HAFIZA-İ BEŞER: 12 MART: UYANIŞLARIN BÜYÜK ETKİSİ, UYANIŞ, DİRENİŞ VE DARBE.

Ümit ÖZDEMİR / 02.04.2022

Kültürel Rönesans: Okuyan İnsan Halkının Yanındadır

@masumlevrek

Benzersiz 60’ların kültürel ürünleri sosyalist solun memleketin siyasi alanda hegemonya kurmasında en önemli faktörlerdendi. Bu süreçte solun sosyalistlerin kültürel üretimleri bir fabrika gibi yayın üreten yayınevleriyle (Sol, Sosyal, Ant, Bilim ve Sosyalizm, Yön) karşılığını buldu. Türkiye İşçi Partisi’nin bastığı Proleter yazarları işçiler ve köylüler olan belki de tek yayın olmasıyla diğerlerinden farklı bir yerde duruyordu. Dergicilikte yaşanan patlama ise Yön, Ant, Devrim, Türk Solu, Sosyal Adalet, Aydınlık, Emek gibi dergilerin hızla tüketilmesiyle biçimlendi. Türkçeye çevrilen Marksist klasiklerle Marksizmin zenginliği düşünce hayatını dönüştürmeye başladı. 1950’lerin köy romancılığıyla başlayan aydınlanmasının gerçekçi edebiyata yönelmesiyle hemen tamamı halkın sorunlarıyla, dertleriyle ilgilenen bir aydın kuşağının yetişmesine neden oldu. Deniz Gezmiş’in veciz bir biçimde ifade ettiği “biz hepimiz edebiyattan geldik” sözü aslında bu gerçeğin yansımasıydı. Bu olgu ister istemez mimariden, müziğe halktan yana aydınların halkın sorunlarıyla hemhal olmasına neden oldu ve “okuyan insan halkının yanındadır” sloganını benimsetti. Varto depreminde depremzedelerin yardımına koşarak yıkılanın dökülenin yerine yenisini inşa etmekten, Hakkari’de sayısız insanın canını alan Zap nehrine Devrimci Gençlik köprüsü yapmaya kadar varan bir halkçılık ve yurtseverlik dönemin belirgin ilerici insan tipolojisiydi.

İlericiliğin, sosyalist olmanın tarifini TİP Genel Başkanı Behice Boran şöyle yapıyordu: “Sosyalist olmak ömrü boyunca geliştirilmesi gereken bir kişilik oluşumudur, sürecidir. İnsanlar, sosyalizmi teorisi ve pratiğiyle öğrene öğrene, eylemine katıla katıla, kendi kişiliğinde mücadele verip kişiliğindeki burjuva etkilerinden, tortularından arına arına sosyalist olma yolunda ilerler ve bu süreç ancak kişinin ölümü ile sona erer.” 1

(“Eğitim Üretim İçindir” Broşürüyle Sosyalist öğrenci lideri Harun Karadeniz, eğitim ile üretim arasındaki diyalektik bağlantıyı ortaya koyarken, Türkiye’deki eğitim sistemindeki çarpıklıkların eleştirel bir analizini sunuyordu.)

Acılı Doğu röportajlarıyla Mete Akyol ve Ressam Fikret Otyam’ın kaleme aldığı yazı dizileri ve röportajlarla doğunun geri kalmışlığı, halkın yoksulluğu sömürülmesi ve eşitsizliğin yıkıcı etkilerini çıplak bir biçimde gözler önüne serdiler. İkili halkçı gazeteciliğin yükselen isimleri oldular. Bu gazetecilik, bir tür sosyolojik katılım yoluyla kültürel aydınlanmaya katkıda bulundu ve dönemin politik atmosferini biçimlendirdi. Kulisçi, magazinel tipik burjuva gazeteciliğinin dışında yeni, alternatif ve halkçı bir gazeteciliğin olabileceğine işaret eden bu tarz, başka bir gazeteciliğin imkanlarını göstererek popülerleşti.

Resimde Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun halk desenleri ve motiflerine dayalı estetiği, 1960’ların ikinci yarısında belirginleşen halkçı esprisiyle bütünleşti. Aralarında Nuri İyem, Neşet Günal, Neş’e Erdok, Nedim Günsür, Cihat Burak, Aydın Ayan, Seyyit Bozdoğan, Mehmet Güleryüz ve Hüsnü Koldaş, Nedret Sekban, Özer Kabaş, Kasım Kolçak ve Hasan Pekmezci gibi sanatçıların yer aldığı Yeniler Grubu, Türkiye’deki egemen sanat anlayışının halktan kopuk olduğu eleştirisine bir araya gelmişti. Yeniler Grubu yeni figüratif estetiğe dayalı yapıtlarında, yaşadıkları dönemin toplumsal sorunlarını tuvallerine yansıttılar.2

Sinemada toplumsal gerçekçi ürünlerin birbiri ardına sıralandığı dönem 60’ların kültürel zenginliğine katkıda bulundu. Sırasıyla Metin Erksan’dan Gecelerin Ötesi (1960), Yılanların Öcü (1963) ve Acı Hayat (1962) Halit Refiğ’den Şehirdeki Yabancı (1963), Şafak Bekçileri (1963) Gurbet Kuşları (1964) ve Ertem Göreç’ten Otobüs Yolcuları ve Karanlıkta Uyananlar (1965) Senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı Karanlıkta Uyananlar, bir boya fabrikasında çalışan işçilerin grev, sendikalaşma ve sömürü karşısındaki tutumlarını konu almasıyla ilk siyasal işçi filmi olma niteliğini taşıyordu. Oyunculuğunun yanı sıra sinemada gerçekçi filmler üretmek isteyen Yılmaz Güney imzalı Umut, (1969) Adanalı faytoncu Cabbar’ın gelişen kapitalizm karşısında yaşadığı hazin gerilemenin dramatizasyonuyla gerçekçi sinemada yeni bir düzeye ulaştı. Film, aynı zamanda Yılmaz Güney sinemasının daha sonra örneklerine sıkça rastlanacak olan siyasal sinemasının habercisiydi. Gerçek mesleği muhasebecilik olan yönetmen Lütfi Akad’ın Gelin, (1973) Düğün (1974) ve Diyet (1974) üçlemesi köyden kente göç eden bir ailenin yaşadığı değerler çatışması, sosyal dönüşüm, kadının ailedeki ikincil rolü ve ilkel sermaye birikimini tartışmaya açtı. Dönemin sınıfsal- toplumsal çelişkilerini ve alt üst oluşunu yansıtan üçleme, aynı zamanda Türkiye toplumundaki sosyolojik dönüşümün nabzını tutan, “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir evrenin beyazperdedeki izdüşümüydü. Müzikte Celal İnce’nin “Dost Amerika” adlı emperyalizm güzellemesine cevabı Aşık İhsani “Hoşt Amerika” şarkısı ile verecekti. Kaba şarkı sözlerine rağmen şarkı, memleketteki anti-emperyalist infialin şarkıdaki karşılığıydı. Müzikte yeni arayışlar özellikle halk kültürünün, alevi deyişlerinin çağdaş enstrümanlarla yeniden yorumlanmasıyla yeni bir senteze ulaşıyordu. Aranjmanlara ve kültürel snoblaşmaya duyulan tepkiyle başlayan arayışlar, özellikle Fikret Kızılok’un Ahmet Arif ve Nazım Hikmet şiirlerini kendi müzik sentezinde buluşturmasıyla yeni bir derinlik kazanıyordu.

                                                                         (İlk işçi filmi: Karanlıkta Uyananlar)

Tiyatroda Sermet Çağan’ın Ayak Bacak Fabrikası adlı oyunu sömürüyü ve baskıyı en iyi anlatan oyunlardan biriydi. Sosyalist tiyatrocuların kurduğu Ankara Sanat Tiyatrosu ve sahnelediği oyunlar kültürel rönesansa katkı sundu. Edebiyatta Orhan Kemal’in öyküleri, romanları ve yazarın en yakın arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektupta ortaya koyduğu acı tablo, Türkiye’nin ekonomik-siyasi durumunun özeti gibiydi.

“Sevgili Fikret,

(…) Bu satırları sabahın beşinde, buz gibi odamda yazıyorum. Ne odun, ne kömür, ne hemen odun kömür alacak para var. Tek iş yok. Ne film senaryosu, ne roman teklifi. Bu hiç de layık olmadığım yoksul hayata ne zamana kadar niçin tahammül edeceğimi bilmiyorum. Gelecek günler hiç de ümit verici değil. Yıllar yılı ‘cehalet’e verilen tavizler, nihayet memleketi bir sağcılık uçurumunun kıyısına getirdi.

(…) Yobazlığın homurtuları tehdit haline geldi. Öyle sanıyorum ki bir 31 Mart, bir Menemen arefesindeyiz. Bu hava içinde bizim işler yatmış durumda. Türkiye benim için yaşanacak yer olmaktan çıktı. İki şey yapmam lazım:

1) İstanbul ya da İstanbul dışında -Göğüş gibi dostların himmetiyle- 1000 – 1500 lira aylıkla bir iş bulup, Orhan Kemal’i bir kenara iterek Raşit Öğütçü olup çalışmak… Çocukların öğrenimini yürütmek.

2) Türkiye’yi terk edip gitmek… Kaçmak değil.

Ne dersin, Anadolu’nun herhangi bir yerinde bir iş bulamaz mısın bana? Bir iki yıl için. Ondan sonra Nâzım, Teknik Üniversite’yi bitirecek. Kardeşlerini himayesine alabilir sanırım.

Bu husustaki fikirlerini acele yaz.”

Yaşadığı gibi yazan, yazdığı gibi yaşayan Orhan Kemal’in bu mektubu aydınların, yazarların hangi olumsuz koşullarda eserler verdiğini gösterir. Yayınları üzerindeki sansür ve baskının kaldırılmasıyla komünist şair Nazım Hikmet’in şiirlerinin yaygın bir biçimde basılması ve okuyan kitlelere ulaşması sol kültürel etkinin inkar edilemez bir başka yönüydü. Şiirde halkçı, ezilenlerden ve sömürülenlerden yana gösterilen tavır Nazım Hikmet şiiriyle sınırlı değildi. 1968’de basılan Hasretinden Prangalar Eskittim şiir kitabıyla Ahmet Arif, halkçı-devrimci şiirin Türkiye’nin kültürel özgünlüklerini içererek yeni bir estetik anlayışla buluşturan şairiydi. O’nun devrimci şiire ve sanata sunduğu bu katkı, kendisinden sonra gelen kuşakları etkilemekle kalmadı, şiirin özgün kimliğinin ne olması gerektiği hakkında bir fikir verdi.

Prelüd: Sosyal uyanışın toplumsal kökenleri: işsizlik, hayat pahalılığı, topraksızlık ve yoksulluğun en dibi açlık.

1961 Anayasasının sağladığı iddia edilen özgürlükçü ortam, esasında bir yanılsamaydı. Yanılsamaydı çünkü İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan derin yoksulluk, DP döneminde savaşın bitmesiyle tarımsal ürünlere ve pamuğa yönelik dünya çapında taleple kısa bir canlanma yaşanmış, türedi zenginler ve hacıağalar yaratmış ancak 1954’den sonra Türkiye’nin başlıca ihraç ürünü pamuğa talebin azalmasıyla deyim yerindeyse şemsiye tersine dönmüştü. 1961 Anayasası’nın uzun süren baskıcı-otoriter DP iktidarının ardından gelmesi ve halk oyuna sunulmasıyla yeşeren umutlar, yerini hayal kırıklığına bırakacaktı. Çünkü anayasanın değişmesi, gerçekte sosyal eşitsizliklerin kökenini oluşturan sömürüyü ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Tarımsal üretimin makinalaşması sonucu kırların boşalması, kitleler halinde kentlere göçün önünü açtı. İşte tam da bu süreci yorumlayan yazar Yaşar Kemal’in kaleminden Türkiye’yi gelecekte bekleyen tehlikeyi şu kelimelerinden okuyalım:

Her Anadolu kasabası, son yirmi yılda iki üç misli büyümüştür. Her büyük şehri büyük bir gecekondu kuşağı sarmıştır. Yüzbinlerce insan, iş bulma kurumlarının kapılarını bekliyorlar. Türkiye’nin kapılarını bir açın bakalım içeride kaç kişi kalacak ? Azıcık gelişmekte olan büyük şehirler şimdilik gecekonduları aç koymuyor […] Ancak çok az zamanda şehirler köyünden kopup gelen işçiye ne iş ne de gecekondu verebilecek. Çok az zamanda Türkiye büyük belalarla karşı karşıya kalacak. Türkiye insanları büyük açlıklarla karşı karşıya kalacaklar. […] Bu düzende, köylüler şehirlere akın akın gelecekler. Almanya’ya gitmek için işçi bulma kurumlarının kapılarını, sınır kapılarını dolduracaklar. Ölmüş toprak daha da ölecek . Bir lokma ekmek diye insanlar bağrışarak şişip ölecekler. 3

(Açların Yürüyüşü -1962 kürsüde işçi önderi İsmet Demir)

Yaşar Kemal’in işaret ettiği açlık sorunu daha o bu yazıyı kaleme almadan çok önce ortaya çıkmıştı bile. 3 Mayıs 1962’de Ankara’da Fukara Tahir adlı işçi önderinin örgütlediği Açların Yürüyüşü eyleminde Rüzgarlı Sokak’ta toplanan 5000 civarında işsiz, polis barikatlarını yara yara, çatışarak meclis kapısına kadar gelir. İşsizlerin geldiğini duyan milletvekillerinin meclisin arka kapısından arabalarla kaçmasına neden olan eylemde atılan sloganlar siyasi iktidarı hedefler: “Af değil, iş, İnönü istifa, Ecevit istifa !” Türkiye sosyal mücadeler tarihinin bu ilginç momentinde, işsizlerin kendiliğinden eyleminin, burjuva parlamentosu üzerinde ne kadar etkili olduğunu gösterir. İşsizlerin bu eyleminden sonra ertesi gün, TBMM’de işsizlikle ilgili genel görüşme yapılması kararı alınır. Karadeniz Ereğli’de inşa edilen demir çelik fabrikasının yarattığı iş gücü ihtiyacı kenti kısa sürede işsizlerin akınına uğratır. Ancak herkese yetecek kadar iş yoktur. Yedek işsizler ordusunun varlığı, sömürüyü daha da derinleştirir. İşe alımlarda yaşanan yolsuzluklar ve işçilere derme çatma barakaları reva görenler sömürüyü daha da katmerleştirir. İnşaatı üstlenen Amerikan firması Morrison’un göz yummasıyla kaynayan kazan sonunda patlar. İşçiler ilkel ve acımasız çalışma şartlarına karşı kendiliğinden direnişe geçer. İnşaat işçisi Fukara Tahir’in önderliğinde gelişen işçi muhalefeti miting kararı alır. Türk-İş’in yan çizmesiyle miting yapılmaz, ancak işçiler Yapı-İş Ereğli Şubesi’nin de desteğiyle kendi güçlerine dayanarak mitingi düzenlerler. Mitingde konuşan Fukara Tahir “İşçiyi bir it yerine koyup iki gün uşak gibi çalıştırdıktan sonra üçüncü gün kapı dışarı edenler ve buna alet olanlar şunu çok iyi bilmeli ki, bu yoldaki en kötü ve perişan hareketleriye musibetlere ve bilhassa yabancı şirketlere yarından tezi yok kırıcı ve ezici bir savaşa başlıyoruz. Bu ihtarlarımızla yola gelmezlerse hürriyetimiz, haysiyetimiz ve mukkaderatımızla oynayan bu kişiler bu toprakları derhal terk etmeli ve bizden korkmalıdırlar.” 4 Sosyal uyanışın ilk belirtilerinin işçiler arasında şekillenmesi tesadüf değildi. 1961’in son gününde Saraçhane’de düzenlenen miting, grev ve toplu sözleşme hakkı taleperinin yanı sıra işsizlik, kent yoksulluğu gibi sosyal sorunları dile getirildiği en yığınsal mitingdi. Sınıfsal ayrışmanın derinleşmesi, yoksulların kentlerde birikmesi, köylerdeki topraksızların ağa-tüccar sermayesinin vahşi sömürüsüne maruz kalmasıyla Türkiye’de daha önce benzeri görülmemiş bir sınıfsal kamplaşma yaşanıyordu. Bu tarihsel momentte TİP ve DİSK’in kurulması, sömürülenler açısından sol politikanın daha da cazip hale gelmesine neden oldu. Bu çekimi yaratan başlıca faktör Türkiye’de ilk kez ezilenlerin sömürülenlerin kendi seslerini duyurabildikleri yayın organlarının olmasıydı: Cevizli-Bülbüldereliler hayatlarından bezgin: İş bulmak bir dert, bulduğun işte çalışmak da bir başka dert. Gece demez, gündüz demeyiz; bayram demez seyran demez Allah’ın bütün günlerinde çalışırız. Buna karşılık aldığımız para üç öğün boğaza yetmez. Şu oturduğumuz evlerin, şu sokakların haline bakın. Elektrik yok, su yok, yol yok, kanalizasyon yok. Evlerimizin çevrelerinde açtığımız pislik çukurlarından taşan sular sokaklarımızı çirkef deryasına çevirdi. Ama dünya her insana kötü değil; kötülüğü yalnız fakir fukaraya. Sözüm ona, Dragos tepesinde oturan insanlar da vatandaş, biz de” 5

Kırılma noktası: 10 Ekim 1965 Seçimleri: Köylüye Toprak, Herkese İş !

Türkiye İşçi Partisi’nin 1961’de kurulmasıyla ivmelenen ve nihayet grevlerle, işçi sınıfı hareketinin yükselişe geçmesiyle başlayan sosyal uyanış, kendine yeni bir mecra aramaktaydı. Türkiye İşçi Partisi, partiyi kuran aydınlar ve işçilerin bileşimiyle bu ihtiyacın ürünüydü. 1965 seçimlerine olabilecek en demokratik koşullarda (nispi temsil) girmeyi başaran TİP, üye ve taraftarlarının olağanüstü fedakarlıklarıyla yaratabildiği maddi imkanlarla örgütlenmesini tamamladı. Hazine yardımı almayan tek parti olan TİP, bunu telafi edebilmek için genç üyelerinin inşaatlarda çalışarak elde ettiği kazançları ve üyelerinin kanlarını satarak yarattıkları birikimle örgütlenmesi için gerekli maddi altyapıyı oluşturmayı başardı.

TRT radyolarından yükselen TİP üyelerinin konuşmaları, halkın üzerinde derin ve sarsıcı bir etki yarattı. Halk ve emekçiler ilk defa kendilerine kendi dilleriyle hitap eden parti üyelerinin konuşma tarzından etkilendi. Konuşanlar arasında kimler yoktu ki, DİSK’in kurucusu Rıza Kuas ve Kemal Türkler genel Başkan Mehmet Ali Aybar.. Ama özellikle Gaziantep doğumlu Hamdoş.. Bir azap (yani topraksız tarım emekçisi) olan Hamdoş’un konuşması, partinin ulaşamadığı Anadolu’nun ücra köşelerinde yankısını bulmakta gecikmedi.

Hamdoş’un konuşması için lütfen linke tıklayınız.

TİP, 10 Ekim 1965’te girdiği seçimlerde 15 milletvekilini parlamentoya sokmayı başardı. Parlamento tarihinde ilk defa rastlanan bu durum, sosyalizmin bir kalkınma modeli olabileceği fikriyle birleşerek kitlelerde derin bir sempati yaratmakla kalmadı, aynı zamanda sosyalist solun karşı hegemonyayı kurmasında ve moral üstünlüğü ele geçirmesinde baş rolü oynadı. Klasik burjuva parlamentarizmine emekçi sınıfların meydan okuması, 1965-1970 arasında bütün Türkiye’yi sarsmaya ve yığınların hızla sola yönelmesinde merkezi bir rol oynamaya başladı. TİP ve muhalefetinin yarattığı etki, kendisinden çok korkan ve çekinen burjuva saflarda yarattığı dalgalanma CHP lideri İsmet İnönü’nün “bizim başlıca rakibimiz solumuzda bulunan TİP’tir” sözlerinde ifadesini buldu. TİP milletvekillerinin parlamentoda o güne kadar duyulmamış bir sol söylemi, anti-emperyalist içerikle dillendirmelerinin bu tedirginliğin artmasına neden olduğu aşikardı. Düzen güçleri açısından bu muhalefet tarzı ve söylemi kabul edilemezdi. Nitekim 1969 seçimlerinden önce yapılan seçim kanunu düzenlemesiyle TİP’in önünü kesmek ve parlamentodaki gücünü kırmak amaçlanıyordu.

1965 Zonguldak Kozlu Direnişi: Yine de iki sınıf var !

Kara Elmas diyarı Zonguldak, 19. yüzyılda Alman ve Fransız firmalarının işlettiği tekellerden Cumhuriyet döneminin mükellefiyet dönemlerine kadar uzanan sanayi üretimi ve ısınma ihtiyacını karşılamak için kömür madenciliğinin en yoğun yaşandığı bölgeydi. Zorla çalıştırma, iş güvenliğinden yoksunluk ve ağır çalışma koşullarının emekçi bedenlerini tüketen yapısıyla şekillenen çalışma rejimi, 1960’ların ikinci yarısına damgasını vuran sosyal uyanışla birleşerek direnişin temelini oluşturdu. Ücretlere zam yapılmaması ve liyakat zamlarının sadece yönetici ve patron yanlısı mühendislere verilmesiyle başlayan direniş, greve dönüştü. Grevin merkezi Karadon işletmesi Gelik merkezindeki 1500 işçinin grev kararı alması ve yöredeki Kilimli, Karadon ve Üzülmez’e sıçraması üzerine burjuvazi askerle Zonguldak’a müdahale etti. Grevi karalamak adına uçaklardan bildiri atılmasına kadar varan bir kara propaganda aygıtı devreye sokuldu. Direniş sırasında iki maden işçisi Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar askerin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti. Kozlu direnişi, 1960 sonrasında askerlerle işçileri karşı karşıya geldiği ilk direniş olmasıyla sınıf mücadeleleri tarihinde önemli bir direniştir. Direniş aynı zamanda işçilerin mevcut bürokratik sendikalarla da mücadele etmeleri gerektiğini gösteren yeni bir uyanışa neden oldu. Mevcut sendikal bürokrasinin direniş boyunca kendini inkar eden devletçi-sermaye yanlısı tutumu, bu uyanışın asli sebebiydi.

15-16 Haziran Direnişi: Sosyal Uyanış ve “Kroşendo”

12 Mart askeri muhtırası bizat yapanların dilinden “sosyal uyanışın iktisadi gelişmeyi aştığı” için örgütlenmesi, bu darbenin sınıfsal niteliğini net bir biçimde izah eder. 12 Mart’a gelmeden önce önemli bir tarihsel-toplumsal uğrak olan 15-16 Haziran direnişi, burjuvazinin alarma geçmesi ve DİSK’in içinde bu büyük eylemi yönlendirebilecek, yönetebilecek kadroların olmaması nedeniyle eylemin kitleselliğiyle orantısız bir siyasi neticeye ulaştı. 15-16 Haziran 1970’te sokağa dökülen, önlerine kurulan barikatları birer birer yararak kent merkezine inen işçileri durdurmak için köprüler ayrıldı. Vapur seferleri iptal edilirken, sıkıyönetim ilanıyla DİSK’in işlevsizleşmesi için yapılacak olan yasal düzenleme iptal edildi. DİSK, Türk-İş gibi sarı bir sendika olmaktan 15-16 Haziran direnişiyle kurtulsa da, önemli sayılabilecek ve DİSK’i sınıf ve kitle sendikacılığı çizgisine oturtan kadrolarının tamamına yakınını işten atılmasıyla kaybetti. 15-16 Haziran direnişi, Kozlu direnişinde ortaya çıkan sınıflar mücadelesi olgusunun zirvesidir. Yasal düzenleme görünümlü saldırı, sınıf ve kitle sendikacılığı ekseninde siyaset yapan DİSK’in önünü kesmek, sınıf uzlaşmacılığı çizgisinin kadim sendikası Türk-İş’i hakim sendika konumuna getirmek için planlanmıştı. Başarısı bu saldırıyı püskürtebilmesinde ve paradoksal olarak başarısızlığıysa DİSK önderliğinin sınıf uzlaşmacı çizgiye gelmesinde gizlidir. 15-16 Haziran sonrası DİSK, sınıf ve kitle sendikacılığının ana belirleyici sendikası olup, rüştünü ispatlarken burjuvaziye kendisinin hesaba katılması gereken bir güç olduğunu da ilan ediyordu. Büyük potansiyelinin varlığı ve ortaya çıkmasıyla 15-16 Haziran 1970 direnişi, aynı zamanda Türkiye’de devrimin hangi sınıflara dayanması gerektiği tartışmasına da cevap veriyordu. Bu cevabın içinden sosyalist solu imkan ve kapasitesinin çok üzerinde türlü çeşit maceralara sürüklemek isteyen MDD çizgisine, ordudan ve muhtelif “zinde” kuvvetlerden medet uman küçük burjuva çevrelere bir pay düşüyordu.

                                                                    (15-16 Haziran Direnişi resim: İrfan Ertel)

Işık Doğudan Yükselir: Kürt rönensansı TİP’in Doğu Mitingleri.

Eşitsiz ve birleşik gelişimin zembereğindeki Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki sosyal uyanışın temelleri, Kemalist rejimin Ağrı ve Dersim isyanları sırasında zecri tedbirlere başvurmasına koşut olarak, bölgede yaşayan Kürt halkını “medenileştirmeye” yönelik bir misyon üstleniyodu. Bu “medenileştirme” kökenini asimilasyoncu politikalara dayandırmasıyla bir ulus olarak Kürtlerin varlığını inkar etmekle kalmıyor, aynı zamanda sosyal uyanışın etkisinden olabildiğince uzak tutmaya çabalıyordu.

Ancak elbette 1960’lı yılların sosyal uyanışından fazlasıyla nasibini alan Kürt halkının ilk mitingleri TİP önderliğinde örgütlemesi kaçınılmazdı. Mitinglerin ortak teması ve siyasal talebi, o güne kadar hor görülmüş, aşağılanmış uygulanan ayrımcı politikalar nedeniyle kamusal hizmetlere neredeyse hiç erişemeyen sürekli jandarma baskısı ve dayağına maruz ve muhattap olmuş Kürtlerin siyasal özlemleriydi. O sloganlardan bazıları şöyleydi: “Doğulu kanuni haklann için çalış, didin! Hak istemekle birlik bozulmaz. Amacımız, kardeşlik, eşitlik ve mutluluğu gerçekleştirmektir. Faşizme ve emperyalizme karşı savaşan bütün halklar ve yiğit savaşçılarla beraberiz. Batı’ya medeniyet, Doğu’ya cehalet, neden? Jandarma değil öğretmen istiyoruz. Karakol değil okul istiyoruz. Doğu-Batı yoktur diye diye unutulduk. Doğu’nun kaderi açlık, işsizlik, hor görülme. Batı vatan, ya Doğu ne? Doğulu insanlığını ve vatandaşlığını mutlaka kabul ettirecektir. Batı’ya fabrika, yol, Doğu’ya komando, karakol. 6Kürt siyasi hareketinin bu sloganları aslında Cumhuriyetin kuruluşundan beri inkar edilen Kürt kimliğinin eşitlik ve adalet arayan en ileri ve en soldaki kolunun Türkiye İşçi Partisi’nde karşılığını bulmasıydı. Bu karşılık, politik atmosferin etkisiyle giderek siyasallaşacak ve kendi kültürel rönesansını büyüterek öz örgütlenmelerini yaratacaktı. Düzenin sahipleri açısından hesapta olmayan bu politik kuvvet, hızla siyasallaşan 1970’ler Türkiye’sinde o güne kadar baskı ve kontrol mekanizmalarıyla yönlendirilebilen Kürtlerin artık eskisi gibi yönetilemediğini gösteriyordu. İnkarın karşısına dikilen itiraz, bir süre sonra kendi siyasal dilini ve programını yaratarak ışığın doğudan yükselmesine neden olacaktı.

Siyasetin Çağrısı: Dış Politikada sol politikanın hegemonyası.

12 Mart öncesinde Türkiye’de daha önce görülmedik şeylerin yaşanması yani halkın, aydınların bir bütün olarak emekçi sınıfların dış politikaya doğrudan katılma isteklerinin en açık tezahürü, dış politikada anti-emperyalist, anti amerikancı bir çizginin benimsenmesiydi. Bunda Türkiye’nin 1960’ların ortasından itibaren Amerikan emperyalizminin bir askeri üssü haline getirildiği gerçeğinin kavranması birincil faktördür. Bu olgu kendini en çok ABD’nin Sovyetler Birliği ile Küba üzerinden yaşadığı nükleer füze krizinde gösterdi. Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Kruşçev’in Küba’daki Sovyet füzelerinin sökülmesini, İzmir’deki NATO üssündeki Amerikan Jüpiter füzelerini sökülmesi şartına bağlaması, Türk kamu oyunda derin bir hayal kırıklığına neden oldu. Türkiye, temelleri 28 Ekim 1959’da DP iktidarının altına imza attığı bir anlaşmayla Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilmesini kabul etmişti. Anlaşma fiilen Türkiye’yi kuzeydeki komşusu Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlarının hedefi haline getirirken, “güvenlik” nedeniyle 27 Mayıs 1960 sonrasında da kurulan hükümetler de olası riskleri hesaplayamayıp, Türkiye’yi nükleer çatışmanın hedef ülkesi haline getirmekten imtina etmemişlerdi.

Füze krizi vesilesiyle Türkiye’nin olası bir nükleer çatışmanın hedef ülkesi haline getirilmesi gerçeğinin öğrenilmesi ve bunun Türkiye’yi yöneten egemen sınıflar tarafından halktan gizlenmesinin etkisi büyük oldu. Bu krize ilaveten Türkiye’nin soğuk savaşta uğraşmak zorunda kaldığı Kıbrıs meselesinde Amerikan başkanı Lyndon Johnson’un Türkiye’yi Kıbrıs’ta Amerikan silahlarını kullanmaması yönündeki tehdit mektubu,7 Türkiye’de anti-Amerikan, anti-emperyalist kamu oyunun oluşmasını beraberinde getirdi. 6.Filo’nun Akdeniz’deki varlığı, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin önündeki engellerden biriydi. Bu olayların etkisiyle önce milliyetçilikle malul bir anti-amerikanizm, yerini özellikle Vietnam direnişinin yarattığı sempatiyle anti-emperyalizme bıraktı. Bunda Türkiye’yi sık sık ziyarete gelen Amerikan askerlerinin Türk halkını rencide edici davranışlarda bulunmasının payı büyüktür. 6.Filo Protestolarıyla ortaya çıkan anti-emperyalizm, giderek dış politikada sol-sosyalist tezlerin daha fazla tartışılmasına ve benimsenmesine neden oldu. Anti-emperyalizm karşısında geri adım atmak zorunda kalan burjuvazinin parlamentodaki temsilcisi Adalet Partisi, SSCB ve Orta Doğu ülkeleriyle daha ılımlı bir dış politika izlemek zorunda kaldı. SSCB’den alınan teknik desteklerle kurulan sanayi tesisleri ve Orta Doğu’da İsrail ile savaşan Suriye’nin harap olan ekonomisine yapılan yardımlar bu politik çizginin yansımalarıydı. Bu dönem yoğun entelektüel tartışmaların varlığıyla biçimlenirken aynı zamanda yığınların bilincinde “dış politika, iç politikanın bir devamıdır” tezi geniş kitlelerin bilincinde karşılığını buluyordu.

Son derece ağır baskı koşulları altında toplumsal bilinç ve bellekten silinmeye çalışılan sosyalist düşünce de müthiş bir çeviri ve okuma furyasıyla ülkenin gündemini belirleyici bir üstünlükte adımını atmaktaydı. Türkiye solu büyük bir tartışma ve arayış sürecine girmişti. Bu giderek yığınsal bir nitelik alıyor, sol düşünce, öğrenciler, aydınlar, işçiler ve emekçiler arasında büyük bir saygınlık kazanıyordu. Yüzbinlerin bilinçlerinde ve ait oldukları sosyal çevrede depremler oluyor, alt üst oluşlar yaşanıyor, bilinç patlamasıyla birlikte sancılı bir doğum süreci yaşanıyordu.8 Bu biçimlenişte elbette 1958-1960 arasındaki öğrenci hareketlerinin ve ceberrut Demokrat Parti iktidarına cepheden meydan okumanın etkisi ve moral gücü büyüktür. Sosyal uyanışın ana kaynaklarından biri olan bu özgüven, aynı zamanda üniversite anfilerinden, kentlere, köylere doğru yayılan dünyayı siyaset yoluyla değiştirme arzusunu kışkırtan sol hegemonyanın kurucu öğesiydi. Bu durumu en iyi anlatan öğrenci gençlik liderlerinden Harun Karadeniz ile yapılan bir söyleşiydi.  

Harun, sen sağcı bir gençtin nasıl oldu ve neler oldu da sen bu noktaya geldin ! Ve burjuvazi senin hakkında elliye yakın dava açtı ve senin için 150’ye yılı aşan hapis cezası istedi; ne nasıl gelişti de bu sonuç çıktı ?”

-Bu sorunun cevabı o kadar sade ki, değil bilimsel araştırma yapmak, düşünmeden söyleyebilirim nasıl ve neler olduğunu; ben sadece yurt sorunlarıyla ilgilendim; petrollerimizi Amerika sömürmesin istedim. Madenlerimiz sömürülmesin, montaj sanayinden kurtulalım, ülkemizde ağır sanayi kurulsun, bağımsız ve onurlu bir ulus olarak insanca yaşayalım, her şey yurdun ve halkın çıkarlarına göre düzenlensin istedim. O kadar” (Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, İstanbul, May Yayınları, 1975, sayfa 8)

12 Mart’a giderken sosyal uyanışın artan etkisinin işçi grevlerinde ve eylemlerinde politik bir kavrayışın hakim olmasıyla giderek daha derinleştiği söylenebilir. Eylemlerin yoğunluğu ve çapı 15-16 Haziran’da ortaya çıkan büyük enerji ve moralin etkisiyle işçi sınıfının henüz yeni proleterleşen unsurlarının arasında da derin ve büyük bir sempatiyle karşılanmasına neden oldu. İstanbul Topkapı Plaster Plastik ve Kauçuk fabrikasında 18 öncü işçinin işten atılmasıyla başlayan huzursuzluk, işçilerin fabrikayı işgal etmesiyle sonuçlandı. Eylem işten atılan işçilerin işe alınması sözüyle sona erdi. Ancak bu kez 15-16 Haziran olaylarında çalışmadan geçen beş günün işveren tarafından maaşlardan kesilmek istenmesi, yeni bir eyleme neden oldu. Tarihe Gıslaved Lastik Fabrikası direnişi olarak geçen bu eylem, polisin sert müdahalesiyle bastırılabildi. Fabrikayı işgal eden işçiler, fabrika duvarlarını buldozerlerle delerek içeriye girebilen polisle çatışmaya girdi. İşçilerden Hüseyin Çapkan silahla vurularak öldürüldü.

Gıslaved direnişi yükselişe geçen işçi hareketinin, 15-16 Haziran’da burjuvaziyle görmeye çalıştığı tarihsel hesabının henüz kapanmadığını göstermesi bakımından da ilginç bir radikalizme işaret eder. Gıslaved direnişi, burjuvazi için 15-16 Haziran direnişiyle çalmaya başlayan alarm zillerinin yönetememe krizine dönüşmeye başladığının kanıtıdır. Burjuvazi özellikle tekelci sermayenin temsilcileri, 15-16 Haziran 1970’te işçi hareketini ezmeye çalışmış bunda kısmen başarılı olduysa da sosyal uyanışın damarlarını kurutmayı başaramamıştı. Yanı sıra tekelci sermayenin partisi Adalet Partisi’nin sosyalist solun karşısında yaşadığı acziyet, hegemonya krizine sürüklenmesine neden oluyordu. TİP’in parlamento çatısı altında yürüttüğü etkin muhalefet ve sol sosyalist söyleminin geniş yığınlarda yarattığı sempati, bu hegemonya krizinin ana kaynaklarından biriydi. Bu muhalefet çizgisi onun solundaki güçler tarafından eleştiriye maruz kalsa da genel politik atmosferin sosyalist sol lehine gelişmesinde kaldıraç rolü oynuyordu.

Gıslaved direnişini Adana’da Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’e geçmeye çalışan işçilerin direnişi takip etti. İşçileri Türk-İş’te denetim altında tutmaya çabalayan burjuvazi, Türk-İş’in içinin boşalmasına da engel olamıyordu. Politik işçi hareketi ve 12 Mart öncesi DİSK’in kazandığı büyük prestij bu boşalmanın ana kaynaklarından biriydi. Türk-İş’ten DİSK’e geçmeye çalışan işçiler Türk-İş’e bağlı Teksif’in toplu sözleşme masasına oturmasına karşı çıktı. Kendiliğinden gelişen bu eylem sonucunda işçiler Sabancı Holding’e ait Bossa Fabrikası’nı işgal etti. Türk-İş’ten DİSK’e geçmeye çalışan işçilerin bu eylemi de yine polis ve jandarmanın buldozerlerli saldırsıyla bastırılabildi. Zorlukla bastırılabilen bu eylem, devletin kolluk kuvvetlerinin yetersiz kalması sonucu sivil faşistlerin yardıma çağrılmasıyla önceki isyan bastırma yöntemlerinden ayrışır.

Sesini Kaybeden Şehirler: Ankara ve İstanbul’da kontak kapama eylemleri

12 Mart’a öncesinde şoförler ve direksiyon emekçileri de kontak kapatarak yedek parça pahalılığını ve ithalatın devlet tarafından yapılmasını protesto ettiler. Sigorta sistemiyle güvence talep eden şoförleri, kapıcıların eylemleri takip etti. İstanbul ve Ankara’da eylem yapan kapıcılar ücretlerinin arttırılmasını ve yaşam koşullarının düzeltilmesini talep ettiler.

Sosyal uyanışın kapıcılara kadar inmesi, burjuvazi içindeki muhtelif fraksiyonların sınıfsal ayrışması eşlik etti. Tekelci sermayenin partisi olmasına rağmen onun isteklerini yerine getirmekte zorlanan iktidardaki Adalet Partisi ve lideri Demirel, tıpkı selefi Demokrat Parti gibi baskı ve zora dayalı devlet politikalarının dozunu arttırdı. Ancak bu durum AP’yi, geniş destek aldığı toplum kesimlerinin giderek politikleşen talepleri arasında onu açmaza düşürdü. Demokrat Parti’yi var eden tarihsel ve siyasal konjonktür, DP’nin kusursuz bir baskı rejimini kurmasına yettiyse de Adalet Partisi için bu söz konusu olamazdı. Çünkü Adalet Partisi’ne sadece muhalefet sadece parlamento içinden değil, onun çok ötesinde siyasallaşan toplumdan geliyordu. Üstelik bu muhalefet 1954 seçimlerinin ardından CHP’nin rahatça kontrol edebileceği, yönlendirebileceği bir muhalefet olmaktan çoktan çıkmıştı. Kendi siyasal-sınıfsal taleplerini dile getirebilen toplumsal muhalefet, kendi öz örgütlenmelerini yaratabilen yeteneğiyle kurucu bir rol üstlenebileceğini gösteriyordu.

AP’nin uyanan toplumsal muhalefeti ezmek ve sindirmek için bulduğu formül, polisiye önlemleri arttırmaktı. Toplum polisini (bugünki Çevik Kuvvet) sayısının arttırılması ve İstanbul dışında bir çok kente yaydı. Bunun yanı sıra “Anayasa Nizamına Karşı İşlenen Suçların Önlenmesi” hakkındaki kanun tasarısıyla sağcı bir iktidardan bekleneni yaptı ve karikatür veya resimle siyasi iktidarı eleştirenleri ağır cezalar gerektirecek suçlar kapsamına aldı.

Gençlik hareketi içindeki bölünme: Dev-Genç seçimleri

1968’te başlayan ve üniversite reformu çerçevesinin süratle dışına çıkarak düzen değişikliğini talep eden öğrenci gençlik hareketi, kendi içinde belirgin bir politik kutuplaşmaya yürüyordu. Bu politik kutuplaşmanın ana eksenini, gençlik içinde mevcut düzenden radikal bir kopuşu, devrimci bir örgütlenmeyle kırlardan halk savaşını başlatmak isteyen radikal politik gruplarla; sınıf ve kitle çizgisini izleme eğilimindeki “reformistlerin” fikirsel ayrılıkları biçimlendirdi. Sosyalist gençlik grupları arasındaki bu saflaşma, Devrimci Öğrenci Birliği ile FKF arasında Dev-Genç seçimlerinde kristalize oldu. 1960’lı yılların sonunda gençlik hareketlerinin tamamına yakınının anti-emperyalist, anti-kapitalist bir çizgiye oturması, Türkiye’de de karşılığını buldu. Köyden kente okumak için binlerce öğrencinin göçmesi, kentte giderek belirginleşen sosyal ve sınıfsal tabakalaşma Dev-Genç’in sosyolojik tabanını oluşturdu. Dev-Genç saf, içkin bir öğrenci örgütü olmasıyla sosyal mücadeleler tarihinde eşine nadir rastlanan örneklerden biriydi. Kendilerine halktan yana aydınlar misyonunu biçen bu gençlik hareketi, tarihsel-toplumsal koşulların yardımı, kapitalist sistemin bütün dünyada girdiği kriz ve üçüncü dünya denilen ulusal kurtuluşçu, sol hareketlerin prestijinin yükselmesiyle dinamik bir fikirsel zenginlikten besleniyordu. Marksist klasiklerin Türkçeye çevrilmesi, hızla okunması ve okunurken tartışılması dönemin öne çıkan bir başka özelliğidir. Dev-Genç’in sorunu merkezi bir karar alma yürütme organı olmasına karşın merkezde alınan kararların, dernekler topluluğunun politik-pratik desteğine duyduğu ihtiyaçtı. Çelişik gibi görülen bu durum, kitleselliğin ana kaynağı hem de Dev-Genç içindeki hizipleşmelerin nedeniydi. Çok kültürlü ve zengin bir protest kültürün devam eden etkisi, 1968-1970 arasındaki öğrenci gençlik hareketlerinin dinamizmini de besledi. Dev-Genç’i bu tarihsel toplumsal koşulların ürünü olarak tanımlamak bu nedenle yanlış olmaz. Böylece devletin yönlendirdiği soğuk savaş milliyetçiliğiyle malul gençlik hareketleri yerini, içinde sosyalist ve sosyal demokratlar olmak üzere Maocu, üçüncü dünyacı çeşitli ideolojik formasyonların bir arada durabildiği bağımsız bir örgütlenmeye evrildi. Elbette bu yöneliş öğrenci gençlik üzerinde fikri bir hegemonya kurulmadan biçimlenemezdi. Meşruiyetini eyleminin köktenciliğinden değil, fikrinin rasyonelliğinden alan, (İstanbul’a Köprü değil doğuya yatırım) sosyalizmin herkes için hatta burjuvalar için bile kabul edilebilecek bir şey olduğu cüretini sergileyebilen bir insan tipolojisi bu kültürel-politik zeminde biçimlendi.

Dev-Genç’in fraksiyonlara ayrılması ve bağımsız bir gençlik örgütlenmesi kimliğini yitirerek politik partilerin yedeğine girmesi 12 Mart öncesinde şekillenen politik gelişmelerin sonucuydu. Bu politik gelişmelerin ana kaynaklarından ikisi Vietnam ve Küba devrimlerinin yarattığı sempatiyken, diğeri çok yakındaki Filistin mücadelesiydi. Dev-Genç’in açmazlarından en önemlisi süratle büyüyen politik radikalizme öğrenci gençlik cephesinden üstelik olası bütün politik öncülerinin tamamının radikal silahlı mücadeleye girmesiyle öncüsüz kalmasıydı. Dev-Genç, Merkez Yürütme Kurulu’na muhalefet eden THKP-C taraftarları ile 12 Mart öncesi Baasçı-üçüncü dünyacı bir askeri darbe ile iktidara yürümeyi hedefleyen MDD çizgisinin (Doğan Avcıoğlu ve arkadaşları) gerilimiyle bölündü. Bu bölünme, bir bakıma 12 Mart cuntacılarının işini kolaylaştırdı.

Öğrenci gençlik hareketinin içindeki bu bölünme, 1971 sonrasının politik eksenlerinden biri haline geldi ve kalıcılaştı. Öte yandan sivil faşist hareketin komando kamplarında eğitim görmüş unsurlarının saldırıları, burjuvazinin, yönetememe krizini sivil faşitlerin terörüyle aşması anlamına geliyordu. Devletin en üst düzeyinden Cumhurbaşkanı’ndan cinayet işleyenlerin “devlete yardımcı oldukları” söylemiyle kutsaması, Dev-Genç’i silahlı savunmaya itti. Silahlı savunma olgusu Dev-Genç’in tabanını oluşturan öğrenci gençlik kitlesiyle bağının zayıflamasına neden oldu. Bu çelişki, öğrenci gençlik hareketinin, koşulların baskısıyla geniş yığınların desteğini, görüş ve onayını beklemeksizin harekete geçmesiyle derinleşti.

Burjuvazinin krizi: AP’nin gözden düşmesi.

1969 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan Adalet Partisi, kazandığı 256 vekil ve hatırı sayılır oy oranı (% 46.55) rağmen tekelci sermayenin beklentilerini karşılamakta yetersizdi. Bunda özellikle Türkiye’de süratle yükselen montaj sanayisine getirilen % 100 oranında yükseltilen vergilerin payı büyüktü. 1970’e gelindiğinde tekelci sermaye kesimlerinin sözcülüğünü yapan Vehbi Koç’un sözleri bu rahatsızlığın ifadesiydi: “Fiyat artışları ile halkın satın alma gücünün üzerine çıktığınız zaman gerek devlete, gerekse özel teşebbüse ait müesseseler çöker. Bu, memleketimiz için felaket olur. Son senelerde ticaret ve sanayide personel, işletme ve finansman masrafları o kadar yükselmiştir ki, satışlar ve karlar belli bir seviyenin altına düştüğü takdirde bu müesseseler büyük bir sarsıntı geçirir” 9

Vehbi Koç’un “büyük bir sarsıntı” sözleriyle işaret ettiği şey tekelci sermayenin kriziydi. Çok geçmeden AP hükümeti tarafından alınan 9 Ağustos 1970 devalüasyon kararıyla paranın değeri % 66.6 oranında düşürüldü ve bir dolar 15 lira oldu. Devalüasyonun sınıfsal anlamı, dahilde işleme rejimi ve montaj sanayisine dayalı Türkiye sermaye sınıfının döviz rezervleri olmayan küçük ve orta boy üretim yapan kesimlerinin batırılması, sermayenin birden çok alanda üretim ve dağıtım avantajına sahip olan tekelci kesimlerinin ihya edilmesiydi. Bu durum, Türkiye siyaset tarihinde sahnenin dışına itilen küçük burjuva reaksiyoner muhafazakar sermaye kesimlerinin Milli Nizam Partisi altında örgütlenmesini ve bu sermaye kesimlerinin taleplerinin siyasal alana taşınmasını hızlandırdı. Bir soğuk savaş islamcısı olarak Necmettin Erbakan’ın siyaset sahnesinde ortaya çıkması işte bu sürecin ürünüydü.

Burjuvazinin içine düştüğü kriz, parlamentonun bir hegemonya üretim merkezi olma vasfını kaybetmesiyle daha da derinleşti. Türkiye’de siyasi alanın aktörleri ilk defa kendilerini parlamento ile sınırlamadan kendi güçlerine dayanarak örgütlüyor, kamu emekçisi memurlar, tarım üreticileri, üniversite profesörleri ve akademisyenleri kendi toplumsal taleplerini kendi eylemlerinden ve eylemi oluşturan siyasal tezler ve sloganlarından öğrenerek dile getiriyordu. Bu benzersiz durumun siyasi formülasyonu Türkiye’nin hızla bir devrimci duruma doğru gittiğine işaret ediyordu: Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi, ezilenlerin ise bir bütün olarak yeni bir dünya istemesi…

İşte bu durum yani hem bir kontrol ve yönlendirme aracı olarak ideolojinin üretilememesi, hem de hegemonyanın zayıflamasına ilaveten ezilenlerin bozuk düzene kesintisiz itirazı, burjuvazinin en eski silahına yani siyasal şiddete sarılmasını zorunlu kıldı. 12 Mart öncesi Türkiye’de siyasal şiddetin ana kaynağı olan bu yöneliş, sınıflar mücadelesinde ortaya çıkan denge durumunun ezilenler aleyhine bozulması için her türden baskı ve kontrol mekanizmasının birlikte kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Komando kamplarında eğitilen ülkücü faşistlerin öğrenci yurtlarına yönelik faşist terörü ve Dev-Genç’in kitle içindeki popülaritesini hedef alması bu politikayla uyumluydu. Diğer yandan Sosyal Demokrat Dernekler Federasyonu Başkanı Ecevit’in çatışan taraflara yönelik silahsızlanma çağrısı ve dernek tarafından yürütülen “silahları bırak” kampanyası sıcak çatışmanın başladığı ve devlet tarafından ülkücü faşist terörün desteklendiği ortamda açıkça devrimci siyasetleri savunmasız bırakacak bir siyasal söylemdi. Bu anlamsız çağrının sıcak çatışma içinde yer alan Dev-Genç tarafından reddedilmesi, sosyal demokratların sol koalisyondan ayrışmasına neden oldu.

Bütün belirtileriyle ortaya çıkan hükümet krizinin düzenin krizine dönüşmesinin nedeni, Adalet Partisi’nin burjuvazinin tarihsel bloğunu tahkim etme kapasitesini yitirmesiydi. Bu kapasitenin yitirilmesinde yeni palazlanmakta olan Anadolu küçük burjuvazisinin taleplerinin siyasi alana taşınamaması siyasal islamcı parti MNP’nin kurulmasıyla yeni bir boyuta ulaştı. CHP’nin ve Ortanın solu ve onun lideri Bülent Ecevit (yenilikçiler) ve Kemal Satır (gelenekçiler) arasında yaşadığı bölünme burjuvazinin bir diğer adayının elenmesine neden oldu. Türkiye İşçi Partisi ve Milli Demokratik Devim taraftarları arasında yaşanan gerilim ve çatışma, sosyalist solun karşı hegemonya kurmasına ve halkın politik taleplerin sözcülüğünü yapmasına engel olan bir başka olguydu. İşte bu siyasi tablo parlamenter rejimin hegemonya ve rıza üretim merkezi olma vasfını yitirmesine neden olmakla kalmadı, aynı zamanda anti-demokratik siyaset tarzının en yoğunlaşmış biçimi olan darbeciliği sahnenin önüne çıkardı.

Gericiliğin karşı saldırısı: Kanlı Pazar

Türkiye’de soğuk savaşın en kanlı meydan muharebelerinden biri olan 16 Şubat Kanlı Pazar olayları, aslında emperyalizmin yedeğine geçmiş siyasal islamcılığın sola karşı meydan okumasıydı. Sosyalist sol ile siyasal islamcı-faşist gruplar arasında daha önce bu ölçüde herhangi bir çatışma yaşanmadıysa da daha küçük çatışmalar yaşanmıştı. Faşist saldırıyı demagojik üslubu ile kışkırtan Bugün Gazetesi yazarı Mehmet Şevki Eygi idi. Mehmet Şevki Eygi, soğuk savaşın bir başka sağcı gazetecisi Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetesi Tanin’den yaptığı faşist provakatif diline benzer bir dil kullanarak zehir kustuğu Bugün gazetesinden cihat çağrıları yapıyordu. Hüseyin Cahit Yalçın’ın “kalk ey ehli vatan” diyerek 2.Dünya savaşı karaborsa zenginlerini ifşa edecek olan Tan gazetesi ve sahipleri Sertelleri hedef göstermesiyle başlayan Tan Gazetesi matbaasına saldırı, bu kez Bugün gazetesinin manşetlerinden örgütleniyordu. Saldırının gerçekleştiği gün atılan “Cihada Hazır Olunuz” manşetiyle açık cihat çağrısı yapılıyordu.

İTÜ yurdunda kalan ve polis saldırısıyla hayatını kaybeden Vedat Demircioğlu’nun cenaze töreni sırasında Beyazıt’taki yangın kulesine kızıl bayrak çekildiği yolundaki asılsız iddiaları gerçekmiş gibi sunan Bugün gazetesi saldırının fitilini ateşleyenlerin başında geliyordu. Saldırının kitle desteği ise Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Dernekleri tarafından sağlandı. MTTB ve KMD tarafından örgütlenen ve polisin göz yummasıyla gerçekleşen saldırı ve linç sonucu iki işçi hayatını kaybetti.

Solcu gençlere, işçilere saldırılmasına göz yuman AP iktidarı, mitingi kameraya kaydeden Genç Sinemacılar grubunun görüntüleri yayınlamasına da yasak koyarak her zamanki sağcılığını gösterdi. 1968 devrimci gençliği ve bağlaşığı işçi sınıfının anti emperyalist 68. Filo protestolarına yapılan bu saldırı, utanç veren görüntülerin yaşanmasına neden oldu. Siyasal islamcılar 6.Filoyu kıble yaparak kıldıkları namazla, kimlerin hizmetine koştuklarını iğrenç bir biçimde gösterdiler. Saldırıyı tertip edenlerden bazıları daha sonra önemli mevkilere getirildiler. 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar faşist saldırısı, Türkiye’de anti komünist hezeyanın ve Amerikan emperyalizmine hizmetin zirvelerinden biridir. Öte yandan binlerce insanın örgütlendiği bir yürüyüşü ve sol hareketin yükselişinin önünü Komünizmle Mücadele Derneğiyle, MTTB ile kesilemeyeciğini kavrayan burjuvazi, yeni ve daha profesyonel bir paramiliter örgüte ihtiyaç duyduğunu gördü. CKMP’nin bir ayak oyunuyla MHP’lilerin eline geçmesi ve burjuvazinin bu ihtiyacına yönelik olarak yeniden örgütlenmesi bu ihtiyacın ürünüydü..

Militerlerin sahne alması: kapitalist metastazda yeni evre

Atatürkçü Kurucu Meclis önerisiyle Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur silahlı kuvvetlerin teknokrat ve siyasi alanı dışarıdan düzenleyen anti-demokratik önerisini dile getirdi. Bu öneri 27 Mayıs’takine benzer argümanlardan beslenen sol kemalist kadroların harekete geçmesine neden oldu. Doğan Avcıoğlu, İlhami Aras ve İlhan Selçuk gibilerinin başını çektiği MDD, ordunun tabanında yer alan “ilerici” subaylar ve asker-sivil “zinde” güçlerden medet umuyordu. Kökenini üçüncü dünyacılıktan, küçük burjuva radikalizminden alan bu siyasi yaklaşımın sorunu, orduyu da araçsallaştıran egemen sınıf burjuvazinin baskı aygıtlarından biri olan militarizmi siyasi alanın baş düzenleyici aktörü olarak görmesiydi. Kurucu bir ideolojik formasyon olan Kemalizmi 1970’lerin dünyasında yeniden üretebileceği iddiasını taşıyan bu siyasal akıl, kapitalizmin Türkiye’deki gelişimini ve geldiği son evrede tekelci aşamayı yadsıyordu.

Askeri muhtıra öncesi son aşamada binlerce kamu çalışanı grevler, boykotlar ve protestolarla kendi taleplerini dile getiriyordu. 7 Ocak 1971’de sağlık çalışanları 9 Ocak’ta belediye personeli ve birçok iş kolunda binlerce işçi direniş ve boykotlara gittiler. Bu esnada banka soygunları ve Amerikalı askerlerin kaçırılması eylemleri ile THKO’nun “silahlı kurtuluş savaşı”nı başlattığını ilan etmesi, iktidardaki Adalet Partisi ve Demirel’in öğrenci yurtlarını anarşinin ana kaynaklarından biri olarak görmesi, buralara yönelik askeri operasyonlara başlamasına neden oldu. Demirel’in pirus zaferi,10 öğrenci yurtlarını kontrol altına almak için uyguladığı devlet terörüyle şekillendi. Onlarca öğrencinin yaralandığı bazılarının hayatını kaybettiği saldırılar sonucunda siyasi alanı şiddetin belirlediği bir çizgi hakim oldu. Tartışma ve düşünceyi ifade etme olanaklarının bütünüyle kaybedildiği bu ortam, siyasi alanı daraltmakla kalmadı, aynı zamanda askeri muhtırayı hızlandıran katalizör etkisi yarattı.

Şişman kadının sahneye çıkması: 12 Mart Askeri cuntası.

Ordunun fiilen ikiye bölünmesi, cuntanın üst kademesinin Amerikan emperyalizmiyle çıkar birliği içinde olmasıyla alt kadroların tıpkı 27 Mayıs’taki gibi yönetime el koyarak Türkiye’deki siyasal alanı düzenlemeye isteği, ordu içinde bir iç çatışma olasılığına işaret ediyordu. 12 Mart cuntası işte bu olasılığın ortadan kaldırılarak Türkiye’yi Uluslar arası kapitalizmin iş bölümü içinde bağımlı bir ülke konumunu sürdürmesi için örgütlendi. Amerikancı Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler silahları elinde tutanın fiilen iktidarı da yöneteceği gerçeğinden hareketle Demirel hükümetine muhtıra mektubu vererek darbeyi gerçekleştirdi. Darbe ile daha önce espiyonaj faaliyetlerinin hedefi olan 8-9 Martçıların tasfiyesi gerçekleşti. Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Birget’in tasfiyesi ile radikal subay hareketi ağır bir darbe yedi.

(12 Mart darbesi öncesi sosyal hayatı felç eden bazı sabotajlar gerçekleşti. Bunlardan en önemlisi AKM’nin Harold Pinter’ın Cadı Kazanı oyununu sergilenirken çıkan yangınla kül olmasıydı)

12 Mart cuntacıları, parlamentoyu ve siyasi partileri kapatmadı. Ancak parlamento üzerinde demoklesin kılıcını11 sallandırmaya ve eğer istediği düzenlemeleri yapmazsa Anayasayı ilga edip, açık faşist bir diktatörlüğe gideceğini ilan etti. Bütün bu süreci şekillendiren ana unsur, 27 Mayıs 1960 darbesi ve sonrasında yaşanan iki askeri cunta girişimiyle (Talat Aydemir cuntaları) biçimlenen ve Türk siyasal hayatında militerlerin doğrudan müdahale etme arzularıydı diyebiliriz. Militarizmin Türk siyasal hayatının neredeyse ayrılmaz bir unsuru, deux ex machinası12 haline gelmesinde resmi ideolojinin 27 Mayıs darbecilerini kurtarıcı gibi sunmasının rolü büyüktür. Küçük burjuva radikalizminin kurtarıcı-kurtarılan ilişkisini yeniden ürettiği bu siyaset tarzı, orduyu sınıflar üstü bir aygıt gibi göstermek yanılsamasıyla malüldür. Aynı zamanda bu patetik siyaset tarzı, halkın siyasal taleplerini göz ardı ederek ona bir nesne muamelesi yapar. Bu siyasetin temsilcileri MDD Akımının önde giden isimleri, İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu, darbe yoluyla sosyalizmin kurulabileceği gibi akıl almaz bir yanılgıya düşmüşler ve yarattıkları maniplasyonla sosyalist solun özellikle THKP-C, THKO gibi silahlı eylem yanlısı taraftarlarını etkilemeye, MDD çizgisinin yanında yedeklemeye çalışmışlardır. Sola, sosyalizme verdikleri büyük hasar bir yana kendileri de darbenin muhatabı olan bu kesimler, sağa savrulmanın ne demek olduğunun ispatıdırlar. Dev Genç çizgisinin öncüleri bu yanlış siyasete gönül düşürmediği ve darbe karşısında doğru siyasal tutum takındığı içindir ki 12 Mart darbesi sosyalist sola çok ağır bedeller ödetmesine rağmen, onu tertipleyen karanlık odakların istediği siyasal sonuçların tamamına ulaşmasına engel oldu. Doğan Avcıoğlu ve ekibinin siyasetten tasfiyesi 12 Mart darbesi sonrası öne sürdükleri bütün siyasal tezlerin boşa çıkmasıyla biçimlendi. 

Darbecilerin Atatürkçü söylemi kullanması, ilk hükümet programında dile getirilen “Gerçekleştirilmesi zorunlu yapısal ve kurumsal değişikliklere türlü nedenlerle girişilememiş ve sorunları çözmede olayların arkasında kalınmıştır. Bu karışık duruma ve bunun yarattığı alışkanlıklara son vermek.. Anayasanın gösterdiği doğrultuda yapılması zorunlu reformların hiç beklenilmeden gerçekleştirilmesi ile mümkündür”13 sözleriyle yaratılan yanılsamayla, darbeyi 8-9 Martçı MDD’ci kanadın yaptığını zannederek selam duran bir grup aydın ve solcu kısa süre sonra yanılgıya düştüklerini anlayacaktı. Aralarında Çetin Altan, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, İlhami Soysal ve Hikmet Kıvılcımlı gibi aydınların da yer aldığı bazı solcu yazarlar, Devrim gibi gazeteler, Elektrik Mühendisleri Odası, Orman Mühendisleri Sendikası gibi sol eğilimli 16 örgüt muhtırayı selamladı. Bu paradoksun görünür nedenlerinden biri hükümet programında yer aldığı haliyle tekrarlanan anayasanın savunulması ve “reformların” dile getirilmesiydi. 1960’lı yıllara damgasını vuran Anayasalcılıkla kendini sınırlandıran küçük burjuva radikalizmi; burjuva hukukunun sosyal uyanışın etkisiyle mobilize olan yığınların grev, işgal ve boykotlarla burjuvaziye meydan okumasıyla bizatihi burjuvazi tarafından çiğnenebileceğini kavramaktan uzaktı. Anayasal metinlerin ve bir üst yapı kurumu olarak hukukun, sınıf mücadeleleri üzerinden şekillendiğini kavramaktan aciz bu siyasal tutum, söylem ile eylemin farklı olabileceğini de göremiyordu.

(Balyoz günlerinden bir kupür. 12 Mart darbesi devletin bir bütün olarak güvenlik aygıtına dönüşmesiydi. Solcular için başlatılan sürek avı bir süre sonra aydınları ve entellektüelleri de içine alan bir zulüm ve işkence kampanyasına dönüştü)

12 Mart darbe hükümetleri: Havuç ve sopa arasında

Darbecilerin parlamentodaki partilerle kurdurduğu ilk hükümet, yani 1. Erim Hükümeti Atilla Karaosmanoğlu’nu Ekonomiden Sorumlu Başbakan yardımcısı olarak atandı. Sosyalist Kültür Derneği kurucuları arasında yer alan Karaosmanoğlu, organik bir küçük burjuva olarak tekelci sermayeyi suçladığı hükümet programıyla Keynesçiliğin yoksulluğu ve işsizliği eşitsizliği yok edemediğini kavrayan ve süratle politize olan geniş yığınlara havuç uzatıyordu. Karaosmanoğlu’nun sözlerinde radikal bir tutumla burjuvaziyi hedef tahtasına oturtması bu yönelişin ürünüydü:

“Keyfi bir gidiş, hiçbir ekonomik kıstasa dayanmadan yapılan uygulama, bazı kimselerin hiçbir ekonomik katkıda bulunmadan zengin olmalarını sağlayan işlemler Türkiye’de ekonomik kararsızlık ve hatta bunun da ötesinde ekonomik bir anarşi ortamı yaratmıştır… Durumumuz güçtür. Bu güçlüklerin cesaretli adımlarla çözümlerini bulmak zorundayız. Yapılacak reformlar kurulu düzenin bozukluğunda çıkarı olan kişi ve zümreleri rahatsız edecektir”14

Bu sözleriyle tekelci burjuvaziyi hedef alan 1.Erim Hükümeti’nin ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcısı, yaptığı “reformlarla” ekonomiyi daha da tekelleştiren adımları atmaktan imtina etmedi. İthal ikameci modelde merkezi rol oynayan ve döviz tahsisatlarını yapan Odalar Birliği’nin yetkisi, Dış Ekonomik İlişkiler Başkanlığı’na devredildi. Bu reformla küçük burjuvazi esnafların desteğini kaybeden 1.Erim hükümeti, “reformculuktan”ne anladığını da göstermiş oldu. Tekelci sermayenin örgütü TÜSİAD’ı sevindiren ancak ondan sınıfsal olarak daha geri bir konumda bulunan odalar birliğinin siyasi güç kaybına neden olan bu reform ile 1.Erim hükümeti kimin programını uygulamaya geldiğini de ilan ediyordu. Döviz kaçakçılığı yaparak zenginleşen burjuvazinin bu kesimlerini tedirgin eden bu reform, eleştirilere, serzenişlere ve giderek bunalımın derinleşmesine neden oldu. Bunalımı derinleştiren bir başka reform, Maden Reformu Kanun Tasarısı’ydı. Tasarıya göre boraks ve maden kömürü yatakları devletleştirilecekti. 6326 sayılı Petrol Kanunu’nda değişiklikler yapılmasını ön gören reform ile arama işletme haklarının yabancı şirketlerden alınarak devlete devredilmesini ön görüyordu. Reforma kaynaklık eden fikir, sosyalist solun milli petrol kampanyasıydı. Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ve neredeyse bütün petrol işletme haklarını yabancı şirketlere dağıtmış bir ülkede bu reformun hayata geçirilmesi Amerikancı darbe koşullarında imkansızdı. Reformu hazırlayan Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı İhsan Topaloğlu’nun, Başbakan Nihat Erim’e yazdığı istifa mektubundaki “bazı davranışlarınızla elimi kolumu bağlamanız” ifadesi kukla hükümetin hiçbir meşruiyetinin olmadığının ilanıydı.

İlaç fiyatlarının düşürülmesi için yapılan dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Türkan Akyol imzalı yasal düzenleme girişimi, ilaç tekeli Eczacıbaşı’nın karşı hamlesiyle engellendi. Güven Partisi’ni satın alan Eczacıbaşı grubu, Güven Partisi’nin başvurusuyla Cumhurbaşkanı üzerinden bu reformu boşa çıkardı.

Neredeyse bütün Cumhuriyet tarihinin ana tartışma başlıklarından biri olan toprak reformu yasa tasarısı da anti-komünist hezeyan ve suçlamalarla engellendi. Toprak reformunun yapılmasındaki siyasi argüman, kırların süratle boşalmasının ve kentlerin aşırı nüfuslanmasının yarattığı sosyal tahribatı engelleme gibi son derece anlaşılabilir bir nedendi. Tekelci sermayenin sözcüsü Eczacıbaşı’nın “salt toprak dağıtımı ile sınırlı kalacak bir eylem, toprağın aşırı parçalanmasına neden olacak ve ekonomik olarak verimli bir şekilde işletilebilmesine engel olacaktı”15 sözleri reforma taş koydu. Tekelci sermayenin tarımsal üretim yapan çiftçilerin mülksüzleştirilerek kentlere göç ettirilmesi ve ucuz emek olarak sömürülmesi programının bir başka ifadesi olan sözleriyle bu reform girişimi de böylece akamete uğradı. Ne isaya ne musaya yaranabilen reform hükümeti, karşısına aldığı burjuva siyasi güçlerin baskısıyla hiçbir reformu uygulayamadan istifa etmek zorunda kaldı. Siyasal güç, CHP’nin darbecilerle işbirliği halindeki sağ kanadı, Amerikancı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, darbeci Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve burjuvazinin anti-reformist kanadının elindeydi. Reformcuların Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede başarısız olmasının görünür nedeni, tekelci sermayenin çıkarlarına aykırı bir siyasal programı talep etmeleriydi. Bağımlı ülkelere özgü spekülatif kazanç peşinde koşan rantiyeci, vurguncu bir kapitalist program yerine Keynesçi-Weberci daha “rasyonel” ve “programlı” bir kapitalizmi savunan alter-kapitalist grup, böylece tasfiye edildi. Darbe sonrası kurulan 1.Erim hükümeti, onu iktidara getiren sınıflar ittifakı arasındaki ihtilafları çözemediği gibi kendi aralarında sınıfsal çıkarları çatışma halindeki burjuva fraksiyonlarının da desteğini alamadı. Burjuvazinin bu siyasetindeki ana etken, reform paketinin ekonomik-toplumsal maliyetini üstlenmek istememesiydi. 1.Erim hükümetinin başarısızlığı toprak reformu bekleyen geniş yığınları derin bir hayal kırıklığına sürüklemekle kalmadı, aynı zamanda kendi siyasetinin geniş yığınlarda karşılık bulması ve hegemonya üretememesine neden oldu.

Reform bitti “uzlaşı” verelim: İkinci ve Üçüncü darbe hükümetlerinin burjuvaziyle uzlaşması.

Reformculardan ağzı yanan Nihat Erim, kurduğu ikinci hükümette bu nedenden dolayı liberallere ağırlık verdi. Siyasal söylemini tavizler üzerine oturtan Erim, sermayenin desteğini sağlamak için teşvik ve primlerin bolca uygulanacağı bir ekonomik program vaat ediyordu. Bu ekonomi-politikanın hayattaki karşılığı ise yoksulluğu daha derinleştirip, halkın acil çözüm bekleyen sorunlarına kaynak ayırmak yerine sermaye sınıfının taleplerini yerine getirmekti. Ticaret Bakanlığı’na bir liberali, Naim Talu’yu atayan Erim, bizzat Naim Talu’nun ağzından “Bakanlığın iş alemi ile teması tamamen kesilmiştir. Memleket ekonomisi ile ilgili kararlar ilgililerin görüşü alınmadan yürürlüğe konulmaktadır”16 sözleriyle bir önceki reformcu hükümet eleştirilirken, ekonomi yönetimi kararlarının bizzat burjuvazinin istemlerine göre şekillendirilmesini dile getiriyordu. Tekelci sermayenin Türkiye’ye uygun gördüğü ancak 1969’dan itibaren tıkanmaya ve çöküşe sürüklenen ithal ikameci birikim modelini aşmak için liberal politikaların uygulanması talebi, kendini en çok “teşvik tedbirlerinin kaldırılmış olması” cümlesinde ele veriyordu. Teşvik tedbirlerinin uygulanmasıyla krizden çıkabilme beklentisi gerçekçi değildi. Çünkü liberal politikaları uygulayan emperyalist metropollerin aksine, Türkiye’ye “refah toplumu” olma statüsünü kazandıracak ne doğal bir zenginlik (petrol, doğal gaz vb) , ne de bunu işleyebilecek sanayi altyapısı mevcuttu. Kapitalist metropollerin isteklerine göre şekillenen sanayisi de onu en fazla montaj sanayisine, bir dahilde işleme rejimine dönüştürmüştü. Bu olgu, liberaller tarafından ne kadar inkar edilse de devlet ve bürokrasisinin sermaye sınıfının hangi kanadının güçlenip, hangisinin zayıflayacağına karar veren merkezi rolünü de görmezden geliyordu.

Liberalizmden otoriterizme: Melen hükümeti !

CHP’nin sağcısı CGP’li Ferit Melen koyu bir anti komünist olarak temayüz eden tipik bir soğuk savaş politikacısıydı. Melen’in anti komünizmi, akıl sınırlarını zorlayacak hezeyana dönüşüyordu. Başbakan olduktan sonra “anarşistler iktidarı ele geçirselerdi Türkiye’den bir kısım nüfusu Sibirya’ya sürecekler, sosyalist ülkelerden Türkiye’ye onun yerine kimseler getireceklerdi.” diyebilecek kadar saçmalayabiliyordu. Melen hükümeti, burjuvazinin zor ve baskı aygıtını, terörünü özgürlük ve hak talep eden yığınların üzetine yönelttiği bir evrede iktidara getirildi. Ekonomik programı karma modele yani liberalizmle devletçiliğin birlikte uygulanmasına dayanıyordu. Sonunda sosyalist niteliklerinden arındırılmış Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın kabülüyle 12 Mart hükümetlerinin kadük bir ekonomik programı ilan edildi. Beş Yıllık Plan sanayileşmeyi merkeze alıyor, sanayi sermayesi için makine üreten makineleri yani teknolojik altyapıyı savunuyordu. Radikal sanayileşme programı, ücretler genel seviyesinin düşürülmesini yani anti-sendikalist bir siyasayı gereksiniyordu. Ancak burada temel sorun, aşırı derecede siyasallaşmış ve hak talep eden emekçi sınıfların rızasıydı. Bu rızayı kapitalizmin içinden, üstelik meşruiyet zeminine yaslanarak üretme imkanı hemen hiç yoktu. Ali Gevgili bu yakıcı sorunu şu sözlerle tarifliyordu: “1970’ler Türkiye’sinin kritik sorunlarından birisi, izlenen kapitalist kalkınma modelinin gerektirdiği yüklerin demokratik haklarla nasıl uzlaştırılabileceği sorunudur”17

Sanayi burjuvazisinin isteklerine göre şekillenen Üçüncü Beş Yıllık Plan’da kurulan ücret-fiyat komisyonu ile korporatizm yardıma çağrılıyordu. İşçi sınıfından ve bir bütün olarak emekçi sınıflardan talep edilen “fedakarlık”, sermayenin organik bileşimini oluşturan ücretlerden sanayi sermayesine artı değer transferiydi. Sanayi sermayesinin temsilcileri Ortak Pazara girme hedefiyle rekabet edebilmek için devletten teşvik talep ediyordu. İhracat için gerekli dövizi elde etmekte zorlanan sermaye kesimlerinin krizi, 1970’li yılların ikinci yarısında kronik bir hale dönüştü ve çöküşü tetikledi.

Darbe sonrası Türkiye Dış Politikası: Amerikancılıkla bağımsızlıkçılık arasında

Darbe, Türkiye’nin dış politikada 1960-70 arasında izlediği yarı-bağımsız çizgisini yeniden NATO eksenine oturtmak ve Türkiye’yi yeniden cephe ülkesi olarak örgütlemek gibi bir işlevi yerine getirmeye çalıştı. Fakat emperyalizme bağımlı bir ülke olarak Türkiye’den beklenen “görevler” içerideki sol sosyalist muhalefetin varlığında ve anti-emperyalist söyleminin yığınlar içinde sempati toplamasıyla aksamaya devam etti. Bunun en belirgin kanıtlarından biri ABD ile yapılan gizli anlaşmaların birer ikişer ortaya çıkmasıyla yaşanan depresyondu. Sonunda AP hükümeti gizli anlaşmaları tek bir anlaşmada birleştirme kararı aldı. Öte yandan Türkiye, NATO’ya girerek emperyalist kampta bir cephe ülkesi olarak örgütlenmesinin en ağır etkilerini 12 Mart darbesiyle yaşadı. Dönemin burjuva siyasetçisi ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “CIA altımızı oymuş da haberimiz yokmuş” 18sözleri, darbenin dış bağlantısını ifşa eder. Tam bağımsızlığın ne kadar kıymetli bir şey olduğunun dolaylı bir itirafı olan bu sözler, espiyonaj faaliyetlerinin, Türkiye demokrasisine yönelen tehdidin ve Türkiye’deki Amerika’nın darbedeki merkezi rolünün ispatıdır.

12 Mart darbesini takip eden süreç Türk siyasal yaşamında kırılmalara ve kopmalara neden oldu. Demirel ve AP’nin bütün baskıcı tutumuna rağmen toplumsal muhalefeti engelleyememesi, yanı sıra yukarıda da söz ettiğimiz gibi büyük burjuvazinin tekelci sermaye kesimlerinin desteğini kaybetmesi Türkiye’yi 12 Mart cuntasına sürükleyen belli başlı faktörlerdendi. Bütün bunların yanı sıra 12 Mart cuntasını örgütleyen Amerikancı general takımının kendi aralarında yaşadığı çıkar çatışmalarıyla ihtilaflı duruma düşmesi darbenin bekasını belirledi. Bunlara ilaveten THKO önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerine koşut olarak Kızıldere katliamıyla gençliğin en ileri kesimlerine reva gördüğü işkence ve devlet terörü ters tepti. Ortalama bir insanın hafızasında yer ettiği şekliyle devrimci gençler, yaşam biçimleri ve verdikleri mücadelelerle kahramanlaşırken, yer yer mit ve efsanelere konu olacak kadar halkın gönlüne girmeyi başarabildiler.

12 Mart sonrası CHP lideri İnönü’nün cunta ile anlaşıp Amerikancı Nihat Erim’i cunta hükümetinin başbakanı yapması, CHP’yi de liderlik krizine sürükleyen başlıca faktörlerdendi. Liderlik krizi, militer bir siyasetçi olarak temayüz eden İsmet İnönü’nün genel başkanlık seçimlerini kaybederek yerini Bülent Ecevit’e bırakmasıyla sona erdi. 12 Mart sonrasında solun, sosyalistlerin hegemonyasının ve devrimci dinamiklerin yeniden canlanması karşısında çaresiz kalan CHP’nin “ortanın solu”nu icat etmesi ve sol popülizme yönelmesi, baskı mekanizmasının işe yaramadığı koşullarda kullanılan kontrol ve yönlendirme siyasetinin bir tezahürüydü.

Militerlerin baskısı ve parlamentodaki işbirlikçilerinin yönlendirmesiyle kurulan geçici hükümetlerin (1 ve 2.Erim, Ferit Melen ve Naim Talu) hemen tamamının burjuvazinin programını doğru dürüst uygulayamadan istifa etmeleri ve “görevi” birbirlerine devretmeleri, cuntanın meşruiyet zeminine yaslanmadığını gösteriyordu. Dünya Bankası ve IMF programını hayata geçirmenin imkansızlığı karşısında yaşanan çaresizlik bu hükümetlerin sonunu hızlandıran bir başka faktördü. 12 Mart cuntası, büyük burjuvazinin kendisinden beklediği reformları uygulamayamadan 27 Mayıs Anayasası’nın bazı demokratik maddelerini budamakla yetindi ve kılıcını anlaştığı bürokrasinin ayaklarının önüne fırlattı.

12 Mart darbesiyle parlamentonun açık kalması, darbecilerin baskısı ve yönlendirmesiyle THKO’nun kurucuları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam kararlarının meclisten geçirilmesiyle, burjuvazinin ortak işler komitesinin gerçek işlevi ortaya çıktı. Parlamentarizmin militarist baskıyla aldığı kararlara özellikle iktidardaki AP tarafından intikamcı histeriyle onay verilmesi tarihe kara bir leke olarak geçti.

1971 devrimcilerini silahlı mücadeleye iten faşist terörün karşısında Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını idamdan kurtarmak amacıyla Kızıldere’de katledilmeleri; doğrudan 12 Mart faşist rejimiyle ilgiliydi. 1971 devrimcileri devletle asimetrik bir güç dengesine dayanan çatışmaya girmelerinin nedeniyse, mevcut siyasal konjonktürün bütün siyasal mücadele biçimlerini yok etmesiydi. Siyasi partiler ve sendikalar kapatılmadıysa da mevcut rejim tamamen askeri baskı ve kontrol mekanizmalarına amade edilmişken geriye bir başka mücadele biçimi kalmıyordu. 1971 devrimcileri bu çatışmayı kaybettilerse de halkın ve devrimcilerin gönlünde yıllarca sürecek olan bir sempatinin kazananı olmayı başardılar.

Bu başarının en net ifadelerinden biri de Aydın Çubukçu’nun Bizim 68 kitabında bir Kürt gencinin Sinan Cemgil’in cenazesini teslim alan babası Adnan Cemgil’in anılarından okuyalım: “Ben bu arada çok emeği geçmiş birkaç insana yardımcı olmak için – çünkü çok sefil insanlardı- onlara para vermek için elimi cebime uzattığımda, bir Kürt delikanlısının elimi kıskıvrak yakaladığını ve “Buna gerek yok, onlar bizim için ölüyorlar, bizim için savaşıyorlar, biz bunun farkında değil miyiz sanıyorsunuz ? deyip hızla karanlığın içinde kaybolduğunu hatırlıyorum.19

Kriz ve krize tekelci sermayenin cevabı: TÜSİAD !

Krizin tekelci sermaye adına çözülemeyişinin bir diğer siyasi sonucu TÜSİAD’ın kurulmasıydı. Tekelci sermaye sınıfının cephe örgütü olarak tasarlanan TÜSİAD, Türkiye büyük burjuvazisinin kendi sınıf siyasetinin sözcüsü ve politika alanına doğrudan ya da dolaylı müdahale aracıydı.

12 Mart darbesi sonrası sağın parçalanması kaçınılmazdı. Sağın büyük kitle partileri Demokrat Parti ve devamcısı Adalet Partisi’nin yanı sıra islamcı küçük burjuvazi, taşra esnafının partisi Milli Nizam Partisi ve sivil faşist hareketin para militer gücü Milliyetçi Hareket Partisi ve Demokrat Parti ile Türkiye sağındaki parçalanma derinleşti. Birbirleriyle rekabet eden sağın üç partisinin muhafazakarlık, islamcılık ve milliyetçilik arasında gidip gelen seçmen tabanını mobilize eden olgu, soğuk savaş antikomünizmiydi. Bölünmenin etkisiyle Türkiye’de hiç bir sağ parti bir daha hiçbir zaman tek başına iktidar olabilecek bir oy çoğunluğuna ulaşamadı. Bu durum Türkiye sağında burjuvazinin siyasi aktörler yaratma ve hegemonya üretmekte aciz kaldığı 70’li yıllar boyunca devam etti. Ortak düşman sola karşı pragmatist Milliyetçi Cephe adında sağ-sekter hükümetlerle bölünmeye çare arandı. Bütün bu süreç boyunca sağın krizi ve karşılıklı suçlamaları devam etti. Bunu kapatılan Milli Nizam Partisi’nin yerine kurulan Milli Selamet Partisi’nin parti programından okumak mümkündür: “Cemiyeti feda eden kapitalist görüşlere karşı olduğumuz gibi cemiyeti esas alıp ferdi feda eden sosyalizmin her çeşidine karşıyız” Pragmatizmin siyasi dile tercümesi olan bu yaklaşım, özünde burjuvazinin siyasal islamdan beklediği apolitikleştirme misyonunu üstleniyordu. Apolitikleştime, siyaseti geniş yığınlar için değil, belli çıkar gruplarının, bürokratların ve siyasi partilerin dar kadroları tarafından biçimlendirilmesi kalanların seyirci olmasıdır. MSP’nin 1970’lerde kendisinden beklenen misyonu demagojik bir siyasi dille ürettiği söylenebilir. Bu siyasi çizginin hamasi-pazarlıkçı tutumuyla birleşen sinizm ve ilkesizlik Türkiye sağının 70’li yıllardaki özeti gibidir. Özetle siyasetsizliğin siyaseti haline gelen Türkiye sağını bir arada tutabilen yegane olgu, sosyalist sola onun yarattığı değerlere olan ölçü tanımaz düşmanlıktı.

(Siyasal islamcı siyasetini pragmatizmle yani ilkesizlikle birleştiren Erbakan ve MNP-MSP çizgisi hamasi bir ağır kalkınma hamlesi söylemiyle kitle tabanını mobilize etti. Fotoğraf, Erbakan’ın hep temel olarak kalacak fabrika temeli atma töreninden)

İlk neoliberal programın vahşice uygulandığı Şili askeri darbesinden iki yıl önce tezgahlanan 12 Mart 1971 cuntası, dünya kapitalist sisteminin girdiği ağır bunalım sürecinde uygulanmaya çalışıldı. Ağır bunalımı derinleştiren şey Amerikan iç ve dış siyasetini tamamen çürüten Vietnam Savaşıydı. Vietnam’da alacağı askeri ve siyasi yenilgi, Amerikan hegemonyasına soğuk savaşta indirilen en ağır darbelerden biriydi. Bütünüyle yolsuzluğa, çürümeye ve “Vietnam Sendromu”na giren Amerikan siyaseti, debelendiği Vietnam bataklığından çıkabilmek için Breton Woods anlaşmasını bile çiğnedi ve hakim para birimi doların altına endekslemesinden vazgeçtiğini duyurdu. Öte yandan Almanya AET’nin soğuk savaş içinde ikinci bir kapitalist güç olarak belirmesiyle kapitalizmin birden çok güç merkezleri arasında kıyasıya rekabetin şekillenmesi bu bunalımı derinleştiren bir başka faktördü.

Darbeyi yapanların 12 Eylül faşist cuntacıları gibi köşeli ve önceden hazırlanmış programları yoktu. Darbecilerin Amerikan emperyalizminin bölgedeki çıkarlarını korumak için kullandıkları Atatürkçü söylem, esasında suret-i haktan görünme çabası ve ideolojik bir yönlendirmeydi. 1973’te İsrail’in Yom Kippur savaşını kazanması üzerine petrol üreticisi ülkelerin başlattığı boykotla iyice belirginleşen kapitalizmin krizinden çıkma çabası krizin, Orta Doğu’ya ihracına neden oldu. Dış politikadaki bu gelişmeler ve darbenin meşruiyet zeminini kaybetmesi, yeni siyasi aktörlerin sahaya sürülmesini gereksiniyordu. Bu dış etkilerin varlığı ve sosyalist solun hegemonyasının yadsınamaz etkisine engel olma çabası, Ecevit’i yaratan koşulları biçimlendirdi. Sosyalistlerin tezlerin etkisini kırabilmek adına sol-popülizmin bir türevi olan “ortanın solu” bu ihtiyacın ürünüydü.

12 Mart darbesi, işçi sınıfının rönesansı ve siyaset arzusuyla biçimlenen kendi içi sınıf olma bilincini kuşanmasıyla başlayan “sosyal uyanışına” yapılan burjuvazinin açık saldırısıydı. Bir anlamda 12 Mart, ordudan ümit besleyen MDD siyasi çizgisinin derin bir hayal kırıklığıdır. MDD ve onun devamcısı siyasetlerin yıkıcı etkisi ve sosyalist hareketin içindeki tahribatı 70’li yıllar boyunca farklı biçimlerde devam etti.

12 Mart sonrası sosyalist sol, özellikle 1974 affıyla öncü kadrolarının ceza evlerinden tahliyesiyle hızlı bir toparlanma ve yeniden örgütlenme sürecine girdiyse de darbe öncesi kitlesel gücünü oluşturan Dev-Genç gibi devasa örgütlenmelerinin kapasitesine ulaşamadı. Bunda sosyal demokrasinin etkisine koşut olarak dünya sosyalist hareketindeki Çin-SSCB kutuplaşmasının payı inkar edilemez. Bütün bunlara karşın TKP’nin 1973 atılımıyla başlayan örgütlenmeler sosyalist solun darbe sonrası kaldığı yerden devam etme çabasının özetidir.

12 Mart darbesi sermaye sınıfının işçi sınıfının ve onun bağlaşığı ezilen toplum kesimlerine karşı ilan ettiği sınıf savaşıydı. Sınıf savaşımında baskı ve terörden başka bir aygıtı olmadığı gibi hegemonya üretmekten aciz lumpen ve gerici burjuvazi, yapısal “reformlarını” gerçekleştiremedi. AP’nin iktidardayken sürekli şikayet ettiği 1961 Anayasası’nın bazı olumlu maddelerini kaldırmakla yetindi.

Sağın darbe sonrası kendi içinde parçalanması; küçük burjuva radikalizminin yeni temsilcisi ve 12 Mart darbesine karşı eleştirel bir tutum alan Ecevit CHP’sinin 14 Ekim 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasıyla burjuvazinin krizi daha da derinleşti. Sınıfsal ayrışmanın net bir biçimde ortaya çıktığı 1973 seçimleri, aynı zamanda siyasi iradenin kendini örgütlemekte yetersiz kaldığı yeni bir sürecin başlangıcıydı. Bütün bunlara ilaveten seçimin galibi CHP ve Ecevit’in ortaya attığı ortanın solu programı, 12 Mart darbesinin tahrip edici etkileri ortadan kalktığında bile hegemonya kurmakta yetersiz kaldı. Bunda 1960’ların ikinci yarısında başlayan sosyalist hegemonyanın inkar edilemez katkısı vardı. Ortanın solu siyasal programı sol radikalizmi ve komünizm “tehdidini” sona erdirmek şöyle dursun, paradoksal bir biçimde solun daha da yaygınlık ve kitle desteği kazanmasına istemeden de olsa yardım etti.

1971 darbecileri parlamentoyu kapatmayı göze alamamış ve koşulların olgunlaşmasını beklemeden süratle hareket etmek zorunda kalmıştı. Darbeciler sosyalist solu tasfiye etme işini de tam anlamıyla başaramamıştı. Üstelik darbe müesses nizamın kurucu unsuru CHP’nin de sola kaymasına neden olmuş ve restorasyoncu lideri İnönü’yü bile tasfiye edebilecek siyasal gelişmelerin önünü açmıştı.. Bu durumu, 12 Mart cuntacılarından Orgeneral Faik Türün’ün cunta dönemi Başbakanlarından Naim Talu’ya verdiği brifingte sosyalist solun büyüme potansiyelini kastederek “Zaman zaman mantar misali kendiliğinden üreyen fikirlerin zehirlisiyle zehirsizini ayırt edemeyenler çıkabilir ve bu tembelliklerinin cezalarını çekebilirler. Ne var ki tembellerin sayısı Endonezya’da olduğu gibi yüz binleri aşarsa temizlemek hem çok kanlı hem de vakit geçmiş olabiliyor” sözleriyle açıklar. Amerikancı bir militer olan Faik Türün’ün Endonezya gibi bir kitle katliamı savunduğu bu uyarısının yer aldığı brifing kitapçığı, yıllar sonra bir sahaftan çıktı. 12 Mart darbecilerinin darbeyi meşru kılmak için öne sürdüğü bütün argümanlar, yukarıda Faik Türün’ün savunduğu türden Endonezya çözümleri de dahil olmak üzere, askeri darbe yoluyla siyasi-ekonomik çıkar elde etmek isteyen militerlerin ve onların suç ortaklarının yönetime el koymak için uydurduğu bahanelerdir. Suç ortaklarının sivil ayağında ise militarizmle uyumlu bir çizgi izleyen Süleyman Demirel yönetimindeki AP’nin de sıkı sıkıya sarıldığı bu argüman, aslında büyük bir yalandan başka bir şey değildi. Yönetimi askerlerin güdümüne bırakan AP ve Demirel çizgisi, cuntanın vesayeti altına girmenin yaratacağı olumsuz etkiyi, kendi tabanlarına izah ederken “biz iktidardan uzaklaştırıldık ama çok daha büyük bir tehlike atlatılmış oldu” sözleriyle darbecilere meşruiyet devşirdiler.

Gerçekte ise darbeciler açısından darbeyi gerektirecek büyüklükte bir sol hareket yoktur. Eylemlerin varlığı ve düşünce dünyasının solun, sosyalistlerin hegemonyasına geçmesi de “devrimci bir durum” yaratmaya yetmiyordu. Devrimci duruma işaret eden ayaklanma ve genel grevler de mevcut değildi. DİSK’in 15-16 Haziran direnişi de esasen DİSK’in kapatılmasını ve böylece sermaye birikimindeki ücretler genel seviyesini düşürmeyi hedef alan yasal düzenlemeye yönelik büyük bir isyandı. Ancak bu büyüklükte bir işçi isyanı bile devrimci durumun yaşandığına işaret etmez. Demokrasi dışı yollardan bir cunta ile yönetime gelmek isteyen 12 Mart darbesini meşrulaştırdığı öne sürülen 9 Martçıların durumu da ümitsizdi. Çünkü bu ham hayalci siyasi grupların (MDD, Doğan Avcıoğlu ve onların etkisindeki sol çevrelerin) liderleri de dahil hemen tamamı, hesaplarını aslında kendilerinde olmayan bir gücün üzerine inşa etmişlerdi. Yanlış hesabın bağdattan dönmesi misali, pazarlığa oturulan askeri liderlere olası “sol” darbe sonrası hemen hiçbir ayrıcalık tanınmaması, 9 Martçıların trajik sonunu hazırlayan başlıca faktördür. Bütün bu faktörler yakından incelendiğinde ortaya şu nesnel durum çıkar: Cumhuriyet tarihi boyunca ezilerek yok edilmesine rağmen sol potansiyel, 1970’e geldiğinde içinde sosyal demokratların da olduğu büyük bir çeşitlilik arz etmekteydi. Darbeyi meşrulaştırmak için 12 Martçılar tarafından öne sürülen ordu içinde solcu, THKP-C sempatizanı birkaç subayın varlığı, rejim güçleri açısından darbeyi gerektirecek kadar büyük bir tehdit arz etmez.

12 Mart cuntası özünde, Türkiye kapitalizminin 60’lı yılların sonunda girdiği ve toplumsal muhalefetin giderek daha da büyüten ağır birikim bunalımını, halk sınıflarının sırtına yıkarak atlatmaya çalışan sermaye kesimlerinin taleplerine cevap vermek adına tezgahlamıştı. 10 Ağustos 1970’teki Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonuyla iyice açığa çıkan bu çelişkiler yumağı, sermaye sınıfı adına çözülmesi elzem olan sermaye birikim sorununun aşılması için sermaye sınıfını ekonomi dışında bir yönteme, cuntacılığa mecbur ediyordu… Cuntacılar kurdurdukları kukla hükümetlerle, neoliberal reformları denedilerse de bir ekonomik programdan yoksun olmaları nedeniyle büyük sermayenin istediği neoliberal dönüşümü hayata geçiremediler. Muhtıra ile yönetime el koyarak faşist bir baskı rejimi kuranlar, kuşkuya kapıldıkları 9 Martçıların aslında yönetime el koyacak büyüklükte bir gücünün olmadığını gördükten sonra, ordu içinde temizlik ve tasfiye operasyonlarına hız verdiler. Darbeciler muhtıra bildirisinde “anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmek” cümlesini kullanarak, solun cuntaya destek vermesi için ideolojik bir yanıltmaca yapmayı da ihmal etmediler. Bu durum aynı zamanda 12 Mart cuntacılarının ciddi bir meşruiyet krizi içinde olduğunun da ispatıydı.

Burjuvazi başka bir yazının konusu olarak 1973-1980 dönemi arasında kendi burjuva programını sahneleyecek bir siyasi parti yaratmaya çalıştıysa da bunda pek başarılı olduğu söylenemez. Burjuvazinin bugün de etkileri farklı biçimler alarak devam eden yöneteme krizinin, bağımlı bir ülkenin sermaye sınıfına özgü çelişkilerle biçimlendiğini söylemek sanırım çok mesnetsiz olmaz. Yazı bize bu tarihi armağan edenlerin yani direnenlerin saygın anılarına ithafen kaleme alındı. Yazarın tarihe meraklı okuyana bir katkı sunmaktan başka bir derdi yoktu. Bunu bir nebze de olsa başardıysa ne mutlu ona…

1Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları, İstanbul, Yordam Kitap, 2016, s.255-256

2Melek Akyürek, Toplumsal Gerçekçilik Bağlamında Türkiye’de Emek Gücünün Resim Sanatına Yansıması, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, Volume 40, Winter 2018, s.449

3Kemal, Yaşar (1968). Yağmurdan Kaçanlar, Ant, sayı 81, 16 Temmuz 1968, s.5

4https://sendika.org/2017/11/fukara-tahirin-anisina-can-safak-457698/

5Ülkü, Celal (1964). Tutunacak Dalım Mı Var?. Emekçi Gazetesi, sayı 1, 20.06.1964, s. 2.

6Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi 68., “Sosyalizm ve Kürtler” İstanbul, İletişim Yayınları, 1989, s.2129.

7https://tr.wikipedia.org/wiki/Johnson_Mektubu

8Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği: “Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne”, İstanbul, Yordam Kitap, 2012, s.120

9Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul, Yordam Yayınları, 2015, s.632-633

10https://tr.wikipedia.org/wiki/Pirus_zaferi

11https://tr.wikipedia.org/wiki/Demokles%27in_k%C4%B1l%C4%B1c%C4%B1

12https://tr.wikipedia.org/wiki/Deus_ex_machina

13Subaşi, E (2019) Bir Yeniden Hegemonikleştirme Hamlesi Olarak 12 Mart Döneminde Reform Siyaseti ve Başarısızlığı. Mülkiye Dergisi, sayı 43, s.31

14Subaşi, E (2019) Bir Yeniden Hegemonikleştirme Hamlesi Olarak 12 Mart Döneminde Reform Siyaseti ve Başarısızlığı. Mülkiye Dergisi, sayı 43, s.33

15Yankı Dergisi, 1971: 5-6

16Yankı Dergisi, 1972: 4

17Milliyet 1972 Yıllığı: s.186

18Aktaran Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği: “Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne”, İstanbul, Yordam Kitap, 2012, s.130

19Bizim 68, Yayına Hazırlayan Aydın Çubukçu, İstanbul, Evrensel Basım-Yayın, 1998, s.158

Yazarımızın daha önce yayımladığımız yazıları

Kitap Tanıtım: 1902 Doğumlular / 07.03.2022

Kitap Tanıtım: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!/28.02.2022

Yeni başlayanlar için Kürt Meselesi: Büyük Adam Küçük Aşk /01.10.2021

Sinemada 12 Eylül: Tank Paletiyle Gelen Neoliberalizmin Beyazperdeye Yansıması / 12.09.2021

Kentin Hüzünlü Şairi: Turgut Berkes / 10.07.2021

Menekşe’den Önce Bir Kıyımın İzinde Kardeşinin İzini Aramak / 02.07.2021

Körlük: Hakikat Neye Yarar Göz Yalansa ? / 18.06.2021

Tozkoparan’da Kentsel Dönüşüm / Rantsal Bölüşüm ve Direniş / 25.06.2021

*Propontis’in ölümü: Elveda Güzel Marmara / 31.05.2021

Bir Avuç Cesur İnsan: Derelerin özgür akması için verilen mücadelenin öyküsü /08.05.2021

Kitap Kritiği : Alnında Mavi Kuşlar / Aysel Özakın / 01.05.2021

Cinsiyet, savaş, milliyetçilik ve zehir: Yaşamak için çalışmak ve çalışırken ölmek: Bir Peri Masalı Radyum Kızları / 27.03.2021

16 Mart Katliamı: Darbeye ayarlı bir faşist saldırı / 16.03.2021

Kitap Kritiği Zaniyeler / Selahattin Enis / 24.02.2021

Necmettin Erbakan : Soğuk Savaş islamcılığından 28 Şubat bir islamcının yükselişi ve düşüşü. / 28.02.2021

Çin Sendromu: Neoliberal çağın ilk büyük çevre sorunu / 15.02.2021

Pasteur: “Uzun Yüzyılın” Dahisi / 14.02.2021

Futbol ve Sinema: Son anda harekete geçen vicdan duygusu: Kaledeki Yalnızlık. / 01.02.2021

Atları da Vururlar: Çılgın yarışa eşlik eden bir çöküşün tasviri / 31.01.2021

Mississippi Yanıyor, Soğuk Savaş’ın ortasında ırkçılığın can yakan atmosferi… / 31.01.2021

Müzik Kutusu: Geçmişin gölgeleri içinden yürüyen insanlık suçuna bakış. / 31.01.2021

Toz Bezi: Başkalarının kirinden güvencesizliğe bir bakış. / 31.01.2021

Babamın Kanatları ya da türkü söylenmeden inşa edilen yapıdan güvencesizlerin öyküsü / 31.01.2021

Hotel Ruanda ya da Irkçılığın Afrika’daki zehirli etkisi / 31.01.2021

Hypatia: Bilimin çağlar ötesinden parıldayan çılgın elması / 31.01.2021

Takva ya da bir örümcek ağının anatomisi / 31.01.2021

Gecelerin Ötesi ya da her mahallede bir milyoner yaratmanın hazin öyküsü. / 31.01.2021

Cenneti Beklerken ya da sanatçının hayatta kalmak derdindeki bir portresi. / 31.01.2021

Press ya da Özgür Gündem’in yaşadıkları: Kan var bütün kelimelerin altında ! / 31.01.2021

Futbol ve Sinema: Cehennemde İki Devre Faşizmle ölümüne bir maçın kahramanları.. / 31.01.2021

Özel Bir Gün : Faşizmin Gölgesinde İki İnsanın Öyküsü / 31.01.2021

Ahh Güzel İstanbul : Şöhret arzusunun peşinden modern zamanlara İstanbul’dan bir bakış. / 30.01.2021

Kitap Tanıtım: 1902 Doğumlular / 07.03.2022

Kitap Tanıtım: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!/28.02.2022

Yeni başlayanlar için Kürt Meselesi: Büyük Adam Küçük Aşk /01.10.2021

Kentin Hüzünlü Şairi: Turgut Berkes / 10.07.2021

Menekşe’den Önce Bir Kıyımın İzinde Kardeşinin İzini Aramak / 02.07.2021

Körlük: Hakikat Neye Yarar Göz Yalansa ? / 18.06.2021

Tozkoparan’da Kentsel Dönüşüm / Rantsal Bölüşüm ve Direniş / 25.06.2021

*Propontis’in ölümü: Elveda Güzel Marmara / 31.05.2021

Bir Avuç Cesur İnsan: Derelerin özgür akması için verilen mücadelenin öyküsü /08.05.2021

Kitap Kritiği : Alnında Mavi Kuşlar / Aysel Özakın / 01.05.2021

Cinsiyet, savaş, milliyetçilik ve zehir: Yaşamak için çalışmak ve çalışırken ölmek: Bir Peri Masalı Radyum Kızları / 27.03.2021

16 Mart Katliamı: Darbeye ayarlı bir faşist saldırı / 16.03.2021

Kitap Kritiği Zaniyeler / Selahattin Enis / 24.02.2021

Necmettin Erbakan : Soğuk Savaş islamcılığından 28 Şubat bir islamcının yükselişi ve düşüşü. / 28.02.2021

Çin Sendromu: Neoliberal çağın ilk büyük çevre sorunu / 15.02.2021

Pasteur: “Uzun Yüzyılın” Dahisi / 14.02.2021

Futbol ve Sinema: Son anda harekete geçen vicdan duygusu: Kaledeki Yalnızlık. / 01.02.2021

Atları da Vururlar: Çılgın yarışa eşlik eden bir çöküşün tasviri / 31.01.2021

Mississippi Yanıyor, Soğuk Savaş’ın ortasında ırkçılığın can yakan atmosferi… / 31.01.2021

Müzik Kutusu: Geçmişin gölgeleri içinden yürüyen insanlık suçuna bakış. / 31.01.2021

Toz Bezi: Başkalarının kirinden güvencesizliğe bir bakış. / 31.01.2021

Babamın Kanatları ya da türkü söylenmeden inşa edilen yapıdan güvencesizlerin öyküsü / 31.01.2021

Hotel Ruanda ya da Irkçılığın Afrika’daki zehirli etkisi / 31.01.2021

Hypatia: Bilimin çağlar ötesinden parıldayan çılgın elması / 31.01.2021

Takva ya da bir örümcek ağının anatomisi / 31.01.2021

Gecelerin Ötesi ya da her mahallede bir milyoner yaratmanın hazin öyküsü. / 31.01.2021

Cenneti Beklerken ya da sanatçının hayatta kalmak derdindeki bir portresi. / 31.01.2021

Press ya da Özgür Gündem’in yaşadıkları: Kan var bütün kelimelerin altında ! / 31.01.2021

Futbol ve Sinema: Cehennemde İki Devre Faşizmle ölümüne bir maçın kahramanları.. / 31.01.2021

Özel Bir Gün : Faşizmin Gölgesinde İki İnsanın Öyküsü / 31.01.2021

Ahh Güzel İstanbul : Şöhret arzusunun peşinden modern zamanlara İstanbul’dan bir bakış. / 30.01.2021

Diğer Yazılar

HAMAS’IN İSRAİL’E FÜZE ATMASIYLA MI BAŞLADI HER ŞEY?

Taner Renda / 03.12.2024 2001 yılının 11 Eylül’üne gelindiğinde; dünya o gün yeni bir aşamaya …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir