PANDEMİ ÜZERİNE TEZLER (II. BÖLÜM)

 

  1. ÇİN HALK CUMHURİYETİ (ÇHC) ÖRNEĞİ VE DİĞERLERİ…

Pandeminin yönetiminde, daha doğrusu -onunla gerçekten yani medikal bir temelde mücadele edip insan hayatının korunmasına çalışan bir-iki ülke dışında- yönlendirmesinde, küresel sermayenin tahakkümü altındaki dünyamızda esasta olmasa da belli farklılıkların çıktığına şahit olmuş bulunmaktayız. Bu farklılaşmalara yakından baktığımızda, yüzeysel profil değişikliklerine rağmen, genel olarak küreselleşmiş sermayenin; insana ve insan toplumuna olan yaklaşımının ekonomik temellerinin, buna bağlı olarak da önüne koyduğu ideolojik ve siyasi hedeflerinin ne tür farklılıklara uğrayabileceğini mükemmel bir şekilde aslına uygun bir biçimde tespit edebilmekteyiz.

Pandeminin ÇHC’nin gelişmiş bir sanayi bölgesi olan Wuhan’da hızla yayılıp ve bir o kadar hızla kontrol altına alınmasından sonra, Batı ülkelerinde de var olduğunu İtalya’daki seri ölümlerin sökün etmesiyle öğrendik. Aynı durumun benzeri diğer bütün ülkelerde de az veya çok aynı şekilde yaşandı: Başlangıçta pandemi halktan gizlenerek iyice yayılana kadar küçümsenmeye çalışıldı; sonra aniden ve hiçbir öz eleştiri yapılmadan duruma uygun ve etkili olabilecek hiçbir ciddi müdahale yapılmadan, mağdur durumda olan emekçi halk kitleleri sorumlu sanki onlarmış gibi cezalandırılmaya, özgürlükleri kısıtlanmaya çalışıldı. Küreselleşmiş sermayenin anavatanı olarak bilinen, geçmişte sömürgeci ve yarı-sömürgeci dönemde eğer sayılsaydı milyarlarla ölçülebilecek insanın kanının müsebbibi durumundaki İngiliz kapitalizmi, görmek isteyenlere herkesten önce işin siyasi ve ideolojik rengini “sürü bağışıklığı” tezini ileri sürerek ortaya döküvermiş oldu.

Sürü bağışıklığı” olarak bilinen şey, İnsan toplumu ile hayvan sürüsünü birbirine eşitleyen, “türünün en dominant” olan kesiminin temsilcilerinin hayatta kalması için gerekli “doğal” rekabeti ve buna bağlı olarak “ayıklanmayı” mutlaklaştıran, yine bir İngiliz düşünürü olan Herbert SPENCER adlı düşünürün anlayışına dayanmaktadır. SPENCER düşüncesi; DARWİN’in genel olarak canlılar, özel olarak hayvanlar dünyasında yaptığı gözlemlerin insanların dünyasına taşınmasından başka bir şey değildir: Sosyal Darwinizm. Bir yanıyla da, insanları toplumsal kökene göre “ırkçı” bir ayırıma tabi tutan 19. Yüzyıl Fransız düşünürü Arthur de GOBİNEAU ile de yakından akrabadır.

Sürü bağışıklığı veya “doğal ayıklama”, küresel sermayenin günümüzdeki en gözde figürlerinden birisi olan Bill GATES’in de açıktan açığa ve/veya gizlice savunuculuğunu yaptığı ırkçı “öjenizm” ideolojisine dayanmaktadır. Gelişimi için bir ideologlar ordusu seferber edilen “öjenizm”, MUSSOLİNİ ve HİTLER faşizminden bir yanıyla çok daha tehlikeli bir ırkçılığı temsil eder. Zira bu ilk iki faşist ideoloji neticede dışa (veya dışladıkları sınıf ayrımı gütmeyen toplumsal kategorilere) karşı ırkçı bir tavır sergilemektedir. Oysa öjenistler, tıpkı İngiliz veya anglo-sakson geleneğine uygun bir şekilde dışa karşı ırkçı bir hiyerarşik ayırıma içteki sınıfsal farklılıkları da dahil ederler.

Öjenizm, günümüzde sermayenin kendisini neo-liberal ideolojinin taşıyıcılığına terk etmesi ve günümüzde var olduğu biçimiyle insan toplumunu cebir kullanarak kapitalist sisteme uygun hale getirmeyi hedefleyen liberal faşist diktatörlüklerin kurulmasıyla tam bir uygunluk içindedir. Her ne kadar insanın “biyolojik” varlığını ön plana çıkarmış olsa da, öjenizmi ilgilendiren; toplumsalcı ideoloji gibi, insan tabiatının alınacak olan tıbbi ve bilimsel imkanlarla, önlemlerle genelleştirilmiş bir biçimde iyileştirilmesi değildir. Öjenizmin anlayışına en uygun müdahale biçimi, “doğal ayıklama” veya “en güçlü veya en donanımlı olan yaşasın, diğerleri yok olup gitsin!” anlayışıdır. Genel olarak tarihsel sonuna erişmiş kapitalist sistemin, özel olarak sönmekte olan kapitalizmi ete-kemiğe büründüren küresel sermayenin liberal faşist düzeninin; içine düştüğü açmazdaki en büyük sorunu, bulduğu “çare” ile belli bir uygunluk taşıdığı açıkça kendisini belli etmektedir.

Günümüzdeki haliyle kapitalizm; bütünüyle üretim dışına ittiği ve “toplumsal ilerlemeci” dönemin kitlelerde yaşamaya devam eden beklentilerine uygun olarak belli biçimlerde hayatta tutmakla yükümlü olduğu çok geniş, işsiz olan ve asla eskisi gibi “istihdam edemeyeceği” emekçi kitlelerin geleceğinin ne olacağı gibi bir sorunla karşı karşıyadır. Bu durum karşısında, “öjenizmin” yerleşik düzende bu kadar kabul görmüş olması olgusu, günümüz şartlarında kapitalist sistemin tabiatına en uygun müdahale biçiminin “demografik düzenleme” olduğu siyasi düşüncesinin gündemde olduğunu göstermektedir.

“Sürü bağışıklığını” kendi halkının pandemi ile tehdit edildiği bir dönemde gündeme getiren (kökü geçmişlere dayanan bir refleksle) İngiliz sermayesini “doğal ayıklamayı” çare olarak sunmasını biz; işte böylesi jenosider bir beklentinin stratejik bir dışa vurması olarak düşünmekteyiz. İngiliz liberal faşistlerinin özellikle de kendi halkının ve olayı gözlemleyen bütün insanlığın tepkilerinden korkarak en azından şimdilik geri adım atması, kapitalist sistem için kendisini “başlıca çözüm yolu” olarak dayattığı bu yönelimden vazgeçtiği anlamını hiçbir şekilde taşımamaktadır. Kaldı ki; son tahlilde hayatı temsil eden insan toplumunu ölümü temsil eden kapitalist sisteme uydurmaya çalışma politikasının bir sonucu olan bu jenosider tavrın İngiltere’deki kadar açık afişe olmasa da; Fransa, ve liberal faşist MACRON hükümetinin daha baştan beri “tedavi” imkanını resmen yasaklaması ve her şeye rağmen mesleğinin icaplarını yerine getiren sağlık çalışanlarına-doktorlara hayatı zehir ederek yaptığı başka bir şey değildir. Zaten büyük bir çoğunluğu düzenin ve ilaç firmalarının kapı kulu halinde olan “bilim kurulu” olarak adlandırılan “onaylatma” kurumunun uyarı ve tavsiyelerini bile dinlemeden, sadece ülkede kabarmış olan sınıf mücadelelerine odaklanmış siyasi tabiatlı yasaklama kararları almış olması, bunun en açık seçik göstergesidir. Fransa’daki liberal faşist düzenin temsilcileri bir yıl boyunca pandeminin yayılması ve olabildiğince uzun sürmesi, bu arada da olabildiğince çok insan öldürmesinden başka, hastalığı tedavi ve hastaların hayatını kurtarma konusunda tek bir olumlu adım atmamışlardır.

Fransa ve İngiltere’nin örneklerinin yanında, Almanya ve İsveç gibi İskandinav ülkeleri -her ne kadar insan toplumunu günümüzde var olduğu biçimiyle kapitalist sisteme göre yeniden biçimlendirme prensibinde onlarla mutlak şekilde birleşmiş olsalar da- yine de belli farklılıklar göstermektedir. Örneğin Almanya; ne İngiltere’deki gibi virüsün tahribatına “sıfır sınır” koyarak “sürü bağışıklığının” pandemi sorununu istenilen amaçta çözmesi gibi (en azından başlangıçta) bir tavır takınmış, ne de Fransa’da olduğu gibi insanları radikal sayılabilecek bir şekilde “ev hapsine” almayı ve azil ve hızlı bir sosyal ve psikolojik çöküntüyü gündeme getirmiştir. Böyle davranarak da, bir şekilde kendi çalışan nüfusu ve ekonomik faaliyeti büyük çapta sürdürmenin imkanlarını mümkün kılarken, diğer yandan da Fransa ile karşılaştırıldığında temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında “tedrici” davranmayı tercih etmiştir. Bu durumda akla hemen “bunun nedeni ne olabilir?” gibi bir soru gelmektedir.

( Konuşma -İkinci dalga geliyor Brigitte – Sen kürek çekmeye devam et)

Hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeden derhal şu noktanın altını çizmeyi gerekli görmekteyiz: Almanya, diğer iki ülkede gündemde olduğu gibi liberal faşist bir diktatörlükle yönetilen bir ülke konumundadır. Tıpkı Nazilerin döneminde olduğu gibi, Almanya’daki liberal faşist diktatörlük, küreselleşme döneminin büyük yıkımını, Fransa’dan önce -ve hatta ona model teşkil edercesine- halkın çok büyük çapta desteğini sağlayarak, ama buna karşılık ekonomik durumu emekçilerin kazanılmış haklarını ve gelir seviyesini gerileterek zaten gerçekleştirebilmiştir. Küreselleşme süreci boyunca Fransa kendi sanayisini büyük oranda kaybederken, Almanya’da üretim kapasitesi “kendi diş fırçalarını dahi üretecek şekilde” (Bir Fransız gazetecinin tabiriyle) devam etmiştir. Bu durumda, şu veya bu şekilde yürüyen bir ekonominin pandemi bahanesiyle “ev hapsi” gibi tek başına etkili bir sonuç veremeyeceği gösterişli ama kof bir tedbirle engellenmesine hiçbir şekilde müsamaha edilemezdi. Nitekim, tam bir kısıtlama yerine sınırlı hareket imkanı sağlanarak, “palavracı MACRON ile alay edilircesine daha az zayiat da verilmiş olunacaktı.

Ekonomik alanda belirleyici olan bu iki ülkenin pandemi yönetimi alanında farklılaştırıcı faktörün yanında bir de sosyolojik faktörün de devreye girdiğini belirtmemiz gerekmektedir. Almanya “cemaatçi” bir toplumsal gelenekten gelmektedir ve bireyler arasında “birlik” ve “devamlılık” oluşturmada “kan bağını” öne çıkarmak gibi siyasal ve tarihsel bir mirasa sahiptir. Bu durum aynı zamanda Alman vatandaşlarının belirlenen kurallara uymasındaki titizliğini ve aynı zamanda Alman emekçilerinin devrimci kabarış dönemlerinin dışında “sınıf işbirliği” dediğimiz şeye yatkınlığını da açıklar. Bu kültürel yatkınlıklar, “söyleneni uygulama” konusunda bireylerin “kapatma/kapanma” gibi bir tedbire ihtiyaç duyulmadan uyabilmesini kolaylaştırıcı bir faktör olarak olaya müdahale edecektir.

Almanya’nın tersine olarak Fransa, “sınıf mücadelesi” kültürünün ve sınıf çelişkilerinin bireyler arası ilişkiye doğrudan müdahale etme halinin siyasal ve tarihsel bir gelenek haline geldiği bir ülkedir. Bu yüzden, bir “devrimler ülkesi” olan Fransa’da koyulan toplumsal kurallar yatay-ilişkisel bir düzlemde değil, ama düşey-hiyerarşik düzene göre bir anlam ve kültürel bir alışkanlık (“Habitus” – P.BOURDİEU) faktörü altında değiştirilir. Bu durum, pandemi dönemini de kapsayan son 5-6 yıl içinde yükselen sınıf mücadelesini açıkladığı gibi, çok daha keskin bir şekilde dayatılan yasakların sonuç almada Almanya’nın çok gerisinde kalmış olmasını da açıklayacaktır. Son 20-30 yıldır Fransa’da küresel sermayenin temsilcilerinin emekçi halk kitleleri üzerinde gerçekleştirdiği büyük yıkımların, hiçbir şekilde sorgulanmadan sınıf işbirliğine dayanan “Alman modeli” denilen toplumsal oluşum biçiminin empoze edilerek gerçekleştiğini1 de ayrıca belirtmemiz gerekmektedir.

ÇHC’ne gelince; bu büyük ve ezici bir iş gücü rezervi barındıran ülke, kendisine “Komünist Parti” diye bir lakap takmış olan bir yöneticiler kastı tarafından yönetilmektedir. Batılı liberal faşist diktatörlüklerde ona karşı yürütülen “anti-komünizmi” gündeme taşıyan kampanyaya rağmen, bizce onlardan sadece üslup ve tarihsel gelenek farklılığı göstermektedir. Bu kader birliğinin nedeni, Çin’in ekonomisinin küreselleşmiş sermayenin, Fransa gibi ekonomik planda çökmüş bir ülkeye “diş fırçası” dahi üretecek kadar geniş çaplı bir üretim kapasitesine sahip olmasıdır. Bu ekonomi, klasik kapitalist ülkeler çıkışlı “özel sermayeyi” kendisine entegre etmiş “devlet kapitalizmi” ağırlıklı büyük bir hızla gelişen ekonomi görünümü vermektedir. Yine ağırlıklı olarak daha çok “küresel pazara” meta üreten Çin ekonomisinin gelişimi, genel olarak bütün dünyada sermayenin toplumsallaşmasının da gerilemeye başlamasıyla bir o kadar gerileme sürecine girmiştir.

Mao Zedung’un önderliğinde yaşanan sosyalizm deneyinden geriye sadece kapitalist dünyaya varoluşsal bağlarla bağlı olan çok büyük oranda toplumsallaşmış ve endüstriyel alanda yoğunlaşmış kapitalist sermayenin hakimiyeti kalmıştır. 1900’lü yılların başından beri siyasal ve toplumsal devrimden devrime koşan Çin’de yürütülen sınıf mücadelelerinin durumu hakkında pek bir bilgimizin bulunmamasına rağmen, devlet bürokrasinin geleneksel olarak biçimlendirdiği bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyiz. Çin devrimleri tarihinin de gösterdiği gibi, Çin halkı ve emekçileri konsensüs yaratan taleplerin etrafında ve bir siyasi parti gibi örgütlü gücün yönetiminde harekete geçmek gibi geleneksel bir kültür mirasına sahip bulunmaktadır.

Pandeminin hareket noktası olarak ve hatta ABD gibi süper güçler tarafından nerdeyse başlıca sorumlusu olarak kabul gören ÇHC, hastalığın tüm ülkeye yayılmasını daha lokal aşamadayken kontrol altına alabilmesiyle ve söndürebilmesiyle de diğerlerinden özellikle ayrılmaktadır. ABD de dahil olmak üzere, küresel sermaye dediğimiz sermayenin yukarıda saydığımız önemli halkalarından herhangi birinden, coğrafi, toplumsal ve demografik yapı açısından çok daha karmaşık görünen bir ülkenin bu göreceli “başarısı” nasıl açıklanabilecektir?

Bizce bunun başlıca sırrı, “medikal” müdahale olarak pandemi yöneticilerinin hiçbir ayırım yapmadan, karantina ve akla gelebilen tedavi yöntemlerinin (daha sonra önleyici tedbir olarak aşının) hepsini seferber etmiş olması ile ilintidir. Bu alanda hala tedavi imkanlarını ve önleyici tedbirleri başta yasaklayan bir Fransa’dan net bir şekilde ayrıldığı gibi, işi sadece kişisel duruma ve doğal ayıklamaya havale eden İngiltere ile en azından “insana bakış” gibi temel bir konuda radikal bir şekilde ayrı düşmektedir. Bunun yanında aralarındaki “derece farkına” rağmen Almanya’nın yönetim anlayışıyla aralarında medikal alanda belirgin bir benzerlik içindedir.

Neden?

Tek başına ele alındıklarında birer “uçurum” gibi görünen kültürel, tarihsel ve sosyolojik farklılıklara rağmen ÇHC ve Almanya, toplumlarının üzerlerine çöreklenmiş ve küreselleşmiş de olsa sermaye yatırımlarının (ve buna bağlı olarak elde edilen rantın) çok büyük bir oranda toplumsallaşmış olmasıyla, saydığımız diğer ülkelerden keskin bir şekilde ayrılmaktadır. Sermayenin toplumsallaşma seviyesini artması demek, sermaye birikiminin spekülatif ve tefeci usullerle sağlanmasından çok “canlı emek” gerektiren üretim sonunda ele geçirilen rant sayesinde sağlanıyor olması demektir. Üretim sürecinin genelleştirilmiş olması demek, ülke nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan emekçi kesimin “aktif” duruma geçmesi ve aynı zamanda yöneticiler tarafından geçirilebilir olması demektir. Bu durum kapitalist ranta el koyanları kendi çıkarları doğrultusunda da olsa işgücü taşıyıcılarını “rant kaynağı” olarak hayatta tutmaya yöneltirken, diğer yandan da pandeminin yönetiminde (ve onun örgütlenmesinde) onların katılımını çok daha aktif hale getirmeyi mümkün kılacaktır.

Sanki “iki ayrı dünya” gibi kültürel ve tarihsel farklılıklar gösteren ÇHC ve Almanya gibi iki ülkeyi birbirlerine yakınlaştıran ve onları küresel sermayenin organik bir parçası olan diğer ülkelerden ayıran temel benzerliğin “toplumsallaşma” olayında düğümlendiğini tespit etmiş olduk. Toplumsallaşmanın seviyesinin düşük veya yüksek olması; “toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız tarihsel dönemle, ondan sonra gelen “genelleşmiş kriz” ve/veya küreselleşmiş sermayenin hakimiyeti tarafından belirlenen dönem arasında ayırım çizgisi oluşturduğunu daha önce ve başka yazılarımızda altını çizerek belirtmiştik. Şimdi de, küresel bir felaket oluşturan Covid-19 pandemisi sayesinde günümüzün dünyasına hakim olmuş olan küresel sermayenin “Ulus-Devletler” artığı ülkeler arasında değişim faktörü olarak müdahil olduğunu da tespit etmiş bulunmaktayız.

Bunun yanında, üretim faaliyetinin dolayısıyla son yıllarda ÇHC de dahil olmak üzere büyük gerilemeler kaydettiği ve buna bağlı olarak, yakın geçmişte oldukça kabarık toplumsallaşma düzeyine sahip ülkelerde hızlı düşüşler kaydedilmesi olgusu dikkate alındığında, finans sektörü ile üretim sektörü arasında yerküreye yayılan bir “işbölümü” faaliyetinin, ne özel olarak “küresel sermaye” döneminin devamını mümkün kılacak, ne de bu dönemde zaten “bitkisel bir hayat” yaşayan genel olarak kapitalist sistemi hayata döndürebilecektir. 1980’lerden beri küresel sermayeye hızla entegre olan Türkiye Cumhuriyeti’nde kaydedilen “üretim seviyesinin artması” ve buna bağlı olarak yalancı bir bolluk doğurması olayının ardından büyük bir ekonomik felakete dönüşmüş olması, bunun en elle tutulur örneği olarak hafızalarda yer edecektir. Bu durumda, kapitalizmin geleceği, kapitalist bir ülke haline gelen Türkiye’nin bugününden farklı olmayacaktır.

  1. BİR “KÜLTÜREL ÇÖKÜŞ ARACI” OLARAK PANDEMİ

Sözlerimize; “Pandemi olayı Covid 19 virüsünün toplumlaşmasından başka bir şey olmadığından başka bir şey değildir”, önermesini ileri sürerek başlamıştık. Bu önermemiz her şeyden önce pandemi olayının tanımı ile de tam bir uygunluk göstermektedir. Zira, olayı yönlendiren siyasi iktidarların herkese inandırmaya çalıştığı gibi, “pandemi” olayının kendisi bir hastalık türü filan kesinlikle değildir. Pandemi, çoğunlukla “mikrobik” bir hastalığı taşıyan; başta toplumsal ilişkiler olmak üzere, olaya şu veya bu şekilde müdahil olabilecek faktörlerin bütününü içeren ve sınırları bir tek ülke sınırlarını aşan olaylar bütünüdür. Dolayısıyla, bir pandemi olayına müdahale etmek üzere onu derinliğine ve bütün kapsamıyla anlamak üzere hazırlanacak “klinik tabloya”, hastalığa neden olan virüs ve diğer mikropların dışında müdahil olan diğer bütün etkenler de dahil edilmelidir. Biz, sözümüze başlarken “Covid 19 pandemisinin neden olduğu bütün alanlarıyla “toplumsal yıkım”, hastalığın neden olduğu “medikal yıkımdan -yerleşik liberal faşist iktidarların olaya müdahale biçimiyle de ilişkili olarak- çok daha fazladır” diye bir tez ileri sürdüğümüzde, işte böyle bir “klinik tablo”dan hareket etmekteydik.

Liberal faşist iktidarların, hükmettikleri toplumların geleneksel yapılarına bağlı olarak ve aciliyet halinde gerçekleştirdiği müdahaleler dikkate alındığında, hastalık yapan virüse karşı mücadele yürütmekten çok, sermaye sınıfı yanında içinde yaşadıkları toplumlara karşı mücadele ettiklerini, klinik tablo”muzdan yola çıkarak defalarca ortaya koyduk. Tarihe mal olan sınıf savaşlarının, -kapitalist sistemin içinde bulunduğu şartlardaki durumuna bağlı olarak- ortaya çıkan bir tezahürü olan “insan toplumsallığını ortadan kaldırma” mücadelesinde, “Covid 19 virüsü”nün bir araç olarak kullanılmasıyla yürütüldüğü olgusu ile örtüşen bir durumdur, bu tespit. Yine altını çizerek belirttiğimiz gibi bu durum; bütün diğer toplumsal ve ilişkisel faktörleri harekete geçirirken hedefin –varılan sonuç dikkate alındığında- virüsle mücadele etme sürecini sonuçlandırarak medikal faktörün önünü almak için değil, ama tersi yönde, virüsü kullanarak toplumsal ve ilişkisel faktörlerin köreltilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir. Zaten “pandemi yönetimi” pratiğini bir yıldan fazla bir süredir izleyerek bu tespitten başka nesnel bir tespit yapmanın da imkanı yoktur.

Toplumsallık biçimleri kapsamına giren kültür ve sanat faaliyetleri alanı, bir yıllık pandemi sürecinde en fazla yıkıma uğrayan kesim olmuş durumdadır. Aslında sermayenin kültürel üretime saldırması, ondan korkması, onu “kritik” ve “siyasi muhalif” haline geldiğinde sansürlemesi ve düşünür ve sanatçıları hapislerde süründürerek kökünü kurutmaya çalışması yeni bir olgu değildir. Sermaye, uzunca tarihsel bir dönemde kendi gücünü insanlığa kabul ettirme aracı olarak desteklediği bir alan olan bu faaliyet alanına, “burjuva” yaşama ve düşünme biçimini beslediği, kapitalizmin sonsuza dek sürecek bir “ilerleme” olacağı saplantısını zihinlere kazıdığı oranda desteklerini esirgememiştir. “Modernizm” olarak adlandırılan “valiz-kavram”, sermayenin bütünüyle kontrolünde başlayan ve onunla birlikte “post-modernizme” evrilerek gerileyen ve “bireysel hak ve özgürlükler” prensibi temelinde yükselen bir düşünce ve sanat geleneğinin adı olmaktan başka nedir ki?

Küreselleşme olayı ile birlikte, “modernizm” kavramının özetlediği bütün bu entelektüel ve sanatsal üretim faaliyeti üzerinden elle tutulur bir biçimde kendi sınıf çıkarları doğrultusunda ve siyasi gericileşmesine (liberal faşist diktatörlüklerin ikamesi) bağlı olarak uzunca bir süreden beri geri çekilmiştir. Böylece, bırakalım “modernizmi”, genel olarak insan düşüncesi ve duygusallığını bir “sınıfsal mücadele” alanına çevirmiş; darbe üstüne darbe vurarak, bu alanı kendi siyasi ve ideolojik anlayışının dışında hiçbir “muhalif” çıkışa imkan tanımayacak bir hale getirmiştir. Bizim gibi, bir zamanlar düşünce ve sanat merkezi olan Fransa’nın Paris’indeki gerileme sürecine 45 yıllık doğrudan bir katılımla şahitlik yapan birisi için ortada olan bir olgudur, bu olgu. İddiamız konusunda şüpheci yaklaşanlar için, en az kırk yıldan beri “Kâbe ziyareti” yapar gibi düzenli aralıklarla girip çıktığımız, “1. Arrondisement”daki bir düşünsel ve kültürel tüketim mağazası olan FNAC’ın zaman içindeki gelişimi üzerinde kafa yormayı tavsiye ederiz.

Bir pandemi olayı gibi küresel boyutlu ve bütün insanlığın varlığını –doğru veya yanlış- tehdit eden tarihi şartlarda; çok genel ve duruma uygun bir tanımlama yapmaya çalışarak entelektüel faaliyeti, insanlaşma sürecinde karşılaşılan “düğümleri” (zorlukları) çözmeye yönelik bir faaliyet biçimi olarak tanımlayabiliriz. Daha çok estetik çaba öngören kültürel ve sanatsal faaliyeti ise, insanlaşma sürecinin, düğümlerinin çözülmesinden sonra, yeniden bir akışkanlık yani süreklilik kazanması için yürütülen faaliyet biçimi olarak tanımlayabiliriz.

Dolayısıyla, Covid 19 virüsünü, eninde sonunda yerküredeki insan varlığını da ilgilendiren toplumsal sınıfların savaşında sermayenin hakimiyetini güçlendirmek üzere, zaten daha önceden başlatılmış düşünsel yıkımı hızlandırmak amacıyla eğitim sisteminin ve birer düşünsel üretim merkezleri olan bilimsel araştırma merkezlerinin tahrip edilmesinde kullanan liberal faşist diktatörlüklerin, insanlaşma olarak adlandırdığımız sürecin neresinde konuşlandığı iyice anlaşılmış olacaktır. Aynı şeyi, insan düşüncesinin özgürce gelişip serpilmesine savaş açmış olan bu diktatörlüklerin; sanatsal gösteri ve sergileri yasaklayıp, insanlığın akışını ileriye doğru değil ama geriye doğru yönlendiren mabet ve cemaatlerin faaliyetlerine ciddi bir yasaklama getirmemiş olması olgusunda da gözlemlemekteyiz. Günümüzde özgür düşünsel faaliyetin ürünü bilimsel görüşlerin yerini, liberal faşist diktatörlüklerin emrine girmiş din satıcılarının yayınladığı “fetvaların” almış olması; hoşgörü ve açılım gerektiren kültürel faaliyetin yerini, muktedirlerin siyasi emir ve kararnamelerinin almış olması; sermayenin hakimiyetinin, insanlaşma sürecinin önünün yeniden açılması için mutlaka sonlandırılması gerektiği gerçeğini gündemin en ön sırasına taşımış olması bundan dolayıdır.

Sermayenin en azından “ilerlemeci” olarak niteleyebileceğimiz bir düşünce ve kültürel yaratıcılık geleneğine saldırması, onu bir salgın hastalığı silah gibi kullanarak tahrip etmeye çalışması, ancak iki nedenden dolayı olabilecek bir şeydir: 1) Bu geleneğin ürünlerini var olduğu biçimiyle pazarlayarak arzuladığı sermaye birikimini gerçekleştirememektedir; 2) Bu ürünleri kendi ideolojik ve siyasi tahakküm aracı olarak kullanmasının şartları ortadan kalktığı gibi, artık bu ürünler, ağırlıklı olarak sınıf savaşında “emek cephesinin” temsil ettiği gerçek muhalefetin mücadele aracı haline gelimiştir. Covid 19 pandemisi esnasında düşünceye ve kültürel yaratıcılığa açılan savaş söz konusu olduğunda bu iki şıkkın da gündemde olduğunu gözlemlemekteyiz.

Üniversiteleri ve araştırma merkezlerinin işleyişine finansman aracılığıyla doğrudan el koyan sermaye, eğitim ve bilim kurullarının özerkliğine de böylece el koyarak, düşünce ve araştırmayı doğrudan kendi acil çıkarlarına göre yönlendirmeye başlamıştır. Bu yanıyla sermaye, insan düşüncesinin bir üst biçimi olan bilimin özgürce gelişmesinin önünde ortaçağın skolastiğinden de daha tehlikeli bir engel teşkil etmektedir. Pandemi esnasında yaratılan durumun doğurduğu yasakların sonucu olarak klasik “eğitimin durması”, donanımsız durumda olan öğrencinin bilgisayar ve internet aracılığıyla eğitime adapte olamayarak saf dışı olması, kendi eğitimini finanse etmek için iş bulma şartlarının ortadan kaldırılmış olması, sermaye için bir “yük” gibi görülen yoksul öğrenci kitlesini eğitim dışına itmiş bulunmaktadır. Artık, isteyenin değil ama sermayenin seçerek satın aldığı veya kendi içinden çıkan gençlerin eğitim yapabildiği bir döneme doğrudan bir giriş yapmış bulunmaktayız.

Kültürel faaliyet alanında da durum aynı merkezde seyretmektedir. Gösteri merkezlerinin kapatılması, geçtiğimiz bir yıl boyunca kontrol dışı olabilecek bütün gösterilerin yasaklanarak sanatçıların elinden var olma araçları alınmıştır. Bunun sonuncunda “kültür emekçileri” derin bir yoksulluğa da mahkum edilmiş olmaktadır. Fransa’da bütün tiyatrolar çaresiz kalan sanatçılarca işgal edilmiş bulunmaktadır. Pandemi günlerinde çok sayıda “kültür emekçisi” intiharına şahitlik yapmış da bulunmaktayız.

İçine “siyasi muhaliflerin” sızma ihtimali olan mevcut faaliyetlerin tırpanlanmasının yanında, sermaye mutlak bir şekilde kendi hakimiyetine aldığı ve her biri birer siyasi mücadele ve ideolojik savaş aracı olan “gösteri sanayisinin” ürünlerini, yine zorla eve kapattığı halka izlettirmektedir. Bu ürünlerin en bildik olanı TV “dizileri” ve Netflix üretimi olan sinema filmleridir. Pandemi sırasında ve onu bir “silah” olarak kullanarak gerçekleştirdiği toplumsal ve kültürel yıkımları, küresel sermayenin temsilcileri başka türlü asla bu kadar kısa zamanda ve halkın çoğunluğunun pasif onayını da alarak gerçekleştirebileceklerini hayal bile edemezlerdi.

1 Bu dönemde bile Fransa işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin siyasal olarak Almanya ile kıyaslanmayacak bir şekilde “aktif” olduğunu belirtmemiz gerekmektedir.

Yazarımızın daha önce yayınlanan yazıları

“PANDEMİ” ÜZERİNE TEZLER: 1.BÖLÜM / 08.05.2021

BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021

NE YAPMALI? / 18.02.2021

Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021

“SAHTE MUHALEFET”İN MANİFESTOSU ÜZERİNE… / 01.02.2021

KÜLTÜR ÜRETİMİ ve “ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” SORUNU / 01.02.2021

Diğer Yazılar

Yoksulluk

EKONOMİYİ BÜYÜTME KONUSUNDA İKİ FARKLI YOL

  Mustafa Durmuş / 9 Eylül 2024 Geçen hafta açıklanan büyüme verilerini analiz ederek başlayalım: …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir