(MAHŞERİN İKİ ATLISI – IV. BÖLÜM) / ÖRNEKLEMELER

 

Mahir Konuk / 10.08.2021

Küreselleşmeye bağlı parçalanma ve yıkımları sergilemeye örneklemelerle devam edelim:

Küreselleşmeye bağlı yeni zaman-mekan düzenlemesinin yarattığı genel parçalanmışlık halinin, toplumsallaşma ve bireyleşme süreçleri arasındaki diyalektik ilişkiyi ortadan kaldırarak “insanlaşma sürecini” sorun haline getirdiğini belirtmiştik. Gerçekte bu “ölüm sürecini” temsil eden sermaye dolaşımı ve temerküzü süreçleri ile “hayatı” temsil eden ve “üretim faaliyeti” üzerine inşa edilen toplumsallaşma süreçleri arasında, zaten her daim sınıf çelişkilerine bağlı olarak mevcut olan ayrışmanın tam bir parçalanmaya dönüştüğünü göstermektedir. Mevcut durumu belirleyen “ilerleme” temelinde mevcut olan bütün konsansüel ilişkinin sonlanması, artık ortak noktalarda kesişme yaratmayan mutlak bir zıtlık ortamının doğmuş olmasıdır. “Aciliyet Kültü” yazarının da başka bir ifadelendirmeyle aynı tespiti yaptığına şahit oluyoruz:

Pazarın küreselleşmiş zamanı, düzenli bir biçimde (sınırsız sermaye birikimi sağlayan akışıyla birlikte-BN) hızlanarak, demokrasilerin (Toplum veya “Ulus-Devletlerin-BN) siyasi zamanı ve orada yaşayan bireylerin psikolojik zamanları ile çelişkiye düşmektedir.” (s. 52)

Normal şartlar altında, kapitalist rejimlerde “sermaye artışı” dediğimiz şey “üretim sürecine” bağlıdır ve dolayısıyla ikinci birinciyi sürekli bir şekilde beslemeden birincinin akışkanlığı -artı değer sömürüsü gerçekleşemediğinden- madden imkansız halde olması gerekir1. Ancak, gerçekte aşağıdan yukarıya doğru göreceli bir zaman akışını gerektiren “olağan” durum tersine dönerek, “toplumsal katılımı” öngören “demokrasilerin siyasi zamanı” ile “bireyin yaşam çizgisinin” sürekliliğini ifade eden “bireyin biyografik zamanı”, ikame edilen “liberal faşist diktatörlükler” aracılığı ile birer gereklilik olmaktan çıkarılarak felce uğratılmış bulunmaktadır.

(Son liberal faşist diktatörlük denemesi insanı biyo politik olarak yönlendirmenin bir aracı olarak aşı pasaportunu dayatıyor. Fransa’da aşı pasaportu üzerinden insan topluluklarını klinik otoriterizmi dayatan hükümet kararını protesto eden göstericiler-editör)

Ölüm sürecine angaje olmuş kapitalizmin, “yaşayan bir vücut” teşkil eden insan türünün yaşam alanını oluşturan toplumla ilişkisinde varoluşsal bir kopmanın olması ve hatta birincinin cesedinden yayılan zehirli madde ve mikropların ikinciyi de ölüme sürüklemeye başladığı, artık kaba bir bakışla bile olsa algılarımıza çarpar duruma gelmiştir. Objektifimizi insanın bireysel varlığı düzeyine göre ayarladığımızda da aynı parçalanmışlık manzarası ile karşı karşıya gelmekteyiz:

Neo-kapitalizmin zamansal işleyişi, karakter ve deney arasında bir çelişki doğurmuştur. Burada söz konusu olan deney, insanların akıcı bir hikayeye sahip olarak kendisine bir karakter oluşturmasını mümkün kılan kabiliyeti tehdit eden bölük-pörçük bir zamanı içeren deneydir.” (s. 134)

N. AUBERT’in kitabından aktardığımız bu düşünce aslında Amerikalı çağdaş sosyolog Richard SENNETT’in “Karakter Aşınması” adlı çalışmasının sonucunu yansıtmaktadır. Ona göre kendi hayat çizgilerine bir “akıcılık” yani devamlılık sağlamak üzere yola çıkan bireyler, bunu gerçekleştirmek üzere toplumsallık da üretirler. Onların, “deneylerle” gerçekleşen bu üretim esnasında aynı zamanda kendilerinin toplumla ilişkilerini yapılandırdığına şahit oluruz. Bireysel içsellik ile toplumsal dışsallık arasındaki kalıcı ve bireyi toplumsal bir özne olarak kimlikleyici olan bu ilişkinin adına, “karakter” denmektedir. Evvelce de çeşitli bağlamlarda belirttiğimiz gibi, deneylerle gerçekleştirilen karakter oluşumu, toplumsallık şartlarının sağladığı görecelik şartlarında olsa bile, o oranda bir otonomiye (özgürlük) sahip özne-bireylerin eseridir. Karakter oluşumlarının sağlanması zamana ve mekana göre göreceli olsa da, “otonom bireylerin” varlığı bir ön şarttır. Karakter oluşumu, bir yukardaki paragrafta “küreselleşme” döneminde topluma hükmeden kapitalist sistemle, ancak üreticilerin eseri olan toplumsallaşma süreci arasında gerçekleşmektedir. Belirleyici olan eylemin özneleri değil ama kapitalist sistem olduğu durumda; ortaya “doğa uyuşmazlığı” türünden çabaları kısırlaştırıcı, öznenin eylemini paralize edici ve hatta birey öldürücü durumlar çıkacaktır. Eğer bireyin davranışları yerleşik düzen ve onun ön yargıları tarafından karakterize edilmeye çalışılırsa, yine Amerikan sosyolojisinin çok önemli simalarından olan Evring GOFFMAN’ın aynı adlı eserine izafen “Stigmatlaştırma” adını alacaktır.

Liberal faşist diktatörlükleri arkasına alan kendi içinde küresel bir açılım gösteren kapitalist sistem, tıpkı Ulus-Devletlerde asırlar boyu devletin toplumsallığı belirlemeye çalıştığı gibi, yeni bir yaşama biçimi doğurmaya çalışmaktadır. Barbarlıkta “Ulus-Devlet” stilini yaya bırakan bu yeni yaşama biçiminin adı N. AUBERT’in eserinde “aciliyet kültürü” olarak anlatılmaktadır:

Bu aciliyet kültürü, (nesnel karakterdeki baskıları takiben “hayat çizgisinin infilakı” ile gerçekleşen aşırı bireyselleşmenin sonunda oluşan –BN) belirsizlik durumunun panzehiri olarak ileri sürülen harekete aşırı bir değer kazandırılması ile karakterize edilmektedir. Bu kültür çeşitliği -sahada- zamanın insanları baskı altına alması ile belirlenmektedir. Bu baskı altına alışın yolları şunlardır: Her daim “çok az” ile “çok şey” yapmanın gerekliliği; mümkün olan çok az zamanda, mümkün olan en çok şeyi yapmak ve her zaman daha çok beceriye sahip olmak. Aynı zamanda bu eyleyiş biçimleri (kültürler) niceliksel olan her şeyin tahakküm altına alınmasını da öngörür. Artık her şeyi değerlendirmek için ölçmek gerekmektedir. Bunun içine, ölçülebilir parametrelere sahip getiri üretimi, pazar payı, kazanılmış zaman olduğu gibi, belirli biçim altına alınmamış ve apriori olarak “toplumsal iklim” gibi ölçülemez olan elemanlar da dahildir. … / … Bu aciliyet gerektiren eyleyiş tarzları akışkanlıkların da dengesini bozmaktadır. Esnekliğin (fleksibilite-BN) şart koştuğu şeylere olduğu kadar ve çoğunlukla bir “sürpriz” gibi dayatılan hareket etme zorunluluğuna da cevap vermek için, üretim çarkının işleyişine paralel süratte değişikliklerle at başı giden bir artış gösteren beceri çeşitliliğine sahip olmak bu durumu doğurmaktadır.” (s. 102)

Zaman-mekan düzenlenmesinin sonucunda ortaya çıkan “zamanın hızlanması” olayının gündelik hayatımızın kucakladığı bütün yaşam alanlarında hissedilir biçimi olan “aciliyet”in nasıl oluşturulduğunu ve giderek yapılandırıldığını da son derece açık-seçik şekilde ifadelendirivermiş, yaptığımız uzun alıntısında, sahadan neredeyse “naklen yayın” yapacak kadar gerçeklere yakın olan Nicole AUBERT. Ortaya serilen “klinik tablonun” tamamı dikkate alındığında; insanların üzerine çöken ve insanlaşma sürecinin zamanın sıkıştırılıp ajite edilmesini sağlayan, sadece büyük bir hızla her yerde ikame edilen ve devlet mekanizmaları üzerinden özellikle de günümüzde “yeni güvenlik yasaları” ile artık iyice elle tutulur hale gelen liberal faşist “devlet terörü” değildir. İnsanların üzerine çöken, yarım asıra yakın bir süredir sürekliliği sağlanmış bir şekilde toplumsal hayatın en ücra gözeneklerine kadar işlemiş olan genel kriz halidir de! Böylelikle süreklilik kazandırılmış kriz, yine süreklilik kazandırılmış ve giderek kendine özgü kültürel kalıplarında ifadesini bulan davranış ve düşünce biçimlerinde yoğunlaşmış olmaktadır. İşte bu yapılandırılmış davranış biçimlerine Sosyoloğumuz “aciliyet kültürü” adını vermektedir.

