ÇARŞIYA UYMAYAN HESAPLAR YA DA AKP’NİN YENİ KAMPANYASI

Ümit ÖZDEMİR / 19.11.2022

@masumlevrek

1 Mart 2004’te Ottowa sözleşmesinden çekilen Türkiye, meselenin Suriye’de çıkarılacak olan iç savaş boyutunu çözümlemekten aciz dış siyasal aklıyla sözleşmeden çekildi ve Ortadoğu’da AB liberalizminin tuzağına düştü. Reel politikte asla bitmeyen çatışmaların ve mezhep kavgalarının merkezi olan yakın doğu ülkelerinin göç akınını kışkırtacak bu geri çekilişin bedeli ağır olacaktı. Tamamı petro-dolar şeyhleri, siyonist lobiler ve emperyalist düşünce kuruluşları tarafından teorik çerçeveleri çizilen bu çatışmalar, Müslüman dünyanın alt kimliklere parçalanmasının yolunu açtı. Dış işleri ve yapılan bu stratejik hata, sınır güvenliğinin fiilen kaldırılmasıyla Türkiye’yi düzensiz göçün hedef ülkesi haline getirdi.

SAHNE HAZIRLANIYOR

ABD’li sinema oyuncusu Angelina Jolie’nin Hatay’a sığınan Suriyeli mültecilere yaptığı ziyaret, burjuva basında geniş yankı bulmuştu. İsmiyle müsemma mezar kazıcısı (Tomb Raider) filmlerinin oyuncusu Jolie, BM “İyiniyet Elçisi” olarak Suriyeli mültecilerle bol bol poz vermiş ve yerinden yurdundan olanları emperyalist saldırı ve Suriye’yi imha kampanyasının bir başka adı olan BOP’a malzeme yapmıştı. Suriye gerek emperyalist silah baronlarının, gerek her türden cihadistlerin yağmalayacağı Büyük Ortadoğu Projesi ile parçalanma evresinde, kameralı kuvvetlerin her türden provokasyon ve algı operasyonuna maruz bırakıldı. Burada Beyaz Miğferliler’in yarattığı kışkırtmaları tamamlayan Türkiye sağından özellikle islamcı vakıf ve derneklerin katkılarının merkezi bir rol oynadığını geçerken belirtelim.

Suriye yıkılmadı belki ama çok daha büyük bir problemin ana kaynaklarından biri oldu. Bu problem, Türkiye’ye sığınan mültecilerin geleceğinin ne olacağıydı. Suriye’nin yıkılmasını isteyen AB’li emperyalistler Rusya ve İran desteğiyle bunun mümkün olmayacağını görünce taktik değiştirdiler ve kendi ülkelerine yönelecek büyük göçmen akımlarını önlemek için AKP iktidarına siyasi rüşvet verdiler. Bu siyasi rüşvetin merkez ülkelerinden biri Almanya’ydı. Rüşveti alan ve paradan başka hiçbir şeyin önemsemeyen AKP kurmay heyeti, eşitsiz ve adaletsiz geri kabul anlaşmasını 16 Aralık 2013’te imzalayarak1 Türkiye’nin açık bir BM kampı olacağını ilan etti. Bunun yıkıcı ve çok boyutlu etkileri tartışılıyor ancak ilk ve en büyük etkisi, şehirlerin aşırı nüfuslanması, milyonlarca mültecinin konut talebinin karşılanamaz oluşu ve elbette güvenlik sorunlarıydı. Bunlara ilaveten Türkiye’de doğmuş olan binlerce Suriyeli çocuğun eğitiminin ne olacağı da apayrı bir başlık olarak ortada duruyor ve tartışılmayı bekliyor. Sağcı popülist akıl, Suriyelilere emekleri ve bedenleri sömürülecek birer nesne muamelesi yaparken, “ensar” söylemini kullanarak sömürüyü dinsel sosla perdelemeye çalışıyordu. Mültecileri aynı zamanda klon seçmen olarak kullanmayı hedefleyen AKP, muhtarların elinden şüpheli durumlarda mahallelerindeki şüphelilerin isimlerini emniyet müdürlerine bildirme yetkisini de alıyordu. Basına yansıyan haberlerden öğrendiğimiz kadarıyla ikamet ettiği evinde yabancı isimli sığınmacıların çıkması kamu oyunda tedirginliğe ve şüpheye neden oldu.

KANLI KORİDORLAR

Türkiye’yi kanlı koridora iten şeyi bu krizden bağımsız düşünmek imkansızdır. Suriye iç savaşında taraf olmanın ilk bedelllerini IŞİD’in 2015-2016 aralığında kesintisiz saldırılarıyla ödeyen lerin arasında Türkiye’de barış isteyenlerin önde gitmesi tesadüf değil. Gelecekte yaşanması daha büyük sosyal olaylara müdahale etmeye çabalayanlar Ankara Gar Katliamı ile tasfiye edildiler. Kanlı koridor adı verilen bu dönem, aynı zamanda AKP’nin kendi iç çelişkilerini çatışma ve iç savaş boyutuna vardırma denemesiydi. Korkutulan ve yılgınlığa düşen seçmenler 1 Kasım 2015’te AKP’yi yeniden iktidara taşıdılar. Beynin ilkel dürtülerini kontrol etmeye çabalayan amigdala bölgesinin kıpkırmızı olduğu bu dönemin bir benzerini 1978-1980 aralığında yaşamıştık. Kanlı koridor tabirimiz böyle bakınca yerli yerine oturur. Yolun sonu kısadalga.net yazarı Cengiz Erdinç’in kaleme aldığı yazısında belirttiği üzere 15 Temmuz Fetulkahçı darbe girişimiydi.2

LEOPARIN KUYRUĞU: İSTİKLAL CADDESİ TERÖR SALDIRISI

Herkes gibi neden İstiklal Caddesi nerden çıktı şimdi bu sorusunu soruyorsunuz eminim. Yazalım: AKP Suriye iç savaşına dahil olmanın BOP eş başkanlığına oynamanın ve Ahmet Davutoğlu ve emperyalist kuklalarının Stratejik Derinlik kitabında – kitap Samuel Huntington gericisinin Uygarlıklar Çatışması kitabının tamamlayıcı öğesidir-çerçevesini çizdiği bedeliyle yeni yüzleşiyor. Yüzlerce polisin cirit attığı bir caddede 40 dakika bekleyen bir teröristin bomba patlatması esnasında İçişleri Bakanlığına nezaret eden ama her haliyle bir müteahhite daha çok benzeyen Süleyman Soylu, o esnada Suriyelilere briket ev dağıtım töreninde konuşma yapıyordu. Kendisinin tanımlamasıyla “nadide bir kız” olan İstiklal Caddesi kana bulandı. Katliam sonrası birbiri ardına yayınlanan lanetleme mesajlarının hiçbirinin siyasi iktidarı hedef almaması herhalde bu topraklara özgü bir ikiyüzlülük olsa gerek… Suriye iç savaşının yarattığı yıkımın ve sığınmacı sorunlarının oy oranlarını düşürüyor olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye başlayan AKP, bu konuda vaziyeti düzeltmek adına bazı adımlar atmaya başlamıştı. Cihatçı çetelerin İdlib’de ayaklanarak Türk bayraklarını yakmasıyla biçimlenen İstiklal Caddesi bombalaması, böyle bakınca yerli yerine oturur. Besleme cihatçılar, Türkiye’nin kendilerine yönelik desteğe devam etmesini suçsuz insanları katledip, onlarcasını yaralayan bir terör eylemiyle ilan ediyorlardı. “Leoparın kuyruğunu tutmayacaksın, ama tuttuğun zaman da bırakmayacaksın” Afrika atasözünde ifade edildiği üzere, AKP dış politikadaki neo osmanlıcı çizgisinin bedelini ödemekteyiz. Barışçı bir dış politika izleyerek ve komşu ülkelerle ticareti, öğrenci ve bilim insanı değiş tokuşunu geliştirmeye çalışmak ve böylece ülke ekonomisinin sorunlarını çözmek yerine, çatışmaların tarafı ve bizatihi destekçisi olan bu siyasal çizgi iflas etmiştir.

Öte yandan Türkiye’de kültür, sanat ve eğlence merkezlerinden biri olan İstiklal Caddesi ve Beyoğlu’nun hedef alınması tesadüf değildi. AKP’li yıllarda belirginleşen müzik ve konser yasakları, masa sandalye yasaklarıyla başlayan ve % 6000’lere varan eğlence vergileriyle batırılan işletmeler.. Kültür Bakanlığı desteğinin kesilmesiyle özel tiyatroların kapanması ve Taksim civarında neredeyse hiç tiyatro salonunun kalmamasıyla biçimlendi. Emek sinemasının yıkılmasıyla kültürel ekonominin temeli ve bir sinema ve festivaller mekanı olan İstiklal Caddesi ve Beyoğlu’nda neredeyse hiç salonun kalmaması, kültürel hayatın kurumasının ikinci aksıydı. Kitap yayıncılığındaysa 1990’lı yılların büyük bir canlılık gösterdiği Beyoğlu ve çevresinde artan kira fiyatları ve mutenalaştırma operasyonuyla neredeyse hiç yayınevi kalmadı. Ayakta kalan bir iki kitap mağazası dışında kültürel hayatın can çekişmesi, büyük bir kültürel ekonominin canlı tuttuğu, iş imkanı sağladığı Beyoğlu’nun hızla çökmesine neden oluyordu. Saldırı sonrası güvenlik gerekçesiyle bankların ve saksıların kaldırılmasıyla başlayan yasak kampanyası, içine çiçekçileri, kestanecileri, simitçileri ve sokak müzisyenlerini alarak genişledi. Bölgenin esnafının sokağa koyduğu fiyat ve hizmet tabelaları ve duyurularına kadar uzayan yasaklar zincirinin kaynağı İstanbul Valiliği. Böylece siyasal islamcıların yaptığı çok açık olan terör saldırısı fırsat bilinip, her şeyi yasaklama kampanyasına dönüştürüldü. Bombalı saldırının İstiklal Caddesi’ni hedef alması, ve sonrasında getirilen yasaklar bu genel tabloyu tamamlayan bir niteliktedir.

(TMMOB İstanbul Şube Başkanı Mimar ve Taksim Dayanışması sözcüsü Mücella Yapıcı, Emek Sineması’nın yağmalanarak Grand Pera kurulmasına karşı eylemde)

MATRUŞKANIN EN ÇİRKİNİ: ZAFER PARTİSİ

Emperyalizmin stratejik göç kampanyasının Türkiye ekonomisi ve siyaseti üzerinde yarattığı etki, halkın ekonomik çöküşten yana duyduğu kaygı ile birleşince ırkçı Zafer Partisi gibi oluşumların giderek popülerleşmesine neden oldu. Bu popülerleşmede sosyal medyayı etkili kullanmalarının ve Hande Karacasu’nun bu ırkçı akıma hizmet eden videolar yayınlamasının payı büyüktür. Videolarda bütün bir Suriye halkını, sığınmacıları kriminalize eden bir dil kullanılması, ırkçı propagandanın olası etkilerini büyütmesine hizmet edebilir. Bu konuda yürüyen tartışmaya katkı olsun: Dünyanın hiçbir ülkesinde sığınmacıların hayatta kalma çabasını karşılayabilecek bir ekonomik kaynak maalesef yok. Ülkeler arasında kurulabilecek yardım köprüleriyse BM’nin yetersiz kalmasıyla örülemiyor. Kapitalizmin küreselleşmeyle yarattığı büyük yıkım ve yağma dalgası ülkeleri parçalayan emperyalist kuşatma ile büyüdü. Kapitaliist-emperyalist sistem, bu saldırı kampanyasının sivil kurbanlarını, kendi bekasının devamı için bu kez tamamen güvencesizleştiren sığınmacı olarak kabul edip, ikincil bir sömürüye maruz bırakıyor. Bu sömürü de elbette Batıdaki örneklerde olduğu üzere ırkçı partilerin yükselişine zemin hazırlayabiliyor.

Anketlerde görünür hale gelen Zafer Partisi’nin üyeleri, kan kokusunu alan köpek balıkları misali İstiklal Caddesi’ne akın ettiler. Ama bundan önce saldırıyı Avukat Jiyan Tosun’u hedef gösteren Zafer Partisi yöneticisi Adem Taşkaya, suçlamanın asılsız olduğu ortaya çıkınca “ben de mağdurum” söylemine sarıldı. Katliam, Türkiye sağının “kurt dumanlı havayı sever” sözüne uygun olarak nasıl ortak hareket edebileceğini bir insan hakları savunucusu, avukatın hedef göstermesiyle bir kez daha ispatlandı. Siyasal çatışmaların aynı zamanda kültürel üretimin merkezi ve Türkiye’nin kalbi olan caddede yaşanan katliam, böylece Türkiye sağının yeni bir sömürü alanı bulmasına vesile oldu. Ekonomik kaygılara eklenen güvenlik anksiyetesi, rejimin sahiplerince yatıştırılmaya, gözü yaşlı pozlarla örtülmeye çalışılsa da müesses nizamın sahipleri, Suriye iç savaşında emperyalizmin piyonu rolünü oynamanın bir bedeli olduğunu biliyordu. Bunun üzerini örtebilme ve yönlendirebilme kapasitesini azaltan, ekonomik durgunluk ve kapitalizmin 2008’de girdiği üçüncü büyük depresyonunun inkar edilemez etkisiyse giderek büyüyor. AKP’nin kurmak istediği ve bir kısmıyla da başardığı hukuktan tamamen azade istibdat rejimi, artan eleştirilerin karşısında tam bir acziyet yaşıyor. Türkiye egemen sınıfları her ne kadar neoliberalizmi sınır noktasına kadar taşısalar da hegemonya zeminini kaybetmeleriyle ciddi bir açmazın içindeler.

AKP saldırı sonrası yükselttiği şovenizm ile ve ABD’yi suçlayarak yeni bir sınır ötesi harekatı zorlamayı hedefliyor. Kaybetmesi kuvvetle muhtemel 2023 seçimlerinden bu yolla kurtulmayı hedeflerken, bir yandan da “açılıma” benzer bir şey yapıp, HDP ve onun çevresindekileri tarafsızlaştırmaya çabalıyor. Fakat tabi bu oldukça politik bir çizgiye sahip olan seçmen kitlesinin tepkisiyle karşılanması kuvvetle muhtemel bir gelişmedir. AKP’nin açmazı, kendi iktidarını uzatabilmek adına tuttuğu bütün dalların elinde kalmasıyla trajik sona doğru ilerliyor.


Plan tutar mı ? Toplumda “bu kadar mülteciyi kabul edersen sonucu bu olur” kanısı yerleşti ve bu kanının kolay kolay değişmeyeceği gözleniyor. Öte yandan “7 Haziran 1 Kasım’ı yeniden mi yaşayacağız?” endişesi de anlaşılabilir bir kaygıdır. Günümüz Türkiye’si ne 2015 Türkiye’sine benziyor ne de AKP-MHP kutsal ittifakı o kadar sağlam. Ekonomik krizin çöküşe dönüştüğü, dış politikada ciddiye alınmak bir yana sapılan yanlış yollar yüzünden taviz üstüne taviz veren bu yetmeyince şovenizmi kışkırtan söylem eskisi kadar etki yaratamıyor. İstiklal Caddesi terör saldırısı sonrası yaşanan travmanın etkisi yavaş yavaş dağılırken,  halkımızın olaylara ve şovenizme oynayan açıklamalara ihtiyatlı yaklaştığı görülüyor. İstiklal Caddesi terör eylemi sonrası internet bağlantısının fiilen kesilmesiyle birlikte saldırının failleri hakkında derin bir şüpheye kapılınması, AKP’nin yarattığı güvenlik zaafiyetiyle birlikte düşünüldüğünde işlerin eskisi kadar kolay olmayacağının göstergesi. Hesabı verilmeyen her cinayet bir yenisini doğuruyor. 13 Kasım 2022 İstiklal Caddesi terör eylemi de hukuk egemenliğinin yitirildiği, çürüme ve yozlaşmanın kokuşma düzeyine vardığı bir evrenin ürünü olsa gerek. AKP kurmaylarının “sığınmacılar olmasa Türkiye’de üretim durur” biçimindeki yaklaşımı ise sığınmacı emeği sömürüsünün meşrulaştırılmasına hizmet ediyor. Diğer yandan “ensar” söylemi de genç kuşakların tamamında beliren deizm ve ateizmin yaygınlaşmasıyla boşa düşüyor.


AKP bir Rus atasözünde “Her anını planladığın bir günün akşamında keşke bu planı yapmasaydım demek en büyük yenilgidir” belirtildiği gibi yaptığı bütün planların birer ikişer berhava olmasını şaşkınlıkla izleyen, siyasal gelişmeleri okumaktan aciz, iktidarda Türkiye’yi kaybettirdiği 20 yılın hesabını vermeye hazırlanmaktan kaçınan ve çökmekte olan siyasal islamcılığın çürümüş bir yapısı. Bir nevi dehşet trenine benzetmekten hiçbir zaman imtina etmeyeceğim AKP dönemi, teşbihte hata olmaz sözünün yaşayan canlı bir örneği.

1https://www.avrupa.info.tr/tr/geri-kabul-anlasmasi-6895

Diğer Yazılar

İKTİDARA YAKIN BİR PATRON DAHA FAZLA VERGİ ÖDEDİĞİNDE DAHA MI DEĞERLİ OLUYOR ?

Mustafa Durmuş /31 Ağustos 2024   Gelir Vergisi rekortmenleri listesinin ilk iki ismi Saray’a çok …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir