HAYVANLARI KORUMA KANUNU: (PEKİ KİMDEN?) TOPLATMA, SÜRGÜN, KATLİAM

Hande Sonsöz /03.08.2021

Hayvan Hakları savunucularının mücadele verdiği Hayvan Hakları Yasası meclisten geçti ancak yasa hazırlanırken kafalarda kalan soru işaretleri yasanın meclisten geçmesiyle doğrulanmış oldu. Hayvan hakları savunucuları ve yasayı yapanlar bir kere daha karşı karşıya geldi. İtirazlar yerli yerindeydi. Yasa yapıcılar ise başta insanların yaşam alanlarını gözeterek yasa yaptıklarını belirttiler.

Tarihsel açıdan bakıldığı zaman hayvanların insanlarla beraber yaşama geleneğinin Selçuklu, Osmanlı zamanlarına kadar gittiği bilinmektedir. Camiilerdeki kuş evleri, leylek ve kırlangıçların istediği evin üzerine yuva yapabilme hakları, atların cuma günü çalıştırılmaması, dört ayaklı belediye olarak bilinen sokak köpeklerinin insanlarla paylaştıkları sokaklar, camii avlularındaki kediler ve hayvanlar için kurulan belli başlı vakıflar ortak yaşam alanının temsili biçiminde görünmekteydi. Ayrıca seyyahların notlarında Türkler hakkında yakıştırılan güzel sıfatların başında insanların hayvanlara dair olumlu yaklaşımları gelmekteydi.

Dört Ayaklı Belediyeden Serseri Köpeklere

Modernleşme döneminde ise şehirleşmenin getirdiği ihtiyaçlar özellikle kedi ve köpek gibi evcil hayvanların hayatlarının ters düz olmasına sebep oldu. Hayvanların insanlarla bir arada yaşamaması gerektiği düşüncesinin temelini ise insan merkezli modern anlayış oluşturmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında köpeklerin durumu daha özel bir yerde durmaktadır. Halbuki, Osmanlı toplumunda Müslüman semtlerinde mahalle kültürünün bireyselleşmiş kapalı yaşama dönüşmemesi köpeklerin toplumsal kültürün içinde bir yer edinmelerini sağlayan etkenlerden biri haline gelmişti.

Ekrem Işın’ın hazırladığı “İstanbul’un Sokak Köpekleri”ni dünü ve bugünüyle anlatan “Dört Ayaklı Belediye” adlı sergi kitabı, geleneksel dönemde sokağın canlılığı içinde, “kamusal alan” dahilinde halkla içiçe yaşayan köpeklerin toplumsal kültürdeki yerini ortaya koyar.

                                                                               (Ekrem Işın’ın çalışması)

İstanbul’un sokaklarının İstanbul’un köpeklerini yaratmış olmasıdır.”1 ifadesiyle köpeklerin Müslüman mahallelerindeki durumunu ve oradan köpeklerin sokaktan sürülmeleri arasındaki geçen süreci “insan-kültür-mekân” ilişkisi içerisinde anlatır. Gündelik yaşamın içerisinde bulundukları farklı alanları ve halkın köpeklerle aralarında kurdukları bağı ayrıca kartpostallarla sunar.2 Bu çalışmada ayrıca mimarinin ve sokağın canlılığının tür meselesini ortadan kaldırdığına, manevi hayatın toplumsal yaşama etkisine ve köpeklerin ortak alandaki işlevselliğine dikkat çekilmiştir. Esas önemli olanın bütün bu toplamın bir kültür birikimi olduğunun altı çizilmiştir.

Modernleşme süreciyle köpeklerin sürgün ve itlaf politikası, 3 Haziran 1910 yılında Hayırsız Ada’ya atılan 80.000 sokak köpeğiyle zirveye ulaşır. Ancak İrvin Cemil Schick, köpeklerin itlafının “çağdaşlaşma” politikaları temelinde ele alınan yorumlara mesafeli durur ve iktidarın sokak köpeklerine yaklaşımının XVII.yy’a hatta daha öncesine kadar gittiğini belirterek3 meseleyi “mekân üzerinde çekişme” adıyla tanımlar. Buna göre; özerk mahallelerden şehir içi metropole dönüşümle geçmişte çöpçülük, bekçilik yapan köpeklerin işlevsizleştiğini ve itlafın bu çerçevede gerçekleştiğini öne sürer.4

(Hayırsız Ada köpek katliamından bir fotoğraf)

Şehri köpeklerden arındırarak daha “temiz” hale getirme ve işlevini kaybeden hayvanlardan para kazanma önerisini İstanbul Pasteur Enstitüsü’nün müdürü hekim Remingler sunar. “Kamusal sağlık ve temizlik” adı altında İstanbul’u “köpekten arındırma” için köpek itlaf merkezlerinin, mezbahaların, gaz odalarının kurulması yaptığı teklifin başında gelmekteydi. Dahası “gece yakalanan köpekler için on ayrı noktada öngörülmüş, her birinin içinde şehrin gaz tesisatına bağlı bir oda ve parçalama işi (kıllarını, derilerini, kemiklerini, yağlarını ayrıştırarak) için işlikler bulunan kapalı alanlara gönderilmesini önermekteydi. Ortalama yüz hayvan katlederek iki ayda hem şehir köpeklerden temizlenecek hem de ayda hazineye 250.000 frank kalacaktı.5 Bu yaklaşımın uygulamaya geçmesi 1910 yılını buldu. Yaklaşık 80.000 köpek, kafeslere doldurularak binbir türlü işkence yöntemiyle adaya gönderildi. Adada İstanbul’a bakarak sabahlara kadar uludukları ve açlıktan birbirlerini yediklerinden dolayı adanın adı “Hayırsız Ada” olarak anılır.6

(Meraklısı için Hayırsız Ada’nın yıldönümünde köpeklerin itlaf sürecini anlatan ve Cannes Film festivalinde “en iyi metrajlı kısa film” ödülünü alan Chienne d’histoire (2010) belgeselinin erişim linkini dipnota bırakıyorum.)

Yüzyılın başında başlayan toplatılma, sürgün ve itlaf politikaları 3 Haziran 1910 yılında Hayırsız Ada’ya atılan 80.000 sokak köpeğinin ve onların yüzlerini şehre dönerek attıkları çığlıklar bir dönemin kapanışının bir başka dönemin başlangıcının içiçe geçmiş halkalarıdır.

Ahmet Rasim “Köpekler, Kediler” yazısında halkın hayvanlara yaklaşımını ve gerçekleştirilen katliam politikası arasındaki uçurumu gözlemleriyle şöyle aktarır:

İstanbul’da bir zamanlar bu hayvanlar hakkında cömertlik ve acımaya örnek olacak insancıl koruma örgütleri (ulüvvü-i cenaba ve merhamete misal olacak derecede insani bir himaye teşkilatı) vardı. Köpekler kent içinde yuvalar, yurtlar yapmışlardı. Semt veya sokak ahalisi yer yer suluklar yaparlar, yemek artıklarını belli köşelere koyarlar, uyuz olanlarını katranlı paçavralara sararlar, lohusalara yatak sererler, kulübemsi klinikler meydana getirirler, hatta yağmurdan, güneşten korunmaları için tente kurarlar, toramanlarını güzelce beslesin diye yedi döşeğine kadar tiridini, kemiğini verirler, kendileri de çocuklarını sık sık ziyarete gönderirler. Kedilere gelince ciğer, yemek sularına batmış lokmalar, kıyma tahtası artıkları ile büyükleri; süt paparalarıyla hatta emzikle küçükleri beslenir, lohusalık yatakları yapılır, yavrularının kulakları, kuyrukları mavi boncuklar türlü türlü kumaş fiyonglarla süslenir, elden ele gezdirilir, kucaktan kucağa yataktan yatağa alınır, yedisinde şerbetler yapılır, dağıtılır. (…) Her ikisinin de leşleri fukara ölüleri gibi belediyelerin çöp arabalarıyla kaldırılırdı.(…) Şimdi yüzyıllarca süren böyle bir rahatlık döneminden sonra…gir sandığa usul usul boğul!(…) Acımanın en çağcıl (merhametin en asri) en son palavrası!…7

Hayırsız Ada sürgününe ve bundan sonraki dönemlerde hayvanlara yapılan uygulamalara karşı çıkan yazar, Ahmet Rasim’in de söylediği gibi; “Acımanın en çağcıl -merhametin en asri- en son palavrası!8” yaşanmaya başlamıştı bir kere ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Cumhuriyetle birlikte hayvanlar için başlayan trajedi maalesef bitmemiş artarak devam etmiştir. İnsanlar tarafından iş göremez halde nitelendirilen ve bir yerden bir yere sürülen “serseri köpeklerin sokakta dolaşması, toplattırılması ve öldürülmeleri” dönemin gazetelerine bu başlıklarla yansımıştır. 90’lara ve bugüne kadar yansıyan şiddetin boyutları ise bazen gözümüzün önünde ya da kulağımızın duyduğu kadar çoğu zaman geceleri belediyelerin inisiyatifinde sessiz sedasız yapılmakta…

Yıllar önce sinemada izlediğim Emin Alper’in “Abluka” filmi konuyu çarpıcı şekilde işleyen filmlerden biridir. 2016’da yılında SİYAD ödüllerinde en iyi film ödülüne layık görülen “Abluka”, köpeklerin barınaklardan yavaş yavaş yok edilmesinden sonra medyanın bunu sorgulamasını, köpeklerden sorumlu yetkililerin işlerini en iyi şekilde yapıyormuş gibi göstererek hayvanlara barınaktaki kafeslerin önünde şirin davranışlarının iki yüzlülüğünü ve kamera önünde gösteri bittikten sonra her gece hiç durmadan yapılan hayvan katliamlarını gözler önüne sermektedir.

(İnsan yabancılaşması doğa ile olduğu kadar hayvanlarla olan ilişkisini de dejenere eder. Emin Alper’in Abluka filminde hayvan katliamı-editör)

1979 yılındaki “Düşman” filmi köpek katliamını anlatan filmlerden biri olarak hafızama kazınmıştır. Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, Zeki Ökten’in yönetmen koltuğuna oturduğu ve Aytaç Arman’ın başrolünü oynadığı “Düşman”, lümpen bir gencin karısının maddi ihtiyaçlarını karşılamak için köpekleri katletmesini ve onların üzerinden sadece günlük ihtiyaçlarına yetecek parayı karşılamasını anlatır. Ancak bir süre sonra adamın zehirleyerek öldürdüğü köpekler artık rüyasındadır ve hayat onu başka bir yol bulmak için adım atmak zorunda bırakmıştır.

Bu iki film, aralarında oldukça uzun yıllar olmasına rağmen lümpen insanların zaaflarından faydalanılarak belediyelerin sessiz sedasız yaptığı katliamların tanıklığı şeklindedir.

Belediyeler Ceza Kapsamına Alınmalıdır

2021 yılında meclisten geçen “Hayvanları Koruma Kanunu”nun en çok eleştirilen maddelerinden biri de bu nedenden dolayı belediyelere yöneltilmektedir. Resmi söylemde “serseri köpekler” olarak adıyla yıllarca katliamı meşrulaştırılmış köpeklerin “bahçeye, apartmana giriyor” gibi mazeretlerle insana yakın olmak isteyen kedilerin toplatılmasının, sürülmesinin harekete geçirilmiş halidir belediyeler.

2004 yılında yapılan “Hayvan Hakları Kanunu”na göre belediyeler sadece kedi ve köpekleri tedavi amacıyla yaşadıkları bölgelerden alarak tekrar hayvanları yaşadığı yere bırakmak zorundadır. Ancak tedavi için bile giden hayvanların kaçı yerlerine bırakılmıştır ya da akıbetleri ne olmuştur bilen yok! Şikâyet üzerine toplamak, dağ başlarına ya da bir başka yere sürgün etmek belediyelerin görev kapsamında bulunmamasına rağmen yine de sokak hayvanları belediyelerin gazabından bir türlü kurtulamamaktadır. Yakın zamanda Kayseri’nin Hacılar ilçesinde köpeğin bir çocuğu ısırdığı bahanesiyle mahallelinin de işin içine katılarak belediye tarafından öldürülen ya da toplatılan köpekler taşrada yaşanan gerçekliğin günyüzüne çıkmış halidir. Çünkü yasada şahıslara ceza bulunmakta ama belediyelere ceza bulunmamaktadır. Bu nedenle Orman Su İşlerinin yaptırım yetkisinin kanuna konulması istenmektedir.9

Gündelik hayatta ise kedilere ve köpeklere direk düşmanca duygular beslemeyen ama eğitimli, eğitimsiz hiçbir statü fark etmeden ama kedi ya da köpek (tüy bırakma, eşyaya küçük bir zarar verme, hafif tırmalama ya da kişinin kendi korkuları) en küçük bir şey yaptığında bile şikâyet eden insanlar ise ellerini kollarını sallayarak gezmekte ya da rahatsız olduğunu ileri sürdüğü hayvanı “belediye”ye herhangi bir mazeretle verdikten sonra “barınak” denilen yerin hayvanlar için uygun yer olduğunu (sanki!) bilmemektedirler ya da bilerek (tahmin ederek) bilmezlikten gelmektedirler! Bir başka açıdan bakıldığında; “sana belediye baksın” ifadesini sorumluluktan kaçarcasına hiçbir mahsur görmeden yerine getirmektedirler. Ya sonra?

(İnsan ve hayvan dostluğunu en iyi anlatan filmlerden Vittorio Sica imzalı Umberto D)

Burada barınak gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Barınaklara belirli zamanlarda gönüllüler insanlar çalışabilmektedirler ancak barınakların yapılışı, hayvanların kaldıkları kafesler, bakımlar insanlarla beraber yaşamaya alışmış hayvanlar için asla uygun ortamlar değillerdir. Gönüllüler istedikleri zaman barınakları ziyaret edememektedirler. Sadece ziyaret saatlerinde hayvanlar görülmek istendiğinde ziyaret edilen barınak sorumlu müdürün inisiyatifinde belirli zamanlarda gösterilmektedir. Ancak barınak ziyaretlerinde içeriye telefonla girmek, çekim yapmak yasaktır. Girişte telefonlara el konulmaktadır. Haber verilerek gidildiği zamanda içeri girdiğinizde ise her şey yerli yerinde ve temiz gibi görünmektedir. Barınaktan çıktığınızda ise arkadan gelen köpeklerin uğultusu ise maalesef her şeyi anlatmaktadır. Madalyonun öbür yüzü ise bambaşkadır. Barınakların içerisinde mobese kameraları bulunmamaktadır. İçerde gerçekten kaç hayvanın tedavi edildiği kaç hayvanın öldüğü, tedavi görme biçimleri bilinmemektedir. Kimlik bilgileri, kayıt bilgileri eksiktir.

Barınak koşullarında veteriner hekimin karakterine göre kötü muameleye maruz kalan hayvanların sayısı az değildir. Adeta küçücük kafeslerin arkasında birbirlerinin ölümünü izlemekte ve kendi ölümlerini beklemektedirler. Barınak koşullarında kanlı ishalden, enfeksiyona birçok hastalığa maruz kalan hayvanlar, iyileşmek için gittikleri barınaklarda işkence çekmektedirler. Yakın zamanda Yalova Belediye Barınağında köpekleri boğarak öldüren ve canlı canlı gömen ekipler, Manisa’nın Turgutlu İlçesinde hayvanların barınaklarda ölmeleri, açlık çekmeleri, bakımlarının yapılmamaları, köpeğin bir çocuğu ısırdığı gerekçesiyle yakın zamanda yaşanan binlerce örnekten sadece ikisidir.

Yeni yasada bu nedenle itiraz edilen kanun maddelerinden biri belediyelere yaptırımın olmamasıdır. Çünkü köpeklerin belediye tarafından şehirlerden dağlara taşlara atılması adeta bir gelenek halini almıştır. Bu nedenle kısırlaştırma, genel olarak hayvan hakları savunucularının yaklaşık olarak uzlaştığı çözümlerin başında gelmektedir. Ancak belediyelerin kendi içerisinde kısırlaştırma ve bakım kurma merkezi bulunmamaktadır. 1389 belediyeden 1200’nde bakımevi yoktur. 2004 yılında çıkan kanunda belediyelerin hayvan hastaneleri kurması zorunluyken 2021 yasasında belediyeye 4-5 yıl daha bakımevi kurulması için süre verilmiştir. Hal böyle olunca yerleşik alanlarda bazı insanlar tarafından istenmeyen köpekleri ise yine yeni sürgünler beklemektedir. Bundan dolayı köpekler ya birbirlerini yiyecek ya da bir şekilde oralara ulaşan gönüller sayesinde ki, (atılan hayvanlarla ilgili genellikle suçüstü olmadıktan sonra belediye durumu her zaman inkâr etmektedir) belki kısa bir süre de olsa ayakta kalacaktır. Kırsalda ise durum daha yakıcıdır. Maalesef 25.000 nüfuslu yerlerin altındaki belediyelere kısırlaştırma merkezi kurma zorunluluğu getirilmemektedir.10

ADALET VİCDANIN TEMELİDİR!

Yaşadığımız dünyada hayvan haklarının gelişmesi onlara karşı uygulanan insan merkeziyetçiliğinin oluşturduğu sömürü sisteminden çıkarak hayvanları can olarak tanımaktan geçer. Özellikle kentin yoğun bölgelerinde binaların ve betonlaşmanın çoğaldığı alanlarda hayvanlar mağdur olmaktadır. Bazı evcil hayvanların sokaklardan alınarak evlerde sahiplendirilmesi, meseleyi bir nebze çözüyor görünse bile bu sefer de doğalarından koparılma sorunu ortaya çıkmakta ya da betonların arasında sadece o bölgede yaşayan insanların inisiyatifinde hayatlarını sürdürmek zorunda bırakıldıkları için ömürleri daha kısa süreli olmaktadır.

Hayvanlarla ilgilenilmesi hususunda tek tek kişilerin üzerine düşeni yapması sorumluluk ve vicdanla bağdaşabilir bir durumdur. Ancak meseleye bütün olarak bakıldığında hayvanların üzerindeki sömürüyü yok etmeyi hedef alacak onların türlerin eşitliği bünyesinde tanınmasını sağlayan adalet mücadelesi önem kazanmaktadır. Hayvanların, özne olduğunun kabul edilmesi, tanınması “hak” kavramıyla eşdeğerlik taşır. Bu nedenle kanunun adı “Hayvanları Koruma Kanunu” değil “Hayvan Hakları Kanunu” olmalıydı. Demek ki, hayvanlar “hak” kavramıyla “eşit” tür olarak görülmesi hala içselleştirilmedi. Doğada ve şehirlerde insanın üstünlüğü ve şiddetinin görünürlüğü ortadan kalkmayacağı için hayvanlar “hak” değil “koruma” çerçevesinde düşünülmüştür! Öyleyse aklen ve vicdanen korunması gereken hayvanlara verilen cezalar neden az ve kanunlar neden caydırıcı değil?

22 Ekim 2019 tarihinde Hayvan Hakları Raporu meclise sunuldu ve o günden bu yana verilen raporun paralelinde bir yasanın çıkartılması istenmekteydi.

Bu rapor genel olarak “6. Maddenin korunduğu, belediyenin ihmal ve ihlallerine ceza verildiği, evde beslenen hayvanlara sınır getirilmediği, yasaklı ırkın ruhsata bağlandığı, barınakta mizaç testini geçenlerin sahibine iade edildiği, KMK kapsamında hayvan beslemenin yasaklandığı maddelerin hükümsüz sayıldığı” içeriğini taşımaktaydı. Ancak sonuç beklendiği gibi olmadı.

Öncelikli olarak Hayvanları Kanunu’nun “Kabahatlar Kanunu”ndan çıkarılarak “TCK” kapsamına alınması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Diğer yandan 9.07.2021 tarihli yasa, sivil toplum örgütleri ve hayvan hakları savunucularının gündelik hayatta karşı karşıya geldiği yakıcı sorunları dikkate almadan hazırlanmış olduğu ortadadır.

Zira, ev hayvanı ve sokak hayvanı arasındaki eşitlik sağlanıyor görünmesine ve hayvanlar mal kapsamından çıkarak can kapsamında değerlendirilmesine rağmen “cins kedi, köpek” meselesi işin aslının öyle olmadığını göstermektedir. Öncelikli olarak cins kedi ve köpekler laboratuvar ortamında üretilmiş ve bünyelerinde birçok hastalığı taşıyan hayvanlardır. Fiziksel özelliklerinden dolayı insana şirin gibi gösterilen bu canlılar, kapitalizmin ve piyasadaki karanlık ellerin direk kurbanlarıdırlar. Merdiven altlarında, soğuk yerlerde, pis ve bakımsız yerlerde aç susuz bırakılarak sadece doğurma makinesine dönüştürülen ve fahiş fiyatlara satılan bu hayvanların acısı; satanlar, alanlar ve bu durumlar bilindiği halde yasa yapıcılar tarafından yok sayılmaktadır. İnsanların özellikle anne ve babaların neden çocuklarına cins kedi almak istedikleri ya da cins kedi aldıkları zaman acaba kendilerini daha modern ya da sınıf atlatmış gibi mi hissettikleri psikolojik ve sınıfsal karşılığı olan bir durumdur. Bu konuda yasanın 4.maddesinde değişen tek şey, cins kedi ve köpeklerin merdiven altından alınıp (ne kadar alınabilirse ve denetlenebilirse(!) “bakanlıkça izin verilen ev hayvanı üretim yerlerindeki kedi ve köpeklerin satışı yapılabilmesi”11 şeklindedir. Demek ki, “cins” kedi ve köpekler için değişen bir durum yoktur. İnternetten bu hayvanların satışı devam edecektir ve iki aydan küçük olan hayvan satılamayacaktır. Kısırlaştırılmamış hayvanın ticareti yapılmayacaktır. Yani “cins” kedi ve köpekler iki aylık olunca daha bebekken kısırlaştırılmayla mı karşı karşıya kalacaktır? Bu hayvanlar için ölüm demektir. Çelişkinin kendisi ortadadır. Piyasa ve pazarla karşı karşıya gelmek istemeyenler oraya sadece küçük bir ilmek atmıştır. Sorunun kendisi ortada kaldırmaya yanaşılmamıştır. Buradan da pazar odaklı satış için olan bir şeyin can değil mal olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Sokaktaki kedi ve köpekleri nüfusları artmasın diye toplatan, kısırlaştıran belediye, kişi ve kurumlar doğal olarak yaratılmamış bilinçsiz ebeveynlerin çocuklarının hevesi geçtikten sonra sokağa atacakları hayvanların doğurmalarına, üremelerine ve çoğalmalarında hiçbir mahsur görmemektedirler ve meseleyi daha da modern (!) hale getirerek kataloglara sunmaktadırlar.

Devamındaki 5.madde ise “tehlikeli ırk” denilen köpeklerle ilgilidir. Konuyu yakından bilenler, “Tehlikeli ırka sahip olan köpek yoktur, asıl tehlikeli olan insandır” ifadesinde buluşmuşlardır. Bu köpeklerin yaşadığı en büyük trajedi insanın güç istenciyle ilgilidir. Ezik insanların bahisler karşılığında dövüştürdüğü bu köpekler karanlık ortamlarda eziyete maruz kalmakta ve bilerek vahşileştirilmektedir. Ancak satın alınması, takas edilmesi yasak olmasına rağmen üzerinize kayıtlı, kimliği olan bir köpek olduğunda hiçbir müdahalede bulunulmamaktadır. İnsan tarafından daha da vahşileştirilerek birine zarar verdiğinde ise ilk gönderileceği yer belediye barınağıdır ve orada uyutulacağı zaman yakındır. Bakanlıkça belirlenen ve tehlike arz eden hayvanlar hangileridir ve insan egosu şiddet eğilimini hayvanlar üzerine sevk ederken neden cezaları olabildiğince azdır? Bu konuda da değişen bir şey yoktur.

Hayvan hakları savunucularının itiraz ettikleri maddelerden birisi de 12. maddede yer alan hayvana şiddet, tecavüz olduğunda suçüstü yapılması gibi bir durumda olması ve direk savcılığa suç duyurusunun yapılamamasıdır. Buna göre Tarım ve Orman Bakanlığı’nın il veya ilçe müdürlükleri tarafından Cumhuriyet başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulmasına bağlıdır.

Hayvan hakları savunucularının direk elinden alınan bu yetki sadece hayvan sahiplerine verilmiştir. Savcılığa suç duyurusunun önüne direk giden başka bir kurumsal engelle karşı karşıya kalınmaktadır. Ayrıca kurumlardaki kamera kayıtlarının 10-12 gün kadar tutulduğu göz önüne alınırsa süreç savcılıktan emniyete gidene ve sonuç gelene kadar zaten var olan zaman aradan geçmektedir.

Ayrıca ev hayvanı veya evcil hayvanları kasten öldürene 6 aydan 4 yıla kadar hayvanlara eziyet edenlere ise 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası verilecektir. Meclise sunulan raporda ise bu cezanın alt sınırının en az 2 yıldan başlanması ve hükmün geri bıraktırılmaması talep edilmişti. 6 ay ile başlayan cezalar ise hem hâkim takdirine bırakılıyor hem de suçlunun hapse girmemesi gibi bir durumun ortaya çıkma ihtimali oldukça yüksek…

(Bütün olumsuz koşullara rağmen Hayvan Hakları savunucuları en güç koşullarda hayvan sağlığı çalışmalarına yönelik desteklerini sürdürüyor)

Birbirimizin Farkında mıyız?

Yasanın 10.maddesi, “Gerçek veya tüzel kişiler, hayvanların etolojisine ve habitatına uygun, serbest dolaşımlarına imkân sağlayan doğal yaşam parkları kurabilir.

Hayvanat bahçeleri ile doğal yaşam parklarının kuruluşu ile çalışma usul ve esasları Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.” şeklindedir.

Hayvanları Koruma Kanunu”nda hayvanların seyirlik gösteri malzemesi olması özel kuruluşların maddi kazanç temin etmek amacıyla kuşkusuz yapacakları işin başında gelecektir.

Denilebilir ki, hayvan bahçelerinin hayvanlar için esir kampına dönüştürüldüğü ve tamamen kapatılması gereken yerde tekrar canlanması için yasa çıkartıldı. Üstelik özel sektöre de ayrıcalık tanınarak…

Yakın zamanda yaşanan benzer bir örnek ise AVM’nin alt katında “Adrenalin Dünyası” adıyla ismini bile duymadığımız “serval, femish dev tavşanı, altın kafalı arslan Tamarin, evcil dağ gelinciği, marmoset, altuni sülün, nil timsahı, parma wallaby, gila canavarı, mojave çıngıraklı yılanı, çöl engereği, goliath, altın ok kurbağası, afrika dev kırkayağı, kafesli piton, şeritli kokarca, belçika tavşanı, gelincik, sülün, amazon süt kurbağası, sakallı ejder, kraliyet pitonu, dev yaprak kurbağası, kobalt mavisi tarantula” gibi yaban hayvanlarının sergilenmesiydi.

Getirilen hayvanların ne yaşadıklarını bilemesekte sınırlandıkları kafeste nasıl bu kadar sakin durdukları bir muammadır. İnsanın kendisinden farklı olan türle “camın saydamlığı” sınırında karşı karşıya gelmesi ve ilginç bulduğu “şey”in hazzını “an”da yaşayarak yoluna devam etmesi tüketime uygun bir biçimde gözler önüne serilmekte binbir işkenceyle insan hayatına seyirlik malzeme olarak zorla sokulan hayvanlar adeta nesne konumuna indirgenmektedir. John Berger’in deyişiyle; “Kültürel önemsizleştirme”12 nin yaşandığı somut mekanlardır. Hayvanlara bakarken “tam anlamıyla önemsizleştirilmiş bir şeye bakmaktayızdır. Hayvanlar hakkında aklımızda kalanlar, dilin kendisi onları hatırlatır. Zihnimizdeki hayvanlar kaybolup gitmez ama yön değiştirir. Hayvan kategorisi merkezi önemini yitirir. Çoğunlukla aile ve gösteri dünyasının bir parçası olurlar. (…) Camın saydamlığı, boşluk, hava birer simgeye indirgenmişlerdir ve bu dekor bazen tam bir yanılsama yaratır.”13

Oysa 1978 yılında kabul edilen Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesine göre;

-Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bir tür hayvan olan insan öbür hayvanları yok edemez bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez; bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla ödevlidir. (Madde 2/2)

-Yabani türden olan bütün hayvanlar kendi özel ve doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üreme haklarına sahiptir. (Madde 4/1)14

-Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz. (Madde 10/1)

-Hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler, hayvan onuruna aykırıdır. (Madde 10/2)15

Öyleyse “Hayvanları Koruma Kanunu”nda avcılıkla, deney hayvanlarıyla ilgili neden bir madde bulunmamaktadır. Rantın canın önüne geçtiği bir anlayıştan dolayı olabilir mi?

 5199 Sayılı kanuna küçük bir dokunuşla geçiştirilmiş ek 2. Madde Yunus parklarıyla ilgilidir.

Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra hayvanların kullanıldığı kara ve su sirkleri ile yunus parklarının kurulması yasaktır.

Mevcut işletmeler, herhangi bir nedenle eksilen hayvan sayısını tamamlama ya da artırma, yeni şube açma gibi yollarla kapasite artırımına gidemez, üretim yapamaz, Bakanlığın izni olmadan işletme hakkını devredemez, on yılın sonunda faaliyetine son verir. 

Yani 2020 yılında Yunus parkı açan bir işletme 2030’a kadar varlığını sürdürebilecektir. Halbuki, insanları renkli dünyalarda eğlendirmek, hayvanlarla buluşturmak adı altında yapılan sirkler, hayvanların amansızca sömürülmesinden ve kapitalizmin kâr elde etme tutkusundan başka hiçbir şey değildir ve dünya çıkardıkları beyannameye rağmen bunu hala eğlence sektörünün içinde normallik olarak görmektedir.

Yerlerinden yurtlarından edilen hayvanlara batırılan kancalar, annenin ve yavruların ayaklarından zincirlenerek daracık kafeslere kapatılması hayat boyu yaşayacakları zulmün başlangıcını oluşturmaktadır. Eğitimleri gizli yapılan hayvanların gösteriye çıkana kadar aç ve susuz bırakılmaları, elektroşok çubuğu, çivili sopa, kanca, beyzbol sopası gibi araçlarla dayak, işkence ve sert emirlerle dirençleri kırılmaya çalışılmaktadır. Biz o gösterileri seyredip onların yaptıkları karşısında gülücükler atıp hayretlere düşerken onlar hayat boyu bunlara maruz kalmakta ve sürekli acı çekmektedirler. Bir filin, aslanın, köpeğin, şempanzenin, yunusun ya da seçilen başka hayvanların doğal yaşamlarında yapmadıkları hareketleri insanın gittiği eğlence ortamlarında yapmaları ve bunun şirinlik abidesi olarak algılatılmaya çalışılması sömürünün devamlılığını sağlayan sunum şeklinden başka bir şey değildir. Tatil yörelerinde insanların papağanlarla fotoğraf çektirmesi ise hangi yollarla nasıl geldiği belli olmayan hayvan sömürünün bir başka tarafıdır. Bunun yanında işleri biten, yaşlanan hayvanlar ise tekrar vahşi doğaya dönemeyecekleri için ya başka bir av sahasına, laboratuvara denek olarak gönderilmektedirler ya da tutsak bir şekilde can çekişe çekişe ölmektedirler.16

Haklar, hayvanların tanınması ve korunması açısından hukuksal, toplumsal öneme sahip olmasına ve insanoğlunun bunu bilmesine rağmen insanın hayvanlara yaklaşımı sözkonusu olduğunda-kapitalizmin fazlasıyla tetiklediği-sömürü anlayışının üzerinin örtüldüğü “ama”, “fakat” “çünkü” bağlaçlı cümleler birbiri ardına uzayıp gitmektedir. Buna rağmen; yapılan felsefi tartışmalarda aşina olduğumuz kelimelerle ayrıntılı biçimde ele alınan kavramlar, var olan durumu sorgulatmak, insanın zihninde hayvanlara yaklaşımı değiştirmek ve bu alanda sistemin meydana getirdiği her türlü sömürü mekanizmasının yıkılması üzerine kuruludur ve bu savaşım pratik hayatta da hala devam etmektedir. Bunun dışında bir hayvana yardım ederken ya da zarar verirken “hayvanları sevmek ya da sevmemek” üzerinden günlük konuşmalara yansıyan dil; fark edilebilirlik ve insani açıdan gelişim merhalesi olarak ya da tam zıttı olarak değerlendirildiğinde elbette önem taşımaktadır; fakat bu durumun “nesnel gerçeklik” açısından hiçbir hükmü yoktur. İnsanın dünyadaki yaşam mücadelesi gibi hayvanın da ayakta kalma mücadelesi sözkonusudur. Hayvandaki içgüdünün insanda yerini akla ve zekâya bırakması temel farklılık olmakla birlikte insanın hayvana “seviyor” diye iyi davranması bir lütuf değil ibrenin eşitlik ve adalet üzerine oluşmasının gerekliliğini işaret eder.

BUGÜNE BAKARKEN…

Mahlûkata şefkat” anlayışı hayvanları seven insanlar tarafından hâlâ önemli bir kıstas olarak kabul edilmektedir; hayvan hakları konusundaki duyarlılık önceki zamanlara göre elbette daha bireysel ama daha fazladır fakat yasalar bu mücadelenin çok gerisindedir. Hayvanların başına bir şey geldiğinde sürekli koşan insanlar kurum ve kuruluşlar bulunmasına rağmen; evinde evcil bir hayvan beslemek için hayvanın tipi, cinsi, kaç aylık olduğunu önceleyen, çocuğuna oyuncak alır gibi evcil hayvan alan ve hevesi ya da, çocuğunun hevesi geçince, sokağa atan, bu anlayışta hareket eden insanların sayısı da az değildir. Kimileri de sadece “hayvansevici”dir ama iş sorumluluğa gelince “ama”lar, “fakat”lar burada da başlar. Görülen o ki; görsel dünyada hayvan da -bilhassa evcil hayvanlar” “estetik obje” olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Tarihsel olarak bakıldığında; II. Mahmut’tan -ya da ondan önceki süreçten-oradan İttihat-Terakki’ye ve günümüze taşınan sistematik imha yöntemi hayvanları şehir içerisinde kapsayacak bir politika dahilinde değil sadece yok etme anlayışı çerçevesinde şekillenmiştir. Yeşil alanların ve bahçelerin azaldığı büyük metropollerde ve sürekli dikilen binaların etraflarında hayvanlara yeterli yaşam alanı tanınmamaktadır. Son dönemlerde yaygınlaştığı üzere; binanın etrafına çit çekilen ya da başka binaya sınırı çizilen her alanda orada daha önce evcil hayvanlar konumlanmış olmalarına rağmen; “mülkiyet hakkı ya da etrafın kirlenmesi” adı altında hayvanlar istenmemektedir veya “istemek, istemek; sevmek, sevmemek” söylemleri kullanılarak kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde sessiz sedasız meçhule hiçbir şey yokmuş gibi gönderilmektedirler. Hayvan Hakları konusunda var olan 5199 sayılı kanun ise halk tarafından ciddi tepkiler gelmeden uygulamaya yeterince konuşulmamaktadır. “Hayvandır o kendisine bakar ya da insanları kurtardınız da hayvanlar mı kaldı!” gibi anlayışlarla hayvanların durumunu belirlemeyi, hükmedici gücü kendisinde bulan insanlarında bakış açıları hayvanların içgüdüleriyle tercih ettikleri yaşam alanında bile rahat verilmediğinin ifadesidir.

Oysa ki modern olmak, birey olmanın kültürel düzlem içerisinden geçerek “hak ve özgürlük” anlayışının farkındalığına varıldığı vizyonu temsil etmektedir. İnsan olmanın hümanizm ile bağlantısı özgürlük anlayışı çerçevesinde bu doğrultuda gelişir. Zira, hümanizmin tanımı; insanın yeryüzündeki biricikliğini tescilleyen anlayış değil her açıdan niteliğini arttırdığı içsel süreçtir. Öyleyse; şehirli bir zihne sahip olmak ve bu anlayışta şehirde yaşamak; dili, dini, rengi ne olursa olsun bir arada yaşamak, durumları farklı açılardan yorumlamak, ötekinin hakkına hukukuna riayet etme zorunluluğunu da beraberinde getirmelidir. Bu yüzdendir ki; somut olarak sadece şehirde yaşamakla şehirli/modern olmak ayrı ayrı durumlardır. Hayvana bakış açısı, özel olarak sokak hayvanlarının durumu; bu iki ayrımın doğru anlaşılıp anlaşılmamasından en önemlisi merhameti ve sevgiyi elden bırakmamaktan geçmektedir.

1 Dört Ayaklı Belediye/İstanbul’un Sokak Köpekleri, Haz. Ekrem Işın, Gülru Tanman, Catherine Pinguet, İstanbul 2016, s.12.

2 Dört Ayaklı Belediye/İstanbul’un Sokak Köpekleri, Haz. Ekrem Işın, Gülru Tanman, Catherine Pinguet, İstanbul 2016.

3 İrvin Cemil Schick, “Bir Mekân Üzerinde Çekişme Vakası”, Toplumsal Tarih, Ağustos 2010, Sayı: 200, s.24.

4 A.g.m., s.25.

5 Dört Ayaklı Belediye/İstanbul’un Sokak Köpekleri, s. 35-36; Yaşayan Tarih, “a.g.m.”, s. 28.

6 Serge Avedikian (Yönetmen), Chienne d’histoire (2010), Erişim adresi: https://filmhafizasi.com/chienne-dhistoire-2010/

7Ahmet Rasim, “Köpekler, Kediler”, Anılar ve Söyleşiler, Haz. Nuri Erten, İstanbul 1983, s.240-242, (Yazının ilk baskısı: Cumhuriyet Gazetesi, 25/5/1927, İsmet Sungurbey, Hayvan Hakları, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1993, s. 677-678.

8 Ahmet Rasim, a.g.e., s. 242.

9 http://www.haykonfed.org/4/03/2018 “Belediyeler Niçin Ceza Kapsamına Alınmalı”, Erişim Tarihi: 26.07.2021

10 http://www.haykonfed.org (6.07.2021) “Tuzaklarla Dolu Kanun Tasarısı Açıklandı”, (Erişim Tarihi: 16.07.2021)

11Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, Madde 4, 14.07.2021.

12 John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız, Çev: Cevat Çapan, İzmir 2017, s. 36.

13 Berger, a.g.e., s.36-49.

14 Sungurbey, a.g.e., 42.

15 İsmet Sungurbey, a.g.e., s. 41-42.

16 http://www.radikal.com.tr/hayat/hayvanli-sirklerde-hayat-toz-pembe-degil-1046088/ (14.04.2011), Erişim Tarihi: 23.01.2018

Yazarımızın daha önce yayınlanan yazısı.

AVCILIK SPOR DEĞİL CİNAYETTİR!

Diğer Yazılar

HAMAS’IN İSRAİL’E FÜZE ATMASIYLA MI BAŞLADI HER ŞEY?

Taner Renda / 03.12.2024 2001 yılının 11 Eylül’üne gelindiğinde; dünya o gün yeni bir aşamaya …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir