Her savaştan geriye üç ordu kalır: Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.” Bertolt Brecht
Ümit ÖZDEMİR / 07.03.2022
1902 Doğumlular, Ernest Glasser’in birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesi Almanya’nın siyasal kültürel atmosferini kırsal kesimden bakarak anlattığı yapıtıdır. Romanı ilginç kılan, babası bir komünist olan Ferd karakteriyle romanın baş kişisi E adlı çocuğun dostluklarının üzerinden ve elbette çocuk karakterlerin bakışlarında Alman toplumunun tasvir edilmesidir.
Glasser yapıtında, savaş öncesi anti-semitist (yahudi karşıtı) propagandanın etkisiyle Leo adındaki bir musevi çocuğa eziyet eden Brosius karakteriyle ortalama Alman milliyetçisi bir öğretmenin ruh dünyasını genel çizgileriyle verir.
Almanya’da anti-semitizmin muhattabı olan Silberstein üyeleri, baba David Silberstein, oğlu Leo ve eşi küçük burjuva tutuculuğunun genel çizgileri içinde romanda yansıtılır. Öyle ki baba David Silberstein karakteri “Herşey alışveriştir ! Yeryüzündeki her şey yüce tanrıdan küçücük bir kumaş parçasına kadar, karşılığı ödenmelidir. Hiçbir şey vermeyenin hiç birşeyi olmaz. Tanrı bile vermeden isteyemez” sözleriyle küçük burjuva dünyasının gerçekçi bir tanımlamasını yapar.
Öncü işçi Kremmelbein ile dünya savaşı öncesindeki işçi sınıfının ileri unsurlarının yaşayışını, ilişkileri bilinç düzeyleri ve mücadele biçimlerini serimleyen Glasser, Alman sosyal demokrat düşüncesinin duygu ve düşünce dünyasını da Hofmann karakteriyle aktarır.
Romanın baş kişisi “E” karakterinin aktarımıyla tedavi görmek için annesiyle birlikte İsviçre’deki kaplıcalara giden August’ün seyahatinde savaş öncesi İsviçre’nin gerilimli atmosferini mikro ölçekte sunan Glasser, milliyetçiliğin zehirli etkisiyle otelde yükselen kutuplaşmayı Fransız çocuk Gaston’un sözleriyle özetler: “La Guerre, ce sont son parents-mon ami” (Savaş demek ailemizdeki büyüklerimiz demektir dostum)
Glasser yapıtında savaş atmosferiyle ortaya çıkan milliyetçiliğin zehirli etkisi sosyalist Kremmel karakterinin “Her Alman işçisi yurdunun güvenliği için kanının son damlasına kadar dövüşecektir. Alman halkı, tehlike kapıya dayandığında en yoksul oğullarının, en sadık oğulların olduğunu göreceksin” sözleriyle iyice belirginleştirir.
Savaşı yaygın grevlerle durdurabilecek ve başka ülkelerin üniformalı yoksullarının ölümlerine engel olabilecek yegane güç olan işçi sınıfının bu toplumsal histeri ve şovenizmin etkisine kapılmasıyla Kremmelbein’in ruh halinin örtüştüğü görülür. Bu durum elbette Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’nin o dönemde savaş bütçesini parlamentoda desteklediği gerçekliğiyle birleşince daha da trajik bir boyut kazanır.
Bu toplumsal histeri ve başka uluslara ve halklara yönelik şoven-milliyetçi öfke romanda oldukça gerçekçi bir karakter olarak sunulan Ferd’in şu sözleriyle eleştirilir: “İnsanlar iyi miymiş ? kucaklaştıkları, hep birlikte türküler söyledikleri için mi böyle düşünüyorsun ? Önce ben de öyle sanmıştım. Ama babam onların neden böyle iyi, el ele göründüklerini bana anlattı. Nefretlerini başka uluslara karşı kullanmak zorundalar da ondan. Bunu anlamıyor musun ? Eskiden tek tek insanlar kötüydü, şimdi ise uluslar. Dün Brossius’la Silberstein, Porsius’la Kremmelbein savaşıyordu. Bugün ise Ruslarla Avusturyalılar Almanlarla Fransızlar aynı şey”
Ferd’in bu savaş karşıtı düşünceleri açıkça dile getirmesi aslında babası Kızıl Binbaşı’nın düşüncelerinin bir devamıdır. Milliyetçi histeri ve şovenizm bu sözleri açıkça dile getiren Ferd’in taşlanarak lince maruz kalması, romanın belki de en trajik bölümüdür.
Glasser yapıtında din adamlarının savaştaki rollerine atıfta bulunarak özellikle kilise vaazlarında İsa ve Hristiyanlık motifleri yerine Alman mitolojisine gönderme yapmalarına da özellikle çocuk karakterin gözünden aktarır. Bunda görünen sebep, belli ki savaşılan ülkelerin de (Fransa ve Rusya) kendileri gibi Hıristiyan nüfusun ağırlıkta olmalarıdır. Bu kurnaz tutum aslında kilisenin bir savaş aygıtı olmasını da açıklar. Sömürünün en yoğun biçimi olan savaşta kilise, ordu, aile, kadın emeği ve çocukların sefaleti hepsi milliyetçi propagandanın kilise kürsüsünde basit birer aracı haline gelmiştir.
Romanın baş kişisi E savaş uzadıkça, bunun kışkırttığı yokluklar ve açlık tehlikesi baş göstedikçe savaş hakkındaki fikirleri değişen, kendilerine anlatılan zafer ve hamaset dolu söylemlerden giderek uzaklaşan ve hayatta kalabilmek için jandarmaları atlatarak evine yiyecek çalmak zorunda kalan bir çocuğa dönüşür. O kadar ki E’nin bu durumu, okul yıllarında yaşadıklarını “Savaş bu okulu hiç etkilememişti. Burada savaş, yazılması bitirilmediği için henüz ders konusu olmayan bir tarih bölümü sayılıyordu. İkide bir babası vurulan öğrenciler oluyor, sıralarda kollarına kara şerit bağlayan gençlerin sayısı artıyordu ama bunlar kürsüde hiç söz konusu edilmiyordu(…) Biz açlık çeker, ders aralarında birbirimizin ekmeğini çalarken [profesörler] bizi Latinceden, Grekçeden değerlendiriyorlardı. ” satırlarıyla dışa vurulur.
1902 Doğumlular, çocukluktan ergenliğe yürüyen bir delikanlı olan E’nin bakışında onu kuşatan Birinci Dünya Savaşı kabusundan kurtulmaya çalışırken kendi cinselliğini ve bütün bu olumsuz şartlara rağmen birey olma çabalarını da gözler önüne seriyor. Her ergen gibi cinselliği merak eden E, önce Hilde ve sonra bir tren kondüktörü Anna ile cinselliğini yaşamak ister. Bu aslında, savaşın en ağır koşullarında bile dünyanın karanlığından aşkın, sevinin ışığıyla kurtulmaya çabalamasıyla da gerçekçi bir portre sunulur.
1902 Doğumlular milliyetçiliğin zehirlediği ve üniforma giydirilmiş milyonlarca yoksulun muhtelif bayraklar altında birbirine kırdırıldığı, büyük hamasi nutuklarla cepheye sürülenlerin geride bıraktıkları çocuklarının öyküsü. Zaferin çok yakın olduğuna ve savaşın çok kısa süreceğine inandırılmış, bu toplumsal histeriye kapılarak kaybedilmiş bir kuşağın öyküsü aynı zamanda… Milliyetçi nutuklarla cepheye sürülenlerin çok geçmeden Nazım Hikmet’in olağanüstü tanımlamasıyla “pazar ve mal nizamının bekası için” savaştıklarının farkına varmaları romanın gerçekçi bir başyapıt olmasını beraberinde getiriyor.
August’ün babasının cepheden yazdığı bir mektupta kapitalist azınlığı tanımlarken yaptığı gibi “Bu azınlıkta şunlar vardır: 1.Generaller çünkü savaş onların mesleğidir. 2.Bakanlar çünkü Belçika ve Polonya’yı almak istiyorlar. 3.Büyük sanayiciler, çünkü mermi yaparak milyonlar kazanıyorlar. Bu üç tipe bütün ülkelerde rastlarsın, savaş bunun için sürüp gidiyor”
Ernst Glasser’in 1902 Doğumlular adlı yapıtı, gerçekçi bir roman olmasının yanı sıra Hitler faşizminin de hışmına uğrayarak meydanlarda yine aynı toplumsal histeriyle yakılan Alman edebiyatının iki dünya savaşı yaşayarak kuşaklarını cephelerde yitiren Alman halkının trajedisini başarıyla yansıtan romanı… Kendisi de İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçilerin saflarında Franko faşizmine karşı Ernest Hemingway’in tanımıyla “olağanüstü güzel bir roman” olan bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.