bastığı ve Naziler tarafından desteklenen Milli İnkilap, Nazi basını Der Strümmer’in yahudi karşıtı anti semitik yazılarını bire bir kopya ederek Türkiye’deki faşist Alman propagandasına katkı sunuyordu)

İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Nazi Almanya’sının memleketteki zehirli propagandasını roman planında en iyi anlatan İçimizdeki Şeytan adlı eserinde Sabahattin Ali, romanda Alman propagandasının zehirli etkilerini çeşitli tip ve karakterlerin üzerinden tartışmaya açar. 1938’de Nazım’a düzenlenen tertiple Harbiye Donanması vakası, komünistlerin susturulması ve Türkiye’nin aşırı sağın yörüngesine girmesine neden olacaktı. Savaş koşullarının ülkedeki ekonomiyi bozması ve Milli Korunma Kanunu ile palazlanan yeni burjuva sınıfının zenginleşmesi evresinde muhalefet odağı olarak Tan Gazetesi ve Görüşler dergisinin karşı koyuşu, dönemin belirgin muhalif basın çizgisiydi. Bu evrede savaş enflasyonu ve bu enflasyondan zenginleşen türedi burjuvaların siyasi alanı kontrol etmeleri kaçınılmazdı.

Nazi Almanya’sının kesin zaferine duyulan temelsiz inanç, kısa sürede Türkiye’de Nazi Almanyası yanlıları ile karşıtları arasındaki bölünmenin motive edici öğesi oldu. Burada özellikle altını çizmemiz gereken husus, Nazi Almanya’sının erken zafer ilanına ve Türkiye’deki anti-faşist, anti-kapitalist çizgideki sol yayınlardan duyduğu açık rahatsızlıktı. Bu rahatsızlığın temelinde, Almanya’nın savaş halinde olduğu İngiltere tarafından satın alınmış bir basın olduğu yönünde bir takım değerlendirmeler yapılmaktaydı. Nitekim Alman Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop’un Almanya’nın Türkiye büyükelçisi Von Papen’e çektiği telgrafta sıraladığı istekler, Türkiye’deki anti-faşist yayınlardan duyulan rahatsızlığı dile getiriyordu: “Türk basını ve radyosunun aşırı Alman düşmanlığının önceki gibi sürdüğünü fark ettim. Buna karşı uygun bir tavır takınılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Öncelikle bu durumun Türk-Alman ilişkilerine verdiği zararlar konusunda Türk hükümetinin dikkatinin çekilmesini, Türk basını ve radyosu bu şekilde hareket etmeyi sürdürdüğü takdirde, Türk hükümetinden buna hemen çare bulunmasının istenmesini rica ediyorum. Sonra İngiltere’nin satın aldığı bilinen Türk basınının etkin kişilerine doğrudan nasıl etki edileceği konusunda derhal bir çabaya girilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunun için gerektiğinde birkaç milyonluk dövizi tahsis etmeye hazırım. Derhal bu konudaki görüş ve tekliflerinizi iletmenizi rica ediyorum.”7

Espiyonaj faaliyetini gazeteci satın almaya kadar vardıran faşist zihin, birkaç faşist hayranı dışında kimseyi yanına çekmeyi başaramadı. Bunda elbette Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı boyunca izlediği emperyalistler arasında salınıp duran sarkaç politikasının etkisi vardır. Ancak bundan daha önemlisi, bütün 2.Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de olumsuz koşulların ve hükümet baskısının, kurumsallaşmış baskı örgütü Matbuat Umum Müdürlüğü’nün varlığına rağmen anti faşist, demokrasiden yana bir basın yayın faaliyeti Nazi propagandasını etkisiz hale getirebildi. Anti faşist yayınların öncüsü durumundaki Tan Gazetesi yazarı Zekeriya Sertel, “Bütün dünyada para ile gazete satın alan Almanya, Türk matbuatını da para ile ecnebi (yabancı) memleketler hesabına alınır satılır bir uşak zannediyor” 8 cevabı durumu özetliyordu. Bu yayın çizgisi Sedat Simavi’nin ortaya koyduğu “kalemini kır ama satma” ilkesel tutumuyla da örtüşüyor, etik bir değer haline geliyordu.

ÇATIŞMA ALANI TÜRKİYE VON PAPEN SUİKASTİ VE PERA PALAS BOMBALAMASI

Türkiye’deki faşist Alman propagandasına karşı koymak üzere iki ajanını Alman Büyükelçi’si Von Papen’i ortadan kaldırmak üzere görevlendiren Sovyetler Birliği, bu girişiminde konulan bombanın erken patlaması üzerine başarısız oldu. Öte yandan İstanbul’da Pera Palas’ta kalan bir İngiliz diplomatına yönelik bombalı suikast girişimi, diplomatın değil, altı yetişkin ve bir bebeğin hayatını kaybetmesine neden oldu. Ölenlerden Mahmut Ardıç ve Reşat Mutlugün sivil polis, Gertrude Ellis ve Therese Armstrong elçilik daktilo görevlileri, Şükrü Cafer şoför ve Hüseyin Mehmet adlı otelin pasaport memuruydu. Elçilik çalışanı Elizabeth McDermott bebeğini kaybetmişti.9 Bu olay savaşa girmediği halde, emperyalistlerin ve onların muarızlarının en çok faaliyet gösterdiği ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğinin ispatıydı. Pera Palas saldırısı, saldırıyı haberleştiren Akşam, Vakit, Son Posta, Yeni Sabah gibi gazetelerin iki gün süreyle kapatılmasına gerekçe gösterilir.10

2.DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA BASIN-İKTİDAR İLİŞKİSİ: HADDİNİ BİL, SINIRI AŞMA

Burjuva basının köşe yazarı Ahmet Emin Yalman ile Başbakan Şükrü Saraçoğlu arasında geçen diyalog ise 2.Dünya Savaşı yıllarında basın özgürlüğünün nasıl yok edildiğini öğretmesi bakımından ilginçtir. Ahmet Emin Yalman’ın Şükrü Saraçoğlu’na söylediği “Tenkitten (eleştiriden) hoşlanmıyorsanız neden sansür koymuyorsunuz ? Tenkitte hürsünüz diyorsunuz biz de görev ve sorumluluğumuzun gereği olarak, bu özgürlüğü memleketin yararına kullanmak zorunda kalıyoruz. Derhal başımız belâlara uğruyor. Halbuki siz ap açık sansür kurulunu yürütseniz bizim hiçbir sorumluluğumuz kalmaz, sorumluluk size geçer, siz de rahat edersiniz biz de” sözlerine cevaben verdiği “Ben sansür koymam Anayasanın dışına çıkmam, fakat sen haddini bileceksin, bunu aşmayacaksın, aşarsan cezanı göreceksin” 11 sözleri kanunsuz, keyfi kör bir baskı rejimine geçildiğini gösteriyordu. 2. Dünya Savaşı’nı bahane ederek halkı “heyecanlandıran” haberlerin yayınlanmasını yasaklayan otoriter egemen siyasal yapı, savaşın yarattığı derin yoksulluğu, işsizliği ve açlığı konu edinen haberleri de yasaklıyordu. Ancak müesses nizamın bekçileri bunu geçmişte olduğu gibi bir sansür mekanizmasını çalıştırarak yapmaktan sakınıyor, böylece tamamen keyfi, kerameti kendinden menkul bir baskı sistemini örgütlüyorlardı. Böyle olunca birçok gazete kağıt sıkıntısının da yarattığı etkiyle ya kapanıyor, ya da gazetelerin tamamına yakını resmi devlet bülteni haline geliyordu. Elbette eli kalem tutan gazetecilerin gazetelerinin kapatılması işsizlik gibi bir feci durumla yüzleşmelerine neden oluyordu.

Basının henüz tekelleşmediği, ancak dünya savaşında mecburen ezilenlerden yana saf tuttuğu bu tarihsel moment, üzerine çok daha kapsamlı başka çalışmaları hak ediyor. Yine de geçerken değinelim: Türkiye 2.Dünya Savaşı’na bütün kışkırtmalara rağmen girmediyse, bunun sebeplerinden biri elbette sol-ilerici yayınların varlığı ve anti-faşist, demokrasi cephesine sunduğu katkıydı. Türk burjuvazisi milyonların canına mal olan savaşta krom ticaretini Almanya ile sürdürebildi. Krom çeliği sertleştirmekte kullanılan bir maden olarak Alman silah sanayisi ve özellike zırhlı araç yapımında vaz geçilmez bir öneme sahipti. Türkiye’de hem sermaye devletine hem de Alman faşizmine karşı mücadele edebilen bir basının varlığı işte bu yüzden çok daha önemli hale geldi. Savaş zenginlerinin yeniden türediği, enflasyon, stokçuluk gibi paraziter sermaye birikimlerine kapıların aralandığı bu dönemi en iyi anlatan roman Vedat Türkali’nin Güven adlı yapıtıdır. Yapıtta desantralizasyon kararına rağmen partiyi arayan iki genç komünistin çevresinde dönemin siyasal olayları, kişileri ve karakterleri bir dil ustalığı ve tarihsel analizlerle okuyucuya aktarılır.

Tüccar-ticaret sermayesi, savaşta zenginleşmenin yolunun savaşan taraflara maden ticareti yaparak sağladı. Savaşa girmediği ve tarafsızlığını ilan ettiği halde Türk sermaye sınıfının bu macerası, 2.Dünya savaşı sonrasında Türkiye’yi “güvenilmez ülke” statüsüne düşürecekti. Öte yandan savaş nedeniyle durmaksızın yükselen enflasyon ve fiyatlar türedi sermaye gruplarına enflasyon zenginlerini ekledi. Yükselen enflasyon karşısında temel gıda ürünlerini stoklamak ve piyasaya sürmemekle halkı açlığa mahkum eden parazit burjuvazi, dünya savaşı koşullarını sömürüye çeviren bir diğer gruptur. Roman planında bunu en iyi inceleyen yapıtın Turan Aziz Beler’in Türedi Ailesi adlı yapıtı olduğunu geçerken belirtelim.

Dünya savaşının yarattığı baskıcı havayı kullanarak Azınlık küçük burjuvazisinin mallarını yağmalamak Türkiye burjuvazisinin ikincil zenginleşme kaynağıdır. Karl Marx’ın primitif akimülasyon adını verdiği bu yağma stratejisinin ilk örnekleri 1934 Trakya olaylarında görülür. Anti-semitist baskıyla faşist Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde ve Almanya’da Nazi eğitimi almış Cevat Rıfat Atilhan ırkçısının Milli İnkilap Dergisi’nde kaleme aldıkları kışkırtıcı yazılar olayların fitilini ateşledi. Çanakkale’de başlayan ve giderek bütün Trakya’ya yayılan anti semitist faşist saldırılar boyunca yağma, dayak, ırza geçme tehdit mektupları gönderme gibi çeşitli şiddet biçimlerinin görüldüğü bu olaylar sonunda hatırı sayılır bir musevinin göç etmesine neden oldu.

VARLIK VERGİSİ FACİASI KARŞISINDA TÜRK BASINI

1942’de çıkarılan Varlık Vergisi ise Nazizmi aratmayacak ölçüde azınlıkların mallarının vergi yoluyla yağma edilmesinin önünü açan bir utanç dönemi olarak tarihe geçti. Resmi ideolojinin etkisindeki Türkiye basını uygulamayı eleştirmek şöyle dursun, açık destek veren yazıları ve karikatürleri yayınladı. Varlık Vergisi için ön görülen bir aylık ödeme zorunluluğu ile vergiyi ödeyemeyecek durumda olan azınlıkların mallarına el konulacak olması, azınlıkların fiilen mülksüzleştirilmesi anlamına geliyordu. Yasa çıkmadan önce Vatan Gazetesi’nde 29 Mayıs 1942’de kaleme aldığı baş yazısında Ahmet Emin Yalman’ın “Azınlıklar arasında umumi bir ölçünün ile vatani alakanın elbette daha gevşek olduğunu belirttikten sonra kanunun ilk eskizlerini çiziyordu: “Bize kalırsa bir defalık olan bu verginin tahakkuk ettirilmesi için başlıca büyük şehirlerde fevkalade heyetler kurulmalı ve banka erkanı, ticaret odaları erkanı, her türlü ticari sahanın temsil kudretine haiz dürüst adamları bu heyetlerde vatani vazife almalıdır. Bunlar defterler filanlar ile beraber bir takım kıyas ve karinelerle iş görmeli ve asıl vurgunculara vatan borcunu ödemeye imkan hazırlamalıdır. Zaten asıl vurguncular yüzlerle sayılacak kadar az olduğu için çıkar yollar bulunabilir”12 Yalman’ın işaret ettiği ve açık bir dille -vurgunculukla- suçladığı azınlıklar, savaş döneminde yükselen enflasyonun üretim kıtlığının ve binlerce askerin silah altına alınmasıyla azalan tarımsal üretim sonucu kentlerde ortaya çıkan gıda enflasyonunun sebebi olarak gösteriliyordu. Yalman’ın milliyetçi dili devletin resmi ideolojisi tarafından da olumlanıyor ve destekleniyordu. Milli Şef İsmet İnönü, yasa çıkmadan önce yaptığı bir konuşmada “Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı. Çiftlik ağası, ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metası yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu ve tüccar, ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük bir fırsat sanan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadır” sözleriyle destekliyordu. Gerçekte ise küçük burjuva esnaf kesimlerinden olan azınlıklar enflasyonun yükselişe geçmesinin doğrudan sebebi değildi. Milli Korunma Kanunu ile yoksullaşan halk kesimleri gündelik gıdanın temininin zorlaşmasıyla (ekmek karnesi) çıkar yol arayan tek parti diktatörlüğü, yükselen hoşnutsuzluk dalgasına karşı azınlık grupları hedef gösteriyordu.

