Mahir Konuk / 21.05.2021
Günümüz tarihsel bir ayrım veya kopuşa sahne olmaktadır: Siyasi iktidarı ve “sahte muhalefetiyle” yerleşik kurumsal Devlet düzeni bir tarafta; bin bir çabayla kurulmasına başlanan emekçi halkın gerçek toplumsal muhalefeti ise diğer tarafta. Daha önceki yazılarımızda bütün yönleriyle döne döne izah etme çalıştığımız gibi bu kopuş olayı, sadece yakın dönem Türkiye tarihinde değil ama Dünya tarihinde, yeni bir eşiğin daha aşılmakta olduğunu gösteren bu kopuş, küreselleşerek kendi natürel sonuna erişen kapitalist sistemin bütün İnsanlığı ciddi şekilde tehdit ettiği şartlarda gerçekleşmektedir.
Biz bu kopuşu, emekçi kitlelere mal olmuş bir şekilde ilk kez Belediye başkanları ve Yerel yöneticilerin seçimi sırasında oldukça açık ve seçik olarak gözlemledik. Sahtesinden bir muhalefetin “zaferi” ile kendisini şimdilik ancak yüzeysel olarak ifade eden bu tarihsel kopmanın toplumsal ve siyasal dinamiklerinin neler olduğunu, seçimlerden hemen sonra “EK Dergi” (Eleştirel Kültür Dergisi) nin bir sayısında yayınlanan aşağıdaki uzun yazımız aracılığıyla kamuoyuyla paylaşmıştık.
Günümüzde bu kopuş kendisini “Yerleşik siyasi iktidar-Mafya” arasındaki ilişkilerin çatırdamasıyla ortaya koymuş bulunmaktadır. Sesi sonuna kadar açılmış bir bozuk bir hoparlörden çıkarcasına büyük gürültü koparan Siyasi iktidar-Mafya çatırdaması bize; gerçekte var olduğu biçimiyle yerleşik düzenin toplumsallaşmasının, muhafazakar değerlere endeksli bile olsa (“siyasal İslam”) artık mümkün olmadığı göstermektedir. Aslında bu durum bizce iktidar Partisi olan AKP’nin bir sorunun değil ama “sahte muhalefetin” ve hatta (öncelikle de diyebilirdik) topyekun kapitalist sistemin en temel sorunlarından birisidir. Bu orijinal yanın dışında, tarihsel kopuşa dair iki yılı aşkın süre önce kaleme aldığımız yazıda, ülkenin genel durumuna değin yaptığımız analizler ve geliştirdiğimiz tezler ortaya çıkan yeni durumda da geçerlidir. Yeni yazımız hazırlanırken, geliştirdiğimiz tezleri hatırlatmak üzere okuyucuya sunmayı uygun gördük:
“HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK”, NEYİN ADIDIR?
Son on yıldan fazla bir süredir sıklıkla anons ettiğimiz isyan fırtınaları hız arttırarak bütün hızıyla devam etmekte. Türkiye’de kopan ilk büyük fırtınanın adı “Gezi isyanı” oldu (2013) ve bir kasırgaya dönüşerek bütün Haziran ayaklanması müddetince bütün hızıyla devam etti. Fransa’daki isyan en gösterişli biçimde Paris’in bir meydanını (Place de la République) işgalle başladı (2016) ve Türkiye’deki gibi bütün ülke çapına yayılarak birkaç hafta sürdü. Biraz hız kestikten sonra 2018’in sonbaharında tekrar alevlendi ve tam 34 haftadır dalgalanmalara rağmen devam etmekte.
Aslında Türkiye’de de Gezi isyanının esintileri yeni bereketli yağmurları toplayarak günümüze kadar devam etmiş bulunuyor. Son güçlü esinti mahalli seçimlerin bahanesiyle gerçekleşti ve son İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde dipten gelen oldukça kuvvetli bir fırtınaya dönüşerek AKP iktidarını önüne katıp sürüklemeye başladı. Bu fırtınanın adı “Her şey çok güzel olacak” olarak belirlendi.
Bu yazımızda işte bu yeni fırtınanın kimlik tespitinde bir adım daha giderek fırtınaya şiarın, kendisini belirleyen toplumsal ve siyasi çelişkiler açısından neyin adı olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
“SON SEÇİM” ve sonrası…
Her şeyden önce okuyucuya bir düzeltme yapmakla ve böylece önce kendi düşüncemizi daha anlaşılır kılarak söze başlamamız gerekmektedir. Şöyle ki; bir önceki Başkanlık seçimlerinin (2018) hemen arkasından yazdığımız bir yazıda bu seçimin bir “son seçim” olarak tarihe geçeceğini belirtmiştik. Gerekçelerimizin başında seçimlerin oy vermeden başlayarak usulen yürütülme-sayım ve ilanında bütün muhalefetin bildiği ama itirazda bulunmak üzere asla arkasında duramadığı usulsüzlükler gelmekteydi. Bu yüzden, yerleşik iktidarla “sahte muhalefet” olarak adlandırdığımız kesimin güçlerini tam bir konsensüs içinde sistem ittifakına dönüştüren kurgusal bir hukuksuzluğa işaret edip, yapılan bu başkanlık seçiminin “SON SEÇİM” olacağını başlık atarak ilan etmiştik. “Son seçim” adı verdiğimiz oylama aynı zamanda, atılım gösteren ve hayatın maddi gerçekliğini taşıyan toplumsal muhalefetin, yalın bir kurgusallığa dönüşen yerleşik düzen gerçekliği tarafından sıfırlandığı bir seçim de olmuştu. Geldiğimiz noktada, son İstanbul Belediye Başkanı seçiminde “sahte siyasi muhalefet” önderliğinde kazanılan göreceli başarının, kendisini hazırlayan dinamikleri öne çıkararak “son seçim” derken sonraki başarıya dönük olarak neyi anlatmak istediğimize açıklık kazandırmamız gerekmektedir.
Bu yerel seçimler de tıpkı son Başkanlık seçimi gibi liberal faşist diktatörlük şartlarında gerçekleşmiştir. Bundan kimsenin zerrece şüphesi olmamalıdır. Zira liberal faşist diktatörlük, kendisinin de bir diktatörlük biçimi olmasından dolayı “burjuva diktatörlüğünün “ çeşitli versiyonlarında olduğu gibi bir “seçim yapma” imkansızlığı değildir. Liberal faşist diktatörlük için, burjuva diktatörlüğünün bütünüyle bir sermayedar sınıfı hakimiyetinin tezahürü olarak “seçim yapmak” ve bu işin demokrasinin kendisi olduğunu emekçi halk kitlelere inandırmak, en önemli silah olma özelliğini korumaktadır. Sermayedar sınıfın belli aralıklarla “seçim yapma” ritüelini yasaklaması bu gerçeği kesinlikle değiştirmemektedir. Bunun nedeni “seçim yapmak” denilen eyleme yerleşik düzen içinde yüklenen anlamının ne olup ne olmadığı ile ilgilidir.
Siyasi bir ritüel olarak “seçim yapmak” çeşitli evrelerden oluşan bir sürecin ifadesidir ve çoğunlukla bu evreler birbirlerine karıştırılır (Tıpkı bizim “son seçim” diye yaptığımız ifadelendirme ile genel olarak “seçim yapma”nın birbirine karıştırılmasında olduğu gibi). Siyasi eylem biçimi olarak “seçim yapma” süreci, kendisi başlı başına kurallarla biçimlendirilmiş (gizli oy açık sayım gibi) ayrı bir ritüele tabi “oy vermek” veya “oy kullanmak” ile karıştırılmamalıdır. “Oy kullanmak”, daha kapsamlı bir eylem biçimi olan “seçim yapma”nın uygulandığı şartların belirlenmesine dairdir; seçilen “nesne” yani bireyin ve toplumun hayatını biçimlendirecek politik eylem biçiminin ne olup olmayacağı, bu eylemi sevk ve idareden sorumlu temsilcilerin kimler olup olmayacağı ve bu temsiliyetin ne kadar süre için belirleneceği konusunda bilgi vermemektedir. Ancak, bir sürecin devamı olarak siyasi tercihlerin ve onların temsilcilerinin seçilmesi sorunu da “seçim yapma” sürecinin “oy verme” işleminden sonra devamını teşkil etmektedir. Aynı şekilde, Ulus-Devletler çatısı altında tıpkı Vatan gibi “bölünmez bir bütün” olarak kabul edilen toplumun yeniden biçimlenmesini tayin edecek olan “seçim yapma” eyleminin bu ikici faslı da siyasi bir ritüel olarak kurallarla belirlenmiş bulunmaktadır.
Gerek “oy verme” ritüelini belirleyen kurallara müdahale ederek, gerek politik tercih ve temsiliyetin sağlanması üzerinden ve gerekse seçim sürecini bütünleyen her ikisine birden yapılacak müdahale ile, “seçim yapma” eylemine anlamını veren yenileme veya değiştirmeye de müdahale etmek mümkündür. Fransız emekçi halkının Macron iktidarında somutlanan yerleşik liberal faşist diktatörlüğe karşı isyanını temsil eden SARI YELEK HAREKETİ başlangıçtan 3-4 hafta sonra iç tartışmalar sonucunda belirlediği ve 34. Haftada asla vazgeçemeyeceği ilke haline dönüşen RİC (Vatandaş İnisiyatifi Referandumu) bu durumun engellenmesinin önlemini almayı amaçlamaktadır. Yazının ileriki bölümünde etraflıca yeniden ele alacağımız gibi RİC yerleşik siyasi “seçim yapma” ritüelini kuralları ile birlikte havaya uçurmayı ve böylece bir seçim yapma eylemini gerçekleştiren bireylerin, sürekli ve doğrudan müdahale ile seçme süreci kontrol altında tutabilmesini öngörmektedir.
Türkiye’de, 1980 faşist darbesinden sonra resmi Devlet ideolojisi haline dönüşen “Türk-İslam sentezi”nin desteğiyle, Özal iktidarlığı döneminden beri hazırlık yapılarak tezgahlanan liberal faşist politikaların sağlamlaştırıcısı ve sonlandırıcısı AKP iktidarı oldu. 17 yıldır süregelen bu işlem, aynı zamanda genel olarak sermayenin temelli bir şekilde küreselleşmesine paralel olarak “gelişmiş” (Fransa gibi) veya “gelişmekte olan” (Türkiye gibi) birçok ülkesinde eş zamanlı olarak yerine getirildi (bazıları bu süreci otuz yıl öncesine kadar geri götürülmektedir). Dönemin bizce başlıca özelliği aynı zamanda, kapitalizmin, SSCB’nin top yekun çöküşüne şahitlik yaparak kendisini “kadir-i mutlak” olarak ilan edip tavan yaptıktan sonra tarihi bir çöküşe geçmesidir. Kapitalizm, bu kaçınılmaz çöküşle birlikte baskı ve sömürünün dozunu yerküredeki insan varlığını tehlikeye atacak şekilde arttırmadan günümüzde egemen bir sistem olamayacak hale gelmiştir. Liberal faşist diktatörlüklerin AKP’nin hükümran olduğu dönemde her yerden mantar gibi bitmesi bunun en açık örneğidir. Bu diktatörlüklerin en tipik özelliklerinin başında gelen şey mutlakiyetçi bir iktidar yapısını temsilen, çoğunun akıl sağlığının yerinde olup olmadığı tartışma götürür liderlerin önderlikleri altında hareket etmeleri ve genellikle yasama ve yürütme erklerini doğrudan doğruya sermayeyi temsil eden teknisyen-manager-sermayedarlardan kurulu bir oligarşiye teslim etmiş olmalarıdır. Ayrıca, burjuva Demokrasisi denilen işleyişin en tipik özelliklerinden birisi olan “kuvvetler ayrılığı” prensibi de (yargı da dahil olmak üzere) işlemez veya “kadük” hale getirilmiş bulunmaktadır. Örneğin, yakından ilişki halinde bulunduğumuz iki ülkede, Türkiye ve Fransa’da durum bu merkezde seyretmektedir.
Fransa söz konusu olduğunda Macron, oligarşi tarafından “fahişenin teki” olarak ileri sürülüp, “havuz medyası” tarafından satışa hazır hale getirilerek, oy verme çağındaki Fransız seçmenin sadece %16’ya yakınının oyunu temsil ederek ve “şaibeli” sayılacak bir seçimle başa getirilmiş, akıl sağlığı da “şaibeli” olan bir Başkandır. Seçilir seçilmez kutlama töreninde kendisini Antik Roma’da “baş tanrı” olan Jüpiter ile kıyaslamaya başlamıştır. Bu onun iktidarının (liberal faşizmin demek daha doğru olacaktır) mutlakıyetçi yapıda olacağının daha baştan ve açıkça ilanından başka bir şey değildir. Kendi iktidarını temsilen seçilen milletvekillerinin ve bakanlar kurulunun çoğu teknisyen-manager-sermayedar profiline uygundur. Zaten, özel hayatı ile kamusal alanı birbirine karıştıran, halkı aşağılayıp sürekli yalan söyleyen ve daha çok “hastalıklı ” bir kişilik yapısına sahip olduğu yönünde klinik bir tablo arz eden Macron kendisini bir “Devlet adamı” olarak değil ama CEO olarak gördüğünü bizzat açıklamıştır. İki yıllık icraatı da kendi profiline uygun olarak baş temsilcisi olduğu oligarşik yapıyla uygunluk halindedir: Fransa’yı tarihi oluşumuna uygun olarak bildiğimiz Fransa yapan “İş Yasası”nın ilgası bunun en açık göstergesidir. Emek dünyasına karşı gerçekleştirdiği bu ölümcül saldırı ile birlikte çalışan ve işsiz emekçi halkı yoksulluk ve sefalete itmekle kalmayıp, klasik anlamda bir “burjuva toplumunun” işleyişi için kaçınılmaz olan bütün kurumları birer birer ortadan kaldırmaya veya içlerini boşaltarak işlevlerini yerine getiremez duruma getirmiştir. Bu saldırılar doğrudan doğruya “Ulus-Devleti” ortadan kaldıracak bir boyutta seyretmektedir. “Fahişeliğini” yaptığı sermayedarlara vergi kıyakları ve avantajlar sunarak vatandaşların satın alma gücünü hissedilir bir biçimde düşürmüştür. Bütün kamu kuruluşlarını ve “ormanlar” gibi kamusal zenginlikleri özelleştirerek yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekmiştir.
Ağızlarından salyalar saçarak Yerkürenin nüfusunun en az yarısından fazlasını yok edecek bir “Medeniyetler Savaşı” pazarlayanlara kulak assaydık eğer, neredeyse aynı zamanda seçilen “Müslüman” Türkiye ile “Katolik” Fransa’nın Başkanlarının birbirlerine iki “yağmur damlası” kadar benzediği aklımıza dahi gelmeyecekti. Bununla birlikte iki liberal faşist diktatörün siyasi profillerinin neredeyse simetriyi anımsatacak kadar birbirine benzediğini fark etmek için iki ülkede olup-bitenlerin kabaca da olsa izlenmesi yeterli olacaktır. Eğer ön yargılarını ve gerçek denilen şeyle iktidarda olan şeyin aynı olduğu şeklindeki düşünce alışkanlığını yenebilselerdi, Türkiye’de bu benzerliği teslim etme kapasitesindeki yabancı dil bilen insan potansiyeli hiç de azımsanmayacak kadardır. Evet, bizdeki Başkan kendisini en azından henüz Jüpiter olarak lanse etmedi. Ama ülke oligarşisi içine girmek ve böylece kişisel iktidarını göreceli bir şekilde arttırdığı gibi yapılan yağmadan aslan payı koparmak için onu “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan” bir ilah olarak lanse eden kapı kullarına da şahit olduk.
Ama aradaki benzerlik sadece normal şartlar altında psikiyatrinin konusu olabilecek nitelikte “ilahlaşma” ile sınırlı değil. “Oy verme ritüeli” konusunda bizim ülkede gerçekleştirilen yolsuzluk ve düzensizlikler karşısında Fransız muhataplar tam bir “debutant” (acemi) pozisyonunda bulunmaktadır. “Atı alan Üsküdar’ı nasıl geçer” veya Fransızlara yönelik olduğundan “Comment mettre son adversaire devant le fait accompli?” (Nasıl emri vaki yapılır?) konulu bir “demokrasi” semineri düzenmiş olsa, bizim liberal faşist güruh böylesi bir inisiyatife “conferancier” (konferans veren) Fransız muhatapları da “novice” (toy öğrenci) olarak katılırdı. Seçim sürecinin ikinci evresine karşı gelen “siyaset ve aday belirlemede” de iki ülkede durum tamamıyla örtüşmektedir.
Ama asıl büyük benzerlik, “seçilmiş” olduğu resmen ilan edilen Müslüman ve “Katolik” başkanların “ilahi iradeleri” altında kurulan Hükümetlerin parlamento dışından belirlenmiş olması ve seçim dışı bir iktidar erkine doğrudan bağlanmış olunmasındadır. Sonuçta, Türkiye’de konuşlanmış “Başkan” da Fransız homoloğu gibi bakanlarını aralarında “seçilmemişlerin” de olduğu teknisyen-manager-sermayedar temsilcileri arasından seçmişlerdir. Bu durum askeri darbe dönemleri dışında bütün bakanlarını seçilmişler arasından atayan Türkiye açısından bir ilke işaret etmektedir. Yani, bu alanda Türkiye “novice”, 1958’den beri Başkanlık sistemi ile idare edilen Fransa ise “maitre” (usta) konumundadır.
Şimdiye kadar söylediklerimizle biz, son başkanlık seçimlerini, özellikle de büyük hile ve kural ihlallerinden çıkarak, “son seçim” olarak nitelediğimizde özellikle de yukarda saydığımız özelliklerden yola çıkıyorduk. Ama yine de ve bu konudaki görüşlerimizi bir kitap kaline getirerek daha etraflı bir çalışmayla okuyucularımıza iletmeye çalışacağız.( Biz bu sözümüzü yanına hazırlanmış yeni kitabımızda yerine getirmiş bulunuyoruz.) Buradaki yazımızada tartışma konusunu kitapta tartıştığımız bahisleri başkanlık seçimlerinde gerçekte olup bitenlerle sınırlı tutacağız.
Gerçeğin iki versiyonu, “algı operasyonları” ve bir seçim yapmanın aciliyeti
Son İstanbul yerel seçimi, günümüzün siyasi ve toplumsal alanda gerçekliği veya tam olarak ifade etmek gerekirse gerçeklikleri üzerine yaptığımız tespitlerin mükemmel bir illüstrasyonunu sunmaktadır. Bunlardan birisi, genellikle diyalektik bir düğüm halinde var olan kurgusal gerçek-maddi gerçek arasındaki ayırımın, doğrudan keskinleşmeye başlayan sınıf mücadelesine bağlanması ve kapitalizmin içinde bulunduğu ölümcül duruma da bağlı olarak diyalektik birlikteliğinin son bulmuş olasıdır. Günümüzün siyasi literatürüne yerleşmiş ve siyasetçilerin dillerine pelesenk ettikleri yeni sayılabilecek bir kavram bulunmaktadır: “Algı operasyonu yapmak”.
Kandırmak, yutturmak veya algılarımıza doğrudan verilen maddi hayatın çıplak gerçeklerinin üstünü örtmek ve onu yerine “ön-seçilen” başka gerçekleri geçirmek anlamına gelen bu kavram aslında yoğun bir şekilde pratik edildiği biçimiyle siyasi eylemi tanımlamaktadır. Seçim ve seçmenlik statüleri söz konusu olduğunda, “algı operasyonu” kavramı belirttiğimiz şartların gerçekliğini de mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır. Biz sadece şeklen var olan ve “demokrasinin tecellisi” diye tanımlayacağımız gerçek işlevini kaybetmiş “seçim yapma” eyleminin gerçek içeriğinden tamamıyla soyutlanmasını, genel anlamda siyasetin bir “algı operasyonu” olarak pratik edilmesiyle ilişkilendirmekteyiz.
Siyaset yapmanın bir “algı operasyonu” olarak tasarlanıp pratik edilmesi, siyasetin nesnesinin içini de bütünüyle boşaltmış bulunmaktadır: Akla hayale gelmeyen hilelerle ve neticede bir “baskı aracı” olan Devletin bütün imkanları seferber edilerek, “oy vermek” eylemi ile gerçekte “halkın iradesinin” yerine mutlak anlamda belli bir sınıfın (sermayedarların) çıkarlarını temsil eden kurgusal gerçeğinin tartışmasız biricik gerçek olduğunun lanse edilmesi sağlanmıştır. “İkinci evre” olarak belirlediğimiz aşamada; ya “programsızlık” esastır (Macron’un tavrı bu şekildeydi), ya da birer “sermaye birikimi abideleri” veya “ kayıt dışı para aklama” aracı olan spekülatif yatırım projelerini (Türkiye’de olduğu gibi “gökdelenler, kullanımı herkese açık olmayacak kadar pahalı köprüler, hiçbir anlamı ve gereği olmadığı gibi büyük doğa felaketlerinin de nedeni olan “Çılgın projeler”, hava alanları, vs.) görkemli “siyasi Proje” olarak lanse edilmektedir. “Temsilcilerin” seçimi ile, hayatın maddi gerçeğinden kopuk “kurgu üretme merkezi” gibi bir işlev gören “teknisyen-manager- sermayederler”den oluşan ekipler tezgahlanmış bulunmaktadır.
“Secim yapma eylemi” açısından bakıldığında siyasi eylemin kurgusallığı ile bu kurgusallığın maddi hayattan tehlikeli bir şekilde kopmuş olması daha net bir şekilde görünmektedir. Bu kopuşun üzerinde yükseldiği (ve/veya karşılıklı olarak birbirlerini var ettiği) süreç, maddi ve toplumsal hayatın sürekli olarak kendi kendisini ürettiği, kısaca “üretim süreci” olarak adlandırdığımız süreçtir. İçinde hayatta kalmaya çabaladığımız kapitalist sistemde, üretim diye adlandırdığımız süreçte, sermayenin toplumsallaşmasını da mümkün kılan P-M-P ve /veya M-P-M şeklinde özetlenen (Bkz. Kapital, K. Marx) diyalektiği, tarihsel sonuna erişerek çözülmüş bulunmaktadır. Bu durum ise artı-değer’in üretim dışından ve spekülatif bir biçimde sağlandığı ve bu yüzden kapitalizmin sonunun maddi şartlarının hazır olduğuna işaret eder. Diğer yandan, kapitalist sistemin her şeye rağmen ve toplumların üzerine sinsice çökmüş olan liberal faşist diktatörlükler sayesinde ayakta kaldığı şartlarda, ve de üretimin geniş emekçi kitlelerinin maddi ve manevi varlığını ciddi şekilde tehdit ederek daraldığı şartlarda, Ülke ve Dünya nufusunun açlık ve sefalet içinde “itlafını” da gündeme getirmektedir. Dahası, canavarlaşan sermayedarlar sınıfı ve onu sevk ve idare eden liberal faşist oligarşi, bir an için dahi olsa kendi kurgu dünyasının içinde fazla yaşayabilmek üzere, güç dengesinin kendi lehlerine olduğu dönemde, emek cephesinin lehine olduğu dönemdeki kazanılmış haklara da saldırmaktadır. Bu, “seçim” yoluyla gerçekleştirilmiş bile olsa açık bir cebir eylemidir. Kendisini kitlesel patlamalarla dışa vuran isyanların (Gezi ve Sarı Yelek isyanında olduğu gibi) bir nevi prelüdü olduğu yeni bir sınıf savaşları döneminin başlamış olması işte bu toplumsal ve siyasi cebir işlemine karşı mücadelenin de örgütlenmekte olduğunu göstermektedir.
Netice itibariyle, olaylara antropolojik bir perspektiften bakılmaya çalışıldığında bütün insanlığın köklü bir yok oluş veya dönüşerek yeniden varoluş ikilemiyle karşı karşıya olduğunu tespit etmek zor değildir. Bir tarafta toptan bir çöküşü temsi eden ve miadını doldurduğundan ancak kurgu dünyasında var olabilen sermayedarlar sınıfı ve kapitalist sistem (artık kapitalist bir “toplumdan” bahsetmek madden imkansız hale gelmektedir), diğer taraftan ancak ve ancak maddi hayatı toptan var ederek (yani onu sürekli olarak yeniden üreterek) kendisini de var edebilecek olan emekçiler cephesi… Ve bütün insanlık acilen hayat ve ölüm arasında bir seçim yapmaya zorlanmış bulunmaktalar: Kurgusal gerçeklik veya Maddi hayat; sermaye veya emek, geçmiş veya gelecek, ama illa ki acil bir “seçim yapmak”. Son İstanbul mahalli idareler seçiminin seçmenlerinin yaptığı seçimin muhtevası gerçekte en geniş anlamıyla işte buydu…
Siyasi Muhalefet-Toplumsal muhalefet
Genel anlamda konuşmak gerekirse bir Ulus-Devlette siyaset dediğimiz şey daha çok vatandaş-bireylerin bir toplum oluşturmak üzere birbirleri ile kurduğu ilişkilerin düzenlenmesi ile ilgilidir. Zaten Ulus-Devlet kavramı bile siyasi bir kavram olup, “özgür-eşit-kardeş” olarak tanımlanan bireylerin arasındaki toplumsal ilişkilerin öncelikle siyasi bir karakter taşıdığına işaret eder. Bir kurallar ve ritüeller manzumesi olan Devletin (modern anlamda) bizzat kendisi bir siyasi iradeyle belirlenen, vatandaş-bireylerin toplumsal katılım projesidir, veya öyle kabul görür. Bir proje olarak ta maddi süreçleri (üretim gibi) düzenleyen ve böylece çeşitlilik gösteren dozda kurgusal bir gerçekliğe de sahiptir.
Ancak, söz konusu katılımın kendisini temelli ve nesnel olarak belirleyen Devlet değil sosyo-ekonomik yapıdır. Devletin özgür-eşit-kardeş olarak kurgulayıp tanımladığı vatandaş-bireyler ekonomik yapıdaki konumuna göre sahip oldukları gerçek nitelikleri açısından “ücretli köle-2. Sınıf vatandaş-Öteki” olabilmektedirler. Yapısal olarak sınıfların var olduğu ortamında, siyasi olarak belirlenmiş olanın toplumsal olarak belirlenenle örtüşmesi imkansızdır. Ama, “demokratik işleyişin” mevcut olduğu yani vatandaş-bireylerin kendi temsilcilerini seçerek ve onlar aracılığıyla Devletin kurallarını değiştirmesinin mümkün olduğu şartlarda ortaklaşa ve geçici olarak öyleymiş gibi kabul görür. Netice itibariyle, ne zamanki kurgusal olarak belirlenenle nesnel olarak yaşanan arasında bireylerin yaşam çizgilerinin devamını mümkün kılan kabul edilebilir denge durumu ortadan kalkar, o zaman genellikle belli bir üst sınıfın sınıfsal çıkarını yansıtan kurgusal gerçekle, toplumsal yapıda alttaki geniş muhalif yapıyı ilgilendiren nesnel gerçek, kavgaya tutuşurlar. Bu kavganın diğer adı sınıf savaşıdır: Ezen ve sömürgen sınıf veya sınıflarla, ezilen ve sömürülen sınıf veya sınıflar arasındaki savaş!
Muhalefet söz konusu edildiğinde, ezen sınıfın kendi içindeki muhalefet, kurgusal gerçeklikte yapısal değişimleri ön görmeyen ama ortak değer olarak kabul edilen “demokratik ilkeler” (kuvvetler ayrılığı gibi) çerçevesinde kalan muhalefet genel olarak siyasi muhalefettir. (Burada “siyasi” sıfatının anlamı sınıfsal yani yapısal düzeyde yürütülen bir iktidar mücadelesi değildir. Ulus-Devlet sınırlarını ilgilendiren ve “bireyin statüsü ne olacak?” sorusuna kilitlenmiş olan ve “sınıflar üstü” olarak işlem gören siyasettir) Belirtmek istediğimiz, mesela “seçim yapmak” eylemindeki işleyiş kurallarının toplumsal talebe uygun olarak “demokratik işleyişi” düzenleyecek şekilde yürütülmüş olduğudur. Yani hedef toplumu dönüştürerek katılımı belirleyen kuralları kökten değiştirmek değil ama bu kurallarda sadece irili-ufaklı değişikler yapmayı öngörmektir.
Hem Türkiye’de ve hem de Fransa’da son yıllarda toplumsal muhalefet yerleşik siyasi hayata müdahil hale gelmiş bulunmaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Türkiye’deki Gezi isyanı ve onu takiben Haziran Ayaklanması; Fransa’daki Nuit Debout fırtınası ve onu takiben aniden gerçekleşen 34. Haftasına devredilen Sarı Yelek isyanı toplumsal muhalefetin et tipik örnekleridir. Aynı zamanda, adı konulmamış siyasi projelerin de taşıyıcısı olan bu muhalif hareketlerin hepsi yerleşik düzenin siyasal partilerinin örgütleyip manipüle etmeye çalıştığı hareketler değildir. Bu yüzden, “Dip Dalgası” olarak adlandırılırlar ve yerleşik siyasi kurumlarla kıyaslanınca “sıra dışı” görünüm ve talepler taşırlar: “Gezi Komünü” ve “RİC” gibi… Genellikle bütünüyle yerleşik siyasi kurumlar içine hapsolmuş partiler (Türkiye’de CHP ve HDP, Fransa’da Sosyalist Parti ve FKP) toplumsal muhalefete karşı sürekli mesafeli olagelmişlerdir. CHP siyasi bir parti olarak bir “sempati gülüşü” dışında resmi kurumsal bir destek sunmamıştır. HDP bireysel inisiyatiflerin dışında Gezi isyanına şüpheyle bakmış, Kürtlere karşı gerçekleştirilen büyük manipülasyon hareketi olan “Çözüm Sürecini kırmak için Ulusalcıların hazırladığı provokasyon” olarak lanse etmişlerdir. Ayni tavırlar Fransa’da da gerçekleştirilmiştir. O kadar ki; Sarı Yelek isyanına en iyimser bakışla “tarafsız” kalan FKP ve CGT sendikası içinde kurumsal liderliğin tavrını “ihanet” olarak nitelemişlerdir.
Kendisini kapitalist sistem içinde kalarak kurumsal siyaset yapakla sınırlayan işbirlikçi sol kesimin “spontane o halde tehlikeli” olarak nitelediği saydığımız isyan hareketlerine yöneltilen başlıca eleştiriyse “popülizm” suçlamasıdır. Bu suçlamayı yapanların argümanlarına yakından baktığımızda iki nokta öne çıkmaktadır: Bu isyanların birer “sınıf hareketi” olmadıkları iddiası ve birçok farklı ve zıt siyasi kurumlardan kopanlarla oluşan heterojen bir görünüme sahip olmaları. Olaylara yerleşik düzenin mantığı ve yöntemiyle yaklaşan ve bizim “neo-goşizm” adı altında topladığımız bir anlayışın mahsulüdür bu suçlamalar. Oysaki gerçek durumun tam tersi yönde seyretmektedir. İçinde yaşadığımız tarihi şartlarda toplumsal muhalefetin potansiyel olarak emekçi sınıfın dönüşüm projesini taşıdığını ve başta çok heterojen bir görünüme sahip olmuş olsa bile tıpkı Sarı Yelek isyanında yaşandığı gibi sınıfsal temelde homojen bir yapı oluşturacağını, bu karşı devrim safında mevzilenen “solculara” uzun uzadıya anlatmaktan imtina edeceğiz. Ancak yine de siyasi anlamda “popülizmin” en muhteşem örneğini “sivil toplum destekçiliği” bahanesiyle AKP’yi iktidar yapan ve onun iktidarını yakın zamana kadar göğüslerini cansiperane biçimde gererek sağlamlaştıran bu sahte “solcu” zevat yapmıştır. AKP’yi “sivil halkın biricik temsilcisi ve Ulus-Devlet mağduru” olarak lanse edenler bu partinin bütün toplumsal kazanımları yok ermesini ve ülkenin toplumsal olarak yaratılan bütün zenginliklerini peşkeş çekmesini, on binlerce siyasi ve toplumsal muhalifin imhasını böylece gizlemeye çalışmışlardır.
Sonuç itibariyle bizim “toplumsal muhalefet” olarak tanımladığımız şeyin müsveddesi “sivil toplumcuk” neo-goşist bir aldatmacadır ve bu haliyle de “toplumcu” olmaktan çok tipik bir biçimde “popülist” bir konumdadır. Durkheimci ve özellikle de Weberci sosyolojiyi toplumsal varlığa bakışta açı olarak olarak aldıklarından, “değişimi” kabullenmiş olsalar bile sistemin (kapitalizm) “dönüşümünü”, insan toplumunun yerleşik kurumlar olmadan ve hatta (“özellikle de” de diyebilirdik) onlara karşı yeni bir sistemi ikame edebileceğini imkan dahilinde bir şey olarak bile kabullenmezler. Onlar için insan toplumunu, kurumsal olana (yani kurgusal olup da rasyonel olarak kabul görene) indirgedikleri “profesyonel siyasetin” ağır yük taşıyan katırları olarak görmektedirler. Eğer bir ekonomist gibi söylemek isteseydik şöyle dememiz gerekecekti: Temelli bir popülist ideoloji olan “sivil toplumculuk” ve özellikle de Avrupa’da çeşitli biçimlerde ortaya çıkan “neo-faşist” oluşumlar, insan toplumunu bir kara deliğe dönüşen kapitalist sisteme pazarlayan mihraklardır.
“Popülist” olarak adlandırdığımız ideolojiler, kurgusal gerçek ve kurumsal siyasetin birer parçaları oldukları ölçüde toplumsal muhalefeti manipüle etmeye çalışır, ondan sürekli “katırlık görevini” yerine getirmesini beklerler. Böyle davrananlar sadece “sağcı-muhafazakar” olarak bilinen siyasi mihraklar değillerdir. Tekrar tekrar vurguladığımız gibi bu noktada temel ayıraç yerleşik düzenin (kapitalist sistemin) yanında olup olmamaktır. Sol diye nitelenen kesimden, mesela CHP, bu işte çok ustalaşmış durumdadır.
CHP her şeyden önce yerleşik düzeni temsil ederek kendi eylem ve programını onun kurgusal gerçekliği ile sınırlandırmıştır. Bu anlamda Türkiye’deki “sahte muhalefet” denilen şeyin en yavuz temsilcisidir. Diğer yandan, ülkedeki “profesyonel siyasetçiliğin” de tarihi bir kurumu olarak bütün eylemini Devlet erki üzerinden yürütmede ve yerleşik düzene hizmette referans oluşturacak bir geçmişe de sahiptir. Ancak, düzeni içinde bulunduğumuz tarihi dönemde bir AKP iktidarının düzeyinde temsil etmeyi başaramadığı oranda iktidar olma olasılığı da özellikle de son yıllarda azalmıştır. Bu parti, kendi geleneğine uygun olarak durumdan çıkış için yerleşik normlara ve iktidar yapısına uygun davranmayla, “profesyonel siyasetçilik” refleksi ile de uygunluk içinde bir tavır takınmıştır. Bunun en bariz örneklerinden birisi seçilen adaylardır. Mesela bir önceki seçimlerde Devlet Başkanlığı için AKP’nin evreninden bir aday seçmiştir (E. İhsanoğlu). İstanbul’a ise Türkiye’deki liberal faşist mahlukatın içinde en yoz olanını aday göstermiş (M. Sarıgül), örgütün içinde “tutarlı muhalif” olmaya çabalayan unsurların (E. Erdem gibi) yerine bir cesetten farksız olan ve “Devlet görevlisi” olduğu bilinen birini seçtirmiştir. Ayrıca “oy verme” işinde ayyuka çıkan yolsuzluklar karşısında ciddi ve tutarlı hiçbir tavır koymamış, adım adım AKP iktidarının sağlamlaştırılmasına böylece hizmet etmiştir. Bu arada büyük bir “kurgusal oyun” olan 15 Temmuz mizanseninin baş aktörlerinden birisi olarak herkesten önce “Yenikapı Panayırında” sahne almakta tereddüt etmemiştir. Bu yolda bütün sermayesini tükettikten sonra bu parti aniden “toplumsal muhalefet” denilen bir şeyi hatırlamak zorunda kalmıştır. Toplumun çeşitli katmanlarından büyük bir destek alan “Adalet Yürüyüşü” ve ondan sonra Çanakkale’de düzenlenen “Çalıştay” çaresizlik içinde yüzünü halka dönme ve oradan doymak bilmeyen bir kara deliğe dönüşmüş olan sisteme taze kan pompalamaktan başka bir işlev gerçekleştirememiştir.
“Boyun Eğme”’den ”Her şey çok güzel olacak”’a
“Barış yürüyüşü” onu düzenleyenlerin niyetlerinden ve küçük hesaplarından bağımsız olarak ve olaya yürüyüşe destek veren geniş halk kitlelerinin açısından bakıldığında sadece yüzeysel bir artçı esintidir. Esen rüzgarın kaynağı ise Taksim Gezisi İsyanı ile kopan ve Haziran Ayaklanması boyunca süren büyük bir kasırganın süre gelen esintilerdir. CHP’nin bütün yaptığı sadece içine düştüğü ve kendisini mutlak bir yok oluşa sürükleyen çöküşte bu esintilere tutunarak biraz daha olsun hayatta kalmaya çalışmak oldu. Şu gayet açık bir konudur: CHP asla toplumsal muhalefetle kucaklaşmış, onu harekete geçirip yönlendirecek konum ve kabiliyette bir siyasi kurum değildir. Onun bütün derdi esen ve durmak dinmek bilmeyen toplumsal kasırgayı enstrüman olarak kullanıp, insanların maddi hayatlarının dinamikleri üzerine yükselen, bu yüzden sonsuza dek eğilip bükülemeyen toplumsal muhalefetin kimyasını bozmaya çalışmaktır.
Bir “Toplumsal patlama” olarak da dillendirilen Gezi İsyanı; doğrudan yerleşik düzene ve kapitalist sistemi yegane “toplum biçimi” olarak gören siyaset hayatına endeksli akademisyen, profesyonel siyasetçi, ellerinden “soru cetvelini” düşürmeyen sondajcı-gözlemci-sosyologlar tarafından büyük şaşkınlık yaratan bir “mucize”, iktidar sahipleri olan bazıları için de bütün hesapları bozan bir deprem felaketi olarak algılandı. Bu onlar açısından bütünüyle anlaşılır bir durumdur. Büyük bir toplumsal patlamanın eşiğinde olduğumuz ve bu patlamanın dinamiklerinin kendi öznelerini de yarattığını yıllardır söyleyen ve yazıp-çizen birisi olarak bizi hiç mi hiç şaşırtmadı. Bizi asıl şaşırtan genellikle siyaset dünyası ile kapitalist sistemi açıkça örtüştüren bu kesim değil ama kendisine “devrimciyim” diyen radikal-muhalif kesimde kümelenen bazı kişi- gurup ve örgütün tavrı oldu. Artık toplumsal ve siyasi hareketleri konu alan özel tarih için bir milat olarak kabul edilen Gezi Ayaklanması, “devrim” denilen şeyi ancak ve ancak “bir partide örgütlü profesyonel öncülerin” yapabileceği vahametine kapılan bu kanat için (tek tek kişi ve gurupların haricinde), “şüpheli bir olay” olup, bir “TC Devleti oyunu” olduğu gibi “deniz aşırı” emperyalist uşaklarının da komplosu da olabilirdi. Hem bir kere “Partileri” bile yoktu bu, işsiz olarak ve çalışan olarak, kapitalist boyunduruklarını terhis olmuş askerlerin keplerini havalara attığı gibi atanların: Hani nerede o ustaların vaaz ettiği “demir disiplin?”; bunca yıllık mücadele ve zindan deneyi olan ve onca “bedel ödemişbüyüklerimizin” önderliği? Kurt işareti yapan “Türk milliyetçisi” ile Zafer işareti yapan “Kürt milliyetçisi” gençlerin yan yana gaz solumaları da ne demek oluyor öyle? Ya karşı taraftaki insanların bile ezbere bildiği Kürtçe ve Türkçe söylenen devrim marşları ile İzmir Marşının nidalarının birbirine karışarak yarattığı “skandal”? Hani nerde “Çekici ile İşçi” ve “Orağıyla Köylü”? Bir de ortalık yerde hiç kimseye aldırmadan öpüşüyorlar…
Bu sözlerle, içinde en başta bizim de olduğumuz ve gerçekten birçoğu çok ağır bedel ödeyerek çok zengin deneylerin içinde saklandığı ve aktarılmaya hazır bir “çeyiz sandığı” dolusu mirasın sahibi kuşağın biraz abartılı bir karikatürünü çizdiğimizin farkındayız. Ama yine de çizmeye çalıştığımız karikatür aslına uygun bir çizimin mahsulüdür ve aynı zamanda Gezi isyanının birçok özelliğini ele veren öğeler taşımaktadır:
1) Gezi isyanı her şeyden toplumsal bir muhalefetin siyasi arenada sahne almasını ifade eder ve bu haliyle de bizim “gerçek muhalefet” olarak adlandırdığımız muhalefetin bu arenada güç dengelerine doğrudan müdahil olacağını ve hatta onu doğrudan belirleyeceğini gösterir.
2) Katılanlar açısından çarpıcı bir şekilde heterojen bir görünüm sergilemesi (Kurtla-Kuzunun bir araya getirilmiş gibi sergilenmesi) İsyanın katıksız bir şekilde somut maddi gerçeklik üzerine yükselmiş olduğunun bir göstergesidir. Bunun yanında isyanın öznelerinin de somut bireylerden oluşmuş olduğuna işaret eder (Kapitalist kurgusallığın insanlığından soyutlayarak piyon haline indirgediği bireylerin karşıtı olarak- Bkz. Denge ve Devrim). İsyan içinde çeşitli ve geçmişe dair semboller taşımaya devam eden bu özneler, kendi hayat çizgilerinde ve bireysel içselliklerinde giderek net bir şekilde hissedecekleri bir kopma yaşamaktadırlar.
3)Tarihsel, bazılarına göre “antropolojik”, ama hiç şüphesiz küresel boyutta seyredecek olan yeni bir kopmanın Türkiye’de başlangıç gongunu vuran Gezi İsyanı ve akabindeki Haziran Ayaklanması, bu özelliklerinden dolayı birçok temel çelişkinin ürünü bir toplumsal hareketliliktir. Bu çelişkilerin en öne çıkanı kuşaklar arası çelişkidir. 68 ve 78 kuşağı denilen dönemlerden gelen devrimcilerin Haziran 2013’ün genç savaşçılarını davranışlarına bir anlam verememeleri veya verdikleri anlamların sahada gerçekte olup bitenleri tam olarak izah etmeye yetmemesi, bundandır. 68 olayları genellikle “kuşaklar arası çelişkinin” sadece siyasal değil ama kültürel alanda da çok keskin olduğu bir dönem olarak bilinir. Ama Gezi isyancılarının yaşadıkları bütün insanlığın belli bir şeylerin sonuna geldiği oranda çok daha da şiddetlidir (Bunun açıkça özneler tarafından hissedilmemiş olmasının nedeni emekçi kitlelerin “hayatta kalma” gibi bir tasa içinde olmalarıdır) Zira bu çelişkiler kurgusal gerçek-maddi gerçek, siyasi muhalefet-toplumsal muhalefetle iç içe girmiş bulunmaktadır.
4) Gezi isyanı kesinlikle sınıfsal bir boyut taşımaktadır. Bunun önceki kuşak devrimcilerine görünememiş olması bu kuşağın temsilcilerinin geleneksel olarak dikkatini odaklayanın geçmişte elde edilmiş değerler olması ve bu yüzden toplumsal pratiği geçmişin yasa ve kurallarını tehdit eden unsurlar olarak görmeleridir. Oysa Haziran savaşçıları geniş bir tabana yayılan meslek guruplarında aktif veya işsiz olan öznelerden oluşmakta ve “ücretli emek” taşıyıcısı olarak bu halleriyle de günümüzün emekçi sınıfının aslına uygun bir profilini çizmektedirler. Bu yüzden düşünsel ve pratik ufkunu sembollerle kısıtlayan eski kuşak devrimcilerinin Ayaklanmadaki “sınıfsal boyutu” algılayamamaları anlaşılır bir şey olmaktadır.
5) Gezi İsyancıları bütün cüretkar devrimcilikleri ile, kendilerine özgü bir siyasi gündemi dayatmış bulunmaktadır. Bu gündem “Doğrudan Demokrasi” ve “Komün”dür. Bu gündem sadece Türkiye’deki gerçek muhalefet için değil, Fransa için de geçerlidir. (Nuit Debout ve Sarı Yelek isyanı). Bu yüzden İsyancılar, kendi toplumsal ve siyasal amaçlarına uygun olarak, önlerine yeni tipte ve maddi hayatın bütün alanlarına yayılmış doğrudan demokrasinin gerçekleştirdiği iktidar organlarını kurmayı koymuş bulunmaktadır. Sadece 15 gün boyunca isyan bayrağı dalgalandırdıkları bir-iki hektarlık Taksim Gezisi ve Meydanının “Gezi Komünü” olarak adlandırılması bundandır. Bu radikal bir şekilde kendisini sergileyen “komünist” gündemin, gündeminde her daim “iktidarın siyasal iktidarın şiddet yoluyla ele geçirilmesi” olan eski kuşak devrimcilerinin bu aniden “gökten yere bir yıldırım hızıyla düşen” komünist gündemden pek bir şey anlamamış olmaları ve ona devamlı bir şekilde şüpheyle baka gelmeleri anlaşılabilir bir tavırdır.
Türkiye’de Gezi İsyanının esintileri “Adalet Yürüyüşü” buluşmasından sonra da hepimizin bildiği gibi devam etti. Tıpkı kapitalist sistem gibi sıfırı tüketen “sağdaki” ve “soldaki” ile düzen Partileri bir yandan organize olarak yürütülen soygunun üzerini örtmek için, diğer yandan sistemle bütünü ile iç içe olmaktan doğan “işbirlikçi” konumlarını gözlerden ırak tutmak üzere yükselen halk muhalefetini kullanmaya çalıştıkları elle tutulur bir olgudur. Sağda, özellikle 12 Eylül faşist darbesinden başlayarak (tam olarak emekçi halk muhalefetinin kabardığı 70’li yıllardan itibaren) “Türk-İslam sentezi şeklinde dine, ırkçılığa, etnik ve kategorik ayrışmacılığa dayalı bir proje olarak adım adım gerçekleştirildi. Bu dönemde sahnelenen bitip tükenmeyen “Tesettür savaşları” ve liberalleşen işbirlikçi solu da yanına alarak çılgınca bir karşı devrimci saldırıyı dillendiren ayrışmacı “mağduriyet savaşları” o zamana kadar emek eksenli olan ama baskılar yüzünden geri çekilmiş olan toplumsal muhalefeti kendi yanına çekmeyi başardı. Günümüzde aynı zamanda AKP içinde örgütlü hale gelen ve MHP ırkçıları ile ittifak haline geçen bu gerçekten “popülist” kesim ikiye bölünmüş durumdadır. Bunlardan bir kısmı DAEŞ ve El Kaidenin Ortadoğu iç savaşlarından kalan “kılıç artıkları” ile birleşen bir iç savaş ordusudur. Diğer kesimi ise en son İstanbul seçimlerinden itibaren, ya 90’lardan itibaren terk ettiği CHP ve diğer “sağ” ve “sol” sahte muhalif partilere yönelmekte, ya da diğer bir kısmı ise siyaseten radikalleşerek “gerçek muhalefet” dediğimiz kesime katılmaya başlamıştır (Son katılımda Gezi isyanı bir başlangıç olmuştur). İşbirlikçi “liberal sol” çok yakın bir zamana kadar emek cephesine ağır ideolojik ve siyasal darbeler vurduktan sonra geldikleri gibi aktardan aldıkları birer tutam kınayla ortalıktan en azından şimdilik kaybolmuşlardır.
Mahalli seçimlere gelinceye kadar soldan esen Gezi İsyanı esintisi Türkiye’deki Başkanlık seçimidir. Bu esinti adeta bir fırtınaya dönüşerek CHP muhalefetinin yelkenlerini oldukça kabartmıştı. Bunun en güzel göstergesi yine İstanbul gibi metropollerde 4-5 milyonla ölçülen ve Cumhuriyet tarihindeki belki de en kalabalık boyuttaki mitingler olmuştur. Ancak CHP gibi “sahte muhalif” yapı, seçimden iki ay kadar önce kurgulanıp ilan edilen %52’lik gibi bir skora uygun olarak pratiğe geçirilen seçim yolsuzluklarına koşulsuz teslim olarak, “yelkenleri fora etmiş” ve böylece de toplumsal muhalefetin de “gazın almış” oldu. Bu boyun eğişin herkesin bildiği ama açıkça ifade edilmeyen başlıca gerekçesi AKP’nin “Demokles’in kılıcı” gibi toplumun üstünden eksik etmediği “iç savaş tehdididir. Bu tehdit bir blöf değil ama gerçektir ve olaylar zinciri takip edildiğinde daha baştan beri “AKP projesinde” tespit edilen misyonlardan birisi olduğu anlaşılmaktadır. Bunun yanında CHP’nin baştan beri gündemde olan bu şantaja boyun eğer tavrı AKP’nin elini sürekli güçlendirmiş ve ona iç savaş örgütlemek için hazırlık yapma imkânı sağlamıştır.
Küresel kapitalist sistemde yeni bir ekonomik çöküşün de gündeme geldiği günümüzde toplumsal muhalefet, hayata dair maddi gerçekliğin tezahürü olarak sistemin kurgusal gerçekliğinin önüne geçmeye devam etmektedir. Bu geçiş sahte muhalif CHP ve benzerleri için son yerel seçim başarısının da baş mimarı olmuştur.
“Her şey çok güzel oldu” mu?
İki kere tekrarlanan ve ikisinin de “seçim yapma” eyleminin her iki aşamasındaki ritüellerin bu sefer ciddiye alınıp gerçekleştiğine şahit olduk, özellikle de son İBB Başkanlığı seçimlerinde. Bunlardan birincisi “oy verme” ritüeli ile ilgiliydi. Bu sefer iktidardaki çetenin “Atı alan Üsküdar’ı geçti” emrivakisi sökmedi. Başında “Kırmızı giysili bir kadın” olan ekip senelerdir yapılması gereken ve hiç de karmaşık olmayan bir yöntemle yeni bir emrivakiyi kolaylıkla geri püskürttü. Sonucu itibariyle merkezi yönetimle CHP İstanbul parti başkanlığına seçildiği günden beri büyük sorunlar yaşayan “Kırmızılı Kadın” toplumsal muhalefete yakınlığı, maddi gerçekliğe olan inancı ve siyasi dirayeti sayesinde bir tek hamlede “sahte muhalif” CHP’nin, AKP’nin bütün seçim “başarılarında” aktif veya pasif sorumluluk sahibi olduğunu ortaya koydu. Eğer bu hipotez tartışma götürür olarak kabul edilmiş olsa bile (ki, durum kesinlikle bu mecrada değildir), durum en azından kökten değişmiş bulunmaktadır, demektir: Artık siyasi muhalefet toplumsal muhalefeti enstrüman olarak kullanmamaktadır ama tersine toplumsal muhalefet onu kendi çıkarlarına uygun hale getirip yönlendirmeye başlamış bulunmaktadır.
Seçme eyleminin ikinci evresi için de benzer şeyler söyleyebiliriz. Sonuçta, hem de iki kere seçilen aday, yeni dönemin irili ufaklı bütün özelliklerini kendinde toplamış bulunmaktadır. Her şeyden önce “muhafazakar” tüyler takınmış bulunmaktadır. Sonra profesyonel bir burjuva siyasetçisinin trilojik özeliğinin hepsini birden taşımaktadır: Yapacağı işten (belediyecilik) anlayan iyi bir teknisyen, bir çalıma gurubu yönetebilen bir “manager” ve dahası patronluk tecrübesi olan ufak da olsa bir sermayedar. Böyle bir CV ile, liberal-muhafazakar geçmişi de olan adayımız, iktidarda olsun sahte muhalefette olsun CHP’den başka herhangi bir yerleşik düzen partisinin adayı da rahatlıkla olabilirdi. Ama o toplumsal muhalefetin öne çıkardığı CHP’de saf tuttu, neden?
Önüne gelen herkesi öpüp koklayan, her yaştan insanlarla selfie çektiren, iktidarda olan AKP ve Ülkedeki her şeyin olduğu gibi AKP’nin başı da içinde olmak kaydıyla her sınıf siyasetçiye reveranslar veren tavrına bakılırsa, seçilen başkanın “toplum” denilen şeyden anladığı bireylerin ve sosyal-etnik-sınıfsal gurupların aritmetik bir toplamı olan şey olduğunu ileri sürmek hiç de zor olamayacaktır. Ta ki 14-15 yaşlarında Gezi isyanında katledilen Berkin Elvan gibi bir ergen çocuk olan Berkay’ın onun kulağına o meşhur şiarı fısıldayarak tolum olmak için sadece bireyler ve onların birlikte var olduğu bir mekân (Ülke) değil ama zaman mevhumunu simgeleyen bir Tarih, özellikle de bir gelecek mevhumunun illaki gerekli olduğunu hatırlatana kadar: “HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK!”.
Son seçimde Gezi isyanı ile siyasi hayata yeniden enjekte edilen GELECEK mevhumu yüklü bu şiarı (Bilgi için Bkz. “Denge ve Devrim”, M. Konuk, EL yayınları) profesyonel bir politikacı edasıyla bayraklaştıran adayımız, 1. Seçimde sadece binde birkaç ile ölçülen farkı bir hamleyle %9’lara taşımayı başarmıştır. Durumun gösterdiğine göre “Her şey çok güzel olacak” şiarının Gezi isyanının diğer adı olduğu meselesi gayet açık bir şekilde ortada olan bir olgu niteliğindedir: Son zamanların en güçlü toplumsal muhalefet çıkışı olan Gezi İsyanıyla her şey güzelleşmiştir. Dahası, fondaki sahte muhalefet olan CHP’nin derin şüpheler saçan sınıf işbirlikçisi ve düzen yanlısı tavrı bile…
Peki, bu seçim başarısından sonra durum nasıl gelişecektir? Seçilen Başkana bakılırsa seçim başarısıyla her şey “daha şimdiden güzel oldu” bile. Bu siyasi ufuk darlığı yeni başkanın CV’sine ve onun söz ve tavırlarından dökülen iki boyutlu platonik toplum anlayışına da uygundur. Bu haliyle de Berkay’dan aldığı Gezi İsyanı dersinden pek bir şey çıkarmadığı ve Toplumsal muhalefeti yerleşik düzenin çarkını döndürmek için kullanacağı anlaşılmaktadır. CHP’nin sahte muhalefet anlayışıyla uyum içinde olan bu çıkışın yanında gerçek muhalefetin durumu ne olacaktır? Aslında bir muammanın saklı olduğu ve durumun değiştirilmesinde tek umut kaynağı olan bu durum bu soruda düğümlenmektedir.
Evet, toplumsal muhalefetin bir adım daha ilerlediği bu yeni durumda devrimciler nasıl davranacaklardır? Yaşam alanlarının belirlediği maddi gerçekliğe nüfuz edip emekçi halkın yeni iktidar organlarının oluşturulma sürecine dahil olacaklar mıdır? Yoksa, her dönemde yapmayı gayet iyi becerdikleri gibi etrafa içi boş radikal sözler saçıp Godo’yu bekler gibi “Parti İnşasının” tamamlanmasını mı bekleye duracaklardır?
Her hâlükârda gelecek, illa ki yaşam alanlarına girip orada gelecek için savaşmaya devam edenlerin olacaktır.
Yazarımızın daha önceki yazıları
PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM) / 15.05.2021
“PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021
BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021
Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021