Mert Yıldırım / 14.10.2022
Marks, Engels ve Lenin siyasal iktidarı, yani devleti baskı ve zor aygıtı olarak tanımlarken; Gramsci ve Althusser, devletin baskı aygıtlarının yanına ideolojik aygıtları da ekler.
Gramsci, devleti “sivil toplum” ve “politik toplum” olarak tanımlarken; Althusser, politik toplumu “baskı “aygıtları, sivil toplumu ise “ideolojik aygıtları” olarak tanımlar.
Emperyalizm dönemiyle birlikte devleti salt baskı aracı olarak görmek eksik kalır. Özellikle içinde bulunduğumuz bilgi bilişim ve gelişen dijitalleşme gerçeğiyle birlikte ideolojik alanın etkinliği daha da artmıştır.
Devletin Baskı Aygıtları!
Polis merkezleri, askeri garnizonlar, mahkemeler, hapishaneler vb.alanlar devletin klasik zor aygıtlarıdır. Okullar, medya, vakıflar, dini kuruluşlar vb.alanlar devletin ideolojik aygıtlarıdır. Zor aygıtlarının amacı korku sağlamak iken; ideolojik aygıtlarının amacı “rıza” üretmektir.
Geri kalmış geç kapitalist ülkelerde ideolojik aygıtlarının etkinliği olsa da başat alan baskı aygıtlarıdır. Bu noktada, Gramsci’nin “sivil toplum” ve “politik toplum” kavramları çerçevesinde geri ve ileri ülkeler için yaptığı önerme referans olmaya devam ediyor.
Terör ve Terörizm!
Zor ve cebir anlamında kulanılan terör kavramı hem bir şiddet biçimi hem de savaşın bir alt biçimidir.
Fransızca kökenli olan terör, şiddetle eş anlamlı kullanılmıştır. Fransa devriminin bir devamı ve hesaplaşması olan 1793-94 yılları, “terör yılları” olarak değerlendirilir. Marks, bu döneme “devrimci terör” ve “kızıl terör” diyerek olumlu rol biçmiştir. Ama daha sonraki süreçte birçok kavramın başına gelen terör ve terörizm kavramlarının başına da gelmiştir. Adı geçen kavramlar “değişime” uğramış ve bugünkü negatif anlamlar yüklenilmiştir. Böylece dipten gelen ezilenlerin şiddeti kriminalize edilmektedir.
Ancak olumsuz anlamlar yüklenilmiş olsa bile kimin terör, kimin direniş hareketi olduğu, halen tartışma konusudur. Bu noktada, uluslararası alanda oluşmuş bir konsensüs bulunmuyor.
Siyasetin bir biçimi olarak Savaş!
Yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış olan Çin’li askeri filozof Sun Tzu, “savaşı bir sanat” olarak ele alır. Daha çok taktik hamleler üzerinde duran Sun Tzu, bunun için “aklın kullanımına” aşırı vurgu yapar. Böylece kendisine has cümlelerle savaş ile siyasetin bağlarını ortaya koyar. Ancak savaş ile siyasetin ilişkisini daha net ortaya koyan Clausewitz’dir.
1800’li yıllarda yaşayan Alman savaş teorisyeni Clausewitz, savaşı “siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” olarak tarif eder. Mao, Clausewitz’in tanımını ileri götürerek “savaşı kanlı siyaset” olarak betimler. Mahir Çayan ise “siyasi gerçekleri açıklamanın” bir biçimi olarak tarif eder.
Anlaşıldığı üzere savaş ve siyaset arasında diyalektik bir ilişki bulunmaktadır. Bu durumda “her türlü şiddete karşıyım” demenin pratik hayatta karşılığı bulunmamaktadır. Dahası, en büyük şiddet aracı olan devlet aygıtını atlayan her türlü ifadeler gerçekleri örtbas etmeye hizmet eder.
Devletin tepeden tırnağa bir şiddet mekanizması olduğu gerçeğinin anlaşılması bizim yaşadığımız topraklar için pek zor olmasa gerek.
Ve devlet şiddeti artık sadece Fırat ötesi coğrafyayla sınırlı değildir. Zira batının en değme yerlerinde bile şiddet görüntülerini görmek pekala mümkündür. Bunun için Esenyurt, Kadıköy ve Beyoğlu sokaklarını beş-on dakika gezmek yeterlidir. Her köşede kümelenen resmi ve gayri resmi kuvvetler adeta işgal görüntüsü vermektedir. En küçük bir basın açıklaması, en masum bir nümayiş gaz ve coplarla engellenerek terörize edilmektedir. Buna simdi Milletvekili ayağı kırma dozu eklenmiştir. Elbette bütün bu baskı ve şiddet sarmalı planlanmış bir programın parçasıdır. Bu nedenle aslında insan hakları ihlali, basın ve ifade özgürlüğünün gaspı denilen gerçekler bilerek, tasarlanarak yapılan eylemlerdir. Amaç şiddet görüntüleriyle toplumsal dehşet yaratmaktır.
Çünkü biliniyor, bizim gibi coğrafyalarda devlet ve toplum ilişkisi son derece kırılgandır. Hafif bir gevşeklikte çorap söküğü gibi arkasının geleceği biliniyor. Basit gibi görünen bir basın açıklamasının tepeden yuvarlanan bir kar topu gibi büyümeye yol açabileceğini de…Bunu bilen muktedirler yığınların tepesinde demoklesin kılıcını eksik etmezler.
Ezilenlerin Şiddeti!
Manzara böyle olunca Troçki’nin deyimiyle “üstten gelen şiddet furyası alttan gelen şiddet potansiyeline neden olur”. Alttan gelen bu şiddet hem savunma hem de var olma amacını taşır. Son derece meşru olan bu şiddet muktedirler tarafından çeşitli algı operasyonlarıyla kriminalize edilir. Bunu tersine çevirmenin başlıca yolu ise şiddetin “estetize” edilmesidir. Bunun ilk adımı aksiyonun biçiminin ve zamanlamasının doğru seçilmesidir. İkinci koşul ise sürekliliği ve teknik kapasitesinin sofistike olmasıdır. Zamanlaması ve biçimi iyi ama devamlılığı olmayan aksiyonların başarı şansı yoktur. Her şeyin ters yüz edildiği, mağdur edenlerin mağdur gösterildiği günümüzde gerçeklerin perdesini açmak ancak estetize edilmiş, sofistike, amacın kendisine uygun, mesajları net olan bir aksiyon programıyla mümkündür. Ezilenlerin gücü burada ortaya çıkar. Ama epey bir süredir izlenen aksiyon tarzı aksi sonuçlara yol açmış ve kaotik ortam ortaya çıkmıştır.
Özellikle 1990 sonrası gerçekleşen şiddet şekli genel olarak siyasi gerçekleri açıklamaktan uzak kalmış ve 90’ların ortalarından sonra düello ve intihar tarzına dönüşen şiddet biçimi, hedeflerinin ve zamanın gündemle örtüşmemesi kamuoyunda derin soru işaretlerine neden olmuştur. Buna bir de “bölücü terör” demogojisi eklenmiş ve “vatan-millet sakarya” söylemleriyle toplumsal gericilik geliştirilmiştir.
Ve ne yazik ki, “savaşı Batıya taşıma” biçimi ve zamanlaması da buna zemin hazırlamıştır.
Bölgenin bozkırlarında başlayan şiddetin önceliği ulusal demokratik talepler olması ve ulusal kopuşu hedeflemesi, ilk planda şiddetin hedefinin ve biçiminin önemsiz görünmesine neden olmuştur. Ama daha sonra, 1990’ların başlarında yakalanan denge aşaması, saldırı aşamasına dönüşmeyince, önce pata halî, sonra gerileme başlayınca yeni arayışlar başlamıştır. Bu arayışın bir sonucu olarak program değişikliğine gidilmiştir. Yıkma ve bölünme değil, değiştirme ve birlikte mücadele etme kararı alınmıştır.
Temel ekseni “Radikal demokrasi” ve “demokratik ulus” olarak formüle edilen yeni dönem programının bir gereği olarak demokratik siyaset ve birleşik mücadele gündeme gelmiştir.
Bu programın doğruları yanlışları bir yana; asıl sorun programla örtüşen örgütsel ve pratik-politik dönüşümlerin yapılamamasıdır.
“Radikal demokrasi” ve “demokratik ulus” yatay bir program olmasına karşın, izlenen siyaset dili ve örgütlenme biçimi bununla örtüşmemektedir. Daha açık ifadeyle, benimsenen söz konusu program yatay ve dolayısıyla barışçıldır. Ancak bu güne dek izlenen örgütlenme biçimi hiyerarşik, siyaset dili volantaristtir. Tabi, bu durum hem teorik hem de pratik olarak kaosa ve krize yol açmıştır.
İkinci bir açmaz ise demokratik alan ile devrimci alanın ihtiyaçlarının örtüşmemesidir.
Mevcut demokratik alanın esas olarak devrimci alanın eseri olduğu biliniyor, bu da kaçınılmaz olarak bir hegemonyaya yol açmaktadır. Ancak bu hegemonyanın kendi doğal evrimini aşan indirgemeci bir hal alması, demokratik alan için kimlik krizine yol açmaktadır.
Oysa her alanın kendisine özgü bir dili bulunur ve aslında her alan kendi dilini konuşsa, alanlar kendi işlevini daha iyi yerine getirir. Aksine yapılan pratik politikalar ise alanların elini zayıflatır.