Mert Yıldırım / 07.08.2022
Bir önceki yazımızda Kürtlerin
Kuzey ve Güney eksenli iki temel çizgi üzerinde siyaset yaptığını belirtmiştik.
Yine bu iki çizgi ekseninde, Kürt kamuoyunun tartıştığı iki ana başlık bulunuyor; Demokratik ulus ve ulus-devlet…Tabi söz konusu çizgilerin bu iki başlık dışında çok farklı ideolojik ve politik nitelikleri bulunmaktadır. Bunu da yeri geldiğinde tartışacağız.
Ama önce başlıkta ki kavramların disiplinlerine ilişkin kısa bir tarif yapmamız gerekiyor.
Devlet bir siyasal organizasyon, bir baskı ve hegemonya aracı olarak binlerce yıllık tarihi geçmişi bulunuyor. Ulus ise dört-beş yüz yıllık bir geçmişi var.
Ulus tarihi ile kapitalizm tarihi paraleldir.
Kapitalist ilişkiler gelişip güçlenmesi ve bir siyasal sistem olarak realize olması ulus-devlette ifadesini bulur. Ulus-devlet bir iktidar biçimi olarak kapitalist sisteme denk düşer.
Demokratik ulus, devletsizliği ifade eden bir kavram olarak post kapitalizmi amaçlar. Bu kavramın iki temel yorumu bulunuyor; birincisi, anarşist kurama dayanır. Anarşist kuramda demokratik ulustan çok “ekolojik toplum” olarak tarif edilen şey aşığı yukarı aynı içeriğe sahiptir. Olmayan veya az olan devlet tasavvuru. ikinci yorum ise daha çok siyasal liberalizme denk düşer ki, bunun yaşayan örnekleri bulunuyor. Az devlet, çok toplum, az merkeziyetçilik ve yerinde yönetim olarak tarif etmek mümkün. Ama bu örneklere sahip ülkeler de son tahlilde ulus-devlettir. Zaten hiç bir ulus-devlet birbirinin aynısı değildir.
Ulus-devlet paradigması egemen iktidarın değişimini şart koşmaz iken, demokratik ulus/radikal demokrasi programı egemen iktidarın değişimini ve dönüşümünü hedefler. Ancak bu değişim ve dönüşüm yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru olur. Böyle olunca değişim ve dönüşüm araçları ve yöntemleri esas olarak deterministir.
Egemen iktidarın değişimi sözkonusu olunca, bu hedefte müşterek olan dinamikler ile birlikte davranma zorunluluğu gündeme gelir. Birleşik mücadele… örnegin HDP vb.organizasyonlar bu ihtiyacın ürünüdür. Biz buna kısaca Kuzey çizgisi diyoruz.
Güney çizgisi ise ulus-devlet programına sahiptir. Pratik alanda bu özelliğe sahip mi değil mi, bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama Kürtlerin bir kısmında olan algı budur; Güney çizgisi daha milli bir çizgidir ! Bu çizgiye ilgi duyanlar ABD’den büyük medet ummakta ve Kuzey çizgisinin Kürtlerin milli davasına zarar verdiğine inanmaktadır.
Ancak herşey göründüğü gibi gelişmiyor.
Örneğin demokratik ulus/radikal demokrasi programının tabiatı gereği yatay örgütlenme ve barışçıl mücadele biçimi esas olması gerekirken, pratikte tersi yaşanmaktadır. Bağımsız ve birleşik ülke programı değişmiş, ama mücadele ve örgütlenme modeli değişmemiştir. Hiyerarşik örgütlenme ve iradeci mücadele biçimi devam etmektedir. Bir başka çelişki ise birleşik mücadeleyi zorlayan özgün taleplerin bulunmasıdır. Örneğin bir yandan tüm memleket meselelerini kendisine dert ederken, öte yandan örneğin tecridin ve kültürel kimlik taleplerin gündeme getirilmesi müşterek öznelerin talepleriyle çoğu zaman örtüşmüyor. Örnegin Kürt halkı ve siyasi hareketi için tecrit öncelikli sorun iken batılı bir emekçi ve demokrat için öncelikli olmayabilir.
Kürt hareketi, tecridin kaldırılması, dil ve kültürel haklar için gerektiğinde mevcut iktidarla müzakereye açık iken, birleşik mücadelenin diğer dinamikleri bu hiçte tercih edeceği bir ilişki olmayabilir. Ortak örgütlenmeyi ve birleşik mücadeleyi yer yer zaafa uğratan temel nedenlerden biri bu ve benzer öncelikler sorunu olmasıdır.
Söz konusu programı zorlayan nedenlerden biride devrimci alanlarda izlenen mücadele biçimidir. Askeri kuvvetler arasında yaşanan çatışma, bunun politik sonuçları ekseriyetle birleşik mücadeleyi zorluyor. Bunun nedeni içerdiği volontarist (iradeci) tarz değil, hedeflerin kendisi ve biçimidir. Siyasi gerçekleri açıklama amacını içermeyen şiddet biçimi iktidarın sinir uçlarına dokunmuyor. Dokunmadığı için iktidar batıyı cephe gerisi olarak kullanarak savaşı onlarca yıl sürdürebiliyor.
İlk günden beri süren tarz 1990’lara gelene dek muazzam sonuçlar ortaya çıkarmış, Kürtler için “ilk kurşun” işlevi görmüştür. Bu ilk kurşun önce korku duvarlarına yıkmış, ardında kitlesel politikleşmeye yol açmıştır. Fakat aynı tarzın tekrarı bir müddet sonra pata haline dönüşmeye başlamıştır. Bu durum halen devam ediyor.
Alanların ve yöntemlerin tamamen terk edilmesi değil, ama yeni bir yol ve yöntem arayışına ihtiyaç olduğu kesin.
Ancak hem yılların alışkanlıkları hemde şiddet sarmalına sahip bir coğrafya da hiç kolay değil.
Güney çizgisinin kelimenin tam anlamıyla aile oligarşisine dönüşmesi, Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesi önünde en büyük engel haline gelmiştir. Bu nedenle Kürtlerin aşması gereken engellerin başında geleni Güney çizgisidir.
Güney çizgisi deneyiminden göründüğü gibi ulus-devlet paradigmasına sahip olmak her şey değildir.
Bu sadece Güneyde değil, tüm dünyada böyledir.
Başka bir ifadeyle ulus-devlet her zaman ve şartlarda ulusal ve sosyal özgürlük anlamına gelmiyor.
Afrika da Mozambik, Gine ve Angola gibi onlarca ulus uzun mücadeleler sonucu devlet kurdular, ama özgür olamadılar. Yaşadıkları yoksulluk, yolsuzluk ve yozlaşma eksik olmadı.
Ancak bu örneklerden hareketle ulus-devleti tüm kötülüklerin temel nedeni olarak okumak da gerçekçi değil. Gerçek olan ulus-devlet modelinin var olduğu ve uzun bir süre daha var olacağıdır.
Küreselleşme hikayesi ile ulus-devletlerin önemini yitirdiği ve yitireceğine dair beklentiler gerçekleşmedi.
Küreselleşme tarihi kapitalizm tarihi kadar eskidir. Bilgi-bilişimin artmasıyla birlikte artan ve artacak olan küreselleşme ulus-devlet gerçeğini ortadan kaldırmaz. Ama biçim değiştirir. Aparatları artar. Nitekim olan, yaşanan budur. Bir yandan uluslararası şirketlerin sayısı ve etkinliği artarken, bir yandan askeri ve siyasi birlikler artmakta, öte yandan yeni yeni ulus-devletler ortaya çıkmaktadır.
Ulus-devletlerin hiçbiri birbirinin aynısı değildir.
Ulus-devletlerin ilk ortaya çıkan Batı Avrupa ülkelerine bir göz atalım, her biri diğerinden farklıdır.
Fransa klasik ulus-devlet modeli iken İngiltere çok uluslu, monarşik, ama aynı zamanda üniter bir yapıya ve parlamentoya sahiptir. Almanya ise ne Fransa’ya nede İngiltere’ye benziyor. Federatif bir yapıya sahiptir. Belçika iki resmi dili bir devlet iken, İsveç kanton sistemine sahip bir devlettir. Hindistan onlarca eyalete, onlarca resmi dille sahip çok kimlikli, çok uluslu, çok dilli bir devlettir. Eyalet sistemine sahip ABD’de de her bir eyaletin kendisine özgü iç yasaları ve yönetmelikleri bulunmaktadır. Bütün bu saydığımız farklılıklara rağmen sözkonusu ülkeler hem üniter hemde kendilerine özgü ulus-devlet yapıya sahiptir. Adı geçen her bir ülkenin devletler biçimi farklı olmakla birlikte, ne ulus gerçeği nede kapitalizm gerçeği ortadan kalkmıyor.
Kapitalizmin karşıtı olan sosyalizm de ilk aşamada ulusal ve devlet olmak zorundadır. Ama bu ulusal ve devlet biçimi kapitalist devlet ve ulus biçiminden farklıdır. Bütün yetersizliklere rağmen reel sosyalist uluslar ve devletlerde farklı idi.
Sonuç olarak; hem devlet hemde ulus-devletin kendisi tarihsel bir olgudur. Daha insani ve ekolojik ulus-devlet modelini hedeflemek başka, tamamen reddetmek başkadır.
Dört bir yanı kuşatılmış olan Kürtlerin devlet olma hakkı başka, zorlukları olması başkadır.
Devlet fetişizmi kadar, onu red etmekte sahici değildir. Her ulus gibi Kürtlerin de devlet olma hakkı vardır. Şimdilerde konjonktür uygun değil diye ulus-devleti tuka ka etmek ve devletsizliği teorize etmek bilimsel değildir. Başka konjonktür de devlet olma imkanı çıkarsa hiç bir ulus bu imkanı elin tersi itelemez.
Kendi kaderini tayin etme hakkı temel ilke olmaya devam ediyor.
Bir ulus bu hakını ister tamamen ayrı, ister kanton, ister federasyon biçimde ilan eder. Bu tartışma ulusun ve onun öncü kuvvetlerin kendi iç sorunudur.
Dışarıdan gazel okumak ulusal ön yargıları artırır. Ezen ulus devrimci ve demokratların görevi amasız-fakatsız olarak ezilen ulusun ayrılma hakkını savunmaktır. Bunu savunmayan biri değil sosyalist, ortalama demokrat bile olamaz. Aynı şey ezilen ulus bireyleri içinde geçerlidir. Özgür ulus olmaya yolu mutlaka ama mutlaka ayrılmak değildir. Yukarıda örnekleri verilen sayısız kendi kaderini tayin etme biçimi bulunuyor. Hangi biçimin olacağını tayin edecek olan nesnel ve öznel şartlardır.