(Nicole Aubert)

Tekrarlama pahasına da olsa sürecin nasıl geliştiği, bu versiyonu üzerinde son derece eğitici olduğundan belirtmeye değer niteliktedir. Nihayetinde, üst baskılar sonucu tahrip edilen geçmişteki zaman-mekan düzenlemesi ve buna bağlı davranış biçimlerinin (yaşam çizgilerinin) havaya uçurulmasıyla genel ve çok ağır bir belirsizlik ortamı yaratılmaktadır. Devamla, kapitalizmin çok yakından tanıdığımız sömürü çarklarına itilen bireylerin yaşam çizgileri ve onlarla birlikte “bireyi insan yapan” bütün nitelikler değirmende un öğütülür gibi öğütülerek “niceliğe”, yani paraya, yani sermayeye çevrilir. Sonra öğütülen un istenilen nitelikte pazarda alınıp satılmaya en uygun nitelikteki ürünlere dönüştürülmektedir. Böylece, baştaki; bir hayat hikayesi, çevresi, ailesi, mesai arkadaşları ve dostlarıyla ağlayıp güldüğü, mücadele ettiği çevresi olan yerkürenin belli bir coğrafyasına kök salmış bir insan bireyinden geriye, düzen erbaplarının nezdinde sadece istenildiği an yeri değiştirilecek bir “mobilyadan” farksız eşyalaşmış “şey” kalması umut edilmektedir.

Uzayıp giden ve insanlık için yok edici olduğu tartışma bile götürmez bu sürecin sonunda ortaya çıkan “aciliyet kültürü” bize, liberal faşist düzenin bireylerin içselliklerinin derinliklerine kadar nüfuz ettiğini göstermektedir. Diğer bir deyişle aciliyet, onun çarkını “normalleştiren” bireyler için kimlik oluşumlarının bir parçası haline gelerek içselliğe entegre edilir:

Geleceğin silinmesi ve insanın şimdiki zaman üzerine aşırı yüklenmesi, hatta o zaman dilimi içinde ezilmiş olması. “Ebedi şimdiki zaman” işleyişinin çarkına kapılmış, tüketim toplumunun sonucu olan sayısız seçim yapma zorunluluğu içinde boğulan ve arzuların hemen şimdi tatminine odaklanmış insanlar olarak, sadece en yakın şimdiki zamanda yaşamaktan başka elinden bir şey gelmeyen “şimdiki zaman insanları” haline geldik. Dahası, “an”ın yoğunluğuna kapılmış, sırf anın zevklerine bağlı kuvvetli duygular arayan insanlar da olup çıktık.” (s. 26)

Bu alıntıda ifade edilen süreç ve çeşitli düzlemlerdeki olaylar dizini şöyle özetlenebilir:

1) Üretimden büyük ölçüde uzaklaşarak geleceğini kaybeden kapitalist sistem2, şimdiki zaman üzerinde durağanlaşmakta; doğrudan üretim dışı başka her türlü imkanları seferber ederek yoğunlaşmakta; nihayetinde de yoğunlaştıkça ağırlaşarak “altta” bulunan bütün herkesi “ezmekte” dolayısıyla onları da “şimdiki zaman” üzerine adeta çivilemektedir.

2) Yoğunlaşarak bireylerin yaşam çizgilerinin sürekliliğini de artık mümkün kılmayan kapitalist sistem, ağırlığı altındaki bireyleri ve onların davranışlarını da sermayedarların davranışına, yani günü birlik başarı ve zevk alma tavrına göre biçimlendirmeye zorlamaktadır. Yazarın “şimdiki zaman insanları” diye tabir ettiği düzene endeksli insan tipi bu şekilde ortaya çıkmaktadır.

3) Bu insan tipi, bizim “aşırı bireyci davranış” biçiminde kimliklediğimiz insan tipine karşı gelmektedir. Bu insanlar, çevreleri ve “ötekilerle” ilişkisel kopma yaşayan ve dışsallıkta “ilerleme” imkanını kaybettiği oranda kendi “EGO”sunun derinliklerine sığınarak; oralarda, yani Freudcu tabirle “libidinal” volkanda, bizim tabirimize göre “kara deliğin” derinliklerinde saklanmaktadır. Böylesi bir saplantı (veya kısır döngü) içine düşen bireyler, bazen “ötekilere” karşı saldırganlık göstermeyi ve bazen de çöküntü hissi ile katmerleşen gizemli zevklerin peşinden koşmayı, geleceği olan ve yolu diğerleriyle birbirine karışan bir yaşam çizgisine sahip olmaya tercih etmektedirler.

Liberal faşist diktatörlükler altında kapitalist sistemin “küreselleşme” ile aldığı yeni biçim; sistemde, üstüne çöreklendiği toplumda ve hatta bireylerin içselliklerinde de sonuçları gözlemlenebilen yeni zaman-mekan düzenlenmesine bağlı değişikliklere yol açtığını gördük. Ve yine gördük ki, bütün bu alt-üst oluşlar tamamıyla tarihi bir biçim olan kapitalist sistemin üstünde, onu var eden çelişkilerin onu yok etmeye doğru gelişim gösterdiği gözlenmektedir. “Aciliyet” olgusunu bu yok oluş sürecini hazırlayan tarihi şartlara bağlı olarak ele almak gerekmektedir. Şöyle ki: “aciliyet” durumunu, kapitalist sistemin ve ona bağlı durumda olmaya devam ettiği şartlarda bütün insanlığın yok oluş sürecinde kurulan neden-sonuç zincirindeki izinin takibi için çıkış noktası aldığımızda, bir “hortumlama” faaliyeti olarak tanımlayabilmekteyiz.

N. AUBERT’in teşhislerini irdelemeye devam edelim…

PARÇALANMIŞLIK HALLERİ VE DOĞURDUĞU HASTALIKLAR.

Bütün karmaşıklığı ile gerçeğe, yani olgulara (ve/veya nesnelere) dair olana, yani oluş halinde olana, hemen şimdi ve burada olandan itibaren girileceğini belirtmiştik. Ancak bunu şöyle de ifade etmemiz mümkün olabilecektir: Hemen şimdi-burada olan olguları ve yoğunlaşmış olgulardan başka bir şey olmayan maddeyi, bütün karmaşıklıkları ile birlikte, birbirleriyle kurulan ilişkileri üzerinden takip ettiğimizde gözlemleyeceğimiz şey oluş olacaktır. Oluşun, zaman-mekan bütünlüğünün nasıl birbirlerine bağlandığına daha önce değinmiştik; ama bu bağlanışın zamansal boyutunu hatırlatmakta, bundan sonra söyleyeceklerimizin doğru anlaşılabilmesi açısından yarar görmekteyiz.

İletişim araçlarının aşırı çoğalması ve çeşitlenmesi iletişimi de imkansız hale getirdi. Bireyin atomize olmasının görünür sakıncalarını dile getiren Pawel Kuczynski karikatürü- editör)

Zaman boyutundaki bağlantılar, iki tür zaman biçiminin; dairesel bir yörünge izleyen ve “döngüsel” olarak adlandırılanla, düz bir çizgi izlediği farz edilen “doğrusal” hareketin sembolize ettiği hareketin bünyesindeki zamanın aldığı biçimler arasındaki bağlantıda kendisi ortaya çıkarmaktadır. Genel olarak oluşu da ifade eden, iki başlıca biçim arasında var olan bağlantıda gözlenen hareket (o halde “zaman”) biçimine biz helezonik hareket ve zamansallık biçimi demekteyiz. Aslında sadece birer “akıl ürünü” olarak anlayışı kolaylaştırıcı bir fonksiyonu olduğundan, birbirlerinden mutlak şekilde farklı biçim olarak tanımlanan döngüsel ve doğrusal hareketler karşısında “helezonik hareket” ve kendisine karşı gelen zamansallık biçimi bir sentez halidir. Böylece, döngüsel olan zamansallık biçimi bir çeşit doğrusallık kazanırken, doğrusal olan harekette döngüsellik tabiatı kazanmaktadır. Helezonik hareket ve zamansallık, oluş halinde olan (veya sadece oluş halinde olabilen) evrende her şeyin bağlandığı (veya her şeyi birbirine bağlayan) hareket ve zamansallık biçimidir.

Her halükarda helezonik olan hareketin zamansal bağlantılarını yaptığı döngüsel ve doğrusal hareketlere bu niteliklerini veren zamansallıklar, kendilerini taşıyan maddesel oluşumların niteliklerinin bizzat kendileridir. Örneğin fizik evrendeki hareket, yerkürenin oluşumunun 5 milyar yıldır devam ettiği göz önüne alındığında, döngüsel hareket ve zamansallık biçimine girmektedir. Daha doğrusunu şöyle de ifade edebiliriz: Döngüsel hareketin ağır basması, yukarıdan aşağıya doğru bizi fizik everene doğru yönlendirecektir. Yukarıya yani uca doğru bir yol izlediğimizde içene gireceğimiz canlılar evreninde döngüselliğin 5 milyarın da altına düşerek hızla azalmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Canlı evrenin içinde yer alan insan varlığına gelindiğinde döngüsellik “miyar yıl”dan sadece birkaç milyon yıla kadar düşmektedir. Üstelik burada söz konusu olan, canlıların çok küçük bir kısmını oluşturan bir hayvan türü olarak “insan” ve bu türün kendi kendini sürekli bir şekilde yeniden ürettiği mekanı oluşturan insan toplumudur.

İnsani mekanı oluşturan toplum dediğimiz varlık alanı da kendi içinde döngüsel hareketlilik taşımaktadır. “Tarih öncesi” ve “tarihsel” diye adlandırdığımız, gerçekte “sınıfsız toplum” ve “sınıflı toplum” dönemlerine karşı gelen dairesel hareketler; döngüsel iki hareket, dolayısıyla zamansallık biçimini oluşturmaktadır. Her döngüsel hareketten doğrusal bir harekete sıçramayı takiben geçmeyle doğrusal gibi görünen, ama aslında helezonik genel bir hareketin parçasından başka bir şey olmayan harekete geçilmektedir. Tarih öncesinden tarihsel zamanın hüküm sürdüğü sınıflı topluma geçildiğinde döngüsellik, esas olarak toplumu biçimlendiren üretim faaliyetini yönlendiren sınıfın hakimiyeti altında da döngüsel hareketlilikler oluşturmaktadır: Köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum, biçimlerinin her biri uzun veya kısa sürelerde devam etmiş olan döngüsel hareketlilikler çizmektedir. Bir biçimden diğerine geçiş, toplum dediğimiz insani mekanın her geçiş halinde yeniden düzenlenmesini de beraberinde getirmektedir. Şimdiye kadar 500 güneş yılından beri süregeldiği kabul gören kapitalist dönemde de döngüsel gelişim aşamaları gözlemekteyiz. Günümüzde, açık seçik olarak yakından yaşayarak gördüğümüz gibi “küreselleşme” diye adlandırılan ve kapitalizmin tükenmişliğine ve insan toplumu dışına çıkmışlığına işaret ettiğimiz dönemde yaşamaktayız.

Bu özellikleriyle birkaç on yıldır süregelen “küresel dönem”, toplumsal tarihin tanımına katıldığı gibi, “yaşam çizgisi” olarak adlandırdığımız bireysel zamanın doğrusallığı ağır basan ilerlemesine de, zaman-mekanın yeniden düzenlenmesi anlamında müdahale etmektedir. Daha önce bu müdahalenin, yaşam çizgisini oluşturan yaşam alanlarının infilakla dağılması şeklinde gerçekleştiğini çeşitli bağıntılarda belirttik. Burada sadece bireysel varlıkla toplumsal varlık arasındaki bağları -halkaları- da oluşturan “yaşam alanının” duruma göre kısa veya uzun süren döngüsel hareket oluşturduğunun altını çizmekle yetinelim. Aynı şekilde, “toplumsal kuşaklar” da belli zaman aralığındaki toplumsallıkları oluşturarak bireysel varlıklarla toplumsal varlık arasındaki bağlanma noktalarından bir diğerini oluşturmaktadır.

Bireysellikler yani tekillikler, varlıkların “hemen şimdi ve burada” olan durumları olarak en uçta olanlarıdır. Tam olarak söylemek gerekirse hem mekânsal ve hem de zamansal olarak en uçta olanları… En uçta olarak da varlığı oluşa bağlayan aşırılığı temsil ederler; aşırılığı yani döngüsel bir hareketlik içinde yol alan doğrusal zamanı. Bu ise; en uçta olan eğer insan bireyiyse, onun ancak yeni toplumsallık biçimleri oluşturarak bu konumunu koruyacağını ve türünün üyesi olmaya devam edebileceğini de gösterecektir. Biz bu hali, önceki çalışmalarımızda bireysel içsellikle toplumsal dışsallık arasında bir çeşit “senkron ayarı” da gerçekleştiren kimliksel denge olarak adlandırmıştık. Bizim anlayışımıza göre bireysellikle toplumsallık arasında kurulan denge; insanlaşma sürecinin bir parçası olan, nicel ve nitel olarak bir öncesinden farklı bir toplumsallaşma sürecini gerçekleştirecektir: Kendi döngüselliği içinde doğrusallık da taşıyan ve bu haliyle de bireysellik (doğrusal) ve toplumsallık (döngüsel) durumlarının bir sentezini oluşturmaktadır.

Anlaşılacağı üzere, ilerleme ve değişimin de taşıyıcısı bir sentezin gerçekleşebilmesi için, zaman ve mekan düzenlenmesine dair belli koşulların yerine getirilmiş olması gerekmektedir. Bunların başında, toplumsal dışsallığı oluşturan ve döngüselliğin aynı zamanda dönüşüm de taşıyan bir doğrusallığı da içermesi gereklidir. Diğer yandan, tersine olarak doğrusallığı temsil eden bireyselliğin de döngüsellik yani toplumsallık içermesi gerekmektedir. Bahsettiğimiz senkron olayı ancak bu şart altında mümkün olabilecektir. Bu ise; sınıfsal bir ön elemeye tabi kılmadan hiçbir insan bireyine karşı geçirgen olmayan sermayedarlar sınıfı için “Ulus Devletçi” dönemde kısmen mümkün olurken, “küreselleşme” şartları altında var olan geçirgenliklerin tamamen ortadan kalkması ile ortadan çok büyük ölçüde kalkmış bulunmaktadır.

Neticede, yukarıda da altını çizdiğimiz gibi, liberal faşist diktatörlükler üzerinden bireylerin davranışlarını cebren yönlendirmeye çalışan küreselleşmiş sermaye; sınırsız birikiminin bütün ağırlığıyla insan toplumlarının üzerine çökmekte, böylece insan ve evrenin tabiatına en uygun olan döngüsel hareketi mükemmel bir dairesel hareket ve zamansallık biçimi haline getirmiş, bulunmaktadır. Doğrusal hareketlilik ve zamansallık ancak ve ancak sermaye birikimine imkan sağladığı ve döngüsellik iddiasında bulunmadığı oranda, sürekli aşırıya kaçmak kaydıyla mümkün olabilecektir. Küreselleşmiş sermaye ve onun siyasal iktidar olma biçimi olan liberal faşist diktatörlükler altında insanlara dayatılan şu olmaktadır: Ya kapitalist sisteme uygun olarak dini cemaatlerde görüldüğü türden itaat etmeyi varoluş biçimi olarak gören inanmışların oluşturduğu kümelere katılacaksın, ya da tek yanlı olarak ve döngüselliği bütünüyle yadsıyarak aşırı şekilde bireyleşmeye devam edeceksin!

Günümüzde artık birçok gözlemcinin görebildiği ve zaman mekan parçalanması olarak adlandırdığımız bu durum, bir insan bireyinin var olma koşullarına uygun olmayan tarihsel şartları oluşturmaktadır. Bu nedenden dolayı, bu şartlar çeşitli araz ve hastalıkları da beraberinde getiren “patojen” dediğimiz durumları yaratmaktadır. İnsan bireyleri, içinde yaşadıkları patojen şartlarla “uyum içinde” kendi içselliklerinde “toplumsal” dışsallığa ait bu hastalıkları birer “ruh hastalığı” olarak yaşamaktadır. “Aciliyet Kültü”nün yazarı, zamanın yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak hızlandırılmasıyla ortaya çıkan aciliyet durumunun yarattığı bu hastalıklara çok geniş bir şekilde yer vermektedir:

Toplumun tamamı manyako-depresif (manik-depresif-BN) modunda işlemektedir. Şöyle ki; art arda geliş sırasına göre hızlanma, ajitasyon ve rehavet – aciliyet sarhoşluğu zamanın efendisi olunduğu hissini uyandırır – dönemleri ile, yavaşlama, üzüntü ve ket vurma halleri bireyde birbirlerini izlemektedir. Bu birbirini takip eden ruh halini biz, manyak (aşırı) ajitasyon halinin depresif çöküş halini izlediği manyako-depresif psikoz durumlarında gözlemlemekteyiz. Kendisini oluşturan bireylerin durumu ve işleyiş biçiminden dolayı toplumun bütünü “manyako-depresif” bir hal almış olacaktır.” (s. 179)

Alıntıda tasviri yapılan sahadan devşirilen olgular üzerinden yapılan “manyako-depresif psikoz” tanımlaması dikkatli bir şekilde okunup yorumlandığında şu manzarayla karşılaşılacaktır: 1) “Aşırı ajitasyon” hali olarak tanımlanan ve yerleşik toplumsal mekanın bütünüyle dışında seyreden bir zaman; 2) Varoluşsal “çöküntü” haliyle tanımlanan bu “sürrealist” zamansallığın ön gördüğü ama gerçekte izine rastlanmayan (veya bu zamanı yaratanlardan başkasına görünmeyen) steril bir mekansallık. Bizim sıkça kullandığımız terimlerle ifade edildiğinde, bir tarafta parçalanmışlığın sonucu doğan “infilak” haliyle birlikte ortaya çıkan ajitasyon hali, diğer taraftan “kara delik” tarafından hortumlanmakta olan insan varlığının içine düştüğü ve ona bütün niteliklerini kaybettiren “kozmik” derinlikteki çöküntü. Neticede her türlü oluşu ve onunla birlikte insan varlığını ilga eden olağan üstü tarihsel şartlar. Dolayısıyla, küresel sermayenin ideologlarının “Tarihin sonu”nun geldiğini iddia etmeleri ve liberal faşist diktatörlüklerin bekçiliğini yaptığı kapitalist sistemi “refah ve özgürlükler toplumu” olarak yutturmaya çalışmış olmalarını bu şartlara son derece uygun tavır olarak tespit etmemiz gerekmektedir.

Hiç şüphesiz yukarıda tanımı yapılan mevcut durum topyekun insanlığın olduğu kadar tek başına insan bireyi için de, var olmaya yani zaman-mekan içinde sürekliliğini sağlamaya elverişli şartları bahşetmemektedir. Bu tespit bazılarını “Nasıl oluyor da insanlar yine de ayaklanıp düzene hemen şimdi son vermiyor?” türünden sorular sormaya yöneltiyor. Genellikle bu sorunun ardından gündeme, adeta sorunun önüne geçercesine mekanik bir cevap gelmekte: “Biz adam olmayız!” Doğrusu, olayın neden ve niçinini anlamayı es geçen bir tavırı simgeleyen bir cevap! Sorunların listesini çıkarmak yerine, bu sorunların nasıl çözüleceği ile ilgilenmeye çabalayan biz herkese, bu kötümser ve teslimiyetçi tavrın aksine olarak yüzeysel olanın derinliklerine inmeyi önermekteyiz. Bu güzergahta ilerlemeye çalışmak için önce yazarımızın aktardığı olgulara bir göz atmamız gerekmektedir:

Bu durumda söz konusu olan, şimdiye kadar bahsettiğimiz aciliyet durumuna göre farklı bir tabiata sahip olan içsel aciliyet (abç) durumudur. Bu aciliyet tipi aynı zamanda ötekisinin (dışsal) etkilerini de fazlasıyla arttırmaktadır. Aciliyet -böylece- mantal bir inşa haline gelmektedir. Yani kişi içinde bulunduğu durumu nesnel kriterlere göre değerlendirmemekte, ama bu değerlendirmeyi bozan içsel sorunsala göre bir değerlendirme yapmaktadır. Aciliyet gerektiren durumlarda çalışmak, bu durumlarla karşılaşmak, böylece kişisel bir güven, kendi iktidarını garanti etmek ve dahası anksiyeteye karşı bir cevap oluşturmaktadır. Bu şekilde birey, sürekli şekilde aciliyet gerektiren şartlarda çalışarak, psikanalizde süjenin bilinç dışına taşabilen bir çeşit “aliyenasyon” halinden “ikincil çıkarlar” elde etme peşine düşer.” (s. 103-104)

Aciliyet, bireyin elde etmeye, zenginlik gibi biriktirmeye çalıştığı şeyleri temsil etmektedir. Şu ölçüdeki, aciliyet hali, birey için; kişisel bir problemi çözmek, ondaki içsel anksiyeteyi sakinleştirmek ve hatta kendi kendine, kendi varlığını ispat etmek için bir araç oluşturmaktadır.” (s. 106)

Kapitalist sisteme bütün insanlığın kaderini bağlamak üzere gerçekleştirilen yeni zaman-mekan düzenlemesinin bir parçası olarak bir koz olarak kullanılmak üzere ileri sürülen “aciliyet” hali, yaptığımız alıntılarda seçilebileceği üzere, “sorun içinde sorun” yaratmaktadır. Sonuçta, toplumsal dışsallıkta özellikle de çalışan nüfus söz konusu olduğunda “hayatı yaşanılmaz kılan”, hızlanan zamanın bir biçimi olarak aciliyet hali, bireysel içselliğin işleyiş mekanizmalarını da teslim alarak bireylerin direnişlerini kırıp ve fazladan onları kendi destekçisi haline getirmektedir. Yaratılan bu durum sınıf savaşının psiko-sosyolojik metotlar aracılığıyla yürütülmesinden başka bir şey değildir ve gerçekte “algı operasyonları” diye adlandırılan şeyin bizzat kendisidir.

Böylece birey adeta kendi mezarını kendi kazıyor gibi bir duruma itilmiş olmaktadır. Birinci adımda kendisini en azından biyolojik olarak var etmek için kabullendiği “aciliyet şartlarında çalışmayı” ve yaşamayı kabul ederek kapitalist sistemin “kısır döngüsüne” girerek, içine kimin gireceğini bilmediği bir mezar kazmaya başlamıştır. İkinci adımda ise kendi kazdığı mezara herkesten önce kendisinin girmesi için, irade dışı nedenlerden dolayı olmuş olsa da, diğer kazıcılarla adeta yarışmaya başlamıştır. Aynı olgunun bir diğer ifade biçimiyle; ilk adımda elinde kazma ve kürekle insan toplumunu ve tarihini sadece “hayatta kalabilme” karşılığında yıkmaya girişmekle işe başlamıştır, ikinci adımda kırıp yıktığı doğrusal bir yörünge izleyen kendi yaşam çizgisinden başka bir şey olmamaktadır.

Ancak, belirttiğimiz üzere “sorun içinde” daha başka sorunlar da bulunmaktadır. Bu sorunlardan en önemlisi, “aciliyet halini” kapitalist sistemin belli bir aşamasının ürünü olarak görmeyip, onu “insan toplumuna” mal etmeden kaynaklanmaktadır. En basit ifade biçimiyle en çok da burjuva sosyologlar ve siyaset bilimcileri tarafından yapıla gelen ve evrendeki insan varlığını tehlikeye sokan gerçek dışı bir saplantıdan: Kapitalist sistem ile insan toplumunu birbirine karıştırmak.

Oysaki baştan, yani sistemleşerek bütün toplumu yönlendirecek hale geldiğinden beri, kapitalizmin insan toplumu ile ilişkisi salt çıkar ilişkisi olmuş ve sistemini zor kullanarak, “Ulus-Devletin” devleti aracılığıyla kurmuştur. Bugün geldiğimiz yerdeki toplumsal ve siyasi olayları anlamaya çalışarak bunu çok daha iyi anlayabilmekteyiz: Kapitalist sistemin insan toplumu ile ilişkisi sermayesinin toplumsallaşması oranında ve süresindedir. Bu süre zarfında ezen ve sömürülenlerin oluşturduğu emekçiler; bu sistemi, sermayedarlar için rant kaynağı olan iş güçlerini pazarlamak zorunda olduğu oranda, üretim sürecinde sağladığı rantı “üretim kapasitesini yükselterek artırdığı (eğitim-öğretim görerek) biçimde ve kendi ürettiğini tüketmek için pazara indiği oranda gerçekleştirir.

Ne var ki, bu aynı zamanda kapitalist sistemi “içleştirme” anlamına gelen olayı, en geniş halk kitlelerini ve çoğu okur-yazar muhalif unsurları “yola getirmek” üzere daha başka yol ve yöntemin harekete geçirilmesini gerektirecektir. Bu yol “akademiden” geçmektedir: Evren, toplum ve birey üzerine bilgi üretmek, depolamak ve aynı zamanda bu bilginin kullanılabilir hale gelebilmesi için uygulamak (mühendislik-teknisyenlik) ve yaymak (eğitim-öğrenim) gibi eylemleri sevk ve idare eden akademiden…

Akademinin bizce gelinen yerde “insanlık suçu” değerinde işlediği en büyük hata (kasıtlı olup olmaması önemli değil!) kapitalist sistemi şu veya bu şekilde insan toplumunun yerine geçirmektir. Biz bu suçun nasıl işlendiğini ve çok vahim olan sonuçlarının neler olduğunu, bilim dünyasını yakından tanıma imkanına sahip olduğumuz sosyoloji alanında gözlemledik. Durkheim ve Weber kaynaklı bütün toplum teorileri ve “toplum mühendisliği” alanı kapitalist sistemle insan toplumu arasına aritmetik kesinlik arz eden “=” işareti koymakta, “neo-liberalizmin” bataklığında olan bazıları ise kapitalist sistemi “insanlığın zirvesi” olarak görüp göstermeye çabalamaktadır (Bkz. Alain TOURAİN ve takipçileri). Marx ve takipçileri, bu büyük insanlık suçunu teşhir eden ve onunla mücadele edenler olarak ve emek dünyasından yana saf tutmuş olanlar olarak çok müstesna bir konumdadır. Zaten, eğer bugün biz de kendimizi bu suça alet olmaktan kurtarmış ve suçlularla mücadele etmekteysek, bunu Marx’a ve öğretisine borçluyuz.

Bunun yanında “Marksist” olduğunu ilan etmekle, suça iştirak etmemek arasında doğrudan bir sebep-sonuç ilişkisi de bulunmamaktadır. Kendilerine “Marksist” diyenlerin birçoğunda “insan toplumu = kapitalist sistem” anlayışı, çeşitli biçimler altında düşünceleri yönlendirmeye devam edegelmektedir. Bu kategori içine girenlere siyaset alanında Fransa’da Sosyalist Parti ve FKP içinde çok bol miktarda rastlamak mümkündür. Bunların Türkiye’de kümelendiği siyasal gruplanma, bizim “neo-goşistler” olarak nitelediğimiz, birçoğu Evren-Özal döneminin karşı devrimci döneklerinden olan (“Yetmez ama evetçiler” gibi.) ve “demokrasi mücadelesi veriyoruz” diye liberal faşizmin kararlı savunuculuğuna soyunmuş kesimdir.

Aciliyet” halinin içselleştirilmesini mümkün kılmak üzere, bireysel içsellikle toplumsal dışsallık arasındaki kapıyı ardına kadar açmayı vazife olarak kabullenen resmi versiyonu altındaki düzene endeksli “Akademi”, gerçekte bireylerin içselliklerine dahi nüfuz ederek amaçlanan sonuçtan emin olunmasını garanti altına almaya çabalar. İçselleşme gerçekleştikten sonra esas mesele, bireyin iç dünyasında doğurduğu rahatsızlıklara rağmen içe akıtılan “doğal olmayan” şeyin orada kalmasının sağlanmasını gerektirmektedir.

Bu noktadan sonra devreye düzene entegre etmenin dışında “terapötik” hiçbir amacı olmayan psikoloji ekolleri ve onların vurucu gücü olan psikologlar girmektedir. Çoğu liberal faşist düzene gestapo yetiştirmekle görevli “yaşam koçluğu” ve “bireysel geliştirmeciler” (ve hatta sosyal hizmet görevlileri) bu alanda uzmanlaşmış profesyonel “suç örgütleri” oluşturmaktadırlar. Bunların görevleri, düzen endeksli sosyologların açtığı kapıdan akıcı bir şekilde gidip-gelmek üzere içsel mekanizmaların dışsal sisteme uyabilmesi açısından bakım ve onarımının yapılmasına şu veya bu şekilde vesile olmaktır.

İçinde bulunduğu durumda algılarımızda yansıdığı olgular üzerinden kapitalist sistem öyle bir çıkmaz içine saptanmış görünmektedir ki; yarattığı aciliyet hali ile, mağdur bırakacağı her zaman geometrik bir artış gösteren miktarda insanı ya işsiz bırakarak ya da öldüresiye çalıştırarak yarattığı “kara deliğin” içine çekmekle kalmayıp; ama aynı zamanda bireyleri insan yapan bütün melekeleri de ortadan kaldırarak onları, kendilerine bağımlı birer “yaşayan ölü” haline getirmektedir. Bugün, Nicole AUBERT gibi sosyolojiyi en azından bir “bilim olarak” görmekte ve kullanmakta ayak direten araştırmacıların da gözlemleyip teşhir ettiği şekilde, “yaşayan ölü” durumunda bulunan sadece sistemin kendisi değildir. Aynı zamanda şu veya bu nedenle sisteme yakınlaşmak ve hatta onun basit bir şekilde “oy veren” destekçisi olmak durumunda olan bireyleri de “yaşayan ölülere” dönüşmüş bulunmaktadır. Artık bu sistem ve onun savunucuları “uyuşturucuya başvurmadan” ne acılarını giderebilmekte ne de “doping yapmaksızın” hareket edebilmektedir.

Kapitalist sistemi bir cesede dönüşmüş de olsa hala yaşatır hale getiren şey bellidir: Doğada ve toplumda canlı veya cansız her ne bulursa kendi biricik gerçekliği (kurgusal gerçeklik) olan paraya çevirmek ve sınırsız yani hastalıklı bir biçimde para biriktirmek! Sistemin yani “kara deliğin” az veya çok etki alanına giren “ücretli” bireylerin ise “uyuşturucu” kullanmaktan başka bir seçenekleri bulunmamaktadır: Ya dışardan legal veya illegal olarak elde ederek kullandıkları “psikotrop” nitelikli ilaçlar, ya da kendi organizmalarındaki mekanizmanın harekete geçirilerek ürettiği hormonsal ağrı kesici veya uyuşturucular…

Yaşayan ölü” halinin içinde yaşadığımız en az 40 yıldır devam edegelmesiyle sistemin kendisi olduğu gibi, sistemin insanları da “madde bağımlıları” haline gelmiş bulunmaktadır:

Bu durumda aciliyet bir çeşit “bağımlılık” gösteren davranış biçimi haline gelmekte; bir çeşit, çok hızlı, güçlü, ve yoğun bir şekilde yaşamayı mümkün kılan anfetamin (doping ilacı) görevi görmektedir.” (s. 114)

Peki, bu “anfetamin” görevi gören -ki bu dıştan alınan doping ilacı sayesinde gerçekleşmiyorsa, organizmanın doğal bir fonksiyonunun sonucudur- ajitasyon hali hangi somut durum veya durumların sonucu olarak gerçekleşmektedir? “Bağımlılığı” mümkün ve sürekli kılan şartlar somut olarak nasıl oluşmaktadır? Araştırmacımızın eserinde bu soruya verilen doğrudan cevaplar şu şekildedir:

Pazara dönüşmüş toplumun zorunlulukları (en kısa zamanda en çok kontratı kotarmak), burada bireyin kendi şahsiyetinin inşası ile birlikte hareket etmektedirler. İşte bu yolculukta bireyin şahsiyetinin bütün potansiyelini, bütün becerilerini, kimliğinin bütün yüzlerini ortaya koyarak harekete geçirmektedirler.” (s. 119)

Ekonomik aciliyet ve aciliyet kültürü herkesi etkisi altına almış bulunmaktadır.” (s. 125)

Biz, kapitalist sistemin, tıpkı bir kara deliğin ağına düşürdüğü cisimleri hortumlayarak niteliksizleştirip ortadan kaldırması olayında görüldüğü gibi, bireyselliğin de sonunu getirdiğinin altını daha önce birçok kez çizmiştik. Bir varsayım gibi ileri sürdüğümüz bu tespit, N. AUBERT’in aktardığımız tespitlerinde de karşılığını böylece bulmuş oldu. Yaptığımız alıntıda görünmeyen, ama bizim gözlemlerimizden çıkardığımız olgu şudur ki; kapitalist sistem bireylerin şahsiyet alanına resmen el koymak için onları toplumsallıklarından soyutlamak üzere “aşarı bireycilik” işlemine tabi tutmakta ve böylece bütünüyle çaresiz hale getirilen insanları “insan olma” niteliklerinden de soyutlayabilmektedir.

Şu artık oldukça net bir şekilde birçok olgunun sağladığı aydınlıkta rahatlıkla gözlemlenebilmektedir: Kapitalist sistemin hakimiyeti altında artık insan olmanın verdiği dolulukta yaşamak tarihe karışmış bulunmaktadır. Bugün söz konusu olan, ister sistemin doğrudan içine dahil olmak üzere çalışır durumda olun, isterse sistem dışında yoksulluk içinde kıvranın, sadece “hayatta kalmak” için mücadele verir bir duruma itilmiş bulunmaktasınız. Dolayısıyla mevcut durum, her ne kadar yapılandırılmış ve kurumlaştırılmış olsa da ancak “günübirlik” bir varoluş sağlayabilmektedir. Kapitalist sistemin liberal faşist diktatörlükler altındaki düzeni düzensizlik ve kanunsuzluk; “kültürü” ise kültürsüzlük ve çirkinlik olarak kendisini ortaya dökmektedir. Diğer bir deyişle ve Marks’ın bir buçuk yüzyıl öncesinden görebildiği üzere, kapitalist sistem, “KATI OLAN HER ŞEYİ BUHARLAŞTIRMAKTADIR”3.

Buharlaşma” diye adlandırdığımız bu olay kendisini toplumsal ilişkilerin işleyişi üzerinden şu şekilde ifade edilmektedir:

Olasılıksal insanın (homme stochastique) -yani tesadüfen ve olasılıktan oluşan ağlara kapılmış insan- kendi şahsi disiplini bulunmamaktadır; akşam evine dönüp dönemeyeceğini ve kaçta döneceğini kestiremeyiz. … Dağılmış olan yörüngesi bütün hayatı gibi o kadar havaidir ki, yolunda ilerlerken binlerce bedbaht bırakmıştır. … / … Elektronik ağlara bağlanmış “olasılıksal insanın” duyguları boşalmış durumdadır. Vazgeçemediği saf heyecanların esiri olmuş durumdadır… (Varlığı-BN) duyuları uyarılmış, aklı isyanlarda, bölük pörçük olmuş dili, asla bitiremediği cümlelere benzemektedir. Bir daldan bir dala uçar haldedir.” (s. 130-131)

N. AUBERT’den yaptığımız bu alıntı baştan sona bir insan bireyinin toplumsallığından başlayarak nasıl “buharlaştığını” ve böylece duyularını bile kaybederek niteliksizleştiğini açık seçik bir şekilde ifade etmektedir. Onun “olasılıksal insan” dediği durum bu yüzden “patoloji” içeren bir durumdur ve yakından bakıldığında “hayatta kalma” mücadelesi veren bir insan bireyinin davranışlarıyla da uyum içindedir. Oysa, yazarın referans olarak aldığı gözlemcilerin (G. BLANC ve D. ETTİGHOFFER) çalışmalarından “l’homme stochastique”in (Olasılıksal insan) yani bu “patolojiden” mustarip olanların aktif durumda olduğu sonucu çıkmaktadır.

Bunun yanında, meseleye zaman boyutu üzerinden bakıldığında daha çok gelecek bolluğu anlamına çekilebilecek olan “olasılık” sözcüğü kimseyi aldatmamalıdır. Burada söz konusu olan, geçmişten çıkıp geleceğe doğru ilerleyen bir zaman mevhumu söz konusu değildir. Gerçekte olan, “şimdiki zaman” içine sıkıştırılmış bir öznenin kendi maddi hayatının gerçekliğinden uzaklaşarak kapitalist sistemin dairesel hale gelen zamansallığı içine hapsedilmiş olmaktır:

Zaman üzerindeki tasarruf, (…) insanın kendi varlığı üzerindeki tasarruf için önemli bir eleman oluşturur… Zamanın üzerindeki tasarruf ile kendimiz üzerindeki tasarruf birbirleriyle sıkı bir şekilde korelasyon halindedir.” (s. 155)

Varlık şartları kesik kesik ve çok kıyıma uğramış halde olduğunda, kişinin kendisi ve yörüngesinin yönü de zorlanmaktadır. Bu durum neticesinde, giderek artan sayıda “hayat hikayeleri” deneylerini çıkış noktası olarak alan terapi çeşitlerine başvurulmaktadır. Bu terapilerde gurup halindeki bireyler kendi hikayelerini perspektif ve sorun halinde, diğer katılanlarınki ile karşılaştırarak ortaya dökerler.” (s. 135)

(Aciliyetin sonucu olarak) durup dinlenmeksizin çağrılmak, zaman çizgilerinin düzenli bir şekilde alt-üst oluşu ve genelleştirilmiş bir baskı ortamı; sonuç itibariyle bu duruma düşmüş bireyleri kontrolü kaybetme duygusuna sürükler: Elindeki iş üzerinde sahip olduğu kontrol, her bir yandan kaçıp giden zaman üzerindeki kontrol, ve nihayetinde kişinin kendi kendisi üzerinde sahip olduğu kontrol … Yaptığımız şeyin üzerinde sahip olduğumuz müdahale etme imkanının kaybı, ideal veya daha çok kendi kendini bir yere bağlama kapasitesinin kaybı, işte bütün bu kayıplar kişinin kendi kendisini kaybetmesi ile ilgilidir.” (s. 159)

Yaptığımız alıntılarda, çok özet olarak, “yaşayan ölü” durumundaki kapitalist sistemi, kendi hayatından vererek her şeye rağmen canlı bir organizmaymış gibi var olabilmesi için çabalayan bireylerin başlarına gelenler anlatılmaktadır:

1) Böylesi bir özne-birey kendi hayatı üzerinde iktidar sahibi değildir; bu yüzden de “otonom-birey” olarak adlandırılamazlar. İşte yine bu iktidarsızlıklarından dolayıdır ki, kendi açıklarını kapatmak üzere enstrüman olarak kullandıkları faşizan bir siyasi iktidara, liberal faşizme, gerek duyar ve onu ikame edip desteklerler.

2) Bütün hayatlarını bir leşi sırtlayarak ve onun için böylece bir tür devamlılık sağlayarak geçirdiklerinden, kendi yaşam çizgileri de doğrusal sürekliliğini kısmen veya tamamıyla kaybetmiş durumda bulunmaktadırlar. Sistem sürekli bir şekilde yeni hayatları yutarak o kadar ağırlaşmaktadır ki, taşıyıcı öznelerin yine sürekli bir şekilde durup nefes almak, dinlenmek ve kendi arazlarını gidermek ve dolayısıyla sürekliliğini kaybeden hayat çizgisinde oluşan kopuklukları birbirlerine bağlamak üzere tamir ve tedavi görmesi gerekmektedir.

3) Aynı zamanda “otonom” bireyler olamadıklarından, kapitalist sistemin öznelerinin “hayat hikayelerini” yine sistemin kendisi yazmaktadır. Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu tip “öznelerin” kapitalizmin hikayesinden başka hikayeleri bulunmamaktadır. Ceplerine para girdiği oranda, bütün hayatları başta olmak üzere gerçekte sürekli kaybederler. Kazandıkları para ve maddi konfor kendilerinin kendi hayatlarına dahil ettikleri şeyler değildir. Aksine onların bizzat kendileri bütün varlıkları ile paranın ve anlamsız hale gelmiş konforun dünyasına aittirler.

4) Kısaca ifade etmek gerekirse bu insanlar hastadır, hasta! “Duyu kaybına” uğramış olmaları onların “aliyenasyon” diye adlandırılan araza maruz kaldıklarının en açık-seçik göstergesi değil midir? Aliyenasyon, yani insan bireyleri olarak nitelik kaybına!

Son kullanma tarihi” çoktan geçmiş olan kapitalist sistem devamlı bir şekilde mikrop ve hastalık üreten iğrenç görünüşlü ve kokulu bir kadavra olarak, kendisine yakınlık oranına göre herkese farklı biçimde hastalık saçmaktadır. İçinde yaşadığımız Covid-19 pandemisi ve onun kapitalist sistemle olan ilişkisi bu olguyu mükemmel bir şekilde örneklemektedir. (Bkz. “Pandemi üzerine tezler” adlı makale, Yazı Portal) Pandemiye sebep olan virüsün “küreselleşmiş sermayeye” düşünülebilecek bayrağın amblemi olabilecek kadar sembolik bir değer taşıdığını tespit etmekteyiz.

Günümüzde, kapitalist sistemin “demokrasisinin” işleyişinin mükemmelliğinden bahsedilebilecekse eğer, bunun hiç şüphesiz sistemin yarattığı mikroplu “mikropsuz” hastalıkların dünya çapında insan nüfusunun birçoğuna yayılan hastalıklar üzerinden gerçekleştiğini iddia edebiliriz. Bu hastalıklar içinde tespit edilen en sık görüleni “depresyon”dur:

Depresyon da zamana ilişkin bir patoloji olarak yavaşlama ve zamanın durduğu duygusu ile belirlenir” (s. 162)

Depresyonu zamanın bir hastalığı olarak belirleyen O’nun (E. MİNKOWSKİ) kendisidir. Hasta, kendisini yönlendiren veya kendisinin yönleneceği bir ufuk gibi kabullenebileceği bir geleceğin bilincine sahip değildir. Tersine, geçmişe doğru kaçtığını, onun tarafından cezbedildiğini hissetmektedir. … / … Dünya’nın zamanı ve Ben’in (kendi kendinin) zamanı arasındaki farklılığa yaslanarak, normal hayatta ikisinin arasında var olabilen kopuklukları göstermektedir: Bazen “Ben’in zamanı” Dünya’nın zamanından hızlı ilerlemektedir ve biz zamanın hızlı aktığını, hayatın bize güldüğünü zannederek mutlu oluruz; bazen de tersine Ben’in zamanı Dünya’nın zamanına göre gecikir ve bu durumda zaman geçmek bilmez, içimiz kararır ve sıkıntı bizi esir alır. … / … Burada, anlık zaman, ilerlemesini özellikle yavaşlatmış ve hatta durdurmuştur… Yavaşlamanın moduna göre bazen şimdiki, bazen de geçmiş zaman anormal bir baskı hissettirecektir. Bundan da bazen mevcut durumların giderilmesinin mümkün olamayacağı duygusu, bazen de geçmiş tarafından sakınılmaz bir belirlenmiş olma duygusu oluşacaktır.” (s. 165)

Yaşadıkları toplumların ürünleri olarak kendi toplumlarını kendileri yapan insan bireylerinin kapitalist sistem aracılığı ile içine itildikleri “kara deliğin” yeni bir zaman-mekan düzenlemesinin sonucunda oluştuğunu daha önce belirtmiştik. Bu zaman düzenlemesinin, yukarıdaki alıntılardan da çıkarılabileceği üzere, dünyayı bireyler için “çıkmaz sokak” haline getirdiğini gözlemlemekteyiz. Yeryüzünde artık neredeyse bulaşmadık kimse bırakmayan ve öldürücü olabilen “depresyon hastalığı” yeni zaman-mekan düzenlenmesinin yarattığı “çıkmaz sokaklardan” en çok bilinenidir. Bir “gelecek zaman” -yani çıkış- yokluğu sonucunda insan varlığının “şimdiki zaman” üzerine katlanma (veya “yoğunlaşma”) ve hatta “yeni çıkış yolu” olarak lanse edilen uzak geçmişe kadar gerilemeye geçmesiyle, kendisini insan davranışları üzeründen ortaya koymaktadır.

Anlaşıldığı üzere, sürekli bir zaman yoğunlaşması ve gerileme hissinin bireyin içselliğini tamamıyla teslim alması ile tanımlanan depresyon, yuvasından uçmayı denemek üzere havalanarak yere konan bir kartal yavrusunun, tekrar havalanarak yuvasına geri dönmeyi bir türlü başaramamasına benzemektedir. Başarısızlığının doğurduğu öz güven yitiminin yanında etrafta av bekleyen tilkilerin korkusu da eklenince, yavruya “ölümü beklemekten” veya ana ve babasının kendisine yardıma gelmesinden başka bir şey kalmayacaktır. Yerlerde emekledikten sonra bir türlü ayağa kalkamayan “düşkün” insanın durumu da bundan çok farklı bir durum arz etmez: Onun da, tıpkı kartal yavrusunun uçmayı başarmasının gerektiği gibi, bir sıçrama yaparak ayağa kalkması gerekecektir. Aksi taktirde, her ikisinin de yaşam çizgilerinin sürekliliği tehdit altına girecek, ve hatta sürekli gerileyerek bebeklik çağının döngüsel zamanına mahkum olmak zorunda kalacaklardır.

Kapitalist düzenin bütün ağırlığıyla üzerimize çökmesine ve bizi ezip geçmek için gerekli sürede üzerimizde kalmasına bir sıçramayla son vermeyi beceremezsek, yeni zaman-mekan düzenlemesi özellikle de zaman kullanımı üzerinden hastalıklarını saçmaya devam edecektir. Hastalıkla zamansal düzen arasındaki doğrudan ilişkiyi konu alan başka araştırmacıların da var olduğunu öğrenmekteyiz N. AUBERT’in zaman üzerine toplu bir derlemeyi yaptığı kitabında. Yine öğrenmekteyiz ki, farklı araştırmacılar tarafından gerçekleştirilen çalışmaların sonuçları çok büyük oranda birbirleriyle örtüşmektedir:

(H. EY ve J. DELAY’e göre:) Bilincin etik bir zamansal dağınıklığa uğradığından bahsederken, melankolik deneyimlerde, bizim alışılmış olan ve hareketlerimizin her zaman bir geçmiş, bir şimdi ve bir gelecek sırasına göre düzenlenen akışının askıya alındığını göstermektedir. Zamanın bu anormal akış yönü ve konumumuz bizi, hareketlerimize ve kimliğimize ilişkin duygularımız üzerinden akıma karşı bir konuma getirmektedir.” (s. 166)

(D. WİLDLÖCHER’e göre:) Depresif çekilme, kişinin kendini koruyucu bir geri çekmesi tavrını oluşturur. Böylece özne mücadele etme kabiliyetini kaybettiğinde hayatta kalmaya devam edebilecektir. (…) donup kalmak ölümü taklit etmek, önceden bir çeşit psikolojik ölümü gerçekleştirmek demektir. Bu aynı zamanda, doğru veya yanlış, varlık şartlarının kabul edilmez olduğunun, daha başka hiçbir mücadele biçimine izin vermediğinin ölçüsünü de bize vermektedir. Endişe (angoisse) hali nasıl bir mücadele motoru oluşturuyorsa, depresyon da onun terk edildiğinin göstergesi olmaktadır.” (s. 169)

Belli tarihsel ve siyasal (liberal faşizm) şartlarında, geçmişten geleceğe doğru gerçekleşen zaman akışının en iyimser tabirle durdurulduğunu; bununla beraber, insanlaşma sürecinin de durdurulması anlamına gelen doğrusal zaman akışının durdurulduğunu ve hatta barbarlığa geri dönüş anlamına gelen “geçmişe dönüşün” gerçekleştiğini; daha önce birçok kez tespit etme imkanı bulmuştuk. Yine altını çeşitli kereler çizdiğimiz üzere, bu durumun, bir insan bireyi için “nitelik” yani “kimlik kaybı” doğurmakta, neticede “insan tabiatına” uygun bir durum olmadığından, sürekli hastalık yaratan bir jeneratör olarak faaliyet göstermekte olduğuna işaret ettik.

Yaptığımız son iki gözlem aktarımında yeni diyebileceğimiz şey, öznelerin “durmak” şeklinde gösterdikleri davranış biçiminin, kapitalist sistemin kadavrasını sırtında taşıyanlar için, bir çeşit “önleyici tedbir” anlamına gelmiş olduğudur. Fransa gibi ülkelerde faaliyet gösteren “iş doktorları” (Bkz. “Çalışmak Sağlığa zararlıdır”)4 son senelerde çokça yaygınlaşan ve hastalık ihtiva eden bu tür “insiyaki” davranışları çok yakından bilmektedirler. Aşırı çalışma yükü altında inim inim inleyerek çok yoğun bir tempoya girenlerin tutulduğu “burn out” olarak adlandırılan hastalık en çok bilinen “zamana dair” hastalıklardandır. Yine çalışanlar arasında çok sık görülmeye başlayan “intihar” olayları da, “acıya son vermeyi amaçlayan” davranış biçimlerindendir.

Zamanın hızlandırılması (aciliyet) olayıyla at başı giden çalışma yükünün çalışma alanı dahil bütün yaşam alanlarında artması aynı zamanda daha başka yeni mücadele biçimleri de doğurmaktadır. Türkiye’de (örneğin Seferihisar’da) ve Dünyanın başka ülkelerinde geliştirilen “Yavaş Şehir” hareketi, küresel sermayenin insanlık dışı hızlandırdığı “zamanı”, insan ölçeğine çekmek üzere geliştirilen “kolektif” nitelikli faaliyetin örneğini vermektedir.

Zamanın “kapitalist sistemin yeni yapılanmasına paralel olarak geliştirilen “aciliyet kültürü”, insanları böylece “günübirlik” yaşamaya mahkum etmesiyle birlikte, onların içinde bulundukları anı dolu dolu yaşayabilmelerini de imkansızlaştırmaktadır. Geriye dönüş veya geçmişe takılıp kalarak, öldürücü bir hızla akışkan hale getirilen zamanın durdurulma çabaları, aynı zamanda “anı tekrar yakalamak” için yürütülen bir faaliyet biçimi olmaktadır. Yazarımız, ünlü Fransız romancı Marcel PROUST’un eserleri üzerinden bu durumu şöyle ifade etmekte:

Marcel PROUST’un zamana yeniden hayat vermek için yürüttüğü bütün mücadelesi, anın fethedilmesi işinden başka bir şey değildir ve bu şekilde çaba ölümün ilgası çabası haline gelir. Anın yaşatılması hafıza aracılığıyla yapılır. Bu iradi değildir ve şimdiki anla geçmişteki an üst üste geldiğinde, bir varlığı iki gerçek arasında birbirlerine yollayarak, böylece birbirlerinden beslenmesini sağlayarak, aynı düzeye getirmektedir. (…) Ölüm, sürekli başka yerde olma imkanı sayesinde ilga edilmiştir. Araştırmalarda bunun birçok örneklerine rastlamaktayız.” (s. 297)

Bunun yanında, zamanın “an” üzerinden yeniden bu şekilde geçmişteki “anlardan” biri veya birkaçı üst üste örtüştürülerek yakalanmasının hastalık halindeki birey için etkisi, “diş ağrısına aspirin” türünden “semtomotik” bir etkidir. Böylece, şimdiki zamana eğriti de olsa tutunmayı sağlayarak acıyı hafifletse de bir ayağı ile “patojen” toplumsal dışsallığa basan hastalığı alt etmeye yetmeyecektir. Dahası, hayatın yönünü, akışını ölü zamanlara yani geçmişe doğru bağladığından, kronikleşmeye de katkıda bulunacaktır. Zira N. AUBERT’in de eserinin birçok yerinde altını çizerek belirttiği gibi (ve bizim de 20 yıldan beri tekrarlaya geldiğimiz üzere) mesele kapitalist sistemdir, onun doğrusal “ilerlemeci” zamansallığı gelecek mevhumunu ortadan kaldırarak ilga edip, yerine kendi dairesel zamanı empoze etmesidir; bunun sonucunda doğan şimdiki zaman üzerine katlanma ve geçmişteki ölü zamanlara kaçıştır, insanlık tarihi ile birlikte insanlaşma sürecine indirilen darbelerdir:

Şimdilik” diye adlandırılan insan tipi, kendi öncelinden tam olarak şu şekilde farklılaşmaktadır: Bu insanın “bakış açısı” yoktur, yani kendisi ile dünya arasında sembolik bir bakış açısından yoksundur; zamansal zorunluluklarla (“aciliyet”-BN) yüklü olduğundan, kendisini iradi olan ve bir proje modunda olanla birlikte tasavvur edememektedir. “Şimdi ve hemen”in ötesinde, öğrenen bir duyu sisteminin dışına çıkmaktan aciz bir işleyişi bulunmaktadır (… / …) Şimdilik-insan, zamanı ilga ederek ölümü de silmeyi denemektedir. Perspektif insan ise aynı durumda gelecek zamana yönelerek, yani zamanın geleceğinde konuşlanan bir perspektife göre kendisini düzenleyerek ölüm gününü geciktirmeye çabalayacaktır.

(… / …)

Şimdilik-insan”ın başlıca karakteristikleri her şeyden önce pazar toplumunun ürünü olmuş olmakla özetlenebilir (…) bu toplum, ebediyete kadar uzanan şimdiki zaman ekonomisinde konuşlanmıştır. Bu ekonomiyse XX. Yüzyılın sonu neo-liberal ideolojisinin ürünüdür ve zamanı ebediyetin hareket halindeki biçimi olarak tasavvur eder.” (s. 258)

Yalnızlık netice itibariyle tam da bireyci özgürleşmenin öteki yüzü olarak görünmektedir.” (s. 273)

Beklenen dönüşüm, saf bir şekilde içsel ve şahsi olacaktır. Çünkü günümüzde dönüşümü, tarihin yönü ve hatta elle tutulur kolektif oluş olarak temsil etmek imkanı kalmamıştır.” (s. 283)

Görüşümüze göre nesnel olarak “ölüm gününü geciktiren” sadece ve sadece aktif veya inaktif olarak adlandırılan geniş emekçi halk kitleleridir, onların yürüttüğü “sınıf mücadelesi”dir. Kapitalist sistemse zaten ölü durumdadır. Kapitalist sistem bütün her şeye, hatta insanlığın evrendeki varoluşuna kadar hakim görünmesi, aslında onun partiyi çoktan kaybettiğinin göstergesidir. Hiç kimse çalışanların belli bir kesiminin, en azından kendilerinin acılarını azaltmak üzere “şimdiki zaman üzerine katlanması” ve hatta “geçmiş zamana kadar geri çekilmiş” olmasına aldanmamalıdır. Günümüzde “bakış açısını” kaybeden kapitalist sistem ve onun savunucularıdır. Artık her şeyini kaybetmiş durumda olan emekçi halk tabakaları, sermayedarların gün be gün daralan görüş açıları ile ters oranda, kazanacakları koskocaman bir yerküre kadar 360 derecelik görüş açısıyla şeylere yaklaşan imkanlıklarla dolu bir manevra imkanına sahiptir. Onun elinden “gelecek” belki alınmıştır; ancak bu durum gerçekte onun bizzat kendisini geleceğe dönüştürmekten başka bir işe yaramamaktır.

Kapitalizm böylece kendine canlılardan arınmış ve maddi gerçekliği olmayan kurgusal bir gerçeklik yaratarak herkesi onun içine hapsetmek istemektedir. “Şimdilik insan” tipi bir emekçinin kapitalizmin aynasından ancak görünebileceği biçimiyle “kurgusal insan”dır. Bu sistem, çok geniş üretici yığınlarını üretim faaliyeti dışına itip yoksullaştırarak, hastalık yuvası haline gelmiş olan “kapitalist pazardan” da uzaklaştırmaktadır. Kapitalizm, aşırı bireyleştirdiği bireyleri burada işaret edildiği üzere “yalnız” bırakarak geçici de olsa sınıf savaşında önemli başarılar elde etmiştir. Ne var ki, şimdi karşısında kendisi için insan tabiatına uygun yeni bir kimlik ve bu kimliğe imkan veren yeni bir toplumsallık arayan milyarlarca “yalnız insan” ordusu bulmaktadır.

Yakın geçmişte kaybedilen Robert CASTEL, Durkheim çizgisinde yer alan Pierre BOURDİEU ile birlikte son dönem Fransız sosyolojisinin en önemli simalarından birisidir. Herkesten önce neo-liberal bir karşı devrimci olan Weber çizgisindeki hâlâ hayatta olan Alain TOURAİN’den taban tabana zıt bir düşünür olarak, bizce sol-ilerlemeci bir “Ulus-Devletçi”dir. 1990’ların ilk yarısında yayınlanan ve kendi türünde referans teşkil eden emekçi halk üzerindeki neo-liberal yıkımı konu alan çok önemli bir eseri bulunmaktadır. CASTEL’in yaptığı ve N. AUBERT’in aktardığı durum tespiti şöyledir:

Robert CASTEL, çağdaş bireyciliğin iki kutup oluşturduğunu göstermiştir. Kutuplaşma şu şekildedir: Pazar tarafından oluşturulduğunu söylediği aşırılıklar bireyi (abç) bir yanda, yokluklar bireyi (abç) diğer yanda. Bunlardan birincisi kendi işlerinin hakimi olan fetihçi bireyciliğe karşı gelmektedir. Bu bireycilik canhıraş bir şekilde kendi çıkarlarının peşinde olup, yönetimin bütün kolektif biçimlerine karşı savaş açar bir tavır içindedir. Yokluklar bireyi olan diğeri, ihtiyaçlar tarafından belirlenmektedir: Sosyal güvenlik ihtiyacı, düzenli sahip olabilme ve sabit yer ihtiyacı. (…) (bu birey tiplerinden) birincisi başarı kazanmaktadır ve kendi kendisini sürekli yenilemede imkanlara sahiptir, dahası öznel yatırımlarında aşırılıklarla dopdoludur. Öteki ise yetersizlik içindedir, çünkü toplumdaki yerini, desteklerini ve kişisel ekonomik, toplumsal ve duygusal ilişkilerini kaybetmiş veya onlara hiç sahip olamamıştır. Bu birey, artık yönü olmadığından yüzen bir durumda olan toplumdan kopmuştur. İster çok dolu durumda olsun, isterse yokluk içinde veya boşaltılmış olsun, çağdaş bireycilik, sosyal planda olduğu kadar psikolojik planda da kendisini sadece aşırılık düzeyinde ifade edebilmektedir.” (s. 314)

Aşırılık bireyi şimdiki zaman yüklüdür. Yokluk bireyi ise şimdiki zaman tarafından ezilmiş bulunmaktadır.” (s. 330)

R. CASTEL’in, bize göre “neo-liberal dönem, ona göre “çağdaş” olan bireyciliği tanımlarken ileri sürdüğü olguların tartışılmazlığını, benzer şekilde senelerdir ileri süren birisi olarak tartışacak değiliz: Toplumsal hiyerarşiyi yani özünde toplumsal sınıfları belirleyen şeyin zıvanadan çıkmış bir aşırılık olduğu, böylece toplumsallaşmanın da hızla gerilediği, ve nihayetinde üstekilerin büyük bir hızla birikim sağlarken alttakilerin ise ters yönde ama aynı hızla mutlak yokluğa doğru çekildiği olguları… R. CASTEL Fransız düşünce tarihinin son dönemlerinde, sınır tanımayan bireyci aşırılıkla mutlak toplumsallık kaybı arasında insanlaşma sürecinin devamını gündeme getiren bir ilişki olduğunu anlatmaya ve alarm zili çalmaya koyulan (P. BOURDİEU’nün “Dünyanın sefaleti” adlı eseri ile birlikte) ilk sosyologlardan birisi olmuştur.

Bununla birlikte, CASTEL de tıpkı BOURDİEU gibi içinden çıkıp geldikleri Durkheimci geleneğin derin izlerini taşıdıklarından, ileri sürüp dört başı mamur tanımlarını yaptıkları olayların içinde, ve/veya onlarla yan yana, Tarihle birlikte sunulan çıkış yolunun, bataklıklarda yetişen nadide çiçekler gibi gelişip serpilmiş olması olgusuyla pek ilgilenmezler. Onların “bilimsel şuur altları” diğerleri gibi “kapitalist sistem=insan toplumu” denklemine göre yapılanmış bulunmaktadır. Bu yüzden, aynı düşünce geleneğinden gelen diğer düşünürler gibi; “insan toplumunun kendi kendisinin öznesi olduğunu, yani toplumsallaşma diye adlandırdığımız olayın failinin yine kendisi olduğunu” bir postülat olarak kabullenmektedir. BOURDİEU bu anlayışı, bütün kariyeri boyunca ancak hayatının sonunda neo-liberal ideolojiye karşı radikal bir muhalif olarak tavır aldığında, bireylerin toplumsal değişime “çok az da olsa” katkıları olduğunu kabullenerek, aşmaya çabalamıştır. Oysa ki; “bireyler” toplumsal inşanın “az uçuk” değil entegral bir şekilde özneleridir. Son dönem Dürkheimcıların olduğu gibi Marx’ın haricinde bütün klasik sosyoloji okullarının kapitalist sistemle insan toplumlarını birbirlerine karıştırması, Tarihi ve toplumsallaşma sürecini öznelerinden koparmıştır. Bunun yanında, bu kapitalist sistemi “kadiri mutlak” bir şeymiş gibi görüp gösteren -ki, bu BOURDİEU’nün son döneminde olduğu gibi radikal bir muhalif olmanın önünde engel değildir- önemli sosyologlara yakın bir çizgide de bulunsa, günümüz sosyologları arasında Bernard FRİOT gibi Marksist bir çizgi izleyen düşünürler yetişebilmektedir.

1 Kapitalizmin bitip tükenmeyen krizlerini yaratan sermaye akışının (veya sermayenin zamansal hareketinin) toplumsal akışla (veya “toplumsal ilerleme” zamanı veya hareketi) arasında var olagelen uyuşmazlıklardan başka nedir ki?

2 Veya “tarihsel bir geleceği” artık olmadığından üretimden giderek uzaklaşan kapitalist sistem…

3 Bu alıntı Marshall BERMAN’ın aynı adlı kitabından aktarılmıştır.

4 Annie Thebaud Many, “Travailler peut nuir a la santé”, Çev. Ayşe Güren, Ayrıntı yayınları.

Yazarımızın daha önce yayımlanan yazıları

Mahşerin Üç Atlısı III. Bölüm: Canlıyı İmha Silahı Olarak Zaman/03.08.2021

MAHŞERİN İKİ ATLISI 2.BÖLÜM: BİR TARİHSEL KOPUŞ OLARAK KÜRESELLEŞME OLAYI/25.07.2021

Mahşerin İki Atlısı Zaman ve Mekan 1.Bölüm / 19.07.2021

40 Yaşından küçük kardeşlerim ne demektir ? (2.Bölüm) (X+Y+Z=Bireyselliğin İnfilakı=Kriz Kuşağı/ 05.07.2021

40 Yaşından Büyük Kardeşlerim Ne Demektir ? / 1.Bölüm

PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER: (III. BÖLÜM) “Hain Tavuk” Sendromu / 31.05.2021

BİR TARİHSEL KOPUŞ HİKÂYESİ… / 21.05.2021

PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM) / 15.05.2021

PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021

BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021

NE YAPMALI? / 18.02.2021

Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021

SAHTE MUHALEFET”İN MANİFESTOSU ÜZERİNE… / 01.02.2021

KÜLTÜR ÜRETİMİ ve “ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” SORUNU / 01.02.2021

PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER: (III. BÖLÜM) “Hain Tavuk” Sendromu / 31.05.2021

BİR TARİHSEL KOPUŞ HİKÂYESİ… / 21.05.2021

PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM) / 15.05.2021

PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021

BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021

NE YAPMALI? / 18.02.2021

Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021

Diğer Yazılar

YİNE YAKMIŞ YAR MEKTUBUN UCUNU

Mustafa Durmuş / 8 Nisan 2024 Bugünlerde, yerel seçim sonuçlarının yanı sıra, T.C. Merkez Bankası’nın …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir