TOPLUMSAL PASİFİKASYON TOPLUMSAL RIZA

Toplumsal pasifikasyon
Toplumsal Rıza

Mert Yıldırım

Memleketin içinde bulunduğu kriz hali, artan hoşnutsuzluk, buna uygun fiili bir direnişin yaşanmaması, bazı insanları hayrete düşürüyor. Tepkisizlik anlaşılmaz görünüyor.
Oysa ekonomik felaketler hemen siyasal dönüşümlere yol açmıyor. Siyasal bilinç daha başka bir şeydir. Ayrıca, çoğu zaman hoşnutsuzluk ile fiili tepki arasında istikrarsız bir denge bulunur.

Vaktiyle Mahir Çayan, yukarıdaki manzaranın toplamına “suni denge” dediğinde o günlerde bir çok kişi ve çevre burun kıvırmıştı. Yine Kürt hareketinin önderliği, “pasifikasyon” ve “düşürülmüş halk” deyince “kendi halkını aşağılıyor” diyenler olmuştu. Oysa bu tarz söylemler şok etkisi yapmakta ve sömürge insanın çözümlemesi için önemli bir işlev görmektedir. Bu yöntemi daha önce Frantz Fanon önermişti. “Sizi sömürgeleştirenlerin sizde yarattığı en büyük yıkım, sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamaktır” dedikten sonra şu meşhur “ilk kurşun” teorisini ileri sürmüştü.

Aslında bu tarz çalışmalar daha önce dünyanın başka yerlerinde, başka isimler öncülüğünde yapılmıştı. Örneğin Antonio Gramsci bunların başında geliyor. “Hegemonya” ve “rıza” başlığı altında egemenlerin istismar metodunda “sivil toplum” ve “ikna” alanlarının rolüne dikkat çekmişti. Daha sonra Althusser, Gramsci’nin yolunda yürümeye çalıştı. “Devletin ideolojik aygıtları”nda daha köşeli kavramsal tespitler ortaya koydu. Wilhelm Reich ise “Faşizmin Kitle Psikolojisi” adlı çalışmayla klasik faşizmin kitle tabanının nasıl oluştuğuna dair sosyal-psikolojik ilişkiler alanında analizler yaptı.

Geçmiş birikime dair böyle kısa bir hatırlatma yaptıktan sonra şimdi tekrar içimizdeki soruna dönelim.

Popülizme kaçmadan, lafı dolandırmadan söyleyelim; Kürtlerin ve Alevilerin dışında bu toprakların isyan tarihi ve geleneği son derece zayıftır. Geçmişte, 13. ve 16.yüzyılları arasında yaşanan Babailer ayaklanması, Bedrettin hareketi ve Celali isyanları esas olarak Batini ve Alevi tandaslıdır. Türkleştirme ve sünnileştirme/hanefileştirme ile birlikte isyan dinamikleri geçen zaman içinde ezilmiştir.

15-16 Haziran işçi direnişi ve Gezi isyani bir miktar geniş çaplı olsa da, yaşanan direnişler daha çok lokal olup, gençlik ve devrimci öncü düzeyinde kalmıştır.

İsyan geleneğinin ve kültürünün zayıf olduğu yerde devlet ve lider olgusu kutsallaştırılır. Gücün, devletin ve liderin kutsallaştırıldığı yerde özgür birey/yurttaşlık kimliği değil, biat eden kimlik ortaya çıkar. Yurttaşlık bilincinin ve kimliğinin olmadığı yerde toplumsal değişim hareketleri zayıf kalır.

Bu topraklarda yaşanmış olan değişimler daha çok dış dinamiklerin sonucu olmuştur.

Osmanlı dönemindeki restorasyon süreçlerini incelediğimizde bunu görebiliyoruz.

Cumhuriyet dönemi de bundan farklı değildir. Kemalist kadroların öncülüğünde “aydınlanmacı” adımların atılması iç dinamiklerden çok, dış dinamiklerin etkisi olmuştur. O dönemde konjonktürü iyi okuyan M.Kemal ve arkadaşları biçimsel de olsa batının teamüllerini benimsemiştir.

Bu toprakların sahip olduğu bu tarihsel/kültürel kodlara yeni kodlar eklenmiştir.

Bu süreç esas olarak 12 Eylül açık faşizmi ile başlamış, bugün AKP dönemi ile birlikte vücut bulmuştur.

Neo liberal program tüm toplumu dejenere etmiştir. “İşini bilen toplum” ortaya çıkmıştır. Son derece çıkarcı, bencil ve herseyi mübah gören bir toplumdur bu.

Dolar 18 liraya çıktığında, “bütün bunlar dış güçlerin oyunudur”, dolar bir gecede 12 liraya düştüğünde ise “bu reisin mucizesidir” deyip sokağa çıkan, halay çeken sorgusuz sualsiz saraya biat eden bir toplumdan söz ediyoruz.

Dikkat çeken husus, böyle garip davranışlar sergileyen bu kitlenin ezici bölümünün yoksul olmasıdır.

Demek ki yoksulluk otomatik olarak politik bilince ve kendisi için sınıf olmaya yetmiyor.

Dahası bu olup bitenler bize herşeyin ekonomi ile açıklanamayacağını gösteriyor. Ya da tek başına ekonomik verilerin yetmediğini…

Çünkü yoksulluk sadece sofradaki ekmeğin azalmasına yol açmıyor. Bunun yanında, yığınların bilinci de dumura uğruyor. Yozlaşıyor.

Faşizm çoğu zaman bu ezilmiş ve yozlaşmış kitle tabanına dayanır.

Kriz günleri her zaman devrime yol açmadığı gibi, aksine karşı devrimin gelişmesine de neden olabilir. Yani kriz günleri hem devrimin hem de açık faşizmin döl yatağıdır.

Bu durumu sadece baskı mekanizmalarıyla açıklamak yetersiz olur.

Birincisi, Akp süreciyle birlikte artan ideolojik ve kültürel hegemonyayı hesaba katmak gerekiyor. Artan hegemonya toplumsal rızayı büyütmüştür.

İkincisi, Akp sadece hükümet değil, aynı zamanda iktidar oldu. Kuruluş safhasındaki CHP dönemi hariç başa gelen hiçbir parti kelimenin gerçek manasıyla iktidar olmamıştı. Akp ise adım adım kendisini iktidara taşıdı. Hatta kendisine bağlı özerk paramiliter güçler oluşturdu.

Üçüncüsü, Akp ile birlikte yeni sınıflar ortaya çıktı. Yada yeni sınıfsal dönüşümler sağlandı. Bir de sosyal yardımlarla kendisine yedeklediği kitleyi de hesaba katmak gerekiyor. Bütün bunlar yaklaşık 15-20 milyon insan yapıyor ki, bu yeni bir sosyolojidir.

Bunca krize ve siyasal baskıya rağmen, iktidara verilen %35-40 civarındaki desteği bu parametreler ışığında okumak gerekiyor.

Diğer Yazılar

DOKTOR GARİPAŞK: BİR NÜKLEER SAVAŞ PARODİSİ

Ümit ÖZDEMİR / 02.12.2024 Stanley Kubrick’in soğuk savaşın tam orta yerinde yaptığı film, pek çokları …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir