Mert Yıldırım / 14.08.2022
Artık nerede ise herkes sistem krizinden söz ediyor. Bunun altını çiziyor. Ama gönül rahatlığı ile bu krizin “sürdürülemez” olduğunu kimse söyleyemiyor. Çünkü mevcut krize karşı henüz alternatif bir hegemonyadan söz edemiyoruz. Ve ne yazık ki hayaleti bile semalarda görünmüyor. Zaman zaman Latin Amerika’da ortaya çıkan itirazlar ve ilerici dinamikler olsa da bu durum genele yayılmadığı gibi süreklilik de arz etmiyor.
Zaten emperyalist-kapitalist sistemin rahatlığı tam da bu noktada başlıyor. Karşı hegemonyanın olmaması…Bu bayağı rahatlık sonucu her alanda gerici siyaseti ve pervasız davranışları sergilemekten çekinmiyor.
Artık dünyanın yeni bir uygarlığa ihtiyacı olduğu kesin. Yoksa Avusturya işçi marşında geçtiği gibi “dünya mahvolur”.
Fakat bunun için önce yeni bir uygarlık ve alternatif hegemonya için yeni paradigma(lar) gerekiyor!
Bunun yolu 21.yüz yılın ilişki ve çelişkilerin tanımlanmasından geçiyor.
Ne var ki otuz-kırk yıl öncesine göre bir çok bakımdan değişen veya ortadan kalkan ilişki ve çelişkilerle karşı karşıyayız.
Elbette ki söz konusu yeni paradigma kimilerinin ileri sürdüğü gibi sıfırdan ortaya çıkmayacak. Zaten düşünce tarihi de böyle bir şey değil. Kaldı ki yaşanmış ve belgelenmiş muazzam bir mücadele ve siyaset mirası bulunuyor. Dolayısıyla yeni tarif mutlaka geçmişin birikimi üzerinden şekillenecek.
Ama olan ve yaşanan çoğu zaman böyle değil. “Yeni teori” adına geçmiş tümden inkar ediliyor. Sadece inkar edilmiyor, bir de olmayan şey olmuş gibi yansıtılıyor. Deyim uygunsa iftira atılıyor. Örneğin devlet teorisi bunlardan biridir. Bu “yeni teorisyenlere” göre Marksizm devletçidir! Bunu da reel sosyalizmin deneyiminden hareketle ileri sürüyorlar. Ve bunu iddia edenlerin önemli bir bölümü kuvvetle muhtemel Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” , Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı eserleri ve Marks’ın Fransız üçlemesini okumamıştır.
Oysa Marksizm ütopik görüşlere karşı ideolojik mücadele verirken, en önemli konuların başında devlet teorisi geliyordu. Bu anlamda deyim uygunsa liberal ve anarşist felsefenin dumanını atmıştır. Fakat yüz yetmiş yıl önce deşifre edilmiş anarşist tezler yeni bir buluşmuş gibi yeniden piyasaya sürülüyor. Özel mülkiyet ile devlet, demokrasi ile diktatörlük arasında kopmaz olan ilişki sümen altı ediliyor. Demokrasi kavramı sınıfsal ilişkilerden azade ele alınıyor. “Marksizmi aşıyoruz” adı altında demokrasinin kendisi başlı başına bir sistem gibi sunuluyor.
Sahici tarifler ancak geçmişin eleştiri süzgecinden geçirilerek vücut bulur. Ve yaşanmış deneyimleri arkalamayan hiç bir tarifin başarı şansı yoktur. Başka bir ifadeyle kopuş ve süreklilik ilişkisi kurulmadan sosyalist aydınlanma gerçekleşemez.
1848 yılında yayınlanan Komünist manifestonun orijinali yaklaşık 60-70 sayfadır. Ama belgenin yayınlanması üzerinde geçen dört -beş yıllık süreç içerisinde yazılan önsözlerle birlikte adı geçen belge ikiye katlanmıştır. Ve en önemlisi de her bir önsözün bir önceki önsözün eleştirisi ve dolayısıyla kopuşu olmasıdır.
Marks ve Engels Sosyalizm fikriyatını inşa ederlerken Alman felsefesini, İngiliz iktisat teorisini ve Fransız sınıf siyasetini miras almışlardı. Baş aşığı duran tezleri eleştirerek ayakları üzerinde oturttular. Ama en önemlisi de diyalektik metodu şahane bir şekilde ortaya koymaları oldu. Örneğin ilk yıllarda kapitalizmin iktisadi bunalımının işçi devrimine yol açabileceğini hesaplıyorlardı. Ama gelişmeler öngörüldüğü gibi gerçekleşmeyince hiç çekinmeden “biz yanıldık” diyebilmişlerdi. Yine, bir süre sonra kapitalizmin her koşulda ilerlemeci olmadığını İrlanda-İngiltere ilişkilerinde fark ederek ve “Doğu Sorununa” ilgi göstermeye başlayarak ortaya koydular. Her tarihsel dönemeçte fikirlerini yenileyerek sahici birer bilim insanı olduklarını ortaya koydular.
Marksizm bitmiş ve tamamlanmış bir teori değildir. Her bilim alanı gibi, Marksist düşüncenin kendisinin de hayatın akışının içinde boşlukları ortaya çıkar.
Bu boşluklardan hareketle “şu veya bu kişi şununla malul” veye “yetersizdir” demek pek anlamlı ve objektif değildir.
Objektif olan her bir uygulamayı ve tespiti kendi dönemi ile birlikte okumaktır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Marksist yöntem her daimi kopuşu ifade eder. Bir başka ifadeyle Marksist yöntem kopuş ve sürekliliğin birliği, diğer bir ifadeyle diyalektiği demektir.
En mükemmel teori hayatın grift ve dinamik yapısı karşısında gri kalır. Çünkü hayatın ağacı yeşil ve dolayısıyla dinamiktir.
Marksist teorinin yüz yetmiş yıllık geçmişi içinde boşlukta kalan alanlar olmakla birlikte, esas boşluklar son kırk yıl içinde ortaya çıkan yeni ilişki ve çelişkilerin sonucudur.
1848 yılından bugüne değin sürekli değişen üretim tekniği beraberinde yeni üretim modelini/ modellerini ortaya çıkarmıştır. Özellikle 21.yüz yılın başlarından sonra artan yeni teknik girdiler hem yeni sektörleri ortaya çıkarmış, hem de emekçi sınıfların bileşenlerini değiştirmiştir.
Newtoncu fizikten feyz alınarak yapılan fordist üretim modeli, Toyotaizm üretim modeli ile birlikte değişmiştir. Devreye Kuantum fiziğinin üretim varyantı ortaya çıkmıştır. Parçalı, esnek ve her an değişen üretim tekniği yepyeni ilişki ve çelişkileri ortaya çıkarmıştır.
Standart üretim tekniği olan Fordist sisteme göre ortaya çıkan sınıfın örgütlenme (sendika ve Parti) modeli dönemin ilişkilerine cevap veremiyor.
Boşlukta kalan en önemli alan bu alandır. Yeni üretim tekniği ve bunun neden olduğu ilişki ve çelişkilerdir.
Bir başka boşluk alanları ise sosyal çelişkilerle olan ilişkisi dolaylı olan ama ekseriyet olarak direk ele alınan Kadın sorunu, ekoloji, ulus, etnik, kültürel kimlik vb. alanlardır. Bu alanlardaki boşluklar Marksizme musallat olan ekonomizm ve sınıf indirgemeciliğinin sonucudur. Boşluk ve pratik uygulamadaki zaaflar adı geçen alanları aktüelleştirmiştir.
Kadın özgürlük sorununda olan boşluk feminist anlayış tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Bu da bir başka boşluğa ve soruna neden olmaktadır.
Feminizm, Kadın özgürlük meselesini özel mülkiyet ilişkilerinden azade ele almakta ve pratik refleksini erkek karşıtlığı temelinde icra etmektedir. Bu haliyle ne kadar kitlesel ve radikal olursa olsun son tahlilde sistem içi bir anlayış olarak realize oluyor. Buna rağmen bu anlayışa ilişkin etkin bir ideolojik mücadele verilmemesi ve en önemlisi de doğru pratik ilişkilenmenin olmamasının neden olduğu önemli boşluklara neden oluyor.
Bu güne değin kaba sınıf indirgemeciliği nedeniyle Kadın özgürlük sorunu salt iktisadi temelde ele alınmıştır. Ayrıca ertelemeci tutumlar nedeniyle eril anlayışlar aşılamamış ve kadın özgürlük dinamiğinin açığa çıkması engellenmiştir.
Kadın özgürlük mücadelesi bugünden yarına kesintisiz sürmesi gereken bir mücadele alanıdır.
Kadın sorunu sınıfsal olduğu kadar aynı zamanda özgün bir kimlik alanıdır.
Bu özgünlük özerk çalışma ve örgütlenmeyi gerektiriyor. Bunun tanımını “Sosyalist feminizm” olarak kavramlaştırmak yanlış olmaz.
Günlük siyasette ve çalışma alanlarında eril anlayışların mahkum edilmesi ertenmemesi gereken bir mücadeledir. Ama bunu erkek karşıtlığına varması, özerk çalışmaların kaba erkek karşıtlığı biçimine dönüşmesi birleşik mücadeleyi zaafa uğratır. Oysa bir çok sorun gibi Kadın özgürlük sorununun aşılması ancak birleşik mücadele ile mümkündür.
Bir başka tartışma alanı ise devlet kavramı üzerinde sürmektedir.
Bu alanda reel sosyalizmin neden olduğu boşluğu anarşizm doldurmaya çalışmaktadır.
Feminizm kendisini erkek karşıtlığı temelinde konumlandırırken Anarşizm de kendisini devlet karşıtlığı temelinde konumlandırmaktadır. Oysa eril kültür gibi devlet aygıtı da bir sonuçtur. Bu sonuçların nedenlerini içermeyen itirazlar son tahlilde sistemin duvarına toslamaya mahkumdur.
19.Yüzyıl’da henüz Marksizmin vücut bulmadığı, ütopik sosyalizmin hakim olduğu dönemde devlet alanında küçümsenmeyecek tartışmalar yapıldı. Ama daha sonra reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte bu alanda yeniden tartışmalar başladı.
Bu alanda başlayan okuma ve yorumlar esas olarak anarşizmden beslenmektedir.
Reel sosyalizm deneyiminden devlet olgusunun bir sorun olduğu doğrudur. Ama buradan hareketle Marksizmi devletçi ilan etmek en hafif deyimle iftiradır.
Marksizme musallat olan devletçi imajın nedeni tek ülkede devrim pratiğidir. Sosyalizm bir sistem olarak ilk planda bölgesel devrim çemberini ve giderek küresel bir biçim almadan devlet erkinden ve devletin neden olduğu yabancılaşma illetinden kurtulamaz.
Marks ve Engels’in devletin bir baskı aygıtı olduğu tespitini Lenin “Devlet ve Devrim” eseriyle ileri taşımıştır. Daha sonra Gramsci ve Althusser okulunun devlet alanına getirdiği çözümlemelerin önemi günümüzde daha da artmıştır. Gramsci ve Althusser’in “Devlet sadece baskı aygıtından ibaret olmadığı” biçimindeki tespitleri önemli bir katkıdır.
(Luis Althusser)
Devletin baskı işlevinin dışında ideolojik ve kültürel alanlar aracılığıyla sağladığı toplumsal rıza ve bunun neden olduğu sonuçların anlaşılması günümüz en aktüel konusudur.
Kapitalist-emperyalist sistem var oldukça daha az devlet veya devletsizlik mümkün değildir.
Sorunumuz dogmatizm ve dogmatikler.Bunu bir şekilde aşmamız gerekiyor.Marxın fransız üçlemesinden neyi kastettiğinizi biraz açarmısınız.Teşekkürler.
Marks’ın Fransız üçlemesi, Fransa da 1848 yıllar ile 1871 yılları arasında cereyan eden sınıflar savaşını üç ayrı eserde ele almıştır.
Birincisi, “Fransa’da sınıf savaşımları”; ikincisi, “18.Brumaire”; üçüncüsü, “Fransa’da iç savaş”.
Marks bu üç eserde siyaset, taktik, strateji, devlet vb. alanlarda analizini yapar.