Sinan Dervişoğlu
07.06.2021
.
Sosyalist deneylerin sorunları ve bunlardan çıkarılacak dersler konusunda yaptığımız çalışmalara sosyalistler arasında çeşitli açılardan yeni yaklaşımlar ve eleştiriler gelmektedir. Biz burada bunlardan birini ele almak istiyoruz. Şöyle denmektedir:
Sürekli olarak bir ülke içinde sosyalizmin nasıl daha iyi yürüyeceğine ilişkin kafa yoruyorsunuz. Bu gereksiz ve anlamsızdır, zira ta Marx’tan beri “sosyalizmin evrensel bir proje olduğu” konusunda ısrarla vurgu yapılmıştır. Kapitalist bir dünyada tek tek kurulan sosyalist deneyler kaçınılmaz olarak ya yıkılmakta, ya da yozlaşmaktadır. Bugün kapitalizm globalleşme ile dünyayı tek bir Pazar haline çevirmiştir. Var olan kriz evrenseldir; bu da evrensel bir kurtuluşu her zamankinden daha fazla mümkün kılmaktadır. Kapitalizmden ya dünya çapında kurtulunur, ya da asla kurtulunmaz. Kapitalizmden dünya çapında kurtulunca da, sizin kafa yorduğunuz sorunların hepsi fiilen aşılmış olacaktır. Bugün yoğunlaşılması gereken konu, global krize karşı global devrimi düşünmek ve örgütlemektir.
1991’de SSCB yıkılınca, oluşan hayal kırıklığı ve teorik-ideolojik kargaşa içinde tüm sosyalistler “geçmiş”in tartışmalarına geri dönme ve bunları (“hatayı nerde yaptık” diye) incelemeye yöneldiler. Bir dizi tarihe gömülmüş teorik iddia, “biz o zaman demiştik” kozunu kullanarak yeniden popülerlik ve itibar kazandılar. Bunlardan biri de 1917’nin tartışmaları içinde belli bir yeri olan Troçkist “Dünya Devrimi” tezi ve onu çağdaş versiyonu olan “global kriz, global devrim” yaklaşımı oldu.
Öncelikle şunu net vurgulayalım: Sosyalizm ve sınıfsız toplum mücadelesinin enternasyonal boyutu temel ve reddedilemez bir özelliktir; ve kapitalizme karşı dünya çapında mücadele ederken tüm dünya emekçilerinin ortak mücadele ve dayanışmasını, karşılıklı yardımlaşmasını, bölgesel planda değişik ulusal mücadelelerin koordinasyonunu örgütlemek, geçmişte olduğu gibi bugün de (belki geçmişten de daha yoğun bir şekilde) önem kazanmaktadır. Burada tartışılması gereken mücadelenin bu enternasyonal boyutu değil, kapitalizmden dünya çapında (global kriz dolayısıyla) dünya çapında tek bir sıçrama ile, ya da kısa zaman içinde birbirine bağlı biçimde gerçekleşecek bir dizi zincirleme patlama ile kurtulma beklentisidir.
Bu tezin teorik yanlışlığını ve çarpıklığını aşağıda ele alacağız; ancak öncelikle bu tezin “psikolojik” boyutunu vurgulamak gerekir. “Dünya devrimi”ne samimi olarak inanmaya devam eden Troçkistler dışında, sosyalistler arasında bir kesim sosyalizmi hala doğru bulmaya devam etmekle birlikte, o kadar umutsuz bir hale düşmüş, yeni ve olumlu bir gelişme ummak için o kadar “yorulmuştur” ki, “ya dünya çapında olur, ya da olmaz” diyerek işi belirsiz bir geleceğe (gerçekte ise “imkansız”a) bağlamakta, yokuşa sürmekte, bir anlamda topu taca atmaktadır. “Dünya çapında olmadıkça bir işe yaramaz” tezi, yerel planda süren iktidar mücadelelerine, günlük pratiğe sırt çevirmenin, umutsuzluğun teorisidir ve bu umutsuz sosyalistler için bir tür teorik rahatlatıcıdır.
Psikolojiyi burada bir kenara bırakalım ve konuyu teorik bazda incelemeye başlayalım.
(1920’de Bir Dünya Devrimi Afişi)
MARX, ENGELS VE BOLŞEVİKLERDE DÜNYA DEVRİMİ
Marx ve Engels, gerek teorik çalışmalarında, gerekse ciddi bir teorik değeri olan kendi iç yazışmalarında, devrimin Avrupa’da zincirleme gelişecek bir olay olacağını, bir ülkede başlayacak devrimci patlamanın asla bu ülke ile sınırlı kalmayıp Avrupa’ya yayılacağını birer beklenti olarak ortaya koydular. 5 Mart 1856’da Engels’ yazdığı bir mektupta şöyle diyordu Marx:
Ren bölgesindeki arkadaşlar saldırıyı başlatmakta çok istekliler ve yalnızca bir Fransız devrimi beklentisiyle geri duruyorlar, bir de “Londralılar henüz zamanın gelmediğin düşünüyor” diye geri duruyorlar… Ama Paris’te bir ayaklanma olursa, bu kuşkusuz bir işaret olarak kabul edilecek… Ren işçilerine Paris, Viyana ya da Berlin başlamadan kendi başlarına ayaklanmalarının anlamsız olacağını belirttim. (Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, cilt 1, s.102)
Bolşevikler dahil tüm Rus Marksistlerinde ise Dünya Devrimi (pratikte Avrupa Devrimi) sadece Marx’ın beklenti ve tespitlerine sadık kalmanın ötesinde, bir zorunluluk olarak algılandı: Rusya geri bir ülkeydi, kendi başına sosyalizmi kuramazdı, buradaki bir devrim ancak Avrupa Devrimi ile desteklenirse ayakta kalabilir ve Rus halkı gelişkin Avrupa ülkelerinin proletaryalarının desteğiyle sosyalizmi kurabilirdi. Tüm Rus Marksistleri kendi ülkelerinde olacak bir devrimin geleceği için Avrupa devrimine bel bağlamış durumdaydı. Bu yaklaşım ve beklenti sadece Menşeviklerde ve Lenin ve Troçki’de değil, sonradan “Dünya Devrimi”ne ihanetle suçlanacak olan Stalin tarafından da paylaşılmaktaydı.
Gelişmeler bilinmektedir: Rus devriminin ertesinde 1919’da başlayan Alman devrimi, Spartakistlerin ezilmesiyle kesintiye uğradı. 1921’den sonra devrimci dalga Avrupa’da geri çekilmeye başlamasına rağmen Avrupa’da “devrimin en yakın ihtimal olduğu ülke” olarak Almanya tüm devrimci stratejilerin merkezi oldu. Bir ara Troçki Bolşevik Partisi’ndeki konumunda ayrılarak Alman Komünist Partisi yönetiminde (devrim için) görev almayı teklif etti; Zinovyev’in liderliğindeki Komintern bütün dikkat ve yoğunluğunu Almanya’ya verdi, ancak Almanya’da beklenen devrim bir türlü gerçekleşmedi. Bu olay, tıpkı Avrupa’nın diğer ülkelerinde devrimci dalganın çekilmesi için olduğu gibi, “sosyal demokrasinin ihaneti”ne bağlandı. Lenin’in ölümüne, 1924’e doğru, Avrupa Devrimi bir beklenti olarak Bolşeviklerin gündeminden fiilen kalktı ve “kendi başımıza bu işi nasıl sürdürürüz” sorusu Rusya siyasetinin temel konusu haline geldi. Bu durumun teorik-fikirsel bir tercihin değil, çok somut ve net bir pratik gerçekliğin kendini dayatması sonucu gerçekleştiği aşikârdır
DÜNYA DEVRİMİ NİYE OLMADI?
Olmadı, çünkü olamazdı, çünkü (ister Marx, ister Troçki söz konusu olsun) yanlış bir beklentiydi, çünkü bilimsel değildi, çünkü bir yandan ekonomist bir beklentiye “ekonomik kriz=siyasi kriz” beklentisine dayanıyor, siyasetin özgüllüğünü hesaba katmıyordu, öte yandan da materyalist diyalektiğin temel bir gerçeği olan “eşitsiz gelişme”yi göz önüne almıyordu,! Çünkü Lenin’in “Ne Yapmalı”da belirttiği (tartışılır nitelikteki bazı tezlerinin yanı sıra) dahiyane tespit, yani “siyasi bilincin ekonomik bilince, siyasetin de ekonomiye indirgenemeyeceği” gerçeğini başa koymuyordu!.. Adım adım açalım:
Ekonomik kriz gerçekten evrenseldir. ABD’de Lehmann Brothers’ın iflasıyla ortaya çıkan kriz Arjantin’den Nijerya’ya, Yunanistan’dan Tayland’a kadar tüm dünyayı vurdu. Krizin bu evrensel niteliğinin ardında yatan olgu, kapitalist ekonomik ilişkilerin global niteliği, iç içeliği, pazarların entegrasyonudur; dolaysıyla bu evrensellik sadece son 2008 krizi için değil, 1929 krizi dahil kapitalizmin tüm bunalımları için geçerlidir.
Kriz uluslararasıdır; ancak krizin yol açtığı toplumsal çalkantıyla başa çıkma ve onu yönetme konusunda burjuvazinin siyasi gücü ya da zaafı, siyasi dayanıklılığı ya da kırılganlığı, bu huzursuzluğu ezme ya da ustaca yönlendirme yeteneği ülkeden ülkeye değişir ve asla her yerde aynı değildir. Başka bir deyişle ekonomik kriz evrenseldir; ancak bunu göğüsleme konusunda burjuvazinin siyasi dayanıklılığı ve emekçi hareketin siyasetteki nitel ve nicel gücü yereldir, bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye değişir. Bunun sebebi de açıktır: Burjuvazilerin bir dizi uluslararası ekonomik örgütlenmesi olabilir (IMF, Dünya Bankası..vs).Ancak burjuvazinin siyasi örgütlenmesinin en eski, geleneksel, güvenilir ve ideal biçimi her yerde aynıdır: Ulus-devlet! Burjuvazilerin “ulus” etiketi altında bir araya getirdiği insanları yönetmek için kurduğu mekanizma olan bu devletler, sahip oldukları kurumlarla, siyasi partilerle, politik gelenekleri ve popüler ideolojileriyle, halkın hafızasındaki tarihsel temalarla birlikte ülkeden ülkeye ciddi farklılıklar içerirler ve bu farklılıklar kritik momentlerde burjuvazinin (ve proletaryanın) siyasal gücünü ya da kırılganlığını ciddi biçimde etkilerler. Bunu somut örneklerle aşağıda açacağız. Ancak önce “siyasal gücün” krizler karşısında niçin önemli, hatta belirleyici olduğunu açıklayalım.
Marx’ın Kapital’de burjuvazinin ekonomik krizlerinin mantığını ortaya koymasından sonra, dünya sosyalistleri arasında kapitalizmin çöküşünün “kapalı bir ekonomik alanda” gerçekleşeceği, ekonomik krizin toplumsal yaşantıda sürdürülemez bir duruma yol açarak topyekün (catastrophique) çöküşe yol açacağı, devrimin de bunu üzerine gerçekleşeceği tespiti yaygın ve belirgindi. Bu da yanlış bir tespitti ve hayat bu beklentiyi boşa çıkardı; zira kapitalizm bütün krizlerini siyaset üzerinden, ve siyasi güç sayesinde aşmayı başardı! 1929 krizi ABD’de popüler (ve popülist) güçlü bir siyasi figür olan F.D.Roosevelt’in New Deal politikasıyla, burjuvaziden de istenen (ve homurdanarak verdikleri) bir dizi taviz ve fedakarlıkla, “duvar yaptır, duvar yıktır” politikalarıyla ekonomiye dinamizm katarak aşıldı. Almanya’da bu kriz 1920’lerde tamamıyla burjuvazinin dışında gelişen, ancak kitlesel bir güç haline gelince burjuvaziyle bütünleşen Nazizmin solu ezmesiyle aşıldı. 1945 sonrası Avrupa’daki kriz, sosyal demokrat partilerin tümüyle burjuvazinin hizmetine girerek hayata geçirdikleri Keynes’çi politikalarla ve “sosyal devlet” yaklaşımıyla aşıldı. 1980’lerin krizi ise, işçi hareketinin zaaflarından yararlanan Thatcher ve Reagan’cı saldırgan neo-liberal politikalarla çözüldü.
Dolayısıyla, ekonomik krizin yönetilmesinde ve (bir sonraki krize kadar!) aşılmasında burjuvazinin siyasi yeteneği, şiddet-konsensüs ikilisini kullanarak kitleleri yönlendirme kabiliyeti belirleyici olmuştur, ve burjuvazinin bu yeteneği siyasi planda felç edilmediği sürece, ekonomik krizin siyasal devrime yol açmasını beklemek hayaldir. Bugün birçoklarını kafasında maalesef donuk klişelere indirgenen Leninizmin, Marksist düşünceye gerçekte kattığı en ciddi soluk da bu noktadadır.
Krizin devrime dönüşmesinde siyaset bu denli belirleyici ise, bu devrim yapacak siyasi güç nedir ve özellikleri nelerdir? Sayalım:
-
Radikal, devrimci bir siyasi görüşün işçi ve emekçiler arasında yaygın bir tabana sahip olması
-
İşçi sınıfı ve sosyalistlerin diğer sınıf ve tabakalarla, köylülükle, aydınlarla kurduğu ittifak ve orta tabakaların en azından tarafsızlığını ya da desteğini sağlamış olması (siyaset işçi sınıfı ile burjuvazi arasında ikili bir düello olmadığına göre)
-
Emekçilere önderlik eden siyasi öznenin doğru bir taktik izlemesi, doğru zamanda doğru adımı atabilmesi.
Devrim her ülkede bu denli net ve tanımlı bir dizi unsura bağlı olduğuna göre, tüm dünyada ya da bir kıtanın tümünde “topyekun devrim” için bu unsuların bütün ülkelerde aynı gelişkinlik seviyesinde olduğunu, halkların ve partilerin (atletizmdeki başlangıç çizgisi misali !) aynı “çizgide” bulunduklarını varsaymak gerekir ki, bunun gerçek dışı bir beklenti olduğu açıktır. Dünya çapında patlayan ve bir anlamda siyasi gündemi tüm dünyada “eşitleyen” siyasi krizler olan 2 dünya savaşında sonra bile, bu krizi yaşayan halklar asla “aynı çizgide”, yanı aynı siyasi olgunluk seviyesinde olmadılar; o yüzden de devrim kimilerinde yükselip zafere ulaştı, kimilerinde yükseldi ve yenildi, kimilerinde ise gündeme dahi gelmedi.
Bu noktada şöyle bir karşı görüş gündeme gelebilir: “Siyasal olgunluk seviyesi aynı olmasa bile, bir ülkede olan bir devrim, komşu ülkelerde de sarsıntıya yol açıp “domino etkisi” ile başka devrimleri tetikleyebilir. Tarihte de bunu örnekleri vardır”. Doğru yönleri olmakla birlikte genelleştirilemeyecek bu olguyu ele alalım:
DOMİNO TEORİSİ VE DEVRİMLER
Meşhur “domino teorisi” 2.Dünya Savaşı ertesinde ABD’nin aşırı anti-komünist Dışişleri Bakanı John F. Dulles tarafından dile getirilmiştir ve Güneydoğu Asya’da olacak bir sosyalist devrimin, “art arda düşen domino taşları gibi” diğer ülkeleri de sürükleyeceğini iddia etmiştir. Gerçekten de 1976’da Güney Vietnam’ın düşmesiyle zafere ulaşan Vietnam Devrimi, arkasından Laos ve Kamboçya’da da sosyalist devrimleri tetiklemiş, (sonradan Kamboçya’da sosyalizm adına oluşacak trajedi bir yana) bu 3 ülkede de zincirleme biçimde komünistler iktidara gelmiştir. Güneydoğu Asya, “birbirini tetikleyen devrimler” senaryosu için iyi bir örnektir; ancak sınırlılıklarını göz önüne almak kaydıyla.
Güneydoğu Asya’daki “domino”ların özü, bu 3 ülkenin yakın zamana kadar süren ortak ve birleşik politik geçmişidir. 1900’ler sonrası bu 3 ülkeyi de şekillendiren, her üçünü de yönetimi altında tutan Fransız sömürgeciliği idi. Bölgenin adı “Hindiçini” (Indochine) idi ve tek bir siyasal birim olarak görüldüğü için Komintern burada tek bir parti, Hindiçini Komünist Partisini kurmuştu. Üç ülkede de aydınlar Fransız kültürü altında yetiştiler (Fransa’da gemicilik yapan Ho Şi Minh’den Fransa’da mühendislik okuyan Laos devriminin lideri Sufanovong’a kadar). Düşman hep ortaktı: Önce Fransız sömürgeciliği, sonra Japon işgalciler, sonra Amerikan emperyalizmi. Ortak kültürel doku, ortak siyasi gündem, ortak mücadele bu 3 ülkedeki siyasi dinamikleri ve onları yöneten güçleri (hem gerici yönetimleri, hem de muhalif devrimci güçleri) siyasal etki, gelişim hızı, ve günlük hedefler bazında senkronize etti. Bu 3 ülkedeki “domino “etkisi”nin özü budur.
Ancak aynı “domino etkisi”, örneğin aynı bölgede komünistlerin 1950’lerden beri İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele yürüttüğü Malezya’ya asla ulaşmadı; gene bu 3 ülkeye çok yakın komşu olan Tayland’da varlığı dahi hissedilmedi. Bölgesel planda dahi, dominoların etkisi belirli ve sınırlıdır.
Bugün dünyada benzer “domino”ların var olduğu düşünülebilir. Türkiye’de olacak bir devrimin sadece Suriye, Irak ve Ortadoğu’da değil, Balkanlarda dahi yankıları olacağı, buralardaki siyasal dengeleri sarsacağı açıktır. Ancak bunun mutlaka bu ülkelerin hepsinde zaferi garanti etmeyeceği gibi, bir Türkiye Devriminin örneğin Fransa’da ya da Almanya’da devrimi tetiklemeyeceği ortadadır. Domino etkisi, bölgesel planda tüm devrimcilerin göz önünde tutmaları ve stratejilerine yerleştirmeleri gereken bir olgudur; ancak bu olguyu “global devrim” beklentisine dayanak haline getirmenin hiçbir anlamı yoktur.
Bu gerçek, bir “Avrupa Domino”su hissi veren 1848 devrimleri ve 1968 halk hareketleri için de geçerlidir. 1848’de gerçekten Avrupa’da büyük bir etkileşimle değişik ülkelerde art arda siyasal patlamalar olmuş, ancak bunlar sadece Fransa’da burjuva krallığı yıkıp demokratik cumhuriyeti kuran bir işçi ağırlıklı devrime yol açmış, Almanya’da devrim burjuvazinin ihanetiyle yenilgiye uğramış, Avusturya’da devrim ezilmiş, öte yandan devrim “Manş’ı geçememiş”, İngiltere’de yaprak dahi kımıldamamıştır. Aynı şekilde 1968 halk hareketleri zincirinde, bu sefer hareketin dalgası Anglo-Sakson dünyasında, yani İngiltere ve ABD’de dahi ciddi yankı bulmuş; ancak gerçekten devrime açık bir ortam, bir “devrimci durum” sadece Fransa’da meydana gelmiş, bu durum işçi sınıfının geleneksel partisi FKP’nin hareketin ruhuna hep yabancı kalan mesafeli tavrı dolayısıyla bir devrime dönüşmemiş, diğer tüm ülkelerde ise sonuç olarak sadece siyasete “sol” soluk katan bir toplumsal hareketlenme ile sınırlı kalmıştır..
Bu noktada, “Dünya Devrimi” fikrini bir temel paradigma ve her şeyi açıklayan bir anahtar haline getiren Troçkist yaklaşımları tartışmak zorunlu hale gelmektedir.
(1968 Mayıs Eylemleri)
1920-1930 ARASI BİR AVRUPA DEVRİMİ GERÇEKTEN GÜNDEMDE MİYDİ?
Hayır değildi ! Sadece büyük bir istikrarsızlık yaşayan ve solun güçlü olduğu Almanya’da bir “Alman Devrimi” gündemdeydi, ve o dönemin bütün “Dünya Devrimi” senaryoları bu (olası) Alman Devrimi beklentisi üzerine kuruluydu. Hatırlamak gerekirse:
-
İtalya’da 1920’lerin başında işçilerin gerçekleştirdiği fabrika işgalleri ve konsey yönetimi deneylerinden sonra sol hareket geriye çekilmeye, faşizm ise yükselmeye başlamıştı. 1922’de İtalya faşizmin yönetimine girmişti
-
Fransa: Her zaman Almanya sosyalist hareketinin gerisinde olan Fransız solu, 1920 sonrası ciddi bir bunalım yaşadı. Tours kongresinde çoğunluğu yanına almayı başaran komünistler, FKP’nin kuruluşundan sonra bocalamaya ve gerilemeye başladılar. Parti yönetimine geçen sağ eğilim (P.Semard), sonra sol sekter eğilim (A.Treint), parti içinde çıkan Barbes-Célor hizbi, partiyi hızla eritirken, Sosyalistler kongrede kaybettikleri gücü yeniden ele geçirmeyi başardılar. Komünist Partinin sosyalistlerin yedeğinde bir marjinal grup olmaktan kurtulması ve kitleselleşmesi ancak 1930’da Thorez’in genel sekreterliğe gelmesinden sonra mümkün olabildi; bu da bir “sosyalist devrimi” değil, ancak yükselen faşizme karşı demokratik kazanımların savunulmasını sağlayan Halk Cephesi iktidarını mümkün kılabildi.
-
İngiltere: İngiliz işçi sınıfının Ekim Devrimi’ne duyduğu sempati ve ondan aldığı etki, 1927 Genel Grevinde zirveye vardı. Bizzat Sovyet liderliğinin İngiliz sendikaları ile temas kurup onlara destek verdiği bu grev, hem reformist sendika liderlerinin uzlaşmacı siyaseti, hem de (belki de asıl olarak) İngiliz burjuvazisinin usta bir siyasetle orta sınıfları yanına çekmesi ve işçi sınıfını siyaseten tecrit etmesiyle kırıldı. Tarihinde en son devrimi 1640’da yaşamış olan bu ülkede, bir işçi devrimi gündemden kalktı.
-
Avusturya: Bu ülke Almanya’dan farklı olarak daha sol ve radikal bir sosyal demokrat geleneğe sahipti. “Avusturya Marksizmi”nin temsilcisi olan Otto Bauer’in önderliğindeki bu partinin (birçoğumuzu şaşırtacak bir olgu!) “Schutzbund” adlı silahlı bir işçi örgütü vardı ve Schutzbund, Sosyal Demokrat Partinin önderliğinde 1934’de ülkede yükselen faşizan gericiliğe karşı bir silahlı ayaklanma düzenledi. Avrupa‘da (İspanya İç Savaşı hariç) bir işçi devrimine en yakın gelişme buydu; bunu yapan da komünistler değil sol sosyal demokratlardı ve ayaklanma ezildi. Kaderin cilvesi Bauer’in geçmişte Lenin, Troçki ve Bolşeviklerle girdiği sert polemikler dolayısıyla bu ayaklanma bizim komünist dünyamızda hiçbir karşılık bulmadı (Sovyet yöneticileri “Bauer aklı sıra Bolşevikçilik oynuyor” diyerek bu ayaklanmaya burun kıvırdılar; ancak gene de proleter enternasyonalizmine sadık kalarak gericilikten kaçan Schutzbund üyelerine SSCB’nin kapılarını açtılar; onlara iş ve ev verdiler)
Benzer örnekler ve dinamikler (gerek sağ, gerek sol) diğer Avrupa ülkeleri için verilebilir. Bolşeviklerin ve dünya Marksizminin ilk göz ağrısı olan Almanya ise gerek Komintern’in, gerekse SSCB’nin en fazla siyasal, kadrosal ve taktiksel yatırım yaptığı ülke oldu. Komintern uzun bir süre neredeyse “Alman devrimini düzenleme örgütü” gibi çalıştı. Korkunç bir enflasyon, Versailles anlaşmasının yarattığı ulusal onur kırıklığı, düzen partisi haline gelen sosyal demokratların önleyemedikleri ekonomik yıkım, bütün bunlar bir devrim beklentisini makul kılan unsurlardı. Ancak Alman Devrimi olmadı, sol geriledi ve Naziler iktidara geçti.
Bu başarısızlığın sebepleri bugün daha sağlıklı bir şekilde tartışılmaya muhtaçtır ve sadece “komünistlerle sosyal demokratların kanlı bıçaklı olmalarıyla” açıklanamaz. Bu sorun, Bolşevik modeli temel alan komünist politikalarımızın niçin gelişkin Batı ülkelerinin işçi sınıflarında yaygın kabul görmediği konusuyla sıkı sıkıya bağlıdır ve o çerçevede ele alınmalıdır. Öte yandan bu başarısızlığın tümünü Stalin’in sırtına yıkan analizleri ise ciddiye almıyoruz, ancak burada tartışmak istediğimiz bu değildir. Tartışılması gereken soru şudur:
ALMAN DEVRİMİ BAŞARILI OLSAYDI SSCB’DE NE DEĞİŞİRDİ?
Bu konu Troçkist yazarlar açısında neredeyse bir “amentü” haline geldiği için (“Alman devrimi olmadığı için, içine kapanan SSCB’de baskıcı-bürokratik Stalinist politika egemen oldu” tezi) bu spekülasyonlar tarlasına dalma riskine girelim ve soruyu cevaplayalım: SSCB’nin siyasal yapısında hiçbir şey değişmezdi! Adım adım gidelim:
-
Almanya’da sosyalist devrim, Nazizm ve 2.Dünya Savaşı gibi bir insanlık felaketini önlerdi. Bu doğrudur. Ancak bunun “Avrupa Sosyalist Devrimi” anlamına gelmeyeceği açıktır. Her “domino” gibi bunun da etkilerinin sınırlı olacağı ortadadır (örneğin varlığını asla Almanya’ya borçlu olmayan İtalyan faşizmi varlığını sürdürebilirdi). Öte yandan her türlü spekülasyonun ötesinde net bir biçimde söylenebilecek şey, Alman devriminin (Almanya ile hiçbir kayda değer siyasal ortaklığı ya da toplumsal etkileşimi olmayan) İngiltere ve ABD gibi iki dev emperyalist merkezde hiçbir yıkıma ya da devrime yol açmayacağı gerçeğidir. Sonuçta Sosyalist bir Almanya, tıpkı sosyalist SSCB gibi, emperyalizmin gücünü şu ya da bu ölçüde koruduğu bir dünyada varlığını sürdürmek zorunda kalacaktı.
-
SSCB açısından değişecek en temel şey, ekonomik kalkınma ve sanayileşmenin daha az sancıyla gerçekleştirilebilecek olmasıdır. Sosyalist Almanya’nın destek verdiği Sovyetler Birliği sanayileşmek için gerekli ilksel sermaye birikimini, ülke içinde halktan büyük fedakarlıklar elde etmek zorunda kalmayacaktı. Ancak bu siyasi yapının mantığında HİÇBİR ŞEYİ değiştirmeyecekti. “Alman devrimi olsaydı, SSCB’de baskıcı-bürokratik bir yapıya gerek kalmayacaktı” tezi tam bir saçmalıktır, çünkü bu “baskıcı-bürokratik” denen mekanizmanın öğelerini incelediğimizde görüyoruz ki:
-
Kızıl Ordu: Varlığını koruyacaktı. ABD ve İngiltere (ve olası diğerleri) gibi 2 emperyalist devin varlığını sürdürdüğü bir dünyada, SSCB güçlü ve sürekli bir Kızıl Orduya sahip olmak zorundaydı.
-
Dış düşmana karşı bir istihbarat örgütü: Kesinlikle var olmak ve varlığını sürdürmek zorundaydı. Güçlü bir dış istihbaratın niye gerekli olacağı yukarıda net açıklanmıştır.
-
İç baskı aygıtı: Bunun asli varlık sebebinin “emperyalist kuşatma” olmadığını, hatta bunun belirleyici dahi olmadığını bir kez daha vurgulayalım. Geri bir toplumsal mirası devralan Rusya’daki insan malzemesinin, Gogol’dan Çehov’a Rus edebiyatının hayattan esinlenen tipolojileri hatırlandığında, hayatı asırlar boyu meyhane ve kilise arasında geçen milyonlarca mujik’in, tembel Oblomov’ların, çıkarcı Çiçikov’ların, kabadayı Rogojin’lerin, cahil-fanatik Smerdyakov’ların 1917 Rus devriminden sonra yok olmadıkları gibi, “Alman Devrimi” oldu diye buharlaşıp ortadan kaybolmayacakları aşikardır, ve baskı aygıtını gerekli kılan temel gerçeklik de budur. Tam bu noktada “Rusya zaten geri bir ülkeydi, o yüzden…” nakaratlarına başlamanın da hiçbir anlamı yoktur; zira “ileri” bir ülke olan Almanya’da dahi sosyalist bir yönetim kurulmuş olsaydı, 3-4 asırlık feodal Prusya monarşisinin, Alman fikir yaşamının büyük kısmına damgasını vurmuş gerici Alman romantizminin, halkın bir kesiminde bir din gibi yaygın olan anti-semitizmin ve ırkçılığın mirasını devralmış olmanın orada da etkili bir baskı aygıtını zorunlu kılacağı ortadadır.
-
Bürokratik idari aygıt: Devletin dışında kapitalist ve sivil bir sanayi yönetim aygıtının olmadığı Rusya’nın baştan aşağı bir sanayi ülkesi olması demek, bu sanayiyi her kademede yönetecek gelişkin bir idari aygıtın kurulması demektir. Sanayiyi ister “Sosyalist Almanya” desteğiyle kursun, ister kendi öz kaynağıyla kursun, sanayiyi siyasi iktidar adına yöneten bu aygıtın adı (olumlu veya olumsuz anlamında) bürokrasidir. Alman devrimi oldu diye böyle kapsamlı ve geniş bir idari aygıta gerek kalmayacağını iddia etmenin hiçbir mantığı yoktur.
-
Olabilecek yegane bir diğer fark ta SSCB içinde biraz daha güvenli, komplolar konusunda biraz daha az paranoya yapan bir yapı olurdu ki, bu nicel bir fark olup kurulan yapının (ilerde ortaya çıkacak) temel zaaflarını asla değiştirmezdi.
Troçki ve Sol Muhalefetin “Dünya Devrimi” takıntısının temel sebebi, dış destek olmadan Rusya’nın geriliğe mahkum kalarak kendi içinde modern, güçlü, ve çağdaş bir altyapı kurabileceğine olan inançsızlıktı. Troçki bir Alman-Sovyet savaşı için öngörüsünde “SSCB bu savaşı kaybetmeye mahkumdur; çünkü geri ve güçsüz bir sanayiye sahiptir” demişti. Stalin önderliğinde SSCB bunun tam tersini başardı: Güçlü bir sanayiyi kurabildiği için Almanya’yı yendi! Sovyetler Birliği’nin sanayileşmeyi başarıyla tamamlamasından sonra Troçki’nin Stalin’e (alaycı bir üslupla da olsa) bir “tebrik mektubu “yolladığı bilinmektedir.
Troçkizmin “dünya devrimi olmadı, böyle oldu” paradigması, yozlaşmaya sebep olacak temel unsurları ve dinamikleri, önceki yazılarımızda ayrıntılarıyla değindiğimiz ve belirleyici olgular olan tek parti rejimi, devlet-parti bütünleşmesi, konseylerin parti karşısında işlevsizleşmesi, sivil toplum örgütlerinin devlete bağlanması, hukukun tanımsız kalması gibi (Dünya Devrimi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan) konuların hepsini es geçmektedir; zira Troçki’nin kendisi (kuruluşuna bizzat katkı yaptığı) bu siyasal yapı ve kültürdeki bu zaaflarının hiçbirini sorgulamamış, tartışma konusu yapmamıştır. Durum böyle olunca oluşan gerileme ve zaafları olmamış ve olmayacak bir “dünya devrimi” tartışması etrafına hapsetmek gerçek sorunların görülmesini engellemekte; siyaseti maziye gömülmüş bir siyasal vendetta’ya kilitleyerek, Stalin-Troçki “kan davasının” gözlüğünü insanlara zorla taktırarak siyasal şaşılığın taşıyıcısı ve bir zaman kaybı olmaktan öteye anlam taşımamaktadır.
GLOBAL KRİZLER NEYE YOL AÇAR?
Tarihten, 1929 krizinden başlayalım: 24 Ekim 1929 günü “Kara Perşembe” ile, Walt Street borsasının çöküşü ile başlayan 1929 krizi, uluslararası niteliği bugünkü 2008 mortgage krizinden hiç de geri kalmayan, ancak yıkım şiddeti yerel planda ve dikey olarak belki ondan da fazla olan ilk “örnek” ekonomik buhrandı. SSCB’nin Birinci Beş Yıllık Planı gururla başlattığı yılda kapitalizmin ölüm çanlarını çalan, tüm dünya devrimcilerinde bir “devrim” beklentisi yaratan bu evrensel buhranın tek tek ülkelerde etkisi ne oldu?
-
Fransa ve İspanya’da sol büyük bir atılım yaptı ve sosyalist düşünce kitleselleşerek sosyalist ve komünist partilere “Halk Cephesi” şeklinde seçim kazandıracak kadar güç kattı.
-
Almanya’da krizin yol açtığı çöküntüyü (salt iç çatışma değil, başka sebepler yüzünden de) değerlendiremeyen sol hareket (komünistler ve sosyal demokratlar) inisiyatifi Nazilere kaptırdılar ve faşizm kuruldu.
-
ABD’de ciddi bir güç artışı bekleyen Amerikan solu için kriz tam bir hayal kırıklığı oldu.1932 seçimlerinde hem Amerikan Sosyalist Partisi, hem de ABD Komünist Partisi hiçbir ciddi başarı kazanamadılar. Roosevelt’in “toplumsal barış” vaat eden programı kitlelerde en çok yankı bulan seçenek oldu.
Dolayısıyla aynı ve tek evrensel krizin, tek tek ülkelerde nasıl farklı, hatta zıt siyasi sonuçlara yol açtığını 1929 örneğinde görüyoruz. Ya günümüzde?
Bugün değişik kapitalist metropollerin, kökü tarihe, bu ülkelerin sınıf mücadeleleri tarihine uzanan siyasal gelenek farklılıklarını kafamızda netleştirmeye çalışalım:
-
Fransa: 1789, 1830, 1848, 1871 devrimleri, 1934 Halk Cephesi, Direniş, 1968 Büyük Halk Hareketi gibi siyasi geleneklerin mirasçısı olan Fransa’da “isyan” ruhu bu ülkenin neredeyse havasındadır. Daha yakın zamanda, yer yer tutucu-milliyetçi unsurların dahi katıldığı “Sarı Yelekliler” hareketi bu ülkeyi bir yıl boyunca felce uğrattı. Yıllar boyu Fransız KP’si tarafından temsil edilen sol, bu partinin çökmesine ve marjinalleşmesine rağmen kendine yeni siyasal formlar buldu ve ülkenin gündemini zorlayan bir aktör olmayı başardı. Burjuvazinin ancak bu ülkenin büyük zenginliği ve gelişkin demokrasisi ile sağlayabildiği istikrar, sol ve sosyalist düşünce ile her an zorlanabilir durumdadır; başka bir deyişle radikal sol Fransa’nın her zaman (yıllardır) “kapıda bekleyen” siyasal gerçeğidir.
-
İtalya: Faşizmin ertesinde ABD desteğiyle kurulan ve ayakta kalan kukla hükümetlerle yıllar boyu yönetilen İtalya’da “kötü yönetim” (mal governo) bu ülkenin temel gerçeğidir: Rüşvet, yolsuzluk, Gladio, siyasi cinayetler, devlet içinde devlet haline gelen mafya, mason locaları..vs bu ülke burjuvazisinin siyasal çapsızlığının somut göstergeleridir. 1990’lara kadar 3-4 ayda bir istifa eden hükümetler ve günlük yaşamın parçası olan genel grevler bu resmi toplumsal muhalefet açısından tamamlayan olgulardı. 1990’lardan sonra gericiliğin “Lega Nord” (Kuzey İttifakı” adı altında ülkeyi bölmeyi dahi göze alan cüretkarlığı, bu ülkedeki müzmin siyasi istikrarsızlığın başka bir göstergesidir. İtalyan KP’sinin çöküşünden sonra sol İtalya’da nispeten gerilemiştir. Ancak sonuçta İtalya, sol Fransa’dan daha geri olmakla birlikte, Fransa’dan çok daha istikrarsız ve kırılgan bir ülkedir.
-
İngiltere: Burada resim tam tersinedir: İsyan değil, “uyum ve uzlaşma” bu ülkenin “havasında ve suyunda”dır. Kapitalizmin bir dünya imparatorluğu ile birlikte ilk geliştiği ülke olan İngiltere, siyasal yönetim yeteneği itibariyle dünyanın en zeki, pragmatik ve kabiliyetli burjuvazisine sahiptir. Bu burjuvazi, daha ilk doğduğu yıllardan itibaren işçi hareketini de kendi çıkarları doğrultusunda deforme etmeyi başarmıştır. Engels 1858’de “İngiliz burjuvazisi burjuva bir aristokrasi yarattığı gibi, burjuva bir proletarya yaratmayı da hedefliyor” diyordu. Bir dünya imparatorluğunu yönetmenin verdiği ulusal gurur, “King and Country” (Kral ve Vatan) ideolojisi, işçi sınıfının da geniş kesimlerini etkisi altına almayı başarmış, 1950’lerde Fransız sendikaları Hindiçini işgalini protesto eylemleri yaparken İngiliz sendikaları “Hindistan’ın İngiltere’nin ayrılmaz parçası” olduğunu deklare ederek sömürge yönetimine destek vermiştir. İngiliz İşçi hareketinin tarihteki şanlı mücadele örneklerine (Çartist Hareket, 1919 Sovyet Rusya ile dayanışma eylemleri, 1927 genel grevi, 1960’larda ve 80’lerdeki madenci grevleri) rağmen devrimci sosyalist düşünce asla kitleselleşememiş, radikal solculuk (hep marjinal kalmış İngiliz KP’sinin yanı sıra) İngiliz İşçi Partisi’nin sol kanadı içinde var olmuş ve buraya hapsolmuştur. Bu partinin tarihinde çıkardığı tek onurlu ve parlak lider olan Jeremy Corbin’e vurulan en son darbeler, bu ülkede radikal politikaların başarı şansının (verili durum olarak) Fransa’ya nazaran çok daha geride olduğunu ortaya koymaktadır.
-
Almanya: Rosa’nın, Liebknecht’in, Thalmann’ın ülkesi 2.Dünya Savaşı’ndan sonra bölündüğünde, geçmişin komünist ve sol sosyal demokrat potansiyeli Demokratik Almanya’da konuşlanmış, Federal Almanya direkt olarak ABD yönetimi altında şekillenmiştir. Burada meşhur bir soru-cevabı hatırlayalım: Soru: “Milyonlarca üyesi olan Nazi Partisinden sadece 22 kişi Nürnberg Mahkemelerinde hüküm giydi. Kalanlar ne oldu?” Cevap: “Kalanlarla CIA, NASA, ve Federal Almanya kuruldu”!. Gerçekten de milyonlarca Nazi partisi üyesi “artık yeni ortak düşman olan komünizme karşı savaşmak” temelinde ABD ile zımni bir pakt kurarak ABD onayı ve yönlendirmesi ile Alman siyasal yaşamına (SPD dahil) entegre oldular. Böylece şiddetli ve zehirli bir anti-komünizm, tüm Federal Alman siyasal yaşantısının belirleyici unsuru haline geldi. Bu resim, Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’yi (içerdiği sol unsurlara rağmen) de dünyanın en işbirlikçi, en anti-komünist ve en emperyalist partilerinden biri haline getirdi. DDR’ın çökmesi sonucu oradaki KP’nin (SED) yeni bir isim ve kimlikle Alman siyasal yaşamına girmesi (tüm zaaflarına rağmen) bu ülkeye nispi bir “sol” soluk getirdiği doğrudur. Ancak kendisi bizzat bir Soğuk Savaş ürünü (ve onun gayrı meşru çocuğu !) olan Federal Almanya, anti-komünizmi, tarihsel Sovyet düşmanlığı, Avrupa emperyalizminin kıtadaki en güçlü merkezi olma hasebiyle, radikal anti-kapitalist politikalara en kapalı ülke durumundadır.
-
ABD: Dünyanın en kalabalık işçi sınıfına sahip ABD’de niçin asla güçlü bir sol olmadı sorusu sık sık gündeme gelmektedir. ABD, işçi sınıfının doğduğu ve şekillendiği 1840’lardan sonraki 100 yıl içinde sürekli olarak yeni toprakların, yeni madenlerin, yeni zenginleşme olanaklarının art arda gündeme geldiği bir ülkeydi ve J.Steinbeck’in deyimiyle “Amerikan işçisi, işçiliği kendi işinin patronu olana kadar katlanacağı geçici bir külfet olarak gördü”. Sürekli gündeme gelen yeni zenginleşme olanakları, yer yer ortaya konulan şanlı mücadele ve direniş örneklerine rağmen (Chicago Haymarket direnişi başta olmak üzere) işçi sınıfında militan ve kitlesel bir kurumlaşmaya, birikimlerin kökleşmesine engel oldu. Sürekli merkezileşen ve konsolide olan burjuvazinin aksine işçi sınıfındaki bu kaygan zemin, ciddi bir eşitsiz gelişme yarattı; buna 1945 sonrasında ABD’nin Soğuk Savaş’ın karargahı haline gelmesi eklenince, emekçi tabana dayalı yaygın bir sol ABD’de asla oluşma şansı bulamadı. Bugün ABD’de siyahlar, yerli hareketleri, beyaz yakalılar ve hizmet sektörü kaynaklı hareketlerle bir tür “Amerikan solu” doğuş halindedir; buna genç kuşakların (burjuvazinin korkuyla “Millenial socialism” (2000 civarı doğanların sosyalizmi) diye adlandırdığı) radikal anti-kapitalizmi de eklemlenmektedir. Ancak her şeye rağmen ABD’de akıl almaz boyutlarda olan kitlesel bir gericilik söz konusudur. Yakın dönemde önce Obama’nın sağlık hizmetlerini halka yayma planı Obamacare gibi makul ve haklı bir adıma milyonlarca Amerikalının “bu solculuk ve sosyalizm demektir” diye tepki göstermeleri, ve Trump’ın seçilmesiyle kendini ortaya koyan faşizan politikalar bu gericiliğin kendini sürekli hissettiren işaretleridir. Bir gericilik kalesi olan ABD’de yeni emeklemeye başlayan solun, bu gericiliğe galebe çalması ve onu yenmesi, öngörülebilir bir gelecekte hayaldir.
Gelişkin kapitalist ülkelerdeki bu siyasi eşitsizlik ve dengesizlik, siyasi ve ekonomik istikrarın zayıf, solun ise nispeten güçlü olduğu İspanya, Portekiz gibi ülkelerle daha da çeşitlenmektedir. Varılabilecek sonuç ise nettir: Hem İtalya’da, hem de İngiltere’de, hem Fransa’da, hem ABD’de, hem Portekiz’de hem de Almanya’da “aynı anda” ya da “art arda” oluşacak bir devrim, ya da devrimler silsilesinin hiçbir gerçekliği, mantığı yoktur.
TEK ÜLKEDEKİ DEVRİMCİ GELİŞMENİN BASTIRILMASI
Burada şu haklı görüş gündeme gelmektedir: “Simültane ya da zincirleme devrim doğru olmayabilir. Ancak emperyalizm gücünü koruduğu sürece, tek bir ülkede olacak devrimci gelişmelerin üstüne çullanmak, o ülkeyi tecrit etmek, ekonomik yıkımı tetiklemek gibi olanaklara fazlasıyla sahiptir. %500 enflasyonla boğuşan Venezuela’nın hali ortadadır. Öte yandan büyük bir iyi niyetle ve iddiayla Yunanistan’da iktidara gelen Syriza’nın nasıl AB tarafından “hizaya getirildiğini” de biliyoruz. Dolayısıyla bu emperyalist yapı çökmeden tek bir veya birkaç ülkede devrimci bir gelişme nasıl olabilir.?”
Soru haklıdır; ancak yüzeysel bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu sorunun cevabı gene siyasette aranmalıdır. İki örneği ele alalım: Syriza çok ilerici ve emekten yana bir programla seçime girdi; ancak AB’den gelebilecek emperyalist şantajlar karşısında hiçbir politika, tedbir, öngörü geliştirmedi; bu şantaj gündeme gelince de bütün seçim programını 180 derece inkar ederek bir siyasal mevtaya dönüştü. Bu yapılsaydı kitlelere daha gerçekçi hedefler verilir, daha büyük fedakarlıklar gerekeceği için daha geniş ittifaklara gidilir, oluşacak çatışmalar öngörülerek siyasetin tansiyonu (kitlelerle birlikte) yükseltilebilir, ve daha az ve can alıcı hedeflere yoğunlaşabilirdi. Syriza’nın temel hatası politiktir; standart bir parlamenter seçimle “neredeyse sosyalist” bir yapı kurmanın mümkün olabileceği hayalidir. Öte yandan bu süreçte Syriza’ya sıradan bir burjuva ve gerici parti muamelesi yapan, “onlar kaybedince nasılsa halk bize gelecek” gibi ahmakça hesaplar yapan Yunan KP’sinin politikasının da saçmalığı unutulmamalıdır.
Venezuela’da ise, Chavez’in yaptığı dönüşümlere olan saygımız ve desteğimiz ne olursa olsun, siyasal sürecin çok kötü yönetildiği her geçen gün açığa çıkan bir gerçektir. Petrol fiyatlarının yüksek olduğu dönemde bu zenginliği halkın hayat seviyesini yükseltmek için kullanan, ama petrol dışında yeni iktisadi mevziler ve avantajlar yaratmayı düşünmeyen sosyalist yönetim, fiyatların düşüşüyle birlikte ciddi bir ekonomik darbe yedi. Yerel iktidarlara önem verilmesine rağmen, Chavez döneminde onun etrafında oluşmaya başlayan bürokrasi, Maduro döneminde daha da konsolide olmuş, bugün rüşvet ve yolsuzluk sarmalı Bolivarcı devletin üst kademelerine kadar yayılmıştır. Bu resme, halkın siyasi gücünü ülkedeki pazarı ve burjuvaziyi (ortadan kaldırmak olmasa bile) kontrol altında tutmak için kullanmak amacıyla hiçbir somut politika geliştirmeyen yönetimin öngörüsüzlüğü de eklenince bugünkü krize varılmıştır.
Yukardaki soruya dönersek, bu sorunun tek cümlelik, basit ve genel geçer bir cevabı olmadığını söylemek gerekir. İktidara yönelik her devrimci hamle, bugün ABD emperyalizminin belirleyici olmaktan çıktığı yeni dünya düzeninde alternatif güçlerle (Rusya, Çin, Hindistan, İran, duruma göre Avrupa) işbirliğini, kendine sağlam ekonomik ve siyasal dayanaklar (ve pazarlık güçleri) yaratmayı, açıklığı, şeffaflığı ve kitlelerin siyasal insiyatifini yükseltmeyi başa koyan çıkış yolları aramak ve üretmek durumundadır. Bu basit bir süreç değildir; ancak buna dudak bükecek olanların tek alternatifinin “emperyalist ülkelerde sosyalist devrimi beklemek” gibi beyhude bir çözüm olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizmin siyaseten yıkılması, gene yıllar önce Lenin’in formüle ettiği gibi, “emperyalizmin en zayıf halkası”ndan başlayarak (bunun neresi olacağına dair bir öngörüde bulunmuyoruz) belirli ülke ya da bölgelerde gündeme gelecek, sosyalizme yönelen halklar, sosyalizme kapalı durmaya devam eden ülkelerle birlikte belli bir süre bir arada var olmak zorunda kalacaklardır.
GEÇMİŞİN HATALARINI TEKRARLAMAMAK
Bu perspektif, sosyalizme yönelecek halkların geçmişte olduğu gibi “kapalı ekonomi-kapalı siyaset” temelinde bir yapıya yönelecekleri anlamına gelmemelidir. Bu, öncelikle iletişimin ve her türlü mübadelenin (meta, kültür, fikir..) bu denli yaygın ve yoğun olduğu günümüzde zaten imkânsızdır; geçmişte de doğru değildi. Batı ülkelerinde üretilen malları ülkeye sokmamak, kendi yurttaşlarını yurt dışına yollamamak, her türlü kültürel ürünün ülkeye girişini sıkı sıkıya kontrol etmek, bunlar hem imkansızdır; hem de uygulandığı takdirde en popüler sosyalist iktidarı dahi yıpratacak anlamsız tedbirlerdir. Yarının sosyalist yönetimleri, hem ekonomik, hem de kültürel-ideolojik ürünlerde dünyaya şu ya da bu ölçüde açık olmak, bu açıklığın yaratacağı handikapları yepyeni bir siyasal kültürle göğüslemek zorundadır. Bu siyasal kültür yerel inisiyatiflerin güçlendirilmesi, kitlelerin siyasete katılımının artırılmasını, sivil toplumun güçlendirilerek önünün açılmasını, üretimde kooperatif ve “tabandan yönetim” modellerinin geliştirilmesini, şeffaflığı ve açık tartışmayı, hesap verilebilirliği ve etkin bir hukuku başa koymalıdır. Bugün varlığını büyük ölçüde Çin’in verdiği desteğe dayandıran Kore DHC bir yana, kendini dünyaya kapamış bir sosyalizmin değil ayakta kalması, kitlelerin gündemine dahi gelmesi imkansızdır.
ENTERNASYONALİST PERSPEKTİF
Bu tespitleri yapmak, mücadeleyi ulusal sınırlara hapsetmek ya da “ulus-devlet”e teslim olmak mıdır? Hayır! Zira kendi ülke ya da bölgesinde sosyalizm için mücadele eden her hareket, başta kapitalist metropoller olma üzere tüm ülkelerdeki sol ve ilerici hareketle temas içinde olmak, onlardan destek almak, emperyalizmin vuracağı darbelere karşı onlardan “cephe gerisinde” yardım istemek zorundadır. 1917’de gericiliğin kalesi olan ve hiçbir devrimin söz konusu olmadığı İngiltere’de, işçilerin “Sovyet Rusya’dan elinizi çekin” kampanyasının Ekim Devrimi’ne ne denli hayati bir soluk kattığı bilinmektedir. Uluslararası dayanışma ve mücadelenin birliği hala esastır, bunu hayata geçirecek enternasyonal yapılara hala ciddi bir ihtiyaç vardır. Ancak yarının sosyalist iktidarları da mutlaka ve kesinlikle birer devlet olarak örgütlenmek, kendini dış saldırılara karşı koruyarak sosyalizmi inşa etmek gerçeğiyle karşı karşıyadır, ve bu gerçekliğin yaratacağı (ve geçmişte de yarattığı) handikaplara ve saptırıcı etkilere karşı çözüm düşünmek ve geliştirmek zorundadır. Bu yüzden “emperyalizmin var olduğu bir dünyada bir halk sağlıklı bir sosyalist yönetimi nasıl inşa edebilir” sorusu üzerine düşünmek ve çözüm geliştirmek hala son derece hayati bir öneme sahiptir. Bu net gerçeğin karşısında “ya tüm dünyada olur, ya da olmaz” tavrında ısrar etmek, teoride tembelliğin, pratikte ise hayatın yerel planlarda karşımıza çıkaracağı devrim imkanlarına gözü kapamanın, köşeye çekilmenin, pasifliğin ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.
Sinan Dervişoğlu hocam ellerinize sağlık. Çok yararlandım
sağolun teşekkür ederim. tüm yazılarınızı okumaya çalışıyorum.
Mümkün olsa Siz’ i yakından tanımak, tanışmak isterdim. Saygılar selamlar.