(Irkçı utanmazlık karikatür dilini de zehirledi, Varlık Vergisini ve zorunlu çalışmayı meşrulaştıran bir karikatür)

Gazetelerde yayınlanan haberlerde suç işleyenlerin azınlık kimliklerini öne çıkaran açık ayrımcı dil, bu tabloyu tamamlıyordu.13 Yine aynı biçimde Karikatür Dergisi’nde yayınlanan azınlık karşıtı karikatürlerde de benzer bir siyasal tutumun sergilenmesi, karikatür dilinde yer alan milliyetçi-ırkçı tonlama, Varlık Vergisi faciasını hazırlayan atmosferi oluşturdu.

Karl Marx’ın “primitif akümilasyon” olarak tariflediği ilk birikim, hem azınlıkları mülksüzleştiriyor, hem de yeni ve daha “Türk” bir sermaye sınıfının doğmasının yolunu açıyordu. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu kanunu savunurken Kemalizmin ilk dönem çıkardığı devrim kanunlarına atıfta bulunarak “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz”14 Varlık Vergisi’ni faciaya dönüştüren olgu, vergiyi ödeyemeyecek durumda olanların zorunlu çalışmaya tabi tutulmasıydı. Vergisini ödeyemeyenler Sirkeci’deki tren garında toplanarak Erzurum Aşkale’ye gönderildi ve bu kimselerden 21’i ağır çalışma koşullarına dayanamayarak hayatını kaybetti. Varlık Vergisi azınlıkların mallarının yağmasıyla biçimlenen yeni sermaye birikim sürecini örgütlemekle kalmadı, aynı zamanda basının bu kampanyanın örgütlenmesinde üstlendiği merkezi rolle de tarihe geçti. Türk siyaset tarihinin bu en baskıcı evrelerinden birinde resmi ideoloji ekseninde yayın yapan Türk basını milliyetçi kara propagandanın aygıtı oldu. Varlık Vergisi faciası, New York Times muhabiri Arthur Sulzberger’in kaleme aldığı yazılarla ifşa edilirken, müttefik ülkelerin Nazi Almanya’sına karşı savaşta kazandığı başarıların da etkisiyle uygulamadan vaz geçildi.

Faşistlerin dünya savaşında yükselen anti semitizmle şekillenen ırkçılık, giderek bir devlet politikasına dönüştü ve Varlık Vergisi faciasına sebep oldu. 1934’te Trakya’da yerli musevi halkın dükkanlarına ve mallarına yönelik uygulanan devlet baskısı sonucu malllarını ucuza satıp diğer kentlere göçmelerine neden olmuş, olaylar basın tarafından sessizlikle karşılanmıştı. Bir başka açıdan Varlık Vergisi, Milli Korunma Kanunu ile birlikte İTC’den beri devam eden Müslüman Türk burjuvazisi yaratma politikasının en sekter biçimi olarak tarihe geçti. Yaratılan burjuvazi, enflasyon zengini hacıağa türünden yeni zengin ve görgüsüz burjuvazinin doğmasına ve sosyolojik anlamda Demokrat Parti’nin yani tarım ve ticaret burjuvazisinin altyapısını örmeye başlayacaktı.

TAN GAZETESİ BASKINI VE YAĞMASI 2.DÜNYA SAVAŞI BİTERKEN FAŞİST TERÖR.

Dünya savaşının müttefik ülkeler lehine biteceğinin anlaşılması, o güne kadar serbestçe Nazizm propagandası yapmalarına izin ve imkan verilen sağcıların (Nihal Atsız ve arkadaşlarının tutuklanması) ile devletin 2. Dünya savaşı sonrasında yeni bir siyasal pozisyon alması iç içe geçmiş süreçlerdi. Irkçı ayrımcı Varlık Vergisi uygulamasına, faşist Alman propagandası karşısında kuzuların sessizliğinin oynanmasına rağmen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün “Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız” sözleri ırkçıların neden tutuklandığının izah çabasıydı.

Bu tarihsel moment, Türkiye’nin Yalta Konferansı ile dünyanın 2.Dünya Savaşı sonrasında kurulacak yeni güç dengeleri dışında kalmasıyla aynı anlamı taşıyordu. Paniğe kapılan egemen sınıf ittifakı için sıkı yönetimle memleket idaresi bir seçenek olmaktan çıkmış, mevcut burjuva iktidar güçlerinin hemen tamamının tek parti diktatörlüğünde buluşmasıyla yeni bir sorunu gündeme taşımıştı. Türkiye’nin 2.Dünya Savaşı sonrasında kurulacak yeni dünya düzeninde nerede konumlanacağının belirlenmesi hayati bir önem taşıyordu. Bunun için içerde bazı düzenlemelere koşut olarak basın üzerindeki baskının gevşetilmesi ve savaş boyunca sürdürülen oyalama politikasının süratle terk edilmesi gerekiyordu. Çok partili bir siyasal sistem aynı anlama gelmek üzere fikir hürriyetini de zorunlu kılıyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1945’te yaptığı meclis konuşmasında basın kanununu kast ederek “bu maddenin bu manasıyla kalması savunulamaz”15 sözleri yeni dönemin işaret fişeğiydi. Yumuşama beklentisi ile sıkıyönetimle idarenin keyfiliği arasında salınan rejim, gazetecilerin de fikirlerini serbestçe yazabilmelerinin önündeki en büyük engeldi.

Savaştan galip çıkan ancak çok büyük bir insan ve ekonomik yıkıma uğrayan Sovyet Bloğu mu, yoksa Hür Dünya denilen Amerika önderliğinde kurulacak emperyalist kamp mı ? Hakim sınıf bloğu tercihlerini ikincisinden yana kullanacaktı.

4 Aralık 1945’ten bir hafta kadar önce Resimli Ay dergisi ve Tan Gazetesi Sabahattin Sertel, Zekeriya Sertel ve Nazım Hikmet’in önderliğinde “savaştan kimler nasıl zengin oldu açıklıyoruz” anonsuyla 2. Dünya savaşının yokluk yıllarında vurguncu Türk burjuvazisinin karaborsa üzerinden nasıl zengin olduğunu, halk şeker ve ekmek ve yağ gibi en temel ihtiyaç maddelerinin yokluğunda kıvranırken stokçuların nasıl karlarına kar kattığının duyuruyordu sayfalarında..

Türkiye egemen sınıfları ise 2. Dünya savaşının bitiminde batı kampına yanaşmak için, matbuatından Türkiye’deki komünizm “tehlikesini” eksajere etmek (abartmak) yani aslında bir yanılsama yapmak için önce SSCB ve Dışişleri Bakanı Molotov’un Türkiye’den toprak talebinde bulunduğu yalanını propaganda ediyordu. Yıllar sonra Sovyet arşivleri açıldığında böyle bir talebin olmadığı ortaya çıkacaktı. SSCB, Faşizmi yenmenin haklı gururuyla Montrö boğazlar sözleşmesinin gözden geçirilmesini istiyordu.

Sağ basınla Tan arasında aylardır devam eden tartışma ise 2.Dünya savaşının ardından tek parti diktatörlüğüne ve savaş zamanı ilan edilen sıkıyönetime son verilerek demokrasiye geçilmesini savunan Tan ile CHP eksenindeki sağcı muhafazakar basın organlarının tartışması gerilimini tırmandırıyordu.

İktidarı elinde tutmak isteyen çevrelerin bu tartışmadan son derece rahatsız olduğu kesindi. Tan Gazetesi çin tertip hazırlanması gerekiyordu. Olayın başladığı gün sabah saatlerinde İstanbul Üniversitesi’ne gelen bir grup faşist provakatörün anfileri dolaşarak propagandada bulunmasıyla yığın Tan Gazetesine doğru yürüyüşe geçti.

Tanin Gazetesinde saldırının gerçekleştiği gün Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazdığı “Kalkın Ey Ehli Vatan” manşetiyle ajite olan güruh, Necip Fazıl Kısakürek’in de çalıştığı Vakit Gazetesi önünde toplandı. Kısakürek’in işareti ve onayıyla Tan Gazetesi’nin basıldığı konak binasına doğru yürüyüşe geçildi.

Kurt dumanlı havayı seviyordu soğuk savaşın kara propagandasının etkisindeki öğrenci gençlik, 4 Aralık 1945’te İstanbul Üniversitesi önünde toplanarak Babıali yokuşundaki Tan Gazetesi matbaasına yürüyüşe geçti. Aralarında Süleyman Demirel ve İlhan Selçuk gibi sonradan epey meşhur olacak tipler de vardı !

Tan Gazetesi önünde biriken güruh kısa süre sonra gazeteye saldırdı. Linç başlamıştı.. Gazete bobinleri ve baskı makineleri paramparça edildi.. Hızını alamayan güruh, buradan İstiklal Caddesi’ne kadar yürüyüp sol ve demokrat yayınlar satan Sabahattin Ali’nin La Turquie dergisi ofisiyle ABC yayınevini yağmaladı..

Saldırganların bir diğer hedefi Zekeriya ve Sabiha Sertel çiftiydi. Çift, faşist terörden kurtulmak için vali Lütfi Kırdar’dan yardım istediyse de bu yardımı alamadılar. Kurtuluşu bir yakınlarının yanına sığınarak sağladılar.

4 Aralık 1945 Tan Gazetesi baskınını Türkiye’de ilan edilen soğuk savaşın başlama vuruşu sayabiliriz. İktidardaki yönetici kliğin yönlendirmesiyle bu lince ve yağmaya katılanlardan bazıları ilerde devletin muhtelif mevkilerinde taltif edilerek ödüllendirilecekti. Türkiye sağcılığının tipik sol ve demokrat basın düşmanlığının belgesi olan Tan gazetesi baskını, aynı zamanda yukarıda işaret ettiğimiz büyük korkunun, yani Türkiye halkı yokluğun karaborsanın elinde kıvranırken kimlerin zengin olduğu gerçeğinin öğrenilmesine engel olduğu için vurguncu Türkiye burjuvazisinin işine gelmiştir.

Sovyet kampı ile “hür dünya” yani aslında kapitalizm ile sosyalizm arasında kalan Türkiye, yönünü hızla batıya çevirmiş, Tan Gazetesi matbaasının basılmasıyla başlayan olaylar 1946’da Missouri zırhlısının Türkiye’yi ziyareti, Amerikan emperyalizmine yanaşmanın fırsatı olarak görülmüştü. İçeride ise Köy Enstitülerinin kapatılması, halkevlerinin kahvehanelere dönüştürülmesiyle rejim giderek yozlaşmaya başlamıştı bile. Siyasal sonuçları bakımından Tan Gazetesi baskını ve yağması, soğuk savaşa doğru giderken eleştirel düşünceye vurulmuş en ağır darbelerden biri olmakla kalmadı, aynı zamanda sol ve özgürlükçü basından duyulan nefretin nerelere kadar gidebileceğini ispatladı. Saldırı, gazetelere yönelik faşist terörün temellerini attı ve yazı dizimizin ileriki bölümlerinde değineceğimiz başka saldırıların da ilham kaynağı oldu.

Son analizde TKP’nin SBKP’nin desantralizasyon kararına uymasıyla güçsüzleşen Türkiye ilerici hareketinin 2. Dünya savaşı yıllarındaki bütün yükünü ilerici aydınlar ve gazeteciler taşımak zorunda kaldı. Türkiye’de sol mücadelelerin henüz kitleselleşmediği, ideolojik ve kültürel hegemonyanın yığınları hızla politikleştiremediği, bu tarihsel evrede verilen bu mücadele kalıcı etkisini aydınlar arasında örgütlemeyi başardı. 1940’lı yılların savaş karanlığında, partisiz örgütsüz verilen mücadelenin bir diğer nedeni, komünform kararıyla 3.Enternasyonalin dağıtılması ve 2.Dünya Savaşı sonrası SSCB’nin devrimlere neden olması kuvvetle muhtemel eşitsizliklerin ve yıkımın yaratacağı yeni devrimlere kapılarını kapatmasıydı. Öte yandan Türkiye’de faşist propagandanın etkisi o kadar büyük tü ki sinemacı Metin Erksan, Ercan Kesal ile yaptığı söyleşide Hitler’in müslüman olduğu yolundaki iddiaları sorduğu bir garsondan aldığı “Evet dedem Hitler’in bir müslüman olduğuna inanıyordu” yanıtıdır. İnsanın kanını donduran bu saçmalık, Türkiye’deki faşist Alman propagandasının etkisinin hiç de yabana atılır cinsten olmadığını öğretmesi bakımından ilginçtir. Böylelikle 2.Dünya Savaşı yıllarında verilen anti-faşist mücadelenin önemi daha net kavranabilir.

Yazı dizimizin bu bölümü de sona erdi gelecek bölümde soğuk savaş yıllarında Türk basını üzerindeki sansür ve baskı politikalarının tarihini irdelemeye devam edeceğiz.

1Çetin Yetkin, Karşı Devrim 1945-1950, İstanbul, Kilit Yayınları, 9.Baskı, 2014, s..13

2https://haber.sol.org.tr/yazarlar/burak-gurbuz/din-liberallik-ve-fasizm-uzerine-peyami-safa-ornegi-91906

3https://www.avlaremoz.com/2017/11/26/nadir-nadinin-kaleminden-hitlerin-sirin-ve-samimi-avusturyasi-serdar-korucu/

4Turgut Er, (Arşiv Belgeleri Işığında) Türkiye’de Sansür (1938-1945), Ankara, Berikan Yayınevi, s.61.

5Şahhüseyinoğlu, H. Nedim, Dünden Bugüne Düşünceye ve Basına Sansür, Ankara, 2005 s.59-60

6Turgut Er, (Arşiv Belgeleri Işığında) Türkiye’de Sansür (1938-1945), Ankara, Berikan Yayınevi, s.71

7Sezen Kılıç, Nazi Hükümetinin Türk Basını Hakkındaki Değerlendirmeleri (1935-1944), Harp Akademileri Komutanlığı-Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Dergisi, s.57

8Tan, 21-22.11.1939

10Hıfzı Topuz, 2.Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, İstanbul, Remzi Kitapevi, 2003, s.175

11Hıfzı Topuz, 2.Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, İstanbul, Remzi Kitapevi, 2003, s.174

12[Aktaran] Ayhan Aktan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İstanbul, Aras Yayınları (Genişletilmiş Basım), 2021, s.358

13Burada özellikle suçu işleyenlerin “Yahudi” kimliklerine yapılan vurgu önemlidir: Tasvir-i Efkar 1 Eylül 1942 “Bir Yahudi Müteahhit Hazineyi Binlerce Lira Zarara Soktu “ başlıklı haber ve “İstifçi İki Yahudi Yakalandı” 09 Eylül 1942 Tarihli haber: Elektronik Erişim: http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/gazete.php?gazete=tasviriefkar

14Ayhan Aktan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İstanbul, Aras Yayınları (Genişletilmiş Basım), 2021, s.363

Diğer Yazılar

12 EYLÜL DARBESİNDEN SİYASAL İSLAMCI REJİME DOĞRU 44 YIL

Mustafa Durmuş /12 Eylül 2024 Geçen yüzyılı belirleyen olgulardan birisinin askeri darbeler ya da darbe …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir