“40 YAŞINDAN KÜÇÜK KARDEŞLERİM”, NE DEMEKTİR? – (1. Bölüm)

Başka bir tarihi dönemde, örneğin bugün yaşı 50’nin çok üstünde olan bireylerin çocukluk ve gençliklerini yaşadığı yıllarda yaşasaydık eğer, günümüzde kısaca “Peker Olayı” olarak adlandırdığımız heyecan verici ve altüst edici siyasi ve toplumsal olaylar dizisinden bir “Türk filmi” senaryosu belki de zar zor çıkarılabilirdi. Ama içinde yaşadığımız zaman dilimi ve orada yaşananlar, hem öznelere ve hem de toplumsal ve siyasal nesnelere bambaşka bir derinlik vermekte. Sadece olayın başlıca kahramanı Sedat Peker değil ama onun etrafında “Ariyan’ın ipi” gibi dizilen somut olgular zinciri sadece zaman boyutunda değil ama toplumsal mekan boyutunda da herkesi çoğu kez birbirlerine bağlamakla kalmadığı gibi, içine düşülen “kara delik”ten kolektif çözüm yolları aramak için topluca seferber etmeye başladı.

Bundan önceki yazımızda “Peker Olayı” olarak adlandırılan ve sosyologların jargonunda daha şimdiden bir “Phénomene social total” (Bütün diğer olayları açıklayan ve anahtar görevi üstlenmiş olan “Total toplumsal olay”, demektir. Bu deyim Fransız etnolog Marcel MAUSS’a aittir) gibi işlem gören bu olayın dinamiklerini bir önceki yazımızda “Yazı Portal”da açıklamaya çakıştık. Bu arada, Sedat PEKER’in hitaplarında adeta “besmele” çeker gibi tekrarladığı “40 yaş üstü gençler” deyiminin, özellikle de “çıkış hattı”nın yolcularını belirlemek için kullanmakta ısrar ettiğine şahit olduk. Bizce; Peker’in bu ısrarı, son derece anlamlı ve bütün diğer beyanlarıyla da bir bütünlük oluşturmaktadır.

Toplum bilimci zaviyesinden baktığımızda, “40 yaş üstü” deyimi “toplumsal kuşaklar” kavramını çağrıştırmakta. Aslında Peker’in bu kavrama sık sık baş vurması boşuna değil. Zira, bu kavrama baş vurulmaksızın kendisi; ne bizzat kendi kendisine 50 yıldan beri süregelen yaşam çizgisindeki bu radikal kopuş hikayesini izah edebilecektir, ne de başkalarına böylesi hesapta olmayan köklü kopuş hamlesini inandırabilecektir.

İki bölümde okuyucuya yeniden iletmeyi gerekli bulduğumuz (Birincisi bir yıl önce Kuzgun Portal’de yayınlandı ve yakında basılacak olan yeni kitabımızın da açıklayıcı bir bölümünü oluşturmaktadır) bu yeni yazı dizisinin, “Peker Olayı”nın oluşturduğu düğümü çözmekte açıklayıcı ve çözüm önerici bir amaç taşıdığını belirtmemiz gerekmektedir.

KUŞAKLAR SORUNU: (X+Y+Z) = “BİREYSELLİĞİN İNFİLAKI”1

Emekçi halkın gerçek yani doğrudan muhalefetinin yükselmeye başladığını her hissettiklerinde yaptıkları gibi yaptılar bu sefer de: Hemen yaşanan maddi gerçeği, kah içini boşaltmak, kah onun yerine kendilerini en iyi temsil edebilecek kurgusal bir gerçek geçirmek; çoğunlukla da her ikisini de aynı anda gerçekleştirip muhaliflerin düşünme ve eyleme yetisini dumura uğratmaya çalışmak ve/veya yolundan saptırmak. Bunun için genellikle bazı toplumsal ve siyasi kavramları kapitalist sisteme uygun ve kullanışlı hale getirmekle işe başlarlar. “Toplumsal kuşak” kavramı işte bu kavramlardan içinde yaşadığımız tarihsel bağlamda öne çıkarılan birisi olmaktadır.

“Toplumsal kuşaklar” kavramı konusunda, hayata dair maddi gerçeğin saptırılması ile ilgili olarak yaşadıklarımız, liberal faşist iktidarların her zaman seferber ettikleri güçlerden olan “piyasa düşünürlerinin” kendi türünde gerçekleştirdiği en mükemmel örneklere şahitlik yapmıştır. Yapılan, her zaman başka başka alanlarda olduğu gibi, kapitalist sistemin tabiatına ve akışına uygun mekan-zaman düzenlemesi içeren bir “toplumsal kuşak” tanımı gerçekleştirmek oldu. Sonra da bu tanım büyük basın-yayın araçları seferber edilerek sanki gerçeğin kendisini temsil eden mümkün olabilecek biricik versiyonu imiş gibi lanse edilmeye başlandı. Bu uyduruk tanım nihayetinde hiç durmadan ve insanları hipnotize edermişcesine tekrarlanarak sanki bir çıkar çevresinin kurgusal mahsulü değil de hayatın maddi gerçekliğinin ta kendisiymiş gibi işlem görmeye başlatıldı…

Siyasi ve toplumsal değişimlerin düşünce gündemine dayattığı “kuşaklar sorunu”, operasyonunun baş aktörleri, televizyon setlerinin oluşturduğu piyasanın genellikle bildik kişileri olan “araştırmacı-yazar” veya “akademisyen” olarak taktim edilen zevattan oluşmaktaydı. Onlar’dan onlarcası, “çatlak ses” teşkil edecek görüş sahibinin müdahalesine bile çoğunlukla maruz kalmayarak, onlarca kez aynı versiyon ve tanımları tekrarlayıp durdu. Bu sefer olan bitende “yeni” diyeceğimiz tek olgu, “akademik” bir unvan taşıyanların yanında “özel sektör” çalışanı olup da kendisini “araştırmacı” olarak tanıtan tiplerin varlığıydı. Bizce bu durum, yerleşik düzenin artık “bilim adamı” statüsüne de sahip “akademik kadro” çalışanlarını satın almakla yetinmeyip, bunun yanında doğrudan “entel gestapo” olarak kullanılma imkanı sunan “think-tank” kuruluşlarını da seferber etmeye başlamasının sonucu olsa gerektir.

Bu yazımızda, yerleşik düzenin elinde ideolojik ve siyasi bir silah haline getirilen “toplumsal kuşak” kavramını yerleşik düzenin çıkarlarına uygun olmaktan kurtararak, hayatın maddi gerçekliğine ve bu gerçeklik içinde sürdürülmekte olan sınıf mücadelesine geri iade etmeye çalışacağız. Bu perspektifte ilk önce, yapılan çeşitli “kuşak” tanımlarını (x, y, z, gibi…) içerikleri ve tanıtım usulleri açısında ele alacağız ve kapitalist sistemin kurgusallığını materyalize eden bu tanımların maddi gerçekle olan ilişkisini ortaya koymaya çalışacağız. İkinci adımda da kendi gözlem ve araştırmalarımıza dayanan “toplumsal kuşak” tanımlarına alternatif olarak yer vermeye çalışacağız.

DÜZEN PİYASASINDAKİ “KUŞAK” TANIMLAMALARI

“Toplumsal kuşak” kavramı üzerine yürütülen tartışmaların yeniden alevlendirilmesi ile, tarihsel ve toplumsal sonuna erişen kapitalist sistemin içine yuvarlandığı “Covid-19 pandemisi” ile at başı giden yeni bir çöküş dönemi arasında doğrudan bir ilişki olduğu bizce açık bir konudur. Bunu, haber ve düşünce ürünü piyasasını bir anda işgal eden çeşitli “kuşak” tanımlarının içeriklerini sistematik bir irdelemeye tabi tuttuğumuzda, çok rahat gözlemleyebilmekteyiz. Yapılan bu tanımlar ilk bakışta “işgücü” seferber etme veya edememe durumlarına göre başlıca iki kategoriye ayrılmış durumda: Yaşlı ve emekçilerin oluşturduğu ve artık “aktif olmayan” bireyleri gruplandıran birinci kategori2; aktif olan veya aktif hale geçmeye hazırlanan bireylerin oluşturduğu “orta yaşlılardan” ve “iş gücü” seferberliğine hazırlanmakta olan “gençlerden” oluşan ikinci kategori.

“Yaşlı” ve “emekli” kuşaklar:

Birinci kategorideki emekli ve yaşlılardan oluşan nüfus da kendi içinde iki ayrı kuşağa bölünmüş durumda: 1927-45 yılları arasında doğan “sessiz kuşak” olarak adlandırılan kesim ve 1946-64 yılları arasında doğan bireylerin içinde sınıflandığı “baby-boom” olarak adlandırılan kuşak.

“Sessiz Kuşak”:

Büyük anne ve babaların oluşturduğu söylenen bu kuşağın Türkiye’deki diğer adı “Cumhuriyet kuşağı” olmaktadır. Nüfusu oluşturan bireylerin sadece %7 gibi cüzi bir kesimini barındırmaktadır. Nasıl oluyor da 1. Dünya Savaşı’nın yok edici etkilerinden dolaylı olsa da etkilenmiş, 2. Savaşın çok ağır yıkımlarını bizzat yaşamış bu kuşağa “Sessiz Kuşak” tabiri yakıştırılmış, doğrusu bizce bu durum başlı başına merak konusunu oluşturmaktadır. Ayrıca bu dönem sınıf mücadelelerinin bütün dünyada yüksek olduğu ve toplumsal ve siyasi çalkantıların yaşandığı, faşist diktatörlüklerin kurulduğu ve buna bağlı olarak “anti-faşist” mücadelelerin şaha kalktığı mücadele dönemidir. Örneğin Fransa’da işçi sınıfına büyük kazanımlar sağlayan ve ülkede faşizmin gelişimini durduran ünlü “Halk Cephesi” (Front Populaire) iktidarı bu dönemde kurulmuştur. Türkiye’de işçi sınıfının öncü örgütü “TKP’nin tevkifatları” bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Kapitalist sistemi derinden sarsan ve onda, Dünya Savaşı dahil olmak üzere, ölümcül olan ne varsa su yüzüne çıkaran 1929 krizi bu dönemin mahsulüdür. Ayrıca, büyük bir sosyalist ve “komünist inşa” dönemi; Dünyayı bir tarafta “kapitalistler”, diğer tarafta özellikle de ilk aşamada SSCB’de yoğunlaşan “komünistler” olarak bölecek bir biçimde yine bu dönemde yaşanmaya başlamıştır.

(İki dünya savaşı arasında 1929’da Amerika’da patlayan Büyük depresyon bir çok tarım emekçisini toprağından yerinden yurdundan ederek göçer emekçi pozisyonuna düşürmüştü. Roman planında Steinbeck’in Gazap Üzümleri tarım emekçilerinin dramını başarıyla yansıtır. Fotoğraf yoksulların ve ezilenlerin gündelik hayatlarını kaydeden Amerikalı kadın fotoğraf sanatçısı Dorothea Lange’ye ait-editör)

Bu durumda, iki Dünya Savaşı arasında kalan bu kuşağa “sessiz” yaftasının yapıştırılmış olmasının bizce iki nedeni olabilecektir. Birincisi, kapitalizmin artık küresel bir boyut almaya başlamış olan, evrendeki insan varlığını tehdit eden yanlarının netleşen bir şekilde ortaya dökülmesini, ve buna bağlı olarak yükselen sınıf mücadelelerini sessizce geçiştirme iradesi. Diğer bir deyişle, emek dünyası toplumsal bütün zenginlikleri yaratırken “işgücünü” seferber ederekten toplumsallık da yaratan işçi sınıfını tarihin dışına itme çabasına bağlı olarak, mevcut tarihi, sermayenin egemenliğine bağlı olarak yorumlamak…

İkinci ve birinciye bağlı olarak ele alınması gereken neden ise bu tarihsel dönemde, emperyalizm olgusuna, yani sermayenin uluslararası birlikteliklere dayanan temerküzüne rağmen, üretimin yani sermayenin toplumsallaşmasının ağırlıklı olarak Ulus-Devlet formasyonları üzerinden gerçekleştirilmesine devam edilmiş olması gerçeğidir. Hem kapitalist sistem altında ve hem de yakında kurulacak olan sosyalist bloğa önderlik edecek olan SSCB için Ulus-Devlet formasyonu tartışmasız biricik tarihsel ve siyasal bir toplumsal formasyon olma özelliğini bu dönemde korumuş bulunmaktadır. Bu durum hem burjuva devrimlerinin siyasi açıdan ana vatanı olan “Cumhuriyetçi Fransa” için böyledir, ve hem de aynı siyasal toplum modeli kendisine örnek alan “Kemalist Türkiye” için böyledir.

Netice itibariyle 1927-1945 kuşağının sessizliğe boğulduğu başlıca nokta Ulus-Devletlerin toplumsal bir formasyon olarak bekasıdır. İşçi sınıfını aynı zamanda “sınıf işbirliğine” iterek siyasal açıdan sessizliğe boğan, tarihsel olarak da sınıf mücadelesinin nihai gelişiminin önünü tıkayan, yine bu sınıflar arası bir konsensüs yaratan olgudur. Bu kuşağın bireylerinin yaşam çizgilerinin devamını tartışmasız belirleyen, “Ulus-Devlete” entegrasyon ve bu entegrasyonun alt sınıf ve tabakalara ait bireyler için en iyi şartlarda gerçekleşmesinin şartlarının hazırlanmasıdır (iyileştirme).

“Baby boom” (Nüfus patlaması) kuşağı:

Bu biçimiyle 1946-1964 arası doğan bireyleri kapsayan ve toplam nüfusta %19 gibi bir ağırlığı olan kuşağı karakterize eden, -yine adından yola çıkarsak göze ilk batan- kuşağın demografik yanıdır. Yani bu tarihi periyotta kaydedilen “ileri” ve “ilerlemekte olan” kapitalist ülkelerdeki nüfus patlaması. Aynı 2. Dünya Savaşı sonrası “soğuk savaş” dönemini, başka gözlemciler, genel ekonomik refahın bu dönemde hızla ikame edildiğini belirtmek üzere, kuşağın harmanlandığı periyodu 1975 krizine kadar uzatıp “Şanlı Otuzlar” (Trente Glorieueses) olarak adlandırmaktadır.

Bu dönemde, kapitalist ülkelerdeki genel toplumsal şartların iyileştirilmesine bağlı olarak bir “nüfus patlaması” görüldüğü bir olgu tespiti olarak nesnel anlamda doğru bir tespit olarak kabullenilebilir. Ancak, bu dönemin öncesinde “kadının doğurganlığı” endeksi dikkate alındığında (özellikle de Fransa gibi “tarım ağırlıklı kapitalist bir ülkede), bir önceki tarihi dönemde nüfus artışının daha yavaş seyrettiğinin iddia edilmesi gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Söz konusu olan bizce daha çok, art arda gelen savaşlarla azalan kapitalist ülke nüfusunun, çocuk ölümlerinin miktarının, “genel toplumsal refahın” iyileştirilmesine bağlı olarak düşürülmesi sonucunda, bir “demografik patlama” ile eski dengesine getirilmesi olgusudur. “Kadının doğurganlığı” esas alındığında aynı adlandırmanın yapılamayacağından bahsetmemizin nedeni budur3.

Bu tarihi dönemde “genel toplumsal iyileşme” olgusunun da bir “olgu tespiti” yapmış olmaktan öte sorgulanması gerekmektedir. Bizce bunun başlıca nedeni, ülkeleri emperyalist paylaşımın neden olduğu 2. Dünya savaşında başlarına yıkılan kapitalist Ulus-Devlet emekçilerinin, sermayenin “yeniden inşa” faaliyetine bağlı olarak sosyalleşmesiyle ve dolayısıyla savaş öncesi gözlenen “istihdam” sorununun geçici de olsa çözülmesi sonucunda oluşmuş bir durumdur. Ne var ki, “sermayenin sosyalleşmesi” her ne kadar maddi şartların oluşmasına katkıda bulunmuş olsa da, tek başına, tespit edebileceğimiz “toplumsal iyileşme” olgusunun nedeni değildir. Esas neden, bu dönemde, kıta Avrupası’nda (örneğin Fransa ve İtalya gibi ülkelerde) anti-faşist mücadeleyi kanlarını dökerek, komünistlerin önderliğinde yürütülen sınıf mücadelesidir.4 Savaş sonrasının otuz yılını “şanlı” kılan işçi sınıfının ve tüm emekçi halkların Dünya çapında şaha kalkmış “şanlı” mücadelesidir. Bu yüzdendir ki biz, bu dönemin siyasi hareketliliğinden yola çıkarak daha çok “toplumsal ilerleme” kavramını kullanmaktayız.

Babalar ve anaların kuşağına tekabül eden bu toplumsal kuşak üzerine hakim siyasi ve ideolojik piyasada gerçekleştirilen tanımlarda, “sınıf mücadelesi” ve “toplumsal ilerleme” gibi kavramlara asla yer verilmemektedir. Aksine, bu olgular başka kisveler arkasına gizlenmeye çalışılmıştır. Örneğin, tanım yapanlar, bu kuşağın bireylerinin “işe karşı sadakatinden” bahsetmekte ve sanki “çalışmak için yaratılmış” olduklarını iddia etmektedirler. “Toplumsal ilerleme” olgusunun bu şekildeki tanımlaması, kolaylıkla anlaşılacağı üzere, sermayenin olaylara bakışını ve burjuvazinin tarih yazış biçimini yansıtmaktadır.

Piyasa düşünürlerinin “baby boom” adı verdikleri kuşağı tanımlarken ileri sürdükleri bir diğer konu, bu tarihi dönem bireylerinin “aile” kurumuna olan düşkünlükleri ve özellikle de “sadakatleri”dir. Aileye olan düşkünlük, eğer gözlemlerle de sabitlenirse, iki şekilde yorumlanabilir niteliktedir. Bunlardan birincisi özel hayatın kamu hayatının karşısında ve onun yerini almış olması olgusu ile ilgilidir ve hiç şüphesiz kapitalist sistemde ailenin idealleştirilen varoluş biçimidir. Bu tür bir aile anlayışının emekçileri de belli ölçülerde etkisi altına aldığından bahsedebiliriz elbette. Ancak, eğer özel hayatı belirleyen toplumsal bir kurum olan aile, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve sembolik mirasın kuşaktan kuşağa aktarıldığı bir mekansa (Pierre BOURDİEU)5 emekçi ailelerinde gerçekleşen “miras aktarımı”, aynı tarihi dönemde üretimin gelişmesi ve buna bağlı olarak sermayenin sosyalleşmesiyle oluşan “işçi kültürünü” doğurmaktadır. İşçi kültürü, bu sınıfın üyelerinin kuşaktan kuşağa aktarabildiği başlıca sermayesi konumuna gelmiş olduğuna işaret etmektedir.6

(Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan Soğuk Savaş olgusu, dünya savaşı sonrası barış sağlanacağı umudu, yerini kısa sürede hayalkırıklığına bıraktı. Kültürel ve siyasi arayışlar 1960’lardan başlayan yeni bir kimlik edinme derdindeki gençlerin ve yeni toplumsal hareketlerin öncülüğünde yükseldi. Baby Boomer kuşağı adı verilen bu kuşağın çocukları bir önceki kuşağın aksine cüretkar ve arzu doluydu-editör)

“Aile” kurumunun savaş sonrası dönemde bir ikinci yorumlaması, bu dönemde sermayenin sosyalleşmesi ile at başı giden bireyleşme olgusu ile ilişkilendirilerek yapılabilir. “Bireyleşme”, daha önce de birçok bağlamda altını çizerek belirttiğimiz gibi, “aşırı bireyleşme”den apayrı bir durum olarak, her durumda “özel hayatın” kamusal alanın yerini almasını gerektirmez. Bireyleşme, kapitalist sistemin dayattığı toplumsal kader (BOURDİEU’nün deyimiyle röprodüksiyon) normlarının dışına taşma kabiliyetini de öngörür. Hatta, kapitalist sistemin belirlediği sınırların dışına taşma arzusunun taşıyıcısı da olabilmektedir, bizim gözlemlediğimiz “bireycilik” dışında tanımlanması gereken bireyleşme. Aslında gerçek hayatta yaşanan tam da budur: Emekçi aileler işte bu tarihi dönemde çocuklarına daha önce görülmedik bir şekilde yatırım yaparak, onların kendilerinin elde edebildiklerinden çok daha iyi şartlarda eğitim görmelerini sağlamışlar ve bunda belli ölçülerde başarılı da olmuşlardır. Bu dönem işçi sınıfı içinde okullaşmanın arttığı ve yükseköğrenim görenlerin sayılarında bir patlama görüldüğü dönem olmuştur. Piyasa düşünürlerinin “kuşaktan” bile saymadığı anlaşılan “68 kuşağı” dediğimiz olgu, bu dönemde hazırlanmıştır. Sonuçta bu kuşak, sonradan aldığı darbelerle büyük ölçüde sisteme entegre olmuş olsa da, yine de genellikle kapitalizmin kendilerine dayattığı “toplumsal kadere” isyan eden bir kuşak olmuştur.

Piyasa düşünürleri, ana-babaların kuşağının, sonraki kuşakların sahip oldukları “teknolojik” refah ortamında yetişmediklerinin de altını çizmiştir. Bizce bu durum, kapitalizmin kurgusal gerçekliğini sonraki kuşaklara empoze etmeye bir hazırlık niteliğinde ileri sürülmüş gibi durmaktadır. Teknolojinin imkan dahiline getirdiği refah ve kolaylık, nüfusun bütünü açısından özellikle ev işlerini kolaylaştıran araç ve gereçlerle ilgilidir. Bu araçlar aynı zamanda kadınların iş hayatına büyük ölçüde katılmalarını mümkün kılmış ve özgürlükçü kadın hareketinin yaygınlaşmasının da tarihi ve toplumsal şartlarını hazırlamıştır. Konu diğer yandan teknolojinin üretim sektörüne uygulanmasıyla da ilişkilendirilebilir. Ancak burada söz konusu olan kapitalist üretimi birinci elden ilgilendiren ileri bir teknolojik uygulama gerektiren tüketim mallarının büyük çaptaki üretimi meselesidir.

“Baby boom” diye adlandırılan kuşağın harman olduğu tarih kesiti, ekonomik gelişimin ve buna bağlı olarak toplumsal entegrasyonun tavan yaptığı bir dönem olmuştur. Bu durumda, farklı sınıflara ait bireyler, kendi hayat çizgileri açısından iyileştirilmiş dış şartları, kapitalizmin hakimiyeti altında her türlü devamlılığın mümkün olduğu ideal bir dönemmiş gibi yaşadılar. Aynı dönemde yükselen sınıf savaşını da dışlamayan ve hatta onu gerekli bile kılan olağan üstü bir devamlılıklar dönemi… Bu nesnel tespiti yaparken sermaye sınıfının “devamlılığa” verdiği anlamla, işçi sınıfının “işgücünü” seferber ederek yaşadığı devamlılığın bir ve aynı şey olduğunu söylemek istemiyoruz. Bu “fantazmagorik” saplantıyı Ulus-Devlet formasyonunun her türlü söküğü dikecek bir güce sahip olduğuna iman edenler düşünebilirdi ancak.

Bu dönemde sermayenin temerküzü, “yeni sömürgeci” politikaları da arkasına alarak tavan yapabilmiştir. Sermayenin bir sonraki dönemde sınıf hakimiyetinin devamlılığı Ulus-Devletlerin ötesine geçmiş ve “küreselleşme” dediğimiz yeni bir boyut kazanmıştır. İşçi sınıfı için bu dönemi “toplumsal ilerlemeci dönem” olarak tanımlamıştık. Emekçiler açısından devamlılığın anlamı “Ulus-Devlet” formasyonu altında siyasi bir oluş biçimi olarak belirlenen toplumsallaşmanın devamının sağlanmasıydı. Böylece bir “sınıf işbirliğine” boyun eğerek hem üretimin ve hem de buna bağlı olarak toplumsal hayat şartlarının devamı sağlanabilecekti. Aradan geçen yarım asırlık süreden sonra işçi sınıfının bireylerinin Ulus-Devlet formasyonundan ötesini görmekten imtina etmesi, onlar için hem toplumsal ve siyasi bir felaketi getirdi ve hem de bireysel yaşam parkurlarının elverişli şartlarda devamlılığının sonunu getirmiş oldu.

Yaşlı ve emeklilerden oluşan kuşakların piyasa düşünürleri tarafından yapılan tanımlarında tespit ettiğimiz genel ve bundan sonraki kuşakların tanımlanması yapılırken de değişmeyen özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

Birinci olarak, yapılan tanımlarda, bir toplumsal kuşağı bütün yönleri ve iç dinamikleriyle tanımlamaya elverecek tarihsel ve maddi bütünlük tamamıyla göz ardı edilmiştir. Onun yerine kapitalist sistemin ve sermayedarlar sınıfının kendi açmazlarına verdiği cevaplar “kuşak karakteristiği” olarak ileri sürülmüş ve tek yanlı olarak belli bir tarihsel sınıfı, sanki o insan toplumlarının başlıca öznesiymiş gibi gösterecek bir tarih yazımına girişilmiştir. Başta da belirttiğimiz gibi biz bunu, kapitalist sistemin rasyonalitesine uygunluk ilkesine göre işlenmiş kurgusal gerçeğin hayatın akışını belirleyen maddi gerçekliğe empoze edilmesi olarak ifadelendirmekteyiz.

İkinci olarak ve, “sınıflar üstü” ve “yüzde yüz milli” bir toplum biliminin var olabileceğini iddia edenlerin aksine, toplumsal kuşaklar üzerine yapılan tanımlar ve yürütülen tartışmalar bize; genel olarak insani bilimlerde ve özel olarak toplumsal bilimlerde, “nesnellik ilkesi” denilen kriterin uygulanmasında ve bilimsel olarak nitelenebilecek her alış verişin hayata geçirilmesinde, taraflılığın da aynı anda gündeme getirildiğini göstermektedir. İtiraf ediyoruz: Bir toplum bilimci olarak, tıpkı siyaset bilimci veya ekonomistlerde olduğu veya olması gerektiği gibi, biz de taraf tutuyoruz! Sermayenin tahakkümünün ve onun kendi menfaatlerinin akılcı bir tanımından başka bir şey olmayan kurgusal gerçekliğine karşı ve bütün toplumsal değerlerin yaratıcısı olarak, tam bir bilimsel nesnellikten çıkarı olan emekçi sınıfının yanında saf tutmayı, “gerçeklik” mevhumuna yakınlığın ölçüsü olarak görmekteyiz.

Üçüncü olarak, iki “yaşlılar kuşağı” üzerine yapılan tanımların irdelemesi bize “tanım yapma” eyleminin en etkili biçiminin “hikaye etmek” olduğunu göstermektedir. Hikaye etmek bir zaman-mekan bütünlüğü oluşturmak, yaşanmış veya gözlenmekte olan olayları belli bir düzene göre biçimlendirmek, kendinden (en soi) şeyleri oluş halinde göstermektir. “Hikayeci” bunu, oluştaki kopuş, doğuş ve devamlılıkları kendi nedensellikleri ve bu nedensellikleri iradeye dönüştüren hikayenin kahramanlarının bireysel becerilerini öne çıkararak yapmaktadır. Bu anlamda, “hikaye etmek” siyaset yapmanın en etkili ve en yaygın biçimi olmaktadır. Tıpkı tarih yazımında olduğu üzere…

Yaşlılar kuşakları” üzerinden yaptığımız bu çıkarımlar, aynı zamanda art arda bir bütün oluşturan ve x-y-z diye adlandırılan “gençler” veya “aktifler” kuşağı için de biraz daha karmaşıklaşarak geçerli olmaktadır.

“Genç” ve “aktifler”in oluşturduğu kuşaklar:

Bu kuşakları oluşturan bireylerin hayat hikayeleri, bizzat kendimizin sahada yürüttüğü araştırmalarda 1990’ların başından itibaren “bilimsel nesne” teşkil etmiştir. Vardığımız sonuçlar, piyasa düşünürlerinin yaptıkları tanımlardan, kullanılan kavramlar ve oluşturulan kavram dizini (teori) açısından çok farklı nitelikler taşımaktadır. Dolayısıyla ortaya serilen bireysellik profilleri ve tipolojiler de oldukça farklıdır. Bunu, en açık seçik olarak “piyasa” tanımlarından yola çıkarak göstermeye çalışacağız.

“X kuşağı” ne demektir?

İddiaya göre 1965-1979 tarihleri arasına sıkıştırılmış bir kuşak. Bugün nüfusun %22’sini oluşturuyor, bu tarihler arasında doğmuş olanlar. Bu kuşağın, ailesi işçi kökenli olup da “ileri gelenleri” 1990’lı yıllarda üniversitelerde yükseköğrenimlerini yapmaktaydılar. 1995 yılından itibaren Fransa’nın Strasbourg ve Paris şehirlerinde onlarla mülakat yapmak üzere görüştüğümüzde kızlı-erkekli en yetişkin kesimi öğrenimlerini bitirmek üzereydiler. Onlardan bize “başarı dolu” olduğu iddia edilen “hayat hikayelerini” aktarmalarını istedik. Genel geçer anlayışa göre, “hayatta başarılı olmak” için bir işçi çocuğuna gerekli olan her şeyi gerçekleştirilmiş sayılmalıydı. Dolayısıyla şahitliğine başvurduğumuz 40 gencin (20’si erkek, 20’si kız olmak üzere) her birisinin öğrenimlerindeki başarılarından dolayı yaşam çizgilerindeki devamlılık şarıl şarıl akan bir ırmağın debisi şiddetinde olmalıydı. Zira kariyer yapmaya yeminli her sosyolog-araştırmacıya akademilerde verilen vaaz böyleydi. Vay ki vay!

Aslına bakarsanız “X kuşağının” bugün piyasaya sürülmüş tanımı da buna benzer şeyler vaaz etmekte. Neymiş efendim; bu kuşağın bireyleri büyük bir kolaylıkla “yeniliklere adapte” olabiliyorlarmış, iş dünyasındaki genel davranışları sürekli “yükselmekten yana” (kariyerist) olma biçimindeymiş, “düzenden yana” bir tavır gösteriyorlarmış, güçlü bir “aidiyet” duygusuna sahiplermiş, sadık ve çalışkanlarmış, işyerlerinde süreklilik arama eğilimdelermiş ve toplumsal dışsallıkta kendileri için gösterilen yolu büyük bir sadakatle izliyorlarmış, ebeveynlerinin aksine “çamaşır makinesi, radyo-TV, kaset” gibi teknolojik aygıt kullanıyorlarmış (“tüketiyorlarmış” demek daha doğru olurdu), vs.

Peşinen söyleyelim: “Endüstriyel tarımla” uğraşanların ideallerini süsleyen “Bin sığırlı besi çiftliğine” benzeyen kuşak tanımı, etüt ettiğimiz kategori (toplumsal yükselme ve kariyer yapma gibi alanlarda “yüksek okul diploması” sahibi olarak nesnel yeterliliğe ulaşmış kitle) elvermiş olsa bile, yaşanan maddi gerçekle ve kuşağı oluşturan bireylerin bütünü söz konusu olduğunda, mutlak bir uyumsuzluk içindedir! Her şeyden önce biz bu kuşak bireylerinin yaşam çizgilerinde bir devamlılık ifade eden ve akıp giden bir yan göremedik. Ama piyasa sosyologları içini yine de rahat tutsun: Yerleşik düzene entegre olmak için yanıp tutuşan, başarılı bir kariyer sahibi olmak için taklalar atan, özel hayatından başka gözü hiçbir şey görmeyen ve sırf bu yüzden bir türlü başarılı olamayarak acı çeken, acınası haldeki bireylere de rastladık tabii ki. Ancak bu tür bir davranış çizgisine sahip bireyler, hem bu kuşağın sadece bir bölümünü oluşturmaktaydı ve onlardan birçoğu “başarılı olmak” denilen şeyden umutlarını kesmek üzereydiler. “İşlerinde devamlılık” olgusunun ana-babalarının kuşağıyla birlikte yok olup gittiğinin de “piyasa sosyologları”ndan çok bilincindeydiler.

“Aile” gibi “özel hayat” alanının özel bir önem kazandığı doğruydu; ama bu “Şanlı Otuzlardaki” gibi bir tercihten değil ama “gelecek” mevhumunun fulü olmuş olmasındandı. Yetişkinlik çağına gelip de “global topluma” entegre olmak sırası gündemi işgal edince, “özel” olanın “kamusal” olanın karşısında “seçim yapma” iradesi gösterme konusu değil ama bir tür zorunluluk olduğunu gördüler. Aile gibi, okul gibi, yerleşik cemaatler gibi “toplumsal kurum” statüsündeki yaşam alanlarının varlıksal bir önem kazanması ve “global toplum” dediğimiz alanın yerini almaya başlaması da bundandı. Ana-babalarından “mutlu gelecek” masallarını dinleyen bu bireyler, yetişkinlik çağına geldiklerinde bir anda geçmişi arkalarında değil ama önlerinde görmeye başladılar.

1965-1979 kuşağı için 1990’lardaki anket ve gözlemlerimizde sabitlenen özet olarak toplumsal dışsallığın hızla daraldığı ve bireylerin yaşam parkurlarına “toplumsal entegrasyon” sayesinde devamlılık imkanı sağlamaktan hızla uzaklaştığı yönündedir. Bu durumda, büyük bir dalga halinde “aktif” duruma gelen genç bireylerin parkurları bir önceki kuşağın iyileştirici şartlarını aniden terk ederek adeta görünmez bir duvara çarpmaktadır. Bizim elde ettiğimiz sonuçlara göre uyduruk bir kuşak olan “X kuşağı”nın X’i, 1970’lerden itibaren oluşan bütün yaşam çizgileri için genelleştirilmesi gereken tarihi bir olaya eşittir: “Bireyselliğin infilakı” olgusu!7

Bireyselliğin infilakı” olayı ile ilgili “Denge ve Devrim, Bireyselliğin infilakı” adlı çalışmamızda yer vermiştik.8 Yazımızın sonuç bölümünde, “toplumsal kuşaklar nedir?” sorusunun açılmasına bağlı olarak konuyla ilgili olarak yeni açıklamalar da getirmeye çalışacağız. Ama önce, 1965-1979 tarihleri arasında ülkeler ve Dünya boyutunda neler olup bittiğinden yola çıkarak, uyduruk “X kuşağının” salt kurgusal gerçekliğinin altında yatan maddi gerçekliğin ne olduğunu anlamaya ve çözümlemeye çalışacağız. Sonuçta, bu tarih kesitinde emperyalizmin tedrici de olsa geriletilmesiyle sonuçlanan “Vietnam Savaşının” büyük bir askeri zafere dönüşmesi ve sivil hareketlilikte “emperyalizm aleyhtarlığının” yaygınlaşmış olması gözlendi. Bu anti-emperyalist dalga sayesinde, kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkeler başta olmak üzere tsunami olup 68 ayaklanmaları ile tek tek Ulus-Devletlerdeki yerleşik iktidarlara yönelik ekonomik ve kültürel talepleri içeren ayaklanmalar gerçekleştirildi ve birçoğu geçici de olsa kazanımlarla sonuçlandırıldı.

Bütün bu kazanımlar, yukarıda da belirttiğimiz gibi “toplumsal ilerlemeci” dediğimiz 2. Savaş sonrası dönemin en üst sınırına dayandığı tarihi bir periyodun bitişe geçmeye başladığı (Petrol krizi ile birlikte) bir tür sonuçlanma (final) dönemidir. Emekçilerin sınıf mücadeleleri sayesinde yaşam şartlarının iyileştirilmesine sahne olan bu dönemin (piyasa sosyologları bunu “teknoloji kullanımı” ile açıklamaya çalışıyor) aynı zamanda en büyük zaafı “Ulus-Devletlere entegrasyon” eksenli sınıf işbirliği tavrıdır. Aynı zamanda bireylerin hayat çizgilerindeki devamlılıkların “sınıf atlama” şeklindeki yorumuna ve pratiğine de imkan tanıyan bu işbirlikçi anlayış, bahsi geçen kuşağın ancak belli bir kesiminin davranış çizgisini oluşturmuş olsa da, genel geçer kural olarak lanse edilmiş ve böylece yerleşik düzenin ve onun siyasi iktidarının temsil edildiği “kurgusal gerçekliğin” kurucu prensibi haline getirilmiş, “X kuşağı” adı altında fırına yani toplumsal pratiğe maddi gerçekliğinden saptırılmış bir tanım olarak geri sürülmüştür. Gerçeğe en yakın olduğu biçimiyle GEÇİŞ KUŞAĞI olarak adlandıracağımız bu kuşağın, ondan sonra geldiği iddia edilen “Y kuşağına” zincirleme olarak bağlanmasını da mümkün kılan bir tanımlaması yapıldığını gözlemlemekteyiz. Böylece genel “kötüleşme” olgusuna rağmen “köşe dönme” prensibi ve “aşırı bireyselleşme” bireylerin kişisel başarı için yanıp-tutuştuğu gibi bir genelleme yapılarak bir kuşaktan diğerine aktarılmış olabilecektir.

“Y kuşağı” neyin adıdır?

Toplam nüfusun %35 gibi önemli bir miktarını oluşturuyor, 1980 ile 1999 arasında doğmuş olanların oluşturduğu “Y kuşağı” içine yerleştirilen bireylerin oluşturduğu bu toplumsal kuşak. Bu bireylerin toplumsal kökenleri nedir? Bu tarihsel dönemde önemli ne olup-bitti de 1980-99 arasında doğanlar apayrı bir kuşak teşkil etmeye başladılar? Piyasa düşünürü ve araştırmacılarını işin neden, niçin ve nasılı pek ilgilendirmiyor her nedense. Onların bütün yaptıkları, kapitalist sisteme ve yerleşik liberal faşist siyasi yapıya uygunluk kıstasında davranış biçimleri tespit etmek ve toplumun bireylerinin bütününe yamamaktır.

“Y kuşağı” olarak uydurdukları “kuşak” için de durum bu şekilde seyir etmektedir. Şöyle ki; bu kuşağın bireyleri “dediğim dedik” olan, “yönetici olmak” için yanıp tutuşan, “eşek gibi çalışıp” da parasını “har vurup harman savuran” gençlerden oluşmaktadır!9 Her ne kadar varlıkları “iş odaklı” olmuş olsa da, kendileri çalışma şartlarının zorluklarını filan önemsememektedirler. Aradıkları başlıca şey “bağımsız olmak”, dolayısıyla herhangi bir kurum ve “toplumsal yapıya” bağlı olmamaktır. Bu yüzden “kendi işinin patronu” olmayı tercih ederler. Aksi taktirde “sık sık iş değiştirmektedirler.” “Ötekiler” ile ilişkilerinde “aşırı bireyci”, “otorite karşıtı” ve “kural tanımaz” bir şekilde davranmaktadırlar. Bu kuşağın bireylerinin tipik bir özelliği de, iddia edildiğine göre “kuşak farklılıklarının en fazla hissedildiği bir topluluk” oluşturmalarıdır. Bunun yanında aileye düşkünlüğü “çocuklarıyla ilgilenecek” kadar vardır. Piyasa düşünürleri “Y kuşağının” bir “kırılma noktası” oluşturduğu görüşündedirler.

“Y kuşağı” diye bir profil uydurulan kuşağa, yaşları icabı aritmetik olarak katılan iki yetişkin çocuğun babası ve aynı yaştaki çok sayıda gencin işi icabı dertlerine derman olmaya çalışan bir “eğitmen” olarak konuşmam gerekirse, toplumun bütününü temsil edebilecek ağırlıkta rastlamadık. Hayır, içinde yaşadığımız toplumda yaşları gereği ayrı bir kategori oluşturması gereken ve benzer profildeki bir “toplumsal kuşak”, kesinlikle mevcut ve mümkün görünmemektedir. Ayrıca itiraf etmek zorundayız ki; aksi taktirde yani böylesi bir kuşağın yine varsayılan bireyleri arasında kendimizi bir insan toplumunda değil ama yırtıcı hayvanların teşhir edildiği bir “hayvanat bahçesinde” hissetmemiz gerekirdi!

Bunun yanında, toplumun bütününün temsil ettiği gerçeklik karşısında ancak bir “kurgu ürünü” olarak görünen “Y kuşağı”, kapitalist sisteme entegre olmaya hazır kısmi miktarda birey olarak geçerlidir şerhi konularak lanse edilseydi, kabullenmeye hazır olduğumuzu hemen belirtebilirdik. Evet, “X kuşağından” belli sayıda elemanların da katıldığı böylesi insandan çok vahşi hayvanlara benzetilebilecek olan ve günümüzde tarihin çöplüğüne atılmaya hazırlanan kapitalist sistemin, “gestapo gücü” olarak “business school”’larda yetiştirdiği liberal faşist kadro bulunmaktadır. Bunlar, günümüzde de “manager” veya “CEO” olarak bütün yönetim kadrolarını işgal etmiş bulunmaktadır.10 Örneğin Fransa’da “Cumhur Başkanlığı”, mesela Türkiye’de “Maliye bakanlığı” yapmaktadır. Ayrıca, “timsah”ı totemleştiren ve “elit” olarak pazarlaması yapılan bu yaratıkların yerini almak için yanıp tutuşurken sırada birbirlerini ezip duran “orta sınıf” çıkışlı –ancak günümüzde “ayak takımına” karışmaya başlayan- “Hain Tavuklar”11 da mevcuttur. Ancak toplumun bütününe nazaran gerçekte çok sınırlı miktardaki bu güruhun, insanlardan oluşan bütün bir topluma mal edilmesi mümkün ve doğru olacak mıdır? Bizim itirazımız işte bu soruya verilebilecek, maddi gerçekliğe uygunluğu açısından tutarlı cevapta dile getirilecektir.

Peki, ne oldu ve nasıl oldu da bugün yaşları neredeyse kırkları devirmekte olan gençlerin en azından bir bölümü, hem de onların içinde günümüzde siyasi ve ekonomik iktidarı ellerine geçirmiş kesimi, bu türden “aşırı bireyci” ve “toplumsallık kemirgeni” bir hale gelebildi? Bunun için “Y kuşağı” olarak bize yutturulmaya çalışılan güruhun yetişmesine imkan tanıyan ve hatta bizzat insanlığın tanıdığı nadir bir gaddarlık seviyesine ulaşan bireyleri toplumların başına bela eden ekonomik, siyasi ve ideolojik şartlar nelerdi, şimdi de ona kısaca göz atmaya çalışalım.

1970’lerin sonları ve 1980’lerin başları Thatcher ve Regan kliklerinin ve onların çeşitli ülkelerdeki klonlarının kapitalist sistemdeki ülkelerde “neo-liberalizm” adına iktidara el koyduğu yıllar olmuştur. “Y kuşağı” denilen kuşağın yapılan tanımına en uygun yanı bu olmuştur. Böylece, bireycilikten başlamak üzere, daha doğrusu bireysellik eksen alınarak emek dünyasına karşı her şey aşırılaşmış, Ulus-Devletler ve işçi sınıfının bu çatılar altında elde ettiği hayat ve çalışma şartlarının iyileştirilmesine dair bütün kazanımlar birer ikişer yok edilmiştir. Bu yok ediş-yok oluş, ileri kapitalist ülkelerde sermayenin sanayi üretiminin sosyalleşmesinin düzenli olarak geriletilmesi ve iş-gücü alımının en ucuz olduğu ülkelere kaydırılmasıyla gerçekleşti. Mesela, 80’lerden başlayarak bizler, Fransa’da sanayi yatırımlarının gerilediğini, 1980 askeri faşist darbesinin yarattığı şartlarda Türkiye’de gelişme kaydettiğini gözlemledik.

En önemli yıkım, Dünya düzeninin ters-yüz olmasıyla birlikte SSCB’liğinin başını çektiği “sosyalist bloğun” 1990’ların başlarından itibaren hızla düşmesiyle gerçekleşti. Böylece, sermayenin sosyalleşmesinin, devlet kapitalizmi sayesinde erişebileceği en üst düzeye eriştiği Ulus-Devletlerden oluşan bir siyasi bloğun da sonu gelmiş oldu. “Sovyetlerin yıkılışı” olarak adlandırdığımız olay, bizim “toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız dönemin sona erdiğini de, artık geri dönülemeyecek bir biçimde gerçekleştiğinin göstergesi olmuştur.12

Gerçekte kapitalist sistemin topyekûn çöküşe geçtiği dönem olarak da okunabilecek nitelikte olan bu tarihsel dönemin biricik “kahramanı” olarak lanse edilen “Y kuşağı” bireylerinin çizilen profili ile, bu zafer üstüne zafer kazanan sermayedarlar sınıfının aynı dönemdeki durumu arasında bir örtüşüme olduğu açıktır. Evet, işçi sınıfı, sınıflar savaşında özellikle de “toplumsal ilerlemeci” dönemde yaptığı “sınıf işbirlikçiliğinden” kaynaklanan hatalardan dolayı ağır bir yenilgi almış bulunmaktadır. Ancak böylesi yenilgiler ve göreceli geriye düşmeler sınıf savaşımları tarihinde yeni bir şey değildir. Kaldı ki, özellikle de yönetici kadronun teslimiyetçi tutumundan dolayı alınan genel siyasi yenilgiye rağmen mücadele önemli tarihi dönemeç noktalarında yürütülmeye devam etmiştir. Türkiye’de bu dönemde gerçekleştirilen büyük “maden işçisi” grevini hatırlayalım. Fransa’da 1995’te haftalarca süren genel grev dalgası bir diğer örnektir. Yine Fransa’da hiç ara vermeden devam eden öğrenci gençlik hareketi, her ne kadar en iyi “gestapo”ya benzetilebilecek olan yerleşik düzene endeksli uyduruk bir X veya Y kuşaklarının şişirilmiş imajının arkasında sindirilmeye çalışılmış olsa da, toplumsal olarak paylaşılan ve tarihsel olarak sabitlenmiş maddi gerçeğin bir parçasıdır.

Bizim önceleri (1980’lerin sonlarından itibaren) sadece “kriz dönemi” olarak adlandırdığımız, ama sonraları “kapitalizmin çöküşü” olarak adlandırmayı yeğlediğimiz, “toplumsal ilerlemeci” sonrası dönemler için ve kapitalist sistemin kurgusal gerçekliğini hayatın maddi gerçekliliğinin yerine biricik gerçeklikmiş gibi geçirmek üzere uydurulan X-Y-Z gibi kuşakları, bu dönemlerdeki mağdurları ve onların sınıf mücadelesindeki başarılarının hikayelerini de yapılan tanımlarda ve tarih yazımlarında gözlerden gizlemeye çalışmaktadırlar. Bunun en bariz örneği, daha X kuşağında başlayan ve Y kuşağında yeterli bir birikime ulaşan ve Z kuşağının çocukluk çağında Türkiye’de su yüzüne çıkan 2013 Haziran ayaklanmasında, Fransa’da 2016 “Nuit Debout” hareketi, 2018 “Sarı Yelek” isyanının da piyasa sosyologları için “göze batan mertek” gibi bir durum oluşturmuş olan toplumsal hareketliliklerdir..

“Z kuşağı” veya sonun başlangıcı:

Nüfusun %17’sini barındıran, 2000’li yıllarda doğmuş gençlerden oluşan bu kuşağın bireylerinin yaşam çizgileri henüz yeni olgunlaşmaktadır. Bu yüzden, kendi edindikleri deneyler üzerinden kuşaklarını karakterize edecek olan özgün davranış biçimlerini tamimiyle belirginleştirdiklerinden, çok “genel eğilimlerden” bahsetmek durumundayız. (Ki, bu da hiç de azımsanamayacak bir şey olacaktır). Ama başlıca varlık nedenleri kurgusal gerçeklik yaratmak, ve böylece sorunların ortaya konulup çözümleneceği ve sonradan etkin çözümlerin üretileceği biricik alanı, hayatın maddi gerçekliğini gözlerden gizlemeye çalışan “piyasa düşünürleri” dediğimiz kesim için önemli olan, her şeyden önce kapitalist sistemin oluşmakta olan kuşaktan ne beklediği olduğundan, onlar için durum değişiktir. Onlar, sermayedar sınıfının beklentileri doğrultusunda daha şimdiden, tıpkı daha önceki uyduruk kuşaklar için yaptığı türden bitmiş bir profil çizmiş bulunmaktadır.

Bu profilde “Z kuşağı” bireylerinin toplumsallaşmalarının bütünüyle “sokak dışında” ve “sanal bir dünya” olan “internet ve mobil teknolojisi” ortamında gerçekleştiği döne-dolaşa tekrarlanmaktadır. Gözlemcileri, özellikle de onların içinde sosyoloji bilimine bulaşmış olanları ahmak yerine koymaya çabalayan bu çok basit bir olgu tespitinden başka hiçbir analitik anlamı olmayan önermenin tek bir hedefinin bulunduğunu söylemeliyiz. Bu hedef, sermayedarlar sınıfını kainattaki her şey gibi kasıtlı bir kurgusallığın ürünü olan uyduruk “Z kuşağının” da sahibi haline getirmekten başka bir şey değildir.

(Üzerine oldukça fazla spekülasyon yapılan “Z Kuşağı” aslında daha fazla internet kullanan, internet üzerinden haberleşen dijital bir ekosistemi önceki kuşaklara nazaran daha etkin kullanan bir kuşak. Düşünce, dil, davranış kodları önceki kuşaklara göre oldukça farklı olan bu kuşak tartışılmaya devam ediyor-editör)

Profilin içine dahil ettikleri birkaç nokta şöyle özetlenebilir. Bu kuşağın gençleri, aile çevrelerinden bireylere, yani daha önceki kuşak üyelerine karşı bir tür “sosyal mesafe” dayatmaktadırlar. “Z kuşağının” bireylerinin taşıdığı iddia edilen önemli karakteristiklerden bir diğeri, onların “birçok şeyle aynı zamanda ilgilendikleri” ve “birçok faaliyeti birlikte yürüttükleri” iddiasıdır. Artık “küresel boyutta” düşünmeye, yaşamaya ve eylemeye başlayan ve bu durumu gayet “doğal” karşılayan bu bireylerin olumlu sayılması gereken böylesi özelliklere sahip olmasından elbette ki yerinde olarak bahsedilebilir.

Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü bulunmakta, ve bu “öteki yüzde” kapitalist sistemin kriz döneminde kullandığı en yok edici silahlardan birisi gündeme gelmektedir. Sermayedarlar sınıfı için, genç kuşağın çok şey bilip ve de çok becerili de olması, “her işe koşulabilir” demektir. Bir kara deliğe dönüşmüş olan kapitalist sistemin günümüzdeki en belirgin özelliği olan “kronik işsizlik” göz önüne alındığında, “her işten anlayan işgücü” taşıyıcısı bireyler, sağladığı avantajları saymakla bitmeyecek olan modern köleler demektir.

Sonuçta, piyasa araştırmacıları tarafından misyonlarına uygunluk prensibine göre çizilmiş bir profil bize “Z kuşağının” içinde gelişmekte olduğu antropolojik boyutta düşünülmesi gereken değişimleri yansıtan tarihi şartlar için pek bir şey anlatmamaktadır. Oysaki bu tarihsel şartların, nesnel olarak henüz daha çok “edilgen” konumda olan bireylerinden oluşan bu kuşak üyeleri için, yaşam çizgilerinin devamını mümkün kılan toplumsal süreçlerde kopmalar yaratacağı gündemde bulunmaktadır. Covid-19 pandemisiyle üzeri örtülmeye çalışılan son kriz döneminin, sonuna gelmiş kapitalizmin defin töreninin yapılacağı durumu hazırlayan büyük bir kopukluğa sahne olacağı beklenmektedir.

Köklü bir isyan dalgasının öncüsüymüş gibi kendisini ortaya koyan Türkiye’deki Haziran Ayaklanmasının kitlesinin büyük bir kısmını, bizim genel olarak “kriz kuşağı” adlandırdığımız, piyasa araştırmalarınca “X” ve “Y” olarak adlandırıp kapitalist sisteme uygun hale getirdiği bireyler oluşturmaktadır. Bu yüzden 2013 İsyanının başlıca “özneleri” bu bireylerdir, dersek kesinlikle yanlış bir şey söylememiş olacağız. Ayaklanmada katledilen gençlerin yaşları göz önüne alınınca bu daha da açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. “Z kuşağına” yaşı icabı dahil olan bir tek istisnanın dışında: Berkin ELVAN.

Berkin’in “büyüklerin isyanına”, artık oynamadığı “bilyelerini” fırlatarak katıldığı rivayet edilir. 14 yaşında bir ergen çocuk olan kendisinin “ekmek almaya” çıktığı bir sırada katledilmiş olması onun katılımının daha ziyade “edilgen” olduğunun da göstergesidir. Ancak, yine de “Z” delilen kuşağın üyesi konumundaki bu çocuk, İsyanın sembolü haline getirilmiştir. Hem de bu getiriliş, örneğin anıt mezarına yapılan “somun ekmek” figürü ile çok güçlü sembollerle ifade edilmiştir. Bir önceki kuşağın üyelerinin faal “özneler” olarak isyandan kendi beklentilerini dile getiren bu gibi semboller, kesin bir şekilde, hareketin “emek eksenli” ve “ekmek mücadelesi” ile temsil edilmesi gerektiğini ifade etmek için yapıldığının göstergesidir. İsyancılar Berkin ELVAN’ın şahsında aslında kendi hikayelerini de yazmış olmaktadırlar. Bu hikaye ediş de bütün diğer hikaye edişler gibi siyaset yapmanın biçimlerinden birisidir.

Ne var ki, piyasa düşünürleri, hiç beklemedikleri bu isyan hareketi karşısında şaşkınlıklarını üzerlerinden attıktan sonra, bizim toplu olarak “kriz kuşakları” olarak adlandırdığımız bu kuşakların toplu ve emek eksenli isyanına başka başka anlamlar yüklemeye çalışmışlardır. İsyan sırasında verilen demeçlerde bizim not ettiğimiz bir anlamda meseleyi “emek-ekmek” ile sembolleştirilen yörüngeden çıkarıp, “haysiyet mücadelesi” yaparak ahlaki ve psikolojik olarak da niteleyebileceğimiz kategorilerle tanımlamaya çalışılmıştır.

“Radikal sol” olarak bilinen parti ve guruplar da, hiçbir şekilde hesaba katmadıkları bu isyan karşısında siyasi ve ideolojik olarak, kelimenin tam anlamıyla “çuvallamışlar”, diğerleri gibi bahane üretmeye koyulmuşlardır. Büyük bir bölümü, bulundukları ve kendi emekçi kitlelerden bütünüyle kopuk yapılarına uygun olarak, bir toplumsal isyan hareketini, “bir siyasi parti yönlendirmiyor” diyerek “başı bozuk” sıradan bir eylem biçimi olarak yaftalamışlardır.

Neticede, artık çocukluk döneminden çıkıp olgunluk dönemine girmeye başlayan “Z kuşağı” olarak adlandırılan kuşağın bireyleri, kendilerini mümkün kılan tarihi şartlara bağlı olarak, temelli bir kopuşun özneleri olarak bir önceki iki kuşağın devamında kendi misyonlarını gerçekleştirmeye girişeceğe benzemektedirler. Bu misyonun niteliği daha şimdiden “anti-kapitalist” olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Ancak, kriz döneminde devreye giren bütün diğer kuşaklar için geçerli olduğu kadar, “Z kuşağının” bireyleri için de esas olan yıkmak değil ama yapmaktır. Herkes genel anlamda yeni bir “komünist toplum” deneyine hazırlıklı olmalıdır. Aşırı bireycileştirilmenin bütün hastalık taşıyan yanlarıyla derinden yaralanmış olan gençler için, yeni toplumsallık biçimleri yaratmaya koyulmak, doktriner bir partinin siyasi hedeflerini yerine getirmekten çok ama çok daha fazla bir şey, yani bir varlık-yokluk sorunu halindedir.

Netice itibariyle:

Başta verdiğimiz sözü yerine getirmek üzere kendi “toplumsal kuşaklar” tanımımızı maddeler halinde şöyle ifade edebiliriz:

  1. Toplumsal olaylara kuşaklar ve kuşak farklılıkları öngörüsü üzerinden bakmak, onları zaman-mekanda gerçek maddi hayatta alabilecekleri orijinal oluş biçimlerine uygun hale getirerek, algıya ve tasarıya hazırlamaktır. Dolayısıyla, “araştırma nesnesi” ve “ilgi odağı” olarak toplumsal kuşaklar, hem “bilimsel yaklaşıma” ve hem de insanlığın sorunlarını gerçekten çözebilecek, yerinde bir siyasi eylemlilik biçimine uygun nesnel bir biçim olacaktır.

  2. Toplumsal kuşaklar, bazı yerde sadece teyellenerek, bazı yerlerde sıradan bir şekilde düğümlenerek, bazı yerde ise hoyrat olduğu kadar öngörülü de olan bir komutanın kılıcıyla kesilerek ancak açılabilecek nitelikteki “kördüğümlerden” yapılmış oluş zincirinin halkalarından oluşmaktadır: En sağlam olduğu yer ve zamanda, ancak “tarihsel zor” kullanılarak koparılan ve bu haliyle de doğrudan “sınıf savaşlarına” bağlanan” bir oluş zinciri!

  3. Kuşaklar zincirinin nerede incelip ve nerede kalınlaşacağına, nerede kopup nerede devamlılık sağlayacağına onları taşıyan ve maddi bir gerçekliğe büründüren, genelde antropolojik (toplumsallaşma-bireyleşme, gibi), özelde sosyolojik süreçler (sınıf mücadelelerinin aldığı biçimlere göre çeşitlilik gösteren süreçler…) belirleyecektir.

  4. Her toplumsal kuşağın halkası, kendisini oluşturan bireylerin yaşam çizgileriyle, tıpkı bir ipin eğirilmesinde olduğu türden birbirlerine karışarak gerçekleşmektedir. Yaşam çizgilerine niteliklerini veren de yine kendilerini taşıyan antropolojik ve toplumsal süreçlerdir.

  5. Toplumsal kuşakların “özneleri” kendilerini oluşturan bireylerdir. Diğer bir deyişle her toplumsal kuşak birbirlerine çok yakın zaman aralığında doğmuş ve böylece yaşam çizgilerini seferber ederek aynı zincirin halkalarından birisini oluşturan bireylerden oluşmaktadırlar.

  6. Her kuşağın bireyleri, bir önceki kuşağın bireylerinin hazırladığı şartların ürünü olarak, bir sonraki kuşağın içinde var olacağı şartları hazırlayan özneler haline gelirler. Bu demektir ki toplumsal kuşakların bireyleri kendi kuşaklarının ürünü olmuş olsalar da, kendi kendilerini gerçekleştiren “mutlak özneler” değillerdir. Yani “neo-liberal” safsatanın iddia ettiği gibi, bir insan bireyi, bölünerek çoğalamayacağı gibi, kendi kendisinin “ana-babası” da değildir. Hiç tanıyıp bilmediği “ÖTEKİLERİN” doğrudan izlerini taşımayan bireyler olamayacağı gibi, “öteki özneleri” var eden şartları var etmeden kendileri de “özne” olamayacaktır.

  7. Bu demektir ki, bir insan bireyi toplumsallaşmadan asla insanlaşamayacaktır da! Bunun tersi de bizce doğrudur. Bir oluş süreci olarak toplumsal kuşaklar aynı zamanda “özneleşme” yolundaki bireyselleşmenin eseridir de. Eğer böyle olmasaydı, aynı zamanda farklılaşmayı da gerekli kılan bir zincirin halkaları demek olan kuşaklar biçimlenemeyecekti.

  8. Kuşaklar arası farklılaşmalar tek başına “doğum tarihi” ile ilgili zaman boyutunda gerçekleşen bir olay değildir. Toplumsal sınıflar, evrendeki insan varlığının mekânsal biçimlendirilmesine katılarak farklılaşma olayına müdahil olurlar. Bu ise, antropolojik boyuttaki farklılaşmanın nedeni olan toplumsallaşma-bireyleşme süreçlerindeki farklılaşmadan öte, bir kuşağı oluşturan bireylerin toplumsal mekanda ve hayat şartlarının yeniden üretimine göre belirlenmiş şartlarda, işgal ettikleri konuma göre de farklılaşmalar göstermektedir.

  9. Bu demektir ki, bir kuşağın bireylerinin birbirlerine ve daha sonraki kuşaklara aktaracağı bir tek hikayesi yoktur, ama ait olduğu sınıfa göre en az iki tane hikaye mümkün olacaktır. Bir toplumda bir tek kuşak için yaşam parkurlarını da kimlikleyen farklı hikayelerin olması, “hikaye etme” eylemini siyasi mücadelenin, yani sınıf mücadelesinin bir türü haline getirmektedir.

  10. Toplumsal kuşakların içinden farklı hikayelerin üretilebilmiş olması, birbirleriyle uzlaşmaz bir şekilde ayrılmakta olan farklı hayatların yaşanıyor olması ve farklı gerçeklerin mevcut olması anlamına gelmektedir.

O halde herkesi, emekçi sınıfın oluşturduğu safta mücadele etmeye ve gelecek kuşakların okuyup örnek alabileceği yeni bir hikaye yazmaya çağırıyoruz: KOMÜNİZMİN veya SINIFSIZ TOPLUMUN HİKAYESİNİ…

1Daha önce ilk haliyle “Kuzgun Portal”da tefrika edilen bu bölüm iki aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada (Kuşaklar sorunu) piyasada dolaşıma açılmış “Toplumsal kuşak” tanımlarını sorgulamakta ve genel olarak “toplumsal kuşak nedir?” sorusuyla ilgilenmektedir. Gelecekte yayınlamayı düşündüğümüz II. Bölüm ise daha önce kendimizin gerçekleştirdiği tanımın güncellemesini yapmaya çalışacaktır.

2 Covid-19 pandemisi esnasında en çok zarar görenlerin ve hatta Fransa gibi ülkelerde “planlı-programlı” gibi görünen “yaşlı-sakat” jenosidinin mağdurları olanların bu popülasyonun bireyleri olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir.

3 Bu iddiamızın doğrulanması gereken bir varsayım niteliğinde olduğunu belirtmemiz gerekmektedir.

4 Bkz. Kuzgun Portal’da yayınlanan Bernard FRİOT ile ilgili yazımız. “Bernard FRİOT ve Komünizmin Halleri”)

5 Bu konuda Pierre BOURDİEU’nün “kendi kendini yeniden üretme” (“La reproduction”) kavramı üzerinde durulmasını salık veririz. ( Özellikle de “La Distinction” (Ayrıştırma) ve “Les Heritiers” (Mırasçılar) adlı eserlerine bakılabilir)

6 Konuyla ilgili olarak ayrıca Türkçeye de kazandırılmış olan Amerikalı sosyoloğun (Ricard Sennette) “Karakter Aşınması” adlı eserini salık verebiliriz.

7 Bu kavram ağırlıklı olarak “II. Bölümü” içeren gelecek yazımızda irdelenecektir.

8 El yayınları.

9 Her ne kadar ifadeleri karikatürleştirerek anlatmış olsak da, değinilen olgulara sonuna kadar sadık kaldığımızın altını çizmemiz gerekmektedir.

10 Bu Konuyla ilgili olarak, aynı zamanda bir iş sosyoloğu olan Vincent de Gaulejac ve ekibinin çalışmaları aydınlatıcı niteliktedir.

11 Bkz. Kuzgun Portal’da yayınlanan yazımız.

12 Bu sonun başlangıcını biz 1970’lerin ortalarına, yani “X kuşağının” harmanlandığı döneme geri götürmekteyiz.

Diğer Yazılar

DOKTOR GARİPAŞK: BİR NÜKLEER SAVAŞ PARODİSİ

Ümit ÖZDEMİR / 02.12.2024 Stanley Kubrick’in soğuk savaşın tam orta yerinde yaptığı film, pek çokları …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir