Mert Yıldırım / 26.03.2022
Kapitalizmin rekabetçi ( 1847-1850) döneminde tarihin en amansız sınıflar mücadelesi yaşandı. Bu süreçte ezilenlerin iktidar umudu bir çok kez tavan yaptı.1848 yılında tüm Avrupa’yı etkisi altına alan ayaklanmalar çok kanlı geçti. Daha sonraki yıllarda (1871) Paris Komünü deneyimi yaşandı. Komün deneyimi insanlığın tarih boyunca gördüğü en güzel rüyaydı. Belki bu rüya kısa sürdü ama tarihe silinmez bir iz bıraktı. Bütün bu süreçlerde her defasında yeni gelişmeler ve yeni sonuçlar ortaya çıktı. Geriye paha biçilmez deneyimler kaldı. Ekonomik kriz/sosyal kriz, akabinde çıkan siyasal kriz üzerinden “devrimin objektif şartları”, “devrimci durum”, “devrimci an”, “ayaklanma anı” vb. kavramsal çerçeveler çizildi. Bu kavramlarla sınıfın/sınıfların içinde bulunduğu ilişki/ çelişki ve toplumsal moment tarif edildi. Yine bütün bunların toplamında siyasal örgütlenme ve öncülük sorunu üzerine uzun tartışmalar yaşandı.
1848 isyanları ve Paris Komünü deneyimi iktisadi analizler yanında siyasal analizlere de büyük olanaklar tanıdı. Marx’ın “Fransız üçlemesi” denilen belgeler bunların başında geliyor. Bu belgelerde siyaset ve siyasetin bir başka biçimi olan askeri taktik ve strateji tartışıldı. Zira daha sonra kapitalizmin üst yapı ilişkilerinin analizinin bir üst aşaması olan Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı eseri de bu deneyimlerin bir sonucudur.
Marx ve Engels’in devrim beklentisinde, son yıllarda Doğuya bir ilgi-alaka oldu ise de baskın öngörü batı Avrupa toprakları oldu. Sosyalist devrimin kapitalist ilişkilerin olgun olduğu yerde olabileceği hesaplandı. O zaman doğru olan bu beklenti kapitalizmin yeni aşaması (Tekelci) ile birlikte değişti.
Lenin, “zayıf halka” tespitini yaparak başka bir önermede bulundu. Ve bunu da kapitalizmin geldiği aşamanın (emperyalizm) tarifi üzerinden ileri sürdü. Tabi, yeni durum tespitiyle sınırlı kalmayan Lenin, yeni bir mücadele stratejisini ve buna bağlı olarak öncü parti modelinin tarifini yaptı. Ve o parti öncülüğünde insanlık tarihinin en radikal altüst oluşu gerçekleşti. Çarlık topraklarında başarılı olan Bolşevik devrim modelini daha sonra, Çin’de taklit etmeye çalışan Li lisan önderliğindeki ÇKP ise fena halde başarısız olmuştu. Bu başarısız deneyim üzerinden Mao, “biz başka bir dönemde ve başka bir ülkedeyiz” diyerek farklı bir yol ileri sürdü.
Uzun süreli direniş stratejisi ile köylü toplumunda hem ulusal hemde sosyal ihtilali gerçekleştirdi. Çin devriminden on yıl sonra, bir başka coğrafyada, Latin Amerika’nın Küba’sın da Che ve Fidel önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi bambaşka bir yol izleyerek muzaffer oldu. Sonuç olarak ne Lenin, Marx ve Engels’in Avrupa’sını, ne Mao Lenin’in Rusya’sını, ne de Che-Fidel, Mao’nun Çin’ini taklit etti. Genel Marksist referanslar ışığında hem yeni dönemi hemde kendi ülkelerini anlayarak yola çıktılar. Çünkü ortada sadece ülke-coğrafya farklılığı yoktu, esas olarak dönem farkı vardı ve bu dönem içinde eskiden olmayan ilişki ve çelişkilerin fotoğrafı bulunuyordu. Bu fotoğraf içinde kapitalizmin vardığı aşama, kazandığı çehre ve yeni sömürgecilik ilişkilerinin aldığı yeni boyutlar bulunuyordu.
Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde ve yeni sömürge ülke devrim modelinin sembol isimlerin başında Ernesto Che Guevara ve Fidel Castro geliyordu. Özellikle Ernesto Che Guevara dünya devrimci hareketine yeni bir rota gösterdi. Her alanda birleşik mücadele stratejisi yanında, anti-bürokratik yeni sosyalizm ve enternasyonalizm tarifi ile bütün dünya devrimci hareketine heyecan verdi.
SSCB ve Çin arasında yaşanan çelişkilere sıkışan ve angaje olan dünya devrimci hareketine başka üçüncü bir yol gösterdi. Dünyanın bir çok ülkesinde bu devrimci çizginin yansıması oldu. Yaşadığımız coğrafya da buna dahildir.
1970’lerde Türkiye’de ortaya çıkan devrimci çizgi, Parti-Cephe-Ordu örgütlenme modelinde Vietnam’dan feyz alırken emperyalizm dönem tahlilinden Küba ekolünden etkilenirken yaşadığı toprakların tarihsel kültürel kodlarını okuyarak özgün bir yol izlendi. Kızıldere’de kesintiye uğrayan söz konusu çizgi, 1970’lerin ortalarından sonra Kürt coğrafyasında cereyan etmeye başladı.
Ağırlıklı olarak söz konusu ekolden etkilen Kürt Direniş Hareketi, dayandığı özgün dinamikler üzerinden özgün hamleler yaparak etki gücünü bugüne değin sürdürmeyi başardı. Ancak aynı şeyi Türkiye sol-sosyalist güçleri için söyleyemeyiz.
1970 yılında ortaya çıkan iktidar ufku devrimci öncülerin fiziki imhasıyla birlikte sekteye uğradı. 12 Mart açık faşizm ve sonrası için doğru ders çıkarmayan sol-sosyalist güçler kendiliğindenci bir pratik ile 12 Eylül açık faşizminin darbesiyle karşılaştı. Hapishane direnişleri ve tekil sokak çatışmaları açık faşizmin programını nötralize etmeye yetmedi. Ardından reel sosyalizmin çözülüşünün travması eklendi.
En son 19 Aralık hapishane operasyonlarıyla birlikte söz konusu travma daha da derinleşti. Bir bütün olarak toplumsal travmaya neden oldu. Bütün bu olup bitenlerden ders çıkarılmamış, neden ve sonuçları ortaya konulamamıştır.
Geçmişin muhasebesi yapılmadığı gibi yeni dünya ve bölge denklemi, ilişki ve çelişkilerin analizi üzerinden ortaya çıkan bir program ve merkezi stratejiden yoksun olduğu için kendiliğindenci bir pratik sözkonusudur.
Önümüzdeki yazım çalışmalarında bu konuları tartışmaya devam edeceğiz.