“Düşündüğünü söylemekten korkmaya başlarsa bir kişi, düşünmekten de korkmaya başlar.” Vedat Türkali
Ümit ÖZDEMİR / 15.10.2022
Birinci Bölüm: 2.Abdülhamit İstibdatı, İttihat Terakki dönemleri
Basın tarihimiz aynı zamanda sansür, baskı yasak ve gazetecilerin işinden mesleğinden edildiği, halkın bilgiye ulaşmasının engellendiği bir tarih. Gelin şimdi bu tarihe yakından bir göz atalım.
İlk Sansür Anayasal Rejim talebine hayır.
Otoriterizme baş kaldıran ilk yazarlar Ali Suavi’nin çıkardığı Muhbir’de Ziya Bey’in kaleme aldığı yazıda Girit Krizi nedeniyledir. Girit Krizi sırasında takınılan tavrı eleştiren bir diğer yazar, Namık Kemal’dir. Tasvir’i Efkar’da kaleme aldığı makalesinde Namık Kemal, Girit Krizi sırasında İstanbul’daki Rumların tutumunu eleştirir. Anayasal bir rejim ve meşveret (görüş alış verişi) yoluyla siyaset belirlenmesini savunur. Basın tarihine “Ali Paşa kararnamesi”1 olarak geçen kararname ile ilk kez geçerli hukuk sisteminin dışına çıkılarak gazeteler (Muhbir, Vatan, İbret, Hâdika, Sirâc, Diyojen) kapatılır. Kapatılan gazetelerden Muhbir’i özgün ve farklı kılan şey, yayın politikasında okur mektupları köşesinden siyasal iktidarı kızdıran bir takım soruların soruluyor oluşudur. Filip Efendi’nin sahibi olduğu Muhbir’de yayınlanan mektupların çoğu dönemin siyasi koşulları göz önüne alındığında, aslında gazeteyi çıkaranların yazdığı yazılardı.
Fuat ve Ali Paşa’nın aldığı kararla kararname ile gazeteler kapatılabilecektir. Yayınlanan kararnamede “Asayişi ve düzeni korumak gerektiğinden, bu türlü gazete ve dergilerin bütün devlete ve millete dokunan zararların önlenmesi için, Basın Nizamnamesi’nin hükümleri dışında olarak hükümetçe cezalandırma işlemine ve önleyici tedbirler alınmasına karar verilmiştir”2 cümleleriyle geçerli yasaların dışına çıkma geleneği ilan ediliyordu. Böylece eleştirel düşüncenin ve modernizmin kurucu öğelerinden biri olan gazetecilik, müesses nizam tarafından kriminalize ediliyordu. Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Bey’in Paris’e kaçarak gazetecilik yaşamlarını burada sürdürmelerine sebep olan bu karar, aynı zamanda Yeni Osmanlılar3 adlı muhalif grubun oluşmasının önünü açar.
Anayasal reformların bir türlü hayata geçirilememesiyle Bosna ve Bulgar isyanları patlak verir. Birçok Müslümanın öldürülmesi isyandan kaçanların perişan hali büyük bir infiale neden olur. Giderek artan huzursuzluğa ilaveten dönemin yolsuz ve kanunsuz bakanı Mahmut Nedim Paşa (Rus yanlısı dış politika izlemesi nedeniyle Nedimof olarak da bilinir) başkent İstanbul’da geniş ve yaygın öğrenci protestolarının hedefi olur. Öğrenci ayaklanmasının ve yolsuzluklarının halka duyurulmasına engel olmaya çalışan Mahmut Nedim Paşa, çareyi basına sansür koyarak bulur. Gerekçesini “güncel durumun önemi dolayısıyle gazetelerin kesinlikle inzibat altına alınması gerektiğinden, İstanbul’da ve memleketin her yerinde çeşitli dillerde basılan gazetelerin basılmadan önce muayenesi usülü konduğu” sözleriyle izah etmeye çalışan Nedim Paşa, böylece bozuk düzenin çürümenin ve bürokratik yozlaşmanın nedeni olan otoriter yönetiminin suçlarını gizlemeye çalışır. Öğrenci ayaklanması Bab-ı Ali’de Mahmut Nedim Paşa’nın konağının basılmasıyla zirvesine ulaşırken, İran büyük elçiliğine sığınan Nedim Paşa canını zor kurtarır. Padişahın tahttan indirilmesi ve Nedim Paşa’nın görevden azliyle sonuçlanan öğrenci ayaklanması, 19. yüzyılın sonuna doğru yeni bir aydın sınıfının doğuşunun müjdecisidir.
Uzun 19. Yüzyılın sonuna doğru İstanbul’da otoriter yasalara rağmen İbret, Sirac, Hadika gazeteleri yayın hayatına devam ederler. Ancak bunların arasında Diyojen adlı mizah dergisinin yeri müstesnadır. Teodor Kasap tarafından Fransızca ve Rumca dillerinde basılan dergi, politik mizahın öncüsüdür. Fıçıya girmiş Diyojen biçimindeki logosunun üzerinde “gölge etme başka ihsan istemem” sözleri yer alan Diyojen, bir geleneği başlatmakla kalmaz aynı zamanda eleştirel aklın seçkin örneklerinden biri olan mizahın kurucu öğesi olur. Diyojen’in başlattığı bu gelenek, Türkiye basın tarihinde incelenmesi başka bir yazının konusu olabilecek kadar kapsamlı muhalefet dilini kazandırır.
II.Abdülhamit Dönemi: Basın Kanun Dairesinde Serbesttir !
2. Abdülhamit döneminde Nedim Paşa’nın temellerini attığı basın üzerinde sansür memurlarının denetimi kalıcı hale geldi. Kanun-i Esasi’nin (Anayasa) 12. Maddesindeki “basın kanun dairesinde serbesttir” maddesi ise kanun maddelerinin belirsizliğiyle birlikte düşünüldüğünde tamamen keyfi bir durumun geçerli olacağının deliliydi. II.Abdülhamit döneminin belirgin sansür özelliği, sansürün gazete basılmadan uygulanıyor olmasıydı. Sansür memurları, henüz matbaaya gönderilmemiş gazeteleri inceliyor ve uygun görmediği bölümleri sansürleyip gazeteye iade ediyorlardı. Tamamen keyfi bir uygulama olan sansür nedeniyle “Murat”, “burun”, “Yıldız” gibi cümlelerin kullanımının yasak olması gazeteciler arasında dolaşan bir tevatürdü. Sansürün ana kaynaklarından biri olan istibdat memurlarının bu tutumu, kraldan çok kralcı yaklaşımın bir ürünüydü. Örneğin burun kelimesinin yasaklanması, 2. Abdülhamit’in çirkin görünümlü bir buruna sahip olmasıyla açıklanırken, Yıldız cümlesi Yıldız sarayındaki darbe olayını çağrıştırmasıydı. Ebüziyya Tevfik’in sahibi olduğu Hadika gazetesi sansür karşısında yayın hayatına devam eden gazeteleri dört espritüel kategoride sınıflandırır: Halen yayınlananlar (berhayat olanlar), bir süre sonra kapatılacağı ön görülenler (hasta olanlar), artık çıkmayanlar (vefat edenler) ve çıkmasına bile izin verilmeyenler (cenin-i sakıt)
1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi, sivil ve askeri yöneticilere basın üzerinde geniş bir baskı kurmaya imkan tanıyordu. Bu durum kanunda “Genel meclis toplantı olmadığı zamanlarda devleti muhataradan (tehlikeden) ya da genel güvenliğin bozulmasından korumak için… Vekiller heyetinin vereceği kararlar kanun hüküm ve kuvvetindedir” maddesiyle somutlaşıyordu. Kanunun bu maddesine dayanılarak kabinenin basın yayın organları aleyhine aldığı herhangi bir karara karşı koymak imkansız hale geliyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek meclisin kapatılmasıyla bu kanun maddesi fiili bir baskı aracına dönüşecekti. Öte yandan Kanun-i Esasi’nin 6. maddesinde yer alan “Askeri hükümet, gerekli görünen kişilerin gece ve gündüz evlerini aramağa; şüpheli ve sabıkalı güruhundan olup hükümetçe tutuklananları sıkıyönetim altına alınan yerde konutları olmayan kişleri başka bir yere uzaklaştırmağa; … zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapamaya ve her türlü cemiyetleri (toplantılar, kurullar, dernekler yasaklamaya yetkilidir” maddesiyle 2.Abdülhamit’in istibdat rejiminin hukuki çerçevesi belirginleşiyordu. Burada özellikle “zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapamaya” cümlesiyle keyfi idarenin ve basın üzerindeki kalıcı baskının temelleri atılıyordu.
2.Abdülhamit döneminde kurulan istibdatın baskı aygıtının diğer kurbanları kitaplardı. Zararlı bulunan yayınların açık havada yakılması, yangın çıktığı zannedilmesiyle itfaiyenin müdahalesi sonucu ortaya çıkan sakıncalı duruma engel olunması için kitapların Çemberlitaş hamam külhanında (hamamda suyun ısıtılması için ateşin yakıldığı bölüm) yakılmasına karar verilir.
Baskının yarattığı sinizm, 2.Abdülhamit adına işleri yürüten Encümen-i Teftiş Muayene adı verilen bir kurulun yazışmalarında ortaya çıkar. Utanç verici bu yazışmalarda ortaya çıkan durum,4 kitapların 2.Abdülhamit devr-i istibdatında küle dönüştürüldüğünün ispatıdır. Matbaanın zaten geç girmesiyle düşünce dünyasının seçkin ürünlerinden mahrum kalmanın yarattığı düşünsel sefalet, 2.Abdülhamit’în kitapları imha ettiren siyasetini tamamlayarak derin bir çürümenin temellerini atar.
Kitaplara yönelik imha süreci bir süre sonra yazarların protestosuna neden olur. Halit Ziya Uşaklıgil, sansür memurunun Kırık Hayatlar adlı eserini hemen her köşesine müdahalesine kızar ve 2.Abdülhamit döneminde bir daha yazı yazmama kararı alır. Bu durumu “… Nerede on satırlık bir fıkra basılmak üzere ise, bunun en az beşi çıkarılmağa mahkumdur. Ne için çıkarılmıştır ? Bunu hiçbir vakit anlayıp ona göre davranmak, şu on satırın beşini yazmamak mümkün olamıyordu”5 sözleriyle anlatır.
Pek çok yazar ve şairin istibdat rejimi nedeniyle yazı yazmaya ara verdiği bu dönem, melankolinin zirve yaptığı bir evreydi. Aşiyan’da inzivaya çekilen şair Tevfik Fikret, 2.Abdülhamit’e düzenlenen başarısız suikast girişiminden sonra kaleme aldığı Bir Lahza-ı Tahattür (Bir Anlık Gecikme) şiirinde suikasti düzenleyen için yazdığı Attın.. ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın cümleleriyle üzüntüsünü dile getirir. Bilim kitaplarının yasaklanmasıyla düşünsel birikimin önüne yeni bir engel konulur. Osman Nuri Genel tarih yasak, kimyada yanıcı maddeleri meydana getiren bazı bileşimler yasak, Abdülhamit’in adının ilk harflerini meydana getiren harflerden birleşik bazı kimya ve matematik formülleri yasak; sözgelimi, hiç kimse«AH = O)) yazamazdı; çünkü bunun «Abdülhamit= Sıfır) biçiminde yorumlanması olasılığı vardı. Dilbilgisi kitaplarında raslanan «nahosnuduz)) (hoşnut değiliz), «bedbahtsızı> , «serbest değilizı> gibi örnekler tehlikeli olup çizilirdi; güya bunlar Osmanlı ulusunun şikayetlerini dile getirebilirmiş . . . «Kardeş sözü biçare Sultan Murat’ı hatırlataeağı için yasak; «hasta) sözü «Hasta Adam) tamlamasını akla getireceği için o da yasak, v.b . . . Zulüm ve istibdadın, keyfi yönetimin ancak bilgisizlikle ayakta durabileceğini pek iyi bilen Abdülhamit, memleketteki çok hafif kültür ve öğrenim ışığını söndürmek için her şeyi yapardı. Din kitaplarına bile el koydururdu.6 2.Abdülhamit devr-i istibdatında bilimin yasaklanması, kibrit kutularının üzerindeki desenlerden bile kuşkulanılmasına neden olacak bir paranoyaya doğru genişledi. Baskı ve zor aygıtından kurtulmak için yazarların sansüre karşı çeşitli taktikler denemelerine neden oldu. Sonunda Jön Türk ayaklanmasıyla ile devrilen 2.Abdülhamit, Selanik’e sürgüne gönderildi.
İttihat Terakki Dönemi: Kısa bir bahar ve uzun bir kış !
2.Meşrutiyetin ilanı, Abdülhamit devr-i istibdatının sonu, aynı anlama gelmek üzere bir yayın patlamasını beraberinde getirir. Yayın patlamasının hukuki sebebi ise İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından 29 Temmuz 1909’da çıkarılan özgürlükçü basın yasasıydı. İTC ile o güne kadar sürekli sansürlenen basın mensupları arasındaki bu kısa bahar sonunda yerini yavaş yavaş kışa bırakacaktı. Türkiye basın tarihinin bu en enteresan ara kesidinde bile muhalif gazetecilere olan kuşkucu yaklaşım kaybolmadı.
Ahmet Samim suikasti
Ahmet Samim dönemin Galatasaray ve Robert Kolej gibi nitelikli okullarını bitirerek yazı hayatına atıldı. 2.Abdülhamit istibdatına karşı muhalif yazılar kaleme aldı. Ahrar Fırkası tarafından yayınlanan Osmanlı gazetesindeki yazarlığının yanında 31 Mart vakası sonrası kapatılan Hilal gazetesinde de yazıları yayınlandı. Ahmet Samim, anayasal rejimi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan çeşitli milletler arasında dayanışmayı savunan çizgisiyle Sadayı Millet gazetesinin başyazarı ve sorumlu yazı işleri müdürüydü. Onun bu siyasal çizgisi memleketi yavaş yavaş keyfi idareye sürükleyen İttihat Terakki Cemiyeti’nin yönetim tarzıyla çelişki içindeydi. Ahmet Samim’in giderek artan baskıyla yükselttiği eleştirileri nasihat mektubuyla uyarılmasına, ilaveten hareket ordusu kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın gazeteden birini makamına çağırtarak uyarmasına kadar vardı. Nasihat mektupları ve sözlü uyarılara rağmen eleştirilerini devam ettiren Ahmet Samim’e bu kez tehdit mektupları gelmeye başlar. Sadayı Millet ve iktidar yanlısı Tanin gazeteleri arasındaki tartışma giderek kızışır.
Ahmet Samim, Sadayi Millet yazarlarının Ortaköy’de düzenlediği bir yemeğe davetli olarak yola çıktığı bir Haziran gününde Eminönü Bahçekapı’da silahlı saldırıya uğrayarak hayatını kaybeder. Yemeğe beraber gittikleri gazeteci arkadaşı Fazıl Ahmet Aykaç, saldırıdan şans eseri yara almadan kurtulur. Katil İttihatçı bir Jandarma Subayı sonradan Ankara Valiliği de yapacak olan Abdülkadir Bey’di. Abdülkadir bey yargılanmadı ve cinayetten dolayı herhangi bir ceza da almadı.
Ahmet Samim, dürüst bir gazeteci olarak kendisine sunulan iktidar rüşvetini de elinin tersiyle itmiştir. Dönemin dahiliye nezareti (İçişleri Bakanı) tarafından kendisine sunulan mutasarrıflık görevini reddeder. Başına gelecekleri biliyormuşçasına yakın arkadaşı Kıbrıslı Şevket’e yazdığı bir mektupta “İttihat Terakki tarafından idam edileceğini, bunu bildiğini ancak hiç korkmadığını ifade eder”.7 Ahmet Samim için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi’nde kaleme aldığı satırlar suikastin neden tertiplendiğinin ispatı gibidir: “Hele o günlerde en çok göze batması ve hükümetin kızgınlığını en çok harekete geçirmesi lazım gelen biri varsa o da, Ahmet Samim’di. Çünkü gerek Divan-ı Harbi Örfi’nin gizli işkence usüllerine dair belgeleri ortaya koyan, gerek Soma-Bandırma demiryolu imtiyazının iç yüzünü açığa vuran tek gazeteci o idi.”8
Ahmet Samim suikasti, istibdat döneminin sonunda iktidara çıkan İTC’nin basın özgürlüğünden ne anladığını ve basın hürriyetine karşı toleransının sınırlarını göstermesi bakımından öğreticidir. İTC’nin iktidara çıkmasından sonra rüşvet ve yolsuzluğun, kayırmacılığın devam etmesi ve nüfuz ticaretiyle zengin olan İTC elitlerinin halka yabancılaşması, eşitlik ve özgürlük taleplerine karşı kayıtsız kalması partiye yönelik eleştirilerin yükselmesinin ana sebepleriydi.
Bir diğer katledilen gazeteci Zeki Bey cinayetinin fail-i meçhul kalmıştır, bir diğer gazeteci Hasan Fehmi Bey, İttihat Terakki’nin yarattığı dejenerasyonu şöyle tarif eder:
”Fırkasına (partisine), cemiyetine olan saldırı ve sataşmayı boğmak, bastırmak için “amanın kişilerle uğraşıyorlar, namuslu çehrelere saldırıyorlar… Vatanın kurtuluşunu tehlikeye düşürecekler!” diyerek herkese saldırmanın, daha doğrusu … kamuoyunu çirkin bir kişisel sorun söz konusuymuş gibi hakikati arayan basından nefret ettirerek yine Rum ve Ermenilere küfür ile, Araplara hakaretle… vurguncuları korur… Özetle İttihatçı ruhu, çeteci ağzı, tehlikeli bir gidişle milleti oyalamak, bocalatmak, şaşırtmak ve sonunda seçimler yaklaşır yaklaşmaz yeni bir maske ile, yeni bir dolapla, oyun alanına atılmak ve iş görmek, işte hedefleri…İşte amaçları…” 9
İTC’nin son dönemi basına yönelik baskıların zirveye yürüdüğü dönemdi. Bu evrede İTC mensupları, kendi yayın organı Tanin’i bile kapatacak kadar agresifleştiler. İktidara tırmanmak ve onu koruma arzusu, her şeyi ve herkesi kendi iktidarına karşı bir tehdit unsuru olarak gören, alarmist-milliyetçi bir yaklaşımla birleşince hubris sendromu10 kaçınılmaz oldu. İTC ve yakın çevresinin zenginleşmesi, servet ve ikbal hırsıyla halkın sorunlarını yadsıması ve Mahmut Şevket Paşa’nın Beyazıt meydanı ortasında arabasına düzenlenen saldırıyla katledilmesi, yaşanan Balkan bozgunu İTC’nin askeri dikta rejimini hazırlayan olgular ve olaylar silsilesidir. Bütün çelişkilerin belirginleştiği 1913 yılında Bab-ı Ali’ye Talat ve Enver beylerin düzenlenen baskın11 ile biçimlenen askeri darbe, İTC’yi ve memleketi 1.Dünya Savaşı’na sürükleyen bir yolun kapılarını sonuna kadar açtı.
Türkiye’de modern anlamda, yani devlet güdümünde olmadan gazete ve dergi yayınlamak uzun 19. Yüzyılın sonunda mümkün olabilmişti. Modern gazeteciliğin kurucusu Şinasi Bey’in Tercüman-ı Ahval deneyiminden sonra yeni tipte bir düşünce gazeteciliğinin temelini Tasvir-i Efkar’da attı. Tasvir-i Efkar’da kaleme aldığı yazılarıyla Şinasi, gazeteciliğin toplum yararına yapılacak bir faaliyet olmasının yanı sıra, henüz ilk biçimlerinin Avrupa’da yeni yeni ortaya çıktığı kamuoyu oluşturma görevini üstlenebildiğini yerinde deneyimlemişti. Şinasi’nin Fransa’da aldığı eğitimin yarattığı pozitif etkiyle, basın yayın camiasında kurucu bir figür olduğu söylenebilir.
Tanzimatta başlayan modernleşme çabaları, 2.Abdülhamit dönemindeki istibdat rejimiyle durdurulmaya çalışıldıysa da Türkiye’de değişimin gücünü, aydın kadroların kendilerini ifade etme aracı olarak basın-yayın faaliyetlerinin pozitif etkisi devam etti. Tercüme odasında doğan Osmanlı-Türk aydınları zamanla gazeteciliğe doğru genişleyen bir yeteneğin sahibi olmayı başardı. Bu yeteneği besleyen bir diğer faktör şüphesiz çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ayağa kaldırılması, bozulan devlet ve toplum düzeninin yeniden tesis edilmesi motive edici bir unsurdu. Bir diğer faktör ise Batılılaşma çabalarının zeminini oluşturduğu özgür birey olma, modern Avrupa devletlerindeki gibi yeni bir toplumsal kültür örüntüsü oluşturma çabasıydı. Bütün bu çabalar inkar edilemez bir olguyu bütün olumsuz koşullara rağmen Türkiye kültür hayatına armağan etmeyi başardı: eleştirel düşünce ve rasyonel akıl…
Yazı dizimizin ikinci bölümünde 1.Dünya Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Türkiye basın tarihini tartışmaya devam edeceğim.
Gelecek bölüm:
1.DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA TÜRKİYE’DE BASIN: MİLİTARİZMİN GÖLGESİNDE BİR KÖŞE KAPMACA
1Cevdet Kudret Aksal, Abdülhamit Devrinde Sansür, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1977, s.7
2a.g.e, s.7
3https://tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_Osmanl%C4%B1lar
4Cevdet Kudret Aksal, Abdülhamit Devrinde Sansür, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1977, s.21-22
5Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, 2.Baskı bölüm 128, s.544
6Osman Nuri, Albdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı, c. II, İstanbul 1327/1911, s.586-587
7https://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/bir-gazeteci-cinayeti-ahmet-samim/
8Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İstanbul İletişim Yayınları, 2016 s.54
9( Hasan Tahsin – Mart 1919, Hukuk-u Beşer)
10https://www.sabriburhanoglu.com/hubris-sendromu
11https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%A2b-%C4%B1_%C3%82li_Bask%C4%B1n%C4%B1