Taner Renda / 26.06.2022
Epeyce bir zamandır Selahattin Demirtaş’a mektup yazmaya niyetleniyordum. Her seferinde de araya bir şeyler girip durdu. Bir TV kanalına, muhafazakar bir kadın, uzatılan mikrofona mırın kırın edince; yanındaki küçük oğlu acar bir şekilde “Kürt Başkan” diye başlayan konuşmasını izledim. Selahattin Demirtaş’ı önce başbakanlığa, daha sonra da cumhurbaşkanlığına yakıştırması; beni derinden etkiledi.
Erdoğan’ın Demirtaş’ı kendisi için ne kadar tehlikeli olduğunu görüp; tutsak edilmeden önce, aynı düşünceler bende de belirmişti. Alışık olduğumuz siyasilere hiç benzemiyordu. Son derece kibar, açık sözlü ama karşısındakini de kırmamak için kelimelerini özenle seçiyordu. 2015 yılındaki Haziran ayında yapılacak genel seçimler öncesi TBMM’deki HDP’nin grup toplantısında, ( belki de Dünya’daki en kısa grup toplantısı konuşması ) üç kez arka arkaya söylediği “Seni Başkan yaptırmayacağız” cümlesi, Türkiye’yi gerçekten derinden etkiledi. Önce, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illerinde Kürtlerin başkaldırışı, Devlet tarafından vahşice ezildi ve tamamen uyduruk gerekçelerle de HDP’nin Eş Genel Başkanları olarak Demirtaş ve Figen Yüksekdağ tutuklandılar ve ardından da hapis cezaları aldılar. Devlet ve Erdoğan artık rahattılar. Ama yanıldılar. Selahattin Demirtaş teslim olmadı. Cezaevinden roman, hikaye ve yüzlerce söyleşi ve yazılarla hem Erdoğan’a, hem muhalefete “ayar verdi”. Ailesi ve dostlarından ayırmak için onların yaşadıkları yerlerden çok uzaklara, Edirne Cezaevine koydular. Ne eşi, ne kızları ne de dostları Demirtaş’ı yalnız bırakmadı. Belki de tam tersi oldu. Demirtaş, ailesinin, halkın ve dostlarının başı her sıkıştığında; yanlarında olmayı bildi.
Cezaevine koyarak yok etmeyi düşledikleri Demirtaş, aslında dışarda partisinin, dostlarının ve halkın başı her sıkıştığında; hemen yanı başlarında olmayı seçen biri. Peki, Demirtaş, Kürt olduğu için sadece Kürtlerin yanında ve onların dertlerini dert edinen biri mi? İşte burada diğer siyasi liderlerden tamamen ayrılıyor Demirtaş. Evet, bu ülkede yüzyıldan fazladır Kürtlerin bir Kürt olmalarına izin verilmeme sorunları var. Ana dilinde okuyup yazamıyorlar. Evet, kendi alfabelerini rahatça kullanamıyorlar. Yüzyıllardır yaşadıkları şehirlerin adları sonradan keyfe keder değiştiriliyor. Evet, saçma sapan bir önerme olan “coğrafya kaderdir” önermesinin bütün kötü yanları bugün bile hala yaşatılıyor. Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürtlerin çok büyük bir bölümü, ülkenin GSMH’sından aldığı pay (ya da verilen pay) hala çıldırtıcı derecede zalimce her geçen gün düşürülüyor.
Tüm bunlara ve daha sayamadığım kötülüklere karşın, Demirtaş da biliyor ki; ülkenin tümünde adil bir yönetim işbaşına gelmeden, yasa değil hukuk düzeni kurulmadan, insanların düşüncelerini rahatça ve korkmadan açıklayabilecekleri bir ülke yaratılmadan; hiç kimse ama hiç kimse bu ülkede karnı tok ve gönül rahatlığıyla gece yatağa giremeyecek, sabah umutla uyanmayacak, işlerine isteyerek gitmeyecek.
Yani evet bizim bir Kürt Sorunumuz var. Ama bir de en az bunun kadar büyük bir Türk Sorunumuz var. Öyleyse; her iki sorun da birbirinin içine geçmiş demektir. Bunu çözmek için ülkedeki tüm kökenlerin birlikte, tüm inançların veya inanmayanların birlikte, eşit sayıldığı, zengin ile fakirlerin arasındaki uçurumun, gün be gün kapatılacağı bir ülkenin yaratılması gerekir.
Bunun sağlanacağı koşullar bugün için ülkemizde yok. Şu ana kadar var olan AKP iktidarı ve onun kadroları bunu asla sağlamaz. Altılı Muhalefet olarak adlandırılan Devlet’in makbul birleşimi de bunu sağlayamaz. “Başka bir dünya mümkün” diyen bir anlayışın hakim olması ile ülke olarak uçurumun kıyısından dönebiliriz. Ve bunun ilk adımı olarak da Kürt Başkan Selahattin Demirtaş’ın koşulsuz serbest kalması ile atılır.
İyi de bir Kürt’ün Türkiye’ye Başkan seçilmesi nasıl mümkün olur? Amerika’ya “Zenci” Başkan seçilebiliyorsa; İngiltere’de bir “Türk” Başbakan seçilebiliyorsa; bir “Kürt Başkan” da bizim ülkemizde niye seçilmesin?