Ferahi Mengeş / 30.08.2021
Yağmur süzülürken gövdesinden ya da güneş ya da ayaz, içindeki hayat yavaş yavaş büzülüp kendi içine çekilir. Ölmez ağaç. Bekler.[1]
Hemen her gün ziyaret ettiğim asırlık çınarın gövdesindeki zamanın izlerini hayranlıkla izleyip kendimce onun gizemini çözmeye çalışırken, bir sabah taze sürülmüş tarlada, garip formlu bir kaya parçasını bulduğum andan itibaren zaman-mekân ve maddenin geçirdiği doğal süreçler, formun özü, canı gibi kavramlar zihnimi epey meşgul etmeye başladı. Zaten çocukluğumdan beri ilginç taşları, artık sadece yaşlıların kullandığı yerel kelimeleri toplamak gibi meraklarım vardı.
Küçücük bir çocukken, bulduğum taşların gizemli, garip şekillerini seyretmeye doyamazdım. Hele o irili ufaklı ırmak taşlarının asırlar boyunca maruz kaldıkları aşındırmalarla oluşan kendine özgü, büyülü karmaşık yüzey şekillerini, derinlerde sakladıkları sırların gizemini çözmeye çalışır dururdum.
Toprağın içinde, tesadüfen bulduğum fosilleşmiş, kaya haline gelmiş ağacı bulduğumda sanki insanlık öncesinden bir varlığa dokunmak bambaşka bir deneyimdi. Kayayla karşılaşma anım, onunla girdiğim diyalog, ona bakışım… Belki de milyonlarca yıl sonra deprem ya da şiddetli erozyonla açığa çıkması merakımı iyice artırdı, o artık sıradan bir kaya parçası değildi benim için, ruhu olan bir kayaydı, aslında onu bulan ben değildim, o beni buldu. Kayanın her mm2 ‘sinin belki de milyon yılda oluşan katmanları, zamanın büyüleyici akışı, doğanın karmaşık süreçleri, aşınma, parçalanma, coğrafik, jeolojik olgular kayanın dünyanın gençliğine olan tanıklığı, sahip olduğu anılar, bilimsel olgularla öylece ellerimin arasındaydı. Ona hemen her gün bir ayinin en kutsal parçasıymış gibi dokundum, onu kokladım, hissettim, ışığın girdiği yarıklara, çatlaklara daldım; her biri belki bir çağı temsil eden renk katmanları inceledim. Ellerimde tuttum, içindeki yoğun enerji ve boşlukları düşündüm. Çevresiyle olan bağını ve hangi etkilerle, aşınmalarla değişime uğramış olduğunu şimdiki haline gelene kadarki süreçlerini merak ettim durdum. İçinde hiçbir yaşam belirtisi barındırmadığı halde canlılığını, sahip olduğu ruhu hissetmek harika bir duyguydu
Sanki milyonlarca yıl o da orada beni beklemiş ben onu beklerken.
Onun sessiz varlığına kulak verdiğimde uğultular, fısıldaşmalar, işittim; kendine özgü müziğini, ormanın tüm seslerini içinde tutmuştu, okyanusun sesini içine hapsetmiş deniz kabuğu gibi.
Şunu duydum: dünyada insanoğlu yokken, yerimiz, yurdumuz belliydi bizim, milyonlarca kuş çeşidine yuva olurdu dallarımız ne köklerimizden ayıran vardı bizi ne de yerimizden eden. Rüzgârın yönü belli, bulutların merhameti boldu. Ecelimizle ayrılır, miras bırakırdık tohumlarımızı geleceğe… Bir kelebeğin ömrü de birdi bizim için bir kaplumbağanın ömrü de… Sevinçlerimiz özgür, hüzünlerimiz özgürdü bizim. Gölgelerimiz mutluydu.
Bulduğum kayalaşmış ağaçlarla ilgili sonradan yaptığım araştırmalara göre; Neojen dönemde (Neojen devri 23 ile 2.6 My arasında yer alır.) Anadolu deniz istilasından kısmen kurtulup karalaşınca karasal flora ve fauna gelişmeye başlamıştır. Neojen döneminde Anadolu’da ve bugün Yunanistan sınırları içerisinde yer alan Midilli Adası’nda yoğun volkanizma yaşanmıştır. Her iki fosil ormanın oluşumu da bu volkanik faaliyetler neticesinde gerçekleşmiştir. Fosilleşme başlı başına mucizevî bir olaydır. Ölen bir canlının çürümek, erimek, yanmak, yenmek veya parçalanmak yerine taşlaşması pek sık rastlanan bir şey değildir. Volkanik depolar haricindeki fosil yatakları; sahadaki canlı kompozisyonun değişimini katmanlar halinde ortaya koymada başarılıdırlar. [2]
(Fosilleşmiş Ağaç, Fotoğraf, Ferahi Mengeş, 2021)
20 milyon yıl önce ilk patlama sesi duyulduğunda, tahmini yüksekliği 100 metreden uzun olan kül yığınları altında kalan ağaçlar ve fauna o günkü verileriyle birlikte taşlaşmaktadır. Volkanik püskürmelerle bitki örtüsü ve ağaçların volkanik lavların altına gömülüp milyonlarca yıl sonra açığa çıkması jeolojik açıdan incelenmeye değer bir durumdur.
Avrupa Jeoparklar Ağı Dönem Başkanlığı’nı yürüten Zouros’a göre, Taşlaşmış Orman’ın başlıca özelliği sadece ağaçlardan oluşmaması. “Burada fosilleşmiş topyekûn bir ekosistem var. Çevresindeki bitkiler, hayvanlar ve diğer canlılarla birlikte… Hatta geçmişin iklimine dair olgular bulunuyor.”
(Fosilleşmiş Ağaç, Fotoğraf, Ferahi Mengeş, 2021)
Ormanların, tüm dünya çapında küresel ölçekli sektörler tarafından tüketilmesi onların artık doğanın başlı başına bir parçası görülmediği gerçeğini bize göstermiştir. Karşıma çıkan fosil ağaçlar, doğal yollarla değil de insan eliyle yok edilen ağaçlar hakkındaki düşüncelerimi ifade etme fırsatını doğurmuştur. Belki de insanlığın, devletlerin orman hakkındaki stratejilerini çok da geç olmadan değiştirmesi gerekmektedir. Ormanları korumanın…Ki bu cümle bile bana hep kibirli bir cümle gibi gelmiştir. İnsanları korumanın yolu ormanı, ağacı, onun verdiği nefesi içinde hissetmektir, onunla kendini bir bütün hissetmektir.
Oysa ki İnsanlık geliştirdiği dili sadece kendi türüyle kullanabiliyorken, bütün türlerle hayati ilişki kuran doğanın dilini yok saymaya devam etmiş, medeniyete doğru hızla ilerlerken doğayla ilişkisi gerilemeye başlamıştır. İnsanlığın, tarihin başından bu yana doğayla ilişkisini kestiremesek te şunu tahmin etmek zor olmayacaktır. Uygarlaşmayla bağlı olarak daha doğrusu ilerlemeci anlayış adı altında üretim ve tüketim faaliyetleriyle ormanlık alanlar yok olmaya başlamıştır. İnsanlığın yaşlandıkça doğayı kontrol altına almaya başlamış olması, beraberinde sonuçları tüm canlılar için yıkıcı olan ekolojik felaketleri artırmıştır. Ağaç taşın sabırla, tüm zamansızlığına karşın, kalan parçalarını bozulmadan koruması, bize onun dilini çözme ve okuma fırsatı vermelidir ki yaşadığımız dönemdeki ekolojik yıkımların önüne geçebilelim. Ormanlara bakışımız, onları sürekli tüketeceğimiz sonsuz bir kaynak alanı görmek yerine, onun bize bir dalını uzatıp meyvesinden veya gölgesinden faydalanmanın ötesine geçmemelidir.
’Sıradan bir ağaç, dallarını kendi boyundaki komşu ağacın dal uçlarıyla karşılaşana kadar uzatır. Daha fazla uzatmaz çünkü bu alandaki hava ve iyi ışık halihazırda kapılmış durumdadır. Ancak uzattığı dallarını da ciddi biçimde güçlendirir, öyle ki aşağıdan bakıldığında, yukarıda bir çekişme varmış gibi görünür. Ancak gerçek bir çift arkadaş, en baştan itibaren birbirinin yönünde fazlaca kalın dallar uzatmamaya özen gösterir. Bu ağaçlar birbirinin hakkını yemek istemez ve bu yüzden, yalnızca taçlarının dış cephelerinde, yani arkadaş olmayanların yönüne dallar uzatır. Böylesi ortaklar genelde köklerine öyle bağlıdır ki, bazen birlikte bile ölür.’’ [3]
Sürekli yok edilen ağaçlar ve katledilen doğa benim zihnimde ve ruhumda hep derin yaralar açmıştır. Doğada yürümek benim için tümüyle deneyimsel bir etkinliktir. Yürümelerim sırasında, bir ağacın aynı dal parçasını, bir dere kenarında oturan aynı kaya parçasını, hatta dere sularında bir çalıya takılmış aynı yaprak parçasını takip eder, bilirim. Esintili bir sabah gününde çınar ağacının kollarını açıp bana en güzel senfonisini sunduğunu görürüm, duyarım. Öyle bir senfoni ki ruhumu titretir, özümüz birbirine karışır.
‘’ Yollara düşme özlemiyle kederlenir yüreğim, akşamları rüzgârda uğuldayan ağaçları duyduğumda. Sessizce, uzun uzun dinlerseniz, bu özlemin esası da anlamı da çıkar ortaya. Sanıldığı gibi acıdan kaçıp gitme arzusu değildir bu. Yurda ananın belleğine, hayatın yeni kıssalarına duyulan özlemdir. Eve götürür insanı. Her yol eve götürür, her adım doğumdur, her adım ölümdür, her mezar anadır.’’[4]
Her şarkısını, kokusunu, gölgesini, neşesini, hüznünü ezbere bildiğim ağacı, kökünden kesilmiş öylece yerde uzanmış gördüğümde hiç bitmeyecek yasım başlamış olur.
İnsanoğlunun doğaya olan mesafesini hep merak etmişimdir. Ağacın gücü, sabrı, kökleriyle yaşama olan sımsıkı bağı, merhameti, anaçlığı belki de kendine güvenidir, kendinde olmayanı görmek.
Küçücük kütlesinde bütün çağları, felaketleri, belki nesli tükenmiş bitki, böcek ve çeşitli ağaçları kısacası zamanın izlerini taşıyan ağaçlar, bana kendi köklerimi, anılarımı, çocukluğumda, altında dolaştığımız ulu kavak ağaçlarını, ırmak boyunca sıralı olan söğüt ağaçlarını anımsatır. O ağaçların altına kurulan neredeyse ağacın boyuna kadar ulaşan salıncaklar, bahar şenlikleri, doğanın kutsanması, kuşlarla birlikte şarkılar söylediğimiz zamanları… Ağaçlar o kadar çoktu ki bazen güneşi görmek için ağaçların en tepelerine çıktığımı hatırlıyorum; hatta sincapların neden bahçelerde, parklarda, ortalarda dolaştığını şimdi anlıyorum. Çünkü eskiden köyün bir ucundan diğerine gitmek için ağaçtan inmeleri gerekmiyordu. Eski çağlarda sincaplar, tüm Anadolu’yu bu şekilde dolaşırmış diye duymuştum.
(Çöp alanı olarak kullanılan Çınar dibi. Fotoğraf, Ferahi Mengeş, 2021)
Bir ağacın ölümüne daha doğrusu insan eliyle ölümüne ilk tanık olduğum zaman henüz çocukluğumun ortalarındaydım. Evimizin tam karşısında güneşin battığı noktada, özellikle annemin hasta yatağından izlemeye doyamadığı dişbudak ağacının, komşumuz tarafından bahçesine süslerini dökmesi nedeniyle: kepçelerle, vinçlerle, testerelerle paramparça edilişini izledim. O kadar kalabalıklardı ki tek bir ağaca karşı bir ordu… Yine de gidip o ağaca kendimi kenetlememe pişmanlığını hala taşımaktayım. O bir yaşlı anıt ağaçtı ve civarın en güzel ağacıydı. Yaşlı dediysem insan ömrü için yaşlı, ağaç ömrü için ömrünün baharındaydı. Onu parçalara ayırırlarken çığlıklarını duydum çocuk yüreğimde, kimse duymazken ben ve diğer ağaçlar dışında… O gidince bir zamanlar neşeli gölgesinde oturan mutlu insanlar da kanatlanıp gittiler anılarımla birlikte.
Eskiler, ‘’ Yaş kesen baş keser’’ derlermiş. Ne zaman daha ömrünün küçük bir bölümünü bile tamamlayamamış, yerde katledilmiş upuzun yatan bir ağaç gövdesi görsem bu söz gelir aklıma.
Ben, onların dünyanın var oluşundan bu yana kalplerinin attığını, ruhlarının sonsuzluğunu hissedebiliyorum, sahip oldukları neşe ve mutluluktan kederli bir döngüye evrilerek…
[1] Ağaçlar, Hermann Hesse, s.78
[2]https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/56d3878349a9577_ek.pdf?dergi=MAV%DD%20GEZEGEN
[3] Ağaçların Gizli Yaşamı, Peter Wohlleben , s.16
[4] Ağaçlar, Hermann Hesse, s.12