Mahir Konuk / 05.07.2021
“Toplumsal kuşaklar” üzerine başlatılan tartışmalara eleştirel bir katkı sunmayı amaçlayan uzun yazımızın I. Bölümünde, “piyasa düşünürlerinin”, evrende olup biten her şeyi yerleşik düzenin hizmetine hazırlamaya, misyonlarına uygun olarak uydurup ileri sürdüğü “X+Y+Z jenerasyonlarını” ortak bir olgu olan “bireyselliğin infilakı” ile parantez içine almış, ve hepsine birden “kriz kuşağı” adını koymuştuk. Yazımızın bu II. Bölümünde ise, ilk bölümde ileri sürdüğümüz ama yeterince açıklanmamış olan “bireyselliğin infilakı” olgusunu anlaşılır kılarak, “kriz kuşağı” dediğimiz şeyden ne anlaşılması gerektiğini izaha çalışacağız.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, toplumsal kuşakların formasyonunda belirleyici olan farklılaşma faktörüdür. O kadar ki, bir birey gurubundan “toplumsal kuşak” olarak bahsetmek, en azından ana-babaların çocuklarla arasındaki farklılık gözetilerek yapılır. Böylesi bir ayırım, “nüfus kütüğü” üzerinden, bir zaman çizgisinde “doğum tarihine” tekabül eden belli bir nokta veya noktalar tespit edilerek kolaylıkla gerçekleştirilebilecektir. Fakat böylesi “aile” kurumu” gibi tek bir varlık alanına sıkıştırılacak olan “toplumsal kuşak” tanımını, siyaset alanı da dahil olmak üzere, zaman-mekanda çok boyutlu gibi görünen bir toplumsal olayı ve ona karşı gelen kavramı tanımlamak için yeterli görmemekteyiz.
Biz, toplumsal kuşak kavramının ve somut olarak kendilerini ortaya koyan kuşaklarla ilgili ayırımların tanımlanmasının, toplumsal hayata dair olayları zaman ve mekana yayan temel süreçlerdeki devamlılık ve kopuklukların tespitinin yapıldığında tam olarak anlam kazanacağını düşünmekteyiz. Bunun dışında yapılan ve düşünce piyasasına sürülen tanımlar; ekonomik ve siyasi dar görüş ve hesaplara hizmet eden, tek gerçeklikleri de bu hesapla sınırlı olan tanımlar olacaktır.
“Toplumsal dışsallık” olarak adlandırdığımız alan, zaman-mekan boyutunda uzayıp giden süreçler tarafından belirlenen alandır. Elbette ki yapılan tanımları hayatın maddi gerçekliğine kaydedilebilmesinde tayin edicidir. Bunun yanında “toplumsallık” olarak adlandırdığımız şey bu maddi hayat şartlarının bir aynada yansıyan suretlerinden oluşmamaktadır. Toplumsallık, toplumsal hareketliliğin özneleri olan bireyler tarafından tarihsel olarak belirlenmiş maddi yaşam şartlarında yaratılan bir şey olmaktadır. Belli bir kuşağın bireylerinin bu nesnel şartları nasıl algıladığı, bu şartları kendi öznel varlıklarına nasıl entegre ettikleri ve durum ve konumlarına uygun ne türde davranış biçimleri geliştirdikleri, işte bu toplumsallık oluşturma süreci boyunca ortaya çıkacaktır.
Kendi araştırmalarımızın bize kazandırdığı tecrübelerden hareketle belirtmemiz gerekir ki, “bilimsel nesnelliğin” tecelli etmesi, olayların arkasındaki öznelerin “uslu çocuklar” gibi yerli yerlerinde oturup ”sosyolog amaca” veya “ablalarının” sözlerini dinlemeleri, onlara “varsayımlarını” doğrulamada zorluk çıkarmamalarını beklemekle gerçekleşen bir şey değildir. Toplumsal öznelerden bu tür bir davranış bekleyenler daha çok misyonu her ne pahasına olursa olsun “kapitalist sistemin” belirlediği sınırları aşmamak ve sermayedarlar sınıfının arzularına göre “ısmarlama iş yapmak” olan piyasa sosyologları değiller midir?
Şimdiye kadar kendi gerçekleştirdiğimiz araştırmalarda biz, nesnelliğin ön plana çıktığı “toplumsal dışsallık” ile öznelliğin nesnelliğini barındıran “bireysel içselliği” aynı zamanda ele almaya çalıştık. Böyle yapmakla, öznelerin sözünden korkanların aksine, baştan beri taraflı bir araştırmacı olarak sadece “sorun tespit etmek” ile yetinmeyip, öznelerin bizzat kendilerinin ürettiği çözüm yollarının ne olduğunu da ortaya çıkarmaya çalıştığımıza inanıyoruz.
Bireysel içselliğin toplumsal kuşaklarla ilgisi nedir? “Bireyselliğin infilakı” olgusu ile ilintisi nasıldır?
Her şeyden önce şunu açıklıkla belirtmemiz gerekmektedir: “İçsellik” diye adlandırdığımız şey “Ötekilerle” ilişkimizde yaşadığımız olayların kaydedildiği bir alandır. Karman çorman, ama “bilimsel nesnelliğin” ifadesi olan olgulara indirgenebildiği oranda, uygun bir metotla pekala algılanabilen ve içinde taşıdığı düzen ve düzensizlikleri, akıl yürütmelerimizle pekala çözümleyip tespit edebileceğimiz, buradan belli kavramlara ulaşacağımız bir gözlem ve düşünce alanı1… Yerleşik anlayış, bireyin içselliğinin “psikoloji” disiplinin konusunu oluşturduğunu ve bu yüzden “nesnelleştirilmeye uygun değildir” olduğunu vazeder. Bizce bu doğru değildir. Üstelik kaba materyalizmle, yine katı bir felsefi idealist anlayışın arasındaki beyhude bir çatışmayı yansıtmaktadır.
Kavramsal düzlemde aynı zamanda “yaşam çizgisi” olarak da adlandırdığımız “bireysel içsellik”, içerisi olaylarla rastgele doldurulmuş bir “turşu küpü” değildir. Böylesi bir iddiayı sadece “kaba materyalistler” edebilirlerdi. Aynı şekilde, bireyin “çelik iradesine” boyun eğerek tıpkı emir kulu askerler gibi istenilen şekilde ve düzende sıraya da geçmezler, günümüzde “neo-goşizmde” karar kılmış kaba idealistlerde sıkça rastladığımız iddiada görüldüğü gibi. Bireysel içselliğin almış olacağı düzenler; tıpkı belli bir nesnelliği olan toplumsal tabiatlı olaylarda olduğu gibi, “dışsallığı” oluşturan toplumsal mekanlar ve tarihsel zamanların izdüşümleri olarak belli biçimler alırlar ve aynı dışsallığa “davranış biçimi” ve/veya “davranış çizgisi” olarak geri dönerler. Sahada yaptığımız gözlemlerden çıkardığımız biçimiyle, bireylerin içsellikle dışsallık arasındaki bu alış-verişteki başlıca kazancı, birbirlerinden koparılmış iki alan arasında kendi yaşam çizgisinin devamını sağlamak gibi varoluşsal bir nitelik taşımaktadır.
Kendi yaşam çizgilerini oluşturmak üzere davranış biçimleri geliştiren bireyler, kolektif özellikler taşıyan bir biçimde de olsa, kendi yaralarını kendileri sararlar. Bu, onların dışsallığa sırt çevirdikleri anlamına gelmez. Kendi içselliklerinin düzeni toplumsal mekanlara ve tarihsel zamanlara uygun olarak biçimlendiğinden, zaten gerçekte böyle bir imkanları da pek bulunmamaktadır. “Dışsallık” deyince gözü kapitalist sistemden başka bir şey göremeyecek kadar kör olan Neo-liberallerin ve bireysellikle kapitalizmi birbirlerine karıştıran “devrim ağası” solcuların iddia ettikleri gibi günümüzde bu “yara sarma” işlemi, aşırılığa aşırılık katarak, bireyle toplumsallığı arasındaki insanlığa giden köprü olan bağları kopararak değil. Ancak “yara sarma”, içsellikle dışsallık arasında “kimliksel bir denge” kurmaya çabalayarak gerçekleştirmektedir. Denge kurmak, “razı olmak” veya “boyun eğmek” demek kesinlikle değildir. Bunu, bireysel içsellikleriyle toplumsal dışsallıkları arasında kimliksel (yani “kalıcı”) bir denge kurmak için mücadele veren “kriz kuşağı” bireyleri en açık biçimiyle 2013 Haziran Ayaklanmasıyla bir amblem haline gelen sloganları üzerinden ifade etmemişler miydi: “BOYUN EĞME!”
“Bireyselliğin infilakı” ne demektir?
Bu durumda, bir cümleyle ifade etmek gerekirse, “bireyselliğin infilakı” diye adlandırdığımız olgu bireysel içsellikle toplumsal dışsallık arasındaki bir önceki dönemde var olan göreceli kimliksel dengenin kaybolması, dolayısıyla aralarındaki ilişkinin, karşılıklı olarak ve birinin diğeri aleyhine sürekli olarak bozulması demektir. Bu durumda, bireysel içselliğin tıpkı bir nesnenin bir “kara deliğe” (burada insan toplumundan soyutlanmış kapitalist sistem söz konusudur) düştüğünde olabildiği türden, kendisini doğumundan beri biçimlendiren varoluş biçimlerinden soyutlanması durumu söz konusudur.
Gezi direnişi ve çağdaşı diğer direnişlere damgasını vuran ağ bağlantılı bireylerin ve siyasal toplulukların, sosyal medya üzerinden haberleşerek devlet şiddetinin yıkıcı etkisini azaltmaya çalışmalarıydı. Bireysellikle toplumsallığın iç içe geçtiği bu yeni protestocu kuşak, bireysel olduğu kadar toplumsal hareketliliğin yeni bir formunu sundular-editör)
Aynı durum toplumsal dışsallık için de söz konusu olmaktadır: Toplumsal dışsallık (kapitalist sistemin hakimiyeti altında), sanki insanlık tarihinin başlangıcında var olduğu biçimine geri dönüyormuş, zaman sürekli olarak “geri sarıyormuş” gibi bir işlerliğin içine itilmiş durumdadır. Bu durumda, kendisinin biçim alışlarının özneleri olan bireysellikleri düzenli bir şekilde ortadan kaldırmaya yönelmiş olması söz konusu olmaktadır.
Antropolojik düzlemde bu durum, yani “bireyselliğin infilakı” durumu, insan varlığını diyalektik bir baş ile oluşturan iki ana sürecin, bireyselleşme ve toplumsallaşmanın ayrışması ve evrendeki insan varlığını tehdit eder bir hal almışmış olması durumudur. İnsanlaşma sürecinin bileşenlerini oluşturan bu iki antropolojik süreç, tek yanlı olarak birbirlerini bütünlemeden gelişme konumuna gelmiş bulunmaktadırlar.
Bireyleşmenin ve toplumsallaşmanın zaman-mekanda sürekli ayrışması hali bir “aşırılık” halidir (daha doğrusu onun sonunda oluşmuştur), ve toplumsal kuşakları oluşturan bireylerin yaşam çizgilerinin biçimlendirilmesinde doğrudan müdahil olmaktadır. Bu demektir ki, bireyin yaşam çizgisi üzerinden bir kimlik biçimlendirilmesine girişilmesi, ilk adımda iki süreçten (bireyleşme ve toplumlaşma) hangisinde bir aşırılık içerdiğinin tespiti ile gerçekleşir. Yaşam çizgilerinin özneleri, davranış çizgilerindeki aşırılığı bizlere kendi hayat hikayelerini aktarırken ifade ederler. Bu durumda onlar; ya aşırı bireyci bir davranış biçimine sahiptirler, ya da aşırı toplumsallaşmacı davranış çizgisine sahiptirler.
Yanlış anlamaları önlemek için altını çizmemiz gerekmektedir: Genel aşırılık hali, ne içinde bulunduğumuz “kriz döneminin” (“Felaket dönemi” diye adlandırmak belki daha doğru olurdu) kendine özgü bir durumdur, ne de bu dönemde tarih sahnesine giren kuşaklar ile sınırlı bir olgudur. Bireyselleşme ile toplumsallaşmanın sürekli bir şekilde farklılaşma yaratması genel olarak “sınıflı toplum” olarak adlandırdığımız toplumların olağan durumunu ifade eder. İçinde bulunduğumuz durumda bahis konusu olan, son “sınıflı toplum” olan kapitalist toplumun kendi tarihsel sonuna gelmesi ve bu doğal sonu bütün insanlığın sonuna bağlamaya başlamış olmasıdır. Bu tarihsel ve olağan üstü şartlarda gerçekleşen aşırılık, kapitalizmin imkansız da olsa bir “denge” arayışı içinde olduğu, sermayenin kriz dönemlerine rağmen sürekli bir şekilde toplumsallaşmaya devam ettiği dönemden farklı olarak, eğer sürdürülmesine müsaade edilirse bütün insanlık için ölüm aşırılığı niteliğindedir.
Kendi kendini tüketen bir toplumsal varlık hali olarak “bireyselliğin infilakı”
Olayın genel antropolojik boyuttaki irdelemesini bir an için bir yana bırakalım ve “bireyselliğin infilakı” olarak adlandırdığımız olayı şimdi de somut toplum-tarih süreci içinde gözlemlendiği biçimiyle ele alalım. Bu yanıyla ilk hamlede sorulacak sorular şunlar olacaktır: İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin tahakkümü altında bulunan sınıflı toplumda ön görülen ve gerçekleşmesi imkan dahilinde olan, dolayısıyla bireylerin davranışlarına izin veren ve onları yönlendiren genel hareketlilik ne şekilde kendisini ortaya koymaktadır?2 Toplumsal hareketliliğin gerçekleştiği “global” olarak nitelendirdiğimiz toplum ne ölçüde bu hareketliliğin gelişmesine imkan sağlayabilmektedir?
İçinde yaşadığımız sınıflı toplumlarda zaman düzenlenmesini gerektiren toplumsal hareketlilik ve mekan düzenlemesini gerektiren toplumsallık biçimleri, hakim konumda (ve sürekli alt sınıf ve tabakalarla savaş halinde) olan ve bu yüzden bireylerin yaşam çizgilerinin oluşumuna da müdahil olan sınıf, “sermayedarlar sınıfı” tarafından belirlenmektedir. Kapitalist sistemin biçimlendirdiği toplumlarda zaman ve mekan düzenlemesi de sermayedarlar ve emekçiler arasında parçalanmış bir yapıdadır ve bu parçalar arasında hiyerarşik bir ilişki mevcuttur. Bunun yanında, ister sermayedarlar için olsun, ister bütün ekonomik değerlerin yaratıcısı olan “işgücü taşıyıcısı” emekçiler için olsun, sistem tarafından tespit edilip bütün bireylerin hayat çizgilerine empoze edilen (ve onların davranışlarını anlamlandırma iddiasında olan) bir tek varoluşsal hedef biçilmiştir: Sermayenin hiçbir sınır tanımayan temerküzü!
Bu yüzden, kapitalist sistemde en ideal toplumsal hareketlilik biçimi oluşturmak için, sermayeye sürekli yakın olmaya çabalamak, burjuvalaşmak ve kendi konumunu korumak için “Ötekilerle” kendi arasına sürekli “sosyal mesafe” koymayı gerektiren bir ilişki içinde bulunmak, ve günümüzde gerçekleştirildiği biçimde o “Ötekileri” yok etmek veya yok saymak esastır. Bu davranış biçiminin halk arasındaki adlandırılması; alt sınıfa ait olup da “toplumsal hareketlilik” içine girmiş olanlar için “sınıf atlamak” veya “köşe dönmek” şeklindedir. Aynı şekilde, toplumsal hareketliliği kapitalist sistemin tabiatına uygun olarak tek yanlı bir şekilde “düşey” bir hareketlilik olarak tasarlayabilecek kadar ruhunu ve beynini sermayeye satmış “piyasa sosyologları” ise olayı, akademik ve sözüm ona “bilimsel” bir düzeyde uydurdukları “X, Y, Z” kuşaklarını tanımlarken dillendirmektedirler. Ulus-Devlet formasyonu içinde bir toplumsallık biçimi olarak var olmaya çalışan kapitalist sistem gerçeği için “düşey hareketlilik”, ulaşabildiği en mükemmel biçimiyle yani en alttakilerin burjuvalaşmasına en elverişli tarzda belki de 2. Dünya Savaşı sonrasında uzanan “toplumsal ilerlemeci” dediğimiz dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönemden sonra gelen “kriz dönemi” (veya felaket dönemi) olarak adlandırdığımız dönem, emekçi sınıf bireyleri için giderek artan şekilde “düşey” hareketliliğe kapandığı bir dönem olmuştur. Dahası aynı kapalılık, sermaye sınıfını oluşturan geniş taban için de söz konusudur. Bu küçük ve orta zenginler tabakası, sermayenin sosyalleşmesinin azalmasına da bağlı olarak, küresel boyutta yoğunlaşan sermaye tabakasını oluşturan az sayıdaki zenginlerle organik bir sınıf oluşturmaktan uzaklaşmaktadır.
Günümüzde, sermaye temerküzüne bağlı olarak bütünüyle rasyonel bir şekilde örgütlenen kapitalist sistem, kendisini insani ve toplumsal olan her şeyden arındıran, ölümcül olduğu kadar öldürücü de olan bir yörünge içine girmiş bulunmaktadır. Sermaye sınıfı egemenliğini faşist tipte siyasi yapılanmalar (ırkçı veya parlamenter tipteki ideolojilere dayanması bunda tayin edici değildir, kaldı ki ırkçılığın bir biçimi olan “öjenizm” bir sınıf ideolojisi haline gelmiş bulunmaktadır) üzerinden gerçekleştirmektedir. Bizce bunun en önemli sonucu ise “sermaye düşünürlerinin” titizlikle gözlerden saklamaya çalıştığı gerçektir: Emekçi halk hareketinin tarih sahnesinde en ön sıraya geçmiş olması olgusu.
Böylece, “piyasa düşünürlerinin” aksine, bireylerin yaşam çizgilerinin belirlenmesinde olduğu kadar, davranış çizgilerinin belirlenmesinde de belirleyici olan; çözüm üretmek, onarmak, yaraları sarmak ve tedavi etmektir. Diğer bir deyişle, sonuna gelmiş olsa da ÖLÜMÜ temsil eden kapitalist sistemin sürekli en aşırı ucuna taşıdığı “bireyselleşme” ile, HAYATI temsil eden emek hareketinin taşıdığı ve komünizm perspektifli toplumsallaşmacı hareket, aksi yönlere doğru ilerleyerek birbirlerinden hızla uzaklaşmaktadır. “Bireyselliğin infilakı” olarak adlandırdığımız olayı oluşturan nedenlerden olan bu antropolojik parçalanma sadece dışsallıkta değil ama içsellikle de kendisini hissettiren bir olaydır. Bireyselliği infilak ettiren “kriz dönemi” dediğimiz tarih kesitinde sınırsız gelişim gösteren aşırı bireyleşme, sadece toplumsallığı ortadan kaldırmakla kalmaz, ama insandaki bireyselliği de buna paralel olarak havaya uçurur. Piyasa düşünürleri tarafından çizilen ve insandan çok vahşi hayvanlara benzeyen birey profilleri bunun en açık göstergelerindendir.
Kimlik arayışları ve toplumsal kuşaklardaki farklılaşmalar:
Bir an için bireylerin yaşam çizgilerini, “toplumsal ilerlemeci” dönemde olduğu biçimiyle, “global topluma” doğru ve hatta onun içinde hızla ilerleyen bir araca benzetelim. Global toplumun” durumunu belirleyen şartlar kötüleşerek değiştiği oranda, bu şartların yaşam çizgilerine olan geçirgenliği de değişecek, giderek bu yaşam çizgilerinin çarparak infilak ettiği bir duvara dönüşecektir. İşte “bireyselliğin infilakı” veya tam olarak söylemek gerekirse ”bireyin yaşam çizgisinin infilakı” (BYÇİ)3 dediğimiz olay çok basitleştirilmiş ifade biçimiyle, bu imajdaki gibi oluşmaktadır. Bireyselliğin infilakı olayı her şeyden önce bir insan bireyinin, kendi varlığı için “olmazsa olmaz” olan toplumsal mekandan yani global toplumdan mahrum bırakılmasıdır. Aynı zamanda bu durum, bireyin yaşam çizgisinin devamlılığını kaybetmesinde ifadesini bulan toplumsal zaman mevhumunun da kendisini oluşturan anlara ayrılarak parçalanması demektir. Özetle ifade etmeye çalıştığımız “bireyselliğin infilakı” hali “kriz döneminde” bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinin ayrışması olayı ile eş zamanlı olarak gerçekleşmektedir. Evrendeki “insan varlığını” sorun haline getiren bu durumun oluşmasının ortaya serilmesi, “o halde ne yapmalı?” sorusunu araştırma faaliyetinin önüne, onun cevaplandırılması gereken temelli sorulardan birisi olarak araştırmacı tarafından konulmadan mümkün olmayacaktı: Bu soru, doğrusu araştırmacıdan etik sorumluluk ve insandan yana olmak anlamında tarafgirlik talep eden bir sorudur!4
.Yukarıda bireysel içselliği ve onun zamansal bir dökümünden başka bir şey olmayan “bireyin yaşam çizgisini” tanımlarken, onların biçimlendirilmesinin dışsallıktan bağımsız “bir iç mesele” olarak gelişmediğini, toplumsal zaman ve mekanların müdahalesi ile gerçekleştiğini belirtmiştik. Örneğin “bireyin yaşam çizgisinin” oluş süresinin başlangıcından beri sırasıyla devreye bireyin ait olduğu toplumsal sınıf – aile çevresi – eğitim gördüğü okullar – ve nihayetinde “global toplum” (cemiyet) olarak adlandırdığımız Ulus-Devletteki başlıca toplumsal dışsallık biçimleri girmektedir. Sosyoloji literatüründe, bireyi “hayata hazırlayan” ilk üç dışsallık biçimi, “toplumsal kurumlar” olarak adlandırılırlar. Ancak, altını çizmemiz gerekecektir ki, bu kurumların başlıca amaçları “global toplumun” yerini almak değildir. Toplumsal kurumların amacı bireysel varlığı “toplumsal entegrasyona” hazırlamak ve o gerçekleştiği taktirde de bireyin yaşam çizgisinin global toplumda devamını sağlamayı mümkün kılmaktır. Diğer bir deyişle, bir Ulus-Devletin sınırları içinde “vatandaş” olarak kimliklenen ve ait olduğu toplumsal sınıflara göre ayrıca birer “alt-kimlik” sahibi olan birey, kendi yaşam çizgisinin “global toplumda” sahip olduğu devamlılığın kaybolması ile birlikte “kimlik kaybına” da uğramış olacaktır.
“Kriz döneminde” şahit olduğumuz “kimlik kaybı”, toplumsal dışsallıktaki genel ve hızlı daralmayla at başı giden bir olaydır. Bu yüzden, bireylerin, aynı zamanda kendi yaşam çizgilerinin devamını en azından geçici bir süre mümkün kılan yeni toplumsal dışsallık biçimleri edindiğine veya yaratma çabasına girdiğine şahit olmaktayız. Bu çaba ise yeni toplumsal kimlik ve buna bağlı olarak davranış biçimlerini şekillendirmektedir.
Bireyselliğin ve/veya bireyin yaşam çizgisinin infilakı şartlarında, yerleşik toplumsallaşma biçim ve alanının daralmasıyla doğan acil “toplumsal dışsallık” talebi, bireylerin “toplumsal kurum” olarak işlem gören ve “yaşam alanı” olarak adlandırdığımız, “cemaatler”, aile, okullar gibi dışsallıkların, “global toplum” dediğimiz “cemiyet” alanının yerini almasıyla giderilmektedir. Bu demektir ki, “kriz kuşağının” içine dahil olan bireylerde, toplumsal hareketliliğin öznesi, kendisine içinde yaşadığı tarihsel dönemde dayatılan aşırı bireyciliğini dengede tutarak kazandığı kimliğini, “toplum” dediğimiz ve genellikle “Ulus-Devlet” biçiminde tecelli eden “TOTAL” vatlıkta değil, ama hayat çizgisi boyunca devreye giren onun kurumlarına takılıp kalarak elde etmektedir.
Yeni kimlik oluşumlarını beraberinde getiren, “kendi kendisi üzerine katlanma” hareketi, rastgele oluşan bir büzüşme hareketi değildir. Bu hareket ilk önce ayrışma halindeki iki temel antropolojik süreçten (bireyleşme ve toplumsallaşma) birisi üzerine katlanarak gerçekleşir. Böylece bireyci ve toplumsallaşmacı davranış çizgilerinin oluşumunun şartlarını hazırlamış olurlar. Sonra -ve birincilerin oluşumuna destek verircesine- bireyci çizginin iki ucunda “global toplumda” devamlılık aramaya her şeye rağmen devam edenler ve aile dışsallığı üzerine katlananlar iki ayrı kimlik kutbu oluştururlar. Toplumsallaşmacı çizginin iki ucunun birisinde cemaat veya “toplumsal sınıf” dışsallığı, diğer ucunda ise temsil ettiği bütün toplumsal değerleriyle “okul” dışsallığı kimlik kutbu oluşturmaktadır.
“Kriz dönemi” olarak adlandırdığımız tarihsel kesimde ortaya çıkan toplumsal kuşakları, kendi tarihi şartlarından ve bütünden kopararak, sermaye sınıfının beklentilerine uydurup aktaran “piyasa araştırmacılarının” yaptığı tanımlarda da, “aşırı bireyciliğin” sonucunda beliren toplumsal kimlikleri kısmi de olsa gözlemleyebilmekteyiz. Bunun en bariz örneğini, daha çok “vahşi hayvanlara” benzetebileceğimiz (piyasa sosyologlarının tanımına uygunluk anlamında), kendinden başka canlıya hayat hakkı tanımayacak kadar bireyci “Y” kuşağı bireylerinin, aynı zamanda iyi birer “aile babası-anası” olabildiğinin belirtilmesi, bizim tabirimizle “aşırı bireyci” dediğimiz davranış çizgisine sahip olduğunun en açık bir göstergesidir. Ayrıca, belli tarihsel şartların mahsulü olan bir toplumsal kuşağı tanımlarken, aynı dönemde bir toplumsal gerçeklik olarak var olan toplumsalcı davranış çizgisindeki diğer kimliklerin hasır-altı edilmesi de, böylesi uyduruk tanımların ancak ve ancak “piyasa sosyologları” tarafından yapılabileceğinin de delilidir.
Sonuç itibariyle, “kriz kuşağı” olarak adlandırdığımız kuşağın bireysel içselliklerinde yaptığımız gezi, onların kimlik oluşumları ve kuşaklarını kimlikleyen davranış biçimleri hakkında belli bilgiler vermektedir. Biz bu bilgilere, “piyasa sosyologlarının” daha çok “X kuşağı” olarak adlandırdığı kuşağa ait bireylerin ağırlıkta olduğu bir gençlik gurubunun “hayat hikayelerini” etüt ederek sahip olduk. Yani, tam yirmi yıl bizleri “araştırma nesnemizden” ayırmaktadır. Bu süre zarfında yaşadığımız siyasi ve toplumsal hareketlilik, etüt ettiğimiz kuşağın davranış biçimlerinin varlığını ve hala yürürlükte olduğunu onaylar niteliktedir. Bunun yanında, özellikle “Covid-19” pandemisi ile birlikte, aslında evvelce de var saydığımız yeni bir “kırılma noktasına” girmişe benzemekteyiz. Daha önce gerçekleştirdiğimiz saha araştırmasının metodolojik açıdan bir yenisinin gerçekleştirilmesi bize toplumsal gerçekliğin oluşum sürecinde yeni ufukları açacağına inanmaktayız. Bu yüzden, “gerçek muhalefet” safında yer alan araştırmacıların böylesi bir saha araştırmasına omuz vermesi için çağrı yapıyoruz…
Toplumsal dışsallık ve “kriz kuşağı”
”Bireysel içsellik” ve/veya “yaşam çizgisi” dediğimiz şeylerin insan toplumu ve insanlık tarihi ile ilişkileri ampirik türden bir ilişkidir, yani “saf aklın” türeteceği türden bir nedensellik zinciri olarak metafizik bir bağla birbirlerine bağlanmazlar! Bu durum iki insani varlık alanında ola gelen olayların aslında, insan hayatının maddi gerçekliğinin bütünü göz önüne alındığında, aynı olaylar zincirini oluşturmuş olduklarının da sonucudur. İnsan varlığı, içinde var olduğu evrene ilahi bir güçle bağlanmayı gerektirecek kadar yabancı mıdır ki, “bireysel içsellik” ile “toplumsal dışsallık” birbirleriyle aynı bütünün parçaları olarak ele alınıp anlaşılmaya ve çözülmeye çalışılmasın? Bunu ancak “bireyselliği” maddi bir oluşun tezahürü olarak görmeyip onu “toplumsallığın” karşısına dikenler iddia edebilirdi!
İleri sürdüğümüz, kurgusal gerçekliğin karşısına somut olayları yani insan hayatının maddi oluşumunu dayatan postulat bizi, doğrudan bireysel içsellikte “bireyselliğin infilakı” olarak tanımladığımız olayın kendisini, “toplumsal bir kriz” ortamı olarak ve bir ayrışma veya “çöküş” olarak nasıl ifade ettiğinin anlaşılmasına götürmektedir.
“Sınıflı toplum” çağında toplumsal dışsallığın oluşumu:
Alabildiği bütün somut tarihsel biçimleri halinde bir dışsallık biçimi olarak sınıflı toplum, sürekli bir parçalanma ve, az veya çok seyreden bir “kriz hali”, ve bunlara bağlı olarak da “sınıfsız toplum” kurulana kadar yürütülecek sınıf savaşları demektir. İnsan toplumunun yani “toplumsal dışsallık” dediğimiz şeyin bireyler arasındaki açılımı, yerleşik sınıflı toplum düzeni (bireylerin hayatının yeniden üretilmesinin içinde gerçekleştiği ekonomik şatları kendi yararına düzenleyen sınıfın egemenliği) tarafından bütün varlık alanlarında sistematik olarak dayatılan “sosyal mesafe” ile ölçülmektedir.
Covid-19 pandemisi döneminde de adından kendi tabiatından saptırılmış bir şekilde söz edilen “sosyal mesafe”, bireylerin toplumsallık yaratan özneler olarak kendi varlıklarına ve yaşam çizgilerine sahip çıkmakla doğal ve geçici olarak ortaya çıkan mesafe değildir. Bu mesafe, hakim sınıfın bireyler arasındaki ilişkilere toplumsal çıkar farklılıklarına bağlı olarak dayattığı, mekanda yapılandırılmış (kurumsal ve hukuki hale getirilmiş), zamanda belli bir düzenliği olan bir mesafedir. Diğer bir deyişle, bir tek olduğu farz ve vaaz edilen toplumsal dışsallığın, mekânsal parçalanması ve zamansal kopuşu demektir.
Sürekli bir kriz ortamı yaratmış olsa da, çoğunlukla hayatın üretim faaliyetindeki şartlara ve bireylerin işgal ettikleri konuma göre; sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen olarak iki kategoride kümelenen bireyler kendi durumlarını “normal bir durum” olarak yaşarlar. Bir çeşit “doğallıkla” yaşanan bu durumun olağan üstü bir “kriz” durumuna dönüşebilmesi için nesnel ve öznel şartlar açısından, üsttekilerin alttakilere kendi varlıklarını devam ettirebildikleri şartları vermek istememesi veya verememesi, alttakilerin de artık kendilerine dayatılan şartlarda yaşayamaması veya öznel nedenlerden dolayı yaşamak istememesi durumunun doğması gerekmektedir. Bu durum sınıf savaşlarının tarihsel seyrine bağlı bir durumdur. Dolayısıyla, aynı zamanda savaş halindeki sınıfların bireylerinde, bireysel içselliklerinde de kendi karşılığını bulmaktadır5.
Toplumsal nitelikteki “kriz dönemleri” aynı zamanda bir yeniden tanımlama ve yeniden kimliklendirme dönemidir. Bireyin varlığının ve yaşam çizgisinin devamını sağlayan şartların değişmesine bağlı olarak, evrendeki insan varlığının yeniden belirlenmesi için yürütülen sınıf mücadelesi, sadece siyasi düzlemde yeni bir toplumsal düzen (sınıflı veya sınıfsız) kurulması için yürütülen iktidar mücadelesi değildir. Bu mücadele, ideolojik planda yürütülen mücadeleler üzerinden yeni bir insan bireyi ve toplumunun tanımlamasının yapılması faaliyetidir. Beş yüz yıldan beri kendisi için bir sınıf olma sürecine angaje olmuş burjuvazinin amacına ulaşması için, aynı zamanda bir yeniden tanımlama çabası taşıyan “Rönesans” hareketi ve “Aydınlanma ve Hümanizm felsefesinin” ortaya çıkıp ve feodalite ve skolastiğe karşı ideolojik savaş yürütmesi gerekmiştir.
Aydınlanma hareketinin gerçekleştirdiği en büyük tarihsel ileri atılım, yerellikle belirlenen bir toplumsal dışsallık anlayışından, evrenselliğe öykünen Ulus-Devlete; köle veya serften kendisine “insan bireyi” olarak işleme alınacağı sözü verilen vatandaş-bireye geçiştir. Günümüzde yaşadığımız “kriz dönemi” kapitalist sistemin içinde bulunduğu -ve bütün insanlığı da içine çekmeye çabaladığı- yeni, -ve aldığı antropolojik boyut dikkate alınırsa- muhtemelen sonuncu toplumsal krizdir. Bu yüzden, “toplumsal dışsallığı” oluşturan zaman ve mekanda ön görülen kopuş, en azından “çok uzun zaman” ve doğrudan evrendeki insan varlığı veya yokluğu açısından değerlendirme yapılmasını gerektirecek kadar derindir. Sermayedarların en üst kesiminin, kendi varlık şartlarını hazırlamış ve beş asır müddetince taşımış Ulus-Devlet formasyonunu ortadan kaldırmaya yönelmiş olması, bu derinliğin aldığı biçimin en somut örneğidir. Dolayısıyla, yapılacak “toplumsal kuşak” tanımlamaları mevcut durumun bu boyutu hesaba katılmaksızın pek mümkün görünmemektedir.
Bir “toplumsal dışsallık” biçimi olarak kapitalist sistemin hali:
“Kapitalizm her şart altında bir yolunu bulur”, “demokratik bir toplum olan kapitalist sistem her duruma adapte olur” gibi önermeler, sınıf savaşlarındaki her yenilgi ve geri çekilme dönemlerinde en radikal “solcusundan” yine en radikal “burjuva demokratına” kadar bütün muhalefetin ortak kanısı haline geldiğine şahit olunması, bir “siyasi rutin” halidir. Nitekim, “toplumsal ilerlemeci” dönem sonrasında yaşadığımız “kriz” ve yenilgi döneminde de öyle oldu ve hatta kısmen de olsa olmaya devam etmektedir. Geçmişte oldukça aktif durumda olan bu kesimlerle 1990’larda ve 2000’lerin başlarında yürüttüğümüz tartışmalar, onların aslında yerleşik düzenle her dönemde geçerli olan, ideolojik anlamda patolojik, duygusal anlamda platonik bir aşk yaşadıklarını ortaya çıkarmıştır. Sınıf mücadelelerinin bütün ihtişamıyla geri döndüğünü müjdeleyen “Haziran Ayaklanması” ve “Sarı Yelek İsyanı” gibi uzun süreli emekçi halk hareketleri, bu kesimden bir kısmını kendi tavırlarını sorgulamaya itti. Bir diğer kesimi ise, bizim şimdilerde “neo-goşistler” olarak adlandırdığımız, kapitalist sistemle noe-liberal ideologlar tarafından gerçekleştirilen “Katolik nikahı” kıldırmış bulunmaktadır ve karşı devrimin “akıncı kolu” gibi hareket etmektedirler.
İlginç olan nokta odur ki, sağdaki ve soldakiyle saydığımız her iki kesimin sözcüleri, içinde bulundukları siyasi ve ideolojik pozisyonları aynı temel argümanı ileri sürerek savunmaktadır: “İçinde yaşadığımız çağ değişmemiştir, dün nasılsa bugün de o şekildedir!” Bu “değişmezlik” prensibi neo-goşistler için “komünist babarlığın” gelecekte de devam edeceğini göstermektedir, ve bu yüzden yapılması gereken, kapitalist sistemin devamlı dik tuttuğu “demokrasi bayrağı” altında birleşilmelidir. Radikal tüyler takınmış “sol” kesim, değişmezlik prensibini “Leninist emperyalizm çağına” bir saldırı olarak savunmaya girişmekte, içinde bulunduğumuz tarih kesitinin anlaşılmasını ve doğrudan sınıf mücadelesine katılmak gerektiğini savunan bizleri “Marksist-leninist prensiplere saldırmakla” itham etmektedir.
Hülasa olarak ifade etmek gerekirse, sağcısı ve solcusuyla resmi muhalefetin her iki kesimi de, insanlığı gelecek mevhumundan soyutlayan ve onun kaderini, tarihsel olarak kendi tükenmiş kaderine bağlayarak sonlandıran kapitalist sistemin çizdiği sınırları, evrendeki insan varlığının biricik sınırları olarak kabul etmiş olmaktadırlar. Bu durumda, karşı devrimci sağcısı ile “Devrim ağalarının” güdümündeki solcusu arasındaki fark sadece şudur: Birincilerin doğrudan bu sınırların korunması için anti-komünist mücadeleye soyunmuş olmaları, ikincilerin ise sistemin çizdiği sınırın içinde kalan varlık parçasından öte bir gerçeğin algılanmasını dahi yasaklamış olmalarıdır (ki bu onların insan varlığını geleceğe taşıyabilmekten aciz olmalarının basit bir tezahürüdür). Oysa kanımızca bir kadavraya dönüşmüş ve defnedilmeyi bekleyen kapitalist sistemin yaşam alanını belirleyen bu sınırın aşılması, genel olarak hayatın sürekliliği yönünde atılması gereken ilk temelli adım olmaktadır.
Düşünceyi ve insan varlığını kapitalizmin çizdiği ve dayattığı sınırlara hapsetmek, onun tarihsel kaderini insanlığın kaderiymiş gibi görmek, toplumsal olaylara bakış ve onları değerlendirişte izlenen yaklaşımla doğrudan ilgilidir. Şöyle ki, hem sağ ve hem de sözüm ona “sol” muhalefetin bir çeşit tabu haline getirilmiş olduğu yaklaşım, toplumsal gerçekliği siyasal hakimiyetin belirlediğine olan inançtan kaynaklanmaktadır. Özellikle “piyasa sosyologları” dediğimiz kesimde mutlak anlamda hakim olan bu anlayış, aynı zamanda onların anladığı anlamda “bilimsel gerçekliğin” de ölçüsüdür. “Akademiyi” kapitalist sistemin hakimiyeti dışında düşünülemeyecek bir mihrak olarak gören “piyasa sosyologları” dediğimiz kesimin tavrının, hizmet ettikleri sınıfın “doğal bir gerekliliğin sonucunda doğduğu” tezine dayandığı kolaylıkla anlaşılabilir bir şeydir. Ancak, “emekçi sınıftan” yana olan “radikal sol muhalefetin”, gerçekliği, “mevcut durumda hakim olanın” tekelinde olan bir şey olarak görmesini nasıl izah edebiliriz? Bizce bunun başlıca nedeni, kendilerini “iktidar mücadelesi” veren devrimciler olarak tanımlamaları, ve buradan hareketle her türlü gerçekliği “siyasi gerçekliğe” indirgemiş olmalarıdır. Böylece, “siyasi gerçeklik”, ekonomik, kültürel, artistik, düşünsel, vb gerçeklilikten koparılmış, tek yanlı ve geri dönüşsüz olarak birincinin bu sonuncuları belirlediğini ileri sürerek, onları resmi ve/veya gayrı resmi olarak 2. Sınıf gerçeklik statüsüne itmiştir. Bizce bu anlayış, siyasal devrimle iktidarın alınmasından sonra da devam etmekte ve SSCB gibi birçok sosyalist devrimin sonunu hazırlamaktadır. Aynı şekilde, yakın geçmişteki ve günümüzdeki haliyle “kapitalist sistemin kadavraya dönüştüğü” gerçekliğinin onlar için pek bir anlam taşımamasının gerisinde de bu çarpık anlayış yatmaktadır: Siyasi devlet aygıtını ele geçirmek ve elde tutmak toplumsal ve tarihsel açıdan var olmak ve yar olmaya devam etmek için yeterlidir.
“Devrim ağaları” dediğimiz kesimin etkisindeki dogmatik “radikal sol” sadece her türlü gerçekliği iktidar mücadelesi üzerinden “siyasi gerçekliğe” bağlayıp silikleştirmekle kalmamaktadır. Aynı zamanda toplumsal her türlü hareketliliğin ve yaratıcılığın öznesi bireyi ve onun gerçekliğini de hesaba katmaktan yana değildir. Bu alanda da hakim genel anlayış, yine tek yanlı ve geri dönüşsüz olarak toplumsal yapının temsil ettiği gerçekliğin, öznenin bireysel gerçekliğini, onun “katkı payına” gerek duyulmayacak bir şekilde, belirlediği yönündedir. Gerçekte olup biten ve aynı zamanda, bireylerin içselliklerinde taşıdıkları devrimci işlevin kendileri ve iktidarları üzerinde de devrimci bir etkisinin olabileceğinden korkan dogmatik “radikal solcuların”, “toplumsal dışsallıktan” ve geniş anlamda “komünist toplumdan” anladığı, katılımın ve değişimin ancak devlet erki tarafından belirlenebileceğine dair besledikleri sonsuz imandır. Günümüzde, sonuna gelmiş kapitalizmin liberal faşist diktatörlükler aracılığıyla sadece insan toplumunu kemirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanların bireyselliğini de havaya uçurmasına kayıtsız kalınması bundandır. Palavradan radikal “solcuların” Haziran Ayaklanması sırasında, isyanın öznesi olan, belli bir siyasi otoriteden emir almadan hareket eden ayaklanmacıları “başıbozuklar” olarak görmesi de bu durumun bir diğer ifadesidir. En vahim nokta odur ki; “örgütsel yapının gardiyanları” olduklarını ısrarla iddia etmelerine rağmen, hala Ayaklanma ve İsyanlardan hiçbir ders çıkarmamakta ısrarla ayak diremeye devam etmeleridir.
“Kapitalizmin sonu” – “komünizmin başlangıcı”:
”Bireyselliğin infilakı” olayından bahsederken bir “aşırılık” ortamından ve bireyselleşme-toplumsallaşma süreçlerindeki ayrışmaya işaret etmiştik: Sonuçta, “yaşam çizgileri” böylesi şartlarda biçimlenen toplumsal kuşakların bireylerinin davranış çizgilerinin de, yaratılmış olan aşırılıkları ve ayrışmayı gidermek üzere ortaya çıktığının altını çizmiştik. Şimdi bir adım daha atarak, aynı aşırılık ve ayrışmanın “toplumsal dışsallıkta” da yaşandığını ve yine aynı şekilde bu aşırılıkların giderilmeye çalışıldığını belirtelim.
Toplumsal dışsallıktaki aşırılıkların, tarihsel sonuna geldiğini gözlemlediğimiz kapitalist sistemin insan toplumu üzerindeki hakimiyetinden kaynaklandığını öncelikle belirtmeliyiz. Buna bağlı olarak da insanlık, kapitalizmin “liberal faşist” nitelikte bir diktatörlükle son sansını denedikten sonra yok olacağının-edileceğinin altını çizmemiz gerekiyor. Kapitalist sistemin yerini alacak olan sınıfsız bir toplumun kendisini sadece “iradi bir seçimin” sonucu olarak değil, ama aynı zamanda nesnel bir zorunluluk olarak dayatacağı geri dönüşsüz yeni döneme hazırlanmamız gerektiğini de buna bağlı olarak belirtmeliyiz.
Kapitalist üretim biçiminin, yukarıda birden fazla bağlamda altını çizerek belirttiğimiz gibi, insan toplumunu kemiren ve insanın bireyselliğini aşırı bireycilikte boğan bir canavara dönüşmesi, sadece onun zaten baştan beri “kötü tabiatlı” bir sistem olduğuyla açıklanamayacak bir durumdur. Onun “kötü tabiatlı” olduğu elbette doğrudur; ancak insana ait olan her şeyi geri dönüşsüz olarak yok etmeye girişmesi ve tahribatının insan türü için jenosider bir boyut kazanmış olması yeni bir olgudur. Kapitalizmin varoluş nedeni olan sermaye insanın toplumsallığını, her şeyden önce kendi kendisini üretim faaliyeti üzerinden eskisi gibi gerçekleştiremediğinden yok etmektedir6. Bu asla unutulmamalıdır! Ayni şekilde, kapitalist sistemde yerleşik hakimiyet biçiminin “liberal faşist” bir niteliğe dönüşmesi ve baskılarını, son Covid-19 pandemisi esnasında olduğu üzere kitle katliamları ve jenosider imhalar düzenleyerek arttırması, zaten başka türlü yapmasının mümkün olmadığından böyledir. Diğer bir deyişle, sermayedarlar sınıfının artık başka türlü sömürememesi ve hükümranlığını sürdürememiş olmasından dolayıdır ki, içinde bulunduğumuz şartlar “devrimci duruma” elverişli hale gelmiş bulunmaktadır. Kapitalist sisteme ve burjuva diktatörlüğüne sarsılmaz bir imanla bağlı olan neo-goşistlerimizin ve “utangaç mümin” sol radikallerimizin iddia ettikleri gibi, kapitalizmin tarihin akışını yönlendirecek türde ve insanlığın önemli bir bölümünü yok etmenin dışında başka bir tek “B planı” yoktur.
Eğer ille de var diyorlarsa bu plan onların bizzat kendileridir!
Kapitalist sistemin içine çekildiğimiz işleyişinin dışında tarihe mal olabilecek başka bir planı yoktur, ama insanlığın ve onun kaderini omuzlarında taşıyan emekçi sınıfının bir çıkış planı tabi ki bulunmaktadır: Komünizm. Anlaşılacağı üzere bu çıkış planı aynı zamanda genel olarak sınıflı toplumlar döneminden çıkış planıdır. Değişmekte olan, bir insan türünün bir çağdan diğerine geçişi değildir; bir insanlık halinden (sınıflı toplum), diğer bir insanlık haline (sınıfsız toplum) geçiştir. Aynı şekilde, bu geçiş, insanlığın evrimi açısından varlıkla yokluk arasında zorunlu bir geçiş olmaktadır. Zorunluluğun nedeni ise sadece ölüm-kalım mücadelesi veren toplumsal öznelerin iradeleriyle açıklanabilecek bir durum değil, ama geçiş şartları bir önceki dönemde hazırlanmış olan yeni bir döneme, iradeyi de harekete geçirerek somut, temelli ve geri dönüşsüz bir şekilde adım atıştır.
Anlaşılacağı üzere, yeni ve temelli bir insanlık hali olan komünizmin maddi şartları, kendi tarihsel varoluş döneminde “üretici güçleri sürekli devrimleştirmeden var olamayan” (Marx)7 kapitalist üretim tarafından hazırlanmış bulunmaktadır. Üretici güçlerin gelişim düzeyi günümüzde öyle bir seviyeye ulaşmış bulunmaktadır ki, yakın geçmişteki “toplumsal ilerleme” döneminde sınıf savaşları boyunca elde edilebilenden çok daha fazla toplumsallığı8 mümkün kılan düzeye erişmiş bulunmaktadır. Bu demektir ki, “herkesten kabiliyetine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin somut hayatın bir parçası, yani insan bireyleri arasındaki ilişkileri düzenleyen ve yönlendiren ana prensip olarak hayata geçirilmesi için, yerleşik iktidarı ele geçirmekten başka önemli bir engel kalmadı demektir.
O halde, içinde bulunduğumuz çağ “kapitalizmin sonu ve komünist devrim çağı” olarak adlandırılmalıdır. Buradaki “kapitalizmin sonu” tabiri, toplumsallaşamayan ve tek yanlı ve geri dönüşsüz olarak aşırı bireyselleştiren sermayedarlar sınıfının yarattığı aşırılık hali olarak anlaşılmalıdır. “Komünist devrim” tabiri ise, emekçilerin oluşturduğu sınıfın kendi varlığını tehdit eden bu aşırılığın, acil ve yine geri dönüşsüz bir şekilde toplumsallaşma ile giderilmesi hareketidir. Bu toplumsallaşma hareketi sadece yeni ve toplumsal sınıfların (işçi sınıfı dahil olmak üzere) olmadığı bir toplumsal dışsallığın ikamesi hareketi değildir. Bu hareket, aynı zamanda toplumsal öznenin özgürleştirilmesi ve, aşırı bireyleşmeyle ve buna bağlı olarak “bireyselliğin infilakıyla” dağılan parçalarının sarılmasıyla ortaya çıkan bir “Ecce Homo” (işte İnsan) hareketidir. Kanımızca, içinde bulunduğumuz dönemin varoluşsal dinamikleri böylece açıklıkla ortaya konulmadan tutarlı ve gerçeğe yakın bir toplumsal kuşak tanımı yapmak mümkün görünmemektedir.
“Kapitalizmin sonu-komünist devrim” çağında toplumsal kuşaklar:
Dışarıdan gözlemlendiğinde “toplumsal kuşaklar” olarak adlandırdığımız şeyin toplumsal zaman-mekan aralığında oluşmuş bir kopuşlar ve devamlılıklar manzumesi olduğu, yapmaya çalıştığımız tanımlarla anlaşılmıştır, umut ederiz. Dolayısıyla, eleştirdiğimiz “X-Y-Z” kuşakların tanımını yapan “piyasa araştırmacılarının” yaptığı gibi ısmarlama durum tespiti yaparak hakim sınıfın önyargılarını olgulara yamamaya çalışarak “bilimsel” diyebileceğimiz “toplumsal kuşak” tanımını gerçekleştirmiş olmamaktayız. Eğer “toplumsal kuşak” olgusu toplumsal zaman-mekanın somut oluşum sürecine yerleştirilerek kavranmaya çalışılacaksa, basit bir olgu tespiti ile yetinmeyip, olguları kendi bütünlükleri içinde tarihsel süreçlerin bir parçası olarak ele almamız, bu tarihsel-toplumsal süreçlerdeki kopukluk ve bağlantı noktalarına göre değerlendirmemiz gerekmektedir.
Diğer yandan, toplumsal öznelerin belirlenmiş tarihi şartları ve onları belirleyen süreçleri kendi içselliklerinde nasıl yaşadıkları, araştırma nesnesine ve bizi bir toplumsal kuşağın tanımına götürecek analizlere dahil edilmelidir. Araştırma nesnesinin belirlenmesi anlamında bu konuda önemli olan, toplumsal öznelerin yaşam çizgilerinin devamı üzerinden tarihsel süreçlerle nasıl bütünleştiklerini, böylesi bir çaba içinde bir sonraki kuşağın içinde var olacağı şartları nasıl gerçekleştirdiğinin panoramasını gözler önüne serecektir. Unutmayalım: toplumsal özneler, toplumsal ve tarihsel süreçlerin geri dönüşsüz olarak belirlediği basit “aygıtlar” değil, ama manzumeyi düzen şairlerdir. Bizlere yazdıkları bu manzumeyi hayat hikayeleri olarak anlatırlar. Bu yüzden, genç araştırmacılara tavsiyemiz, sahte bir “gerçekçilik” adına hakim sınıfın ellerine tutuşturduğu kavalı “piyasa düşünürleri” gibi öttürmektense, insanlık tarihinin yazımına katılıp, bu tarih yapıcı öznelerin şairliğini yapmaları, onların manzumesini aktarmalarıdır.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemleri esas aldığımızda karşımıza başlıca iki toplumsal kuşak çıkmakta: 1)“Toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız ve iki toplumsal sınıfın da devamlılığını içeren, siyasal açıdan özellikle emekçiler açısından yoğun ama temelli tarihsel kopmanın gerçekleşemediği dönem; 2)Kısaca “kriz dönemi” olarak adlandırdığımız, kapitalist sistemin gerçekte bütün insanlığı da içine çekmeye çalışarak çöküşe geçtiği, siyasi iktidar mücadelesinden imtina eden emekçi sınıfların sözcülerinin siyasi ihanet ve bocalamalarından da faydalanarak, kendi zayıflığını, kendi tabiatını da sorun haline getirecek bir biçimde yoğun bir sömürü ve baskıyla dengelemeye çalıştığı dönem. Bizce işte bu iki tarihsel dönemde başlıca iki toplumsa kuşak oluşmuş bulunmaktadır. “Kuşak” veya “jenerasyon” olarak adlandırılan oluşumların gerçekliği, bu iki tarihsel kuşağa vurularak değerlendirilmelidir.
“Kriz kuşağı” (veya tam olarak ifade etmek gerekirse “kuşakları”) olarak adlandırdığımız ve günümüze gelinceye kadar yaklaşık olarak 40-50 yıllık uzun bir periyoda yayılan kuşak, anlaşılacağı üzere kapitalist sistemin “çöküş kuşağıdır” ve 1970’lerin ortalarına tarihlenebilir. Bunun nedeni ise, kapitalizmin krizinin, sermayenin toplumsallaşmasının o zamana kadar olduğu biçimiyle giderilebilir kırılmalara yol açarak devam etmesi olgusu ile değil, ama düzenli ve hızlı sayılacak biçimde genel bir düşüşe geçmiş olmasına bağlı olarak tanımlanabilmesindedir. Bu kuşağın, “piyasa araştırmacılarının “ somut tarihsel süreçlerden kopuk olarak soyut bir şekilde “X kuşağı” olarak adlandırdığı gençlik kesimi, geliştirdikleri davranış biçimlerinden de çıkarılabileceği gibi, tarihsel bir kopuşa da karşı gelen geçiş dönemini mükemmel bir şekilde temsil etmektedir. “Y kuşağı” için “düzenbaz” düşünürlerin çizdiği, bizi daha çok “hayvanlar alemine” taşıyan profil ise, “kriz kuşağında” çöküş dönemini, ardından canavarca bir baskı ve vahşice bir sömürü aşamasına geçildiğini ifade etmektedir.
Tarihsel kopuşun başlangıç ve sonuç dönemlerinde, gerçek siyasi muhalefeti temsil eden ve toplumsallaşma süreci üzerinden kendisini sürekli var etmeye koyulmuş olan bir davranış biçimi taşıyıcıları her zaman mevcut olmaya devam etmiştir. Bu kesim (ki, “piyasa araştırmacıları” tarafından “Z kuşağı” olarak adlandırılmaktadır) tarihsel temelli kopuşu takiben, yeni bir toplumsal dışsallığın kurucu özneleri olarak kendilerini 2000’lerden itibaren tarih sahnesinde (daha önce birkaç kez belirttiğimiz isyan ve ayaklanmalarla) ortaya koymaya başlamıştır.
Artık bütün sadeliği ve tarihsel derinliğinin verdiği “asaleti” ile ortada olan olgu şudur: GELECEK KOMÜNİST OLACAKTIR, VEYA OLMAYACAKTIR!
1 Biz “bireysel içselliğin” gözlemlenmesi ve çözümlenmesi için “Hayat hikayesi” (“recit de vies” veya “live story” adlı araştırma yöntemini kullandık.
2 Bu soru olayların zaman boyutu ile ilgilidir. Gelecek ikinci soru ise olayları mekan boyutu ile ilişkilendirme çabasının sonucu olacaktır.
3 Bu konuda etraflı bilgi için bkz: “Denge ve Devrim”, El yayınları….
4 “Ne yapmalı?” sorusunu sormak toplumsal hareketin öznelerine nasıl davranacakları konusunda ders vermek değildir. Hiç kimseden böylesi bir tavırda bulunmasını beklememekteyiz. Bizleri “piyasa düşünürleri” dediğimiz kesimden ayıran sadece ve sadece kendimizin de “bilimsel tavır” takınan araştırmacılar olarak insan gerçeğinin bir parçası olduğumuzun verdiği sorumluluğa göre davranmak; toplum bilimciler olarak asla ve asla toplumsal gerçeği hakim bir sınıfın gerçeğine indirgemeye çalışmamak demektir.
5 Bu bağlamda Leninist “devrimci durum” tanımını ele aldık. Aynı zamanda bu durumun “sınıfsız bir toplum amaçlayan bir siyasi devrimin “nesnel” ve “öznel” şartların tarihsel evrimine bağlı olduğunun altını çizdik. Ezilen ve sömürülen sınıf açısından “devrimci durum” ve “devrimci zor” kullanımı bir bilinç sıçramasına, yani kendiliğinden (en soi) bir sınıf olmaktan, kendi için (pour soi) bir sınıf olmaya geçiş halidir.
6 Bu konu ile ilgili olarak “ÇIKIŞ HATTI – Nasıl Yapmalı”da etraflı açıklamalar bulacaklardır.
7 İlave etmemiz gerekiyor: Devrimcileştirdiği oranda da kendisinin yok olacağı-edileceği şartları hazırlayan….
8 Bu seviye “sermayenin toplumsallaşması” süreci ile belirlenen “sosyalizmi” çoktan aşmış bulunmaktadır.
Yazarımızın daha önce yayınlanan yazıları
40 Yaşından Büyük Kardeşlerim Ne Demektir ? / 1.Bölüm
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER: (III. BÖLÜM) “Hain Tavuk” Sendromu / 31.05.2021
BİR TARİHSEL KOPUŞ HİKÂYESİ… / 21.05.2021
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM) / 15.05.2021
“PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021
BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021
Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021