Mert Yıldırım / 04.03.2022
Eğer böyle ise yani “savaşın kazananı yok” ise o zaman bunca ölüm ve gözyaşı, onca silahlanma, tonlarca para dökülüp geliştirilen ateş gücü yüksek silahların üretimi boşunadır. Öyle mi? Ya üretilen silahları satmak için bölgesel savaşları kışkırtan, kabileleri birbirine kırdıran, bunun için kırk takla atan, nerede ise en temel kaynağı silah olan ve bunun ticaretiyle semiren devletlere ne demeli? Örneğin ABD’nin silah ihracatında sahip olduğu devasa hacmi nasıl açıklayacağız? Yoksa bütün bunları kendilerinin söylediği gibi “biz kendimizi savunmak için”, “dünya insan haklarını ve hürriyetleri korumak için savaşıyoruz” demelerine mi inanacağız?
Çok geriye gitmeyelim, şu meşhur ikiz kulelerin olayını hatırlamak bile yeterli olur. Ne olmuştu o zaman? Dünyanın en güvenlikçi devletinde en merkezi yerlerine uçakla saldırı yapıldı. Saldırıyı gerçekleştiren bizzat kendilerinin beslediği “yeşil kuşak” ürünü çocuklar olmuştu. Cihadist olmuş olan bu çocuklar Afganistan’da SSCB’ye karşı savaştırılarak büyümüşlerdi. Büyümekle kalmadılar, başta Müslüman coğrafyası olmak üzere, dünyanın dört bir tarafında örgütlendiler. Cennet uğruna Müslüman coğrafyasını cehenneme çevirdiler. Bunun için eylem kapasitelerini küresel bir ölçeğe ulaştırdılar.
Emperyalizmin fideliğinde büyüyen bu cihadistlerin anti-Amerikancı, anti-emperyalist kesilmeleri ise tarihin en büyük ironisi oldu. Ama bu arada ABD emperyalizmine yeni bir düşman peydahlandı. Bu düşman sayesinde başta AB ülkeleri olmak üzere, onlarca uluslararası güç NATO etrafında, daha doğrusu ABD ekseninde konsolide oldu. Yaklaşık yirmi yıl süren savaşla birlikte cihadist güçler “kontrol altına alındı”. Kontrol diyoruz çünkü ihtiyaç duyulduğunda yeniden piyasaya sürüleceğini adımız gibi biliyoruz.
Peki bu arada Afganistan’da, Irak’da, Yemen’de ve Suriye’de savaşı kim kazan oldu? Ya da başlıkta ki soru ile soralım; bu savaşın kazananı olmadı mı? Tamam, belki ABD’nin Afganistan’da, Irak’da, Yemen’de ve Suriye’de tam olarak istediği sonucu alamadı. Ama yine de milyonlarca insanın ölümüne yol açan bu savaşların kazananı oldu ve kazananların başında ABD emperyalizmi geliyor. O halde demek ki savaşın kazananı da kaybedeni de oluyor.
Gelelim “savaşa hayır” sloganına.
Bu slogan belli bir konjonktürde sömürgeciliği ve emperyalizmi teşhir etmede bir işlev görebilir. Tıpkı şimdilerde yaşanan Rusya ve Ukrayna savaşında olduğu gibi… Ama buradan hareketle her koşul ve ortamda savaşa hayır demek romantik bir istekten öteye gitmez. Toptancı bir şekilde savaşa hayır demek, işgal karşıtı direniş hareketleri ve gerici iktidarlara karşı gelişen devrimci iç savaşları aynı sepete koymak anlamına gelir.
(Türkiye sosyalist solunun savaş ve silahlanma politikalarını eleştiren, savaş yerine sağlık ve eğitime, insani gelişmeye kaynak ayrılmasını savunan tezleri bugün de geçerliliğini koruyor-editör)
Savaş ve Barış
Savaş ve barış tartışmalarının geçmişi çok eskilere dayanır. En öğretici deneyimlerden biri de birinci paylaşım savaşında yaşanan tartışma olmuştur. O dönemde “ana vatanı savunma” adı altında kendi ülkelerinin emperyalist paylaşım savaşını destekleyen komünist partiler sosyal şoven olarak tarih sayfalarında yerini aldılar. Bunlar daha sonra “sosyal demokrat” adını alarak burjuvazinin sol koltuk değneği oldular. Bolşevikler ve Spartakistler ise emperyalist paylaşım savaşına karşı devrimci iç savaş şiarıyla kendi ülke burjuvazisine karşı savaşa giriştiler. Bu devrimci savaş sonucu Alman Spartakist hareketi yenilirken Rusya Bolşevik hareketi zafere ulaşarak insanlık tarihinin en parlak sayfasını yazdılar.
(Marksist Rosa Luxemburg’un dünya siyasal literatürüne armağan ettiği slogan)
Birinci paylaşım savaşında Almanya’nın başını çektiği blok kaybetmiş, İngiltere’nin başını çektiği blok kazanmıştı. Ama bir başka emperyalist ülke olan Rusya’da, Bolşevik Parti “devrimci iç savaş” şiarıyla iktidarı ele geçirince tüm emperyalist ülkeler savaşı kaybetmiş oldu.
Kapitalizm aynı zamanda Savaş demektir. Kapitalizm var oldukça savaş koşulları her daima var olacaktır.
(Anti-militarizm ve savaş karşıtlığı onu en çok üreten ülke olan ABD’de aydınlar arasında yaygın bir politik tavır.-editör)
Kapitalizm ve özel mülkiyet, özel mülkiyet ve devlet, devlet ve savaş arasında kopmaz diyalektik bir ilişki bulunmaktadır. Bu durumda savaşın olmamasını beklemek tamamen hayalidir.
Devletin en önemli aygıtı militarist örgütlenmedir.
Militarist örgütlenme sadece dışa dönük değil, aynı zamanda içe dönük işlev gören bir şiddet aygıtıdır. Toplumsal hareketleri bastırma görevi olan bir iç savaş örgütüdür.
Militarizmin hegemonyasının güçlü olduğu bir ülkede barışçıl mücadelenin ortamı ya olmaz ya da çok sınırlı olur.
Siyasi, ekonomik ve sosyal alanda militarizmin nüfusu azaldıkça barışçıl mücadelenin ortamı artar.
Bu nedenle barış mücadelesinin öncelikli hedefi anti militarist olmak zorunda. Anti militarist mücadele ise son tahlilde anti kapitalist mücadeledir.