Sinan Dervişoğlu’nun bu yazısı Fabrika’nın 53. sayısında 2002 yılında yayınlandı.
Nisan ayında, bütün dünya İsrail tarafından Filistin halkına karşı girişilen vahşi saldırıyı konuştu. Birçok insan, yaşanan trajedi karşısında açıkça Filistin halkının yanında yer alırken, ulusal ve uluslararası planda bazı “demokrat” yazarlar da son derece ilginç, ilginç olduğu kadar da insanlık için ibret teşkil edecek argümanlarla İsrail’in yanında yer aldılar. Türk Solu’nun aşağı yukarı tüm kesimlerinin Filistin halkının yanında yer aldığı bu dram, bir kez daha İsrail olgusunu bir tartışma mevzu olarak gündeme getirdi. İsrail’in çirkin ve insanlık dışı yüzünü bir kez daha sergileyen bu gelişmeler, bizleri bir yandan “böyle bir devletle bir arada yaşanabilir mi?” sorusuna cevap aramaya iterken, öte yandan da iğneyi kendimize batırarak bu çirkinliğin oluşmasında Dünya Solu’nun dolaylı veya dolaysız katkısını sorgulamaya zorlamaktadır. Dolayısıyla yazımızda, İsrail devleti olgusunu bir kez daha tartışmak, bunu yaparken de özellikle solun ve demokratların İsrail ve siyonizm karşısındaki tavrının eleştirel bir analizini yapmak istiyoruz.
ANTİSEMİTİZM, BİR HIRİSTİYAN HASTALIĞIDIR
Önce İsrail’i meşrulaştırmak için kullanılan birinci motife, antisemitizme değinerek başlayalım. Bu, bir yandan “Yahudi sorunu”nun mahiyetini anlamamızı sağlarken , öte yandan ilericilerin bu soruna yaklaşımına da ışık tutacaktır. Bugün İsrail devletinin işlediği her cinayet, yaptığı her katliam, emperyalist ve siyonist medya tarafından geçmişte antisemitizmin yarattığı acı ve yıkım adına mazur gösterilmekte, neredeyse kutsanmaktadır. Antisemitizm suçlaması, siyonizmin elinde öylesine geçerli ve öylesine şımarıkça kullanılan bir silahtır ki, İsrail’i eleştirip de bundan nasibini almamış (bir mizah dergisi olan Leman dahil) hemen hemen hiç kimse yok gibidir. Dolayısıyla, insanlık tarihinde üretilmiş gerici ideolojilerden birİ olan antisemitizmin gerçek mahiyetinin ve çerçevesinin çizilmesi, siyonist yalan makinalarına karşı mücadelede ayrı bir önem taşımaktadır.
Doğuş ve gelişiminin ayrıntılarına girmeyeceğimiz antisemitizm hakkında vurgulamak istediğimiz ana nokta şudur: Antisemitizm, Hristiyan – kapitalist Batı kültürünün ürettiği ve geliştirdiği bir hastalıktır; bu hastalığın tüm utancı da Batı’ya aittir. Batı toplumlarının oluşumunda belirleyici bir önem taşıyan Hristiyan kültürü (hem katolik, hem ortodoks, hem de protestan versiyonlarında) Yahudiye karşı ciddi ve özel (spécifique) bir düşmanlığı içinde barındırır. Yahudiler İsa Peygamber’in içinden çıktığı, kurtarmaya çalıştığı, ama sonunda onu Roma’lılara teslim eden ve ölümünü bizzat isteyen bir kavimdir. Öyle ki, Hıristiyan teolojisine göre, İsa’nın idam kararını vermeye tereddüt eden Roma valisi Pontus Pilatus “bu adam masumsa, onun kanı sizin ve sizden doğacak kuşakların üzerine olsun mu ?” diye sorduğunda, hep birlikte “Evet !” diye haykırırlar. (Matta’ya göre İncil, 27,25)
Bu öğretinin, MS 5.yüzyıldan itibaren Hristiyanlığı benimsemeye başlayan Avrupa halklarında yaratacağı etki açıktır. Gerek putperestlik, gerekse MS 7. yüzyıldan itibaren “kapıdaki düşman” olan Müslümanlık savaşılması gereken birer yabancı, birer tehlikedir; oysa Yahudilik için söz konusu olan tek tavır, açık bir nefrettir; zira diğer mahiyetini anlamamızı sağlarken , öte yandan ilericilerin bu soruna yaklaşımına da ışık tutacaktır. Bugün İsrail devletinin işlediği her cinayet, yaptığı her katliam, emperyalist ve siyonist medya tarafından geçmişte antisemitizmin yarattığı acı ve yıkım adına mazur gösterilmekte, neredeyse kutsanmaktadır. Antisemitizm suçlaması, siyonizmin elinde öylesine geçerli ve öylesine şımarıkça kullanılan bir silahtır ki, İsrail’I eleştirip de bundan nasibini almamış (bir mizah dergisi olan Leman dahil) hemen hemen hiç kimse yok gibidir. Dolayısıyla, insanlık tarihinde üretilmiş gerici ideolojilerden birİ olan antisemitizmin gerçek mahiyetinin ve çerçevesinin çizilmesi, siyonist yalan makinalarına karşı mücadelede ayrı bir önem taşımaktadır.
Yahudilere karşı Hıristiyan bağnazlığının içinde barındırdığı bu kör nefret, Yahudiliğin Avrupa’daki varlığının yalnızca bir boyutudur; diğer boyut ise ekonomiktir. Roma’nın yıkıntıları üzerinde kurulan irili ufaklı Hristiyan derebeylikler ve krallıklarda Yahudiler, Hristiyanlarca hor görülen ya da değişik sebeplerden ötürü yaygın biçimde icra edilmeyen mesleklere, yani ödünç para verme, tefecilik, sarraflık, ve ticaret gibi alanlara yöneldiler; toplum içinde ayakta kalabilmek için sıkı sıkıya sarıldıkları bu alanlarda da doğal olarak başarılı oldular. Ancak Yahudiliğin Avrupa toplumları ile olan bağının bu iki boyutu, yani ekonomik ve ideolojik boyutlarının birlikteliği, bu güne kadar süre gelen hastalıklı bir ilişkiye temel teşkil etmiştir.
Marx’ın bilinen sözüdür: “Burjuva toplumu, Yahudiyi yok eder, ve onu kendi derinliklerinde yeniden üretir” (“Kutsal Aile”) Tüm Avrupa tarihi, Marx’ın bu sözlerinin doğrulanmasından ibaret olmuştur. Halkı saran Hristiyan bağnazlığı, Yahudilere yönelik kör bir nefreti sürekli diri tutarken, bu nefret, Yahudileri kıtlık, savaş, salgın hastalık gibi toplumsal ve doğal afetlerde halkın öfkesinin egemen sınıflar tarafından rahatlıkla kanalize edilebileceği bir hedef haline getirmektedir. Öte yandan, ticaret yoluyla elde ettikleri zenginliğin büyümesi de, onları aynı egemenlerin dönem dönem tepkisiyle karşı karşıya bırakabilmektedir. Bu dışlayıcı eğilimle at başı giden ve onu tamamlayan zıt eğilim ise, feodalitenin bağrında gelişen kapitalist ilişkilerin Yahudilerin geleneksel mesleki faaliyetlerine duyduğu fonksiyonel ihtiyaçtı. Dolayısıyla, Avrupa tarihi boyunca süresi değişen periyotlar boyunca Yahudiler ezildi, kovuldu, katledildi, ve yeniden toplumsal yaşama davet edildi. Fransa’da kral fermanıyla tam 5 defa sınırdışı edildiler, sonra yeniden çağrıldılar. (“Les Juifs”, P.Claudel, s.14 -15) Orta ve Doğu Avrupa’da, gerek Papalığın, gerekse protestanların kışkırtmasıyla defalarca kıyıma uğradılar; ancak asla Amerikan yerlileri misali yok olmadılar; zira varlıkları (yerlilerin aksine) Batı toplumunda gelişen ve giderek yükselen bir gücün, kapitalizmin varlığıyla çakışıyor, örtüşüyordu.
Batı toplumsal yaşamı ile Yahudilik arasındaki bu uğursuz med-cezir ilişkisinin tahribatı, çift yönlü olmuştur. Bir yandan Yahudilerin, kendilerini saran Hristiyan Batı toplumuna karşı duydukları güvensizlik ve tepki, nefret boyutlarına varırken (Voltaire yahudiler için “İnsanlığa karşı duydukları ortak kinin birleştirdiği bir halk” demiştir (“Les Juifs”, P.Claudel, s.14 )) ve kültürel izolasyon (getto ruhu) derinleşmiş; öte yandan da Hıristiyan Avrupalı için Yahudi düşmanlığı kökü derinlere uzanan ve etkisi oldukça yaygın bir olgu haline gelmiştir. Batı kültürünün en seçkin temsilcileri dahi, Yahudiyi tefeci Shylock’la karakterize eden bir Shakespeare, ya da benzer tiplemeleri yaratmış bir Dickens gibi, bu etkiyi eserlerinde yansıtmıştır.
Batı’da bu kanlı med–cezir 20. yüzyıla kadar sürerken, İslam dünyası bambaşka bir yoldan yürümeyi başarmıştır. İslami düşünce, yahudiliğe karşı özel bir tepki ve nefreti körükleyecek hiçbir doktriner unsur içermemektedir. Gerek Musevilik, gerekse Hristiyanlık, sonuçta “birer resul tarafında vazedilmiş hak dinler”dir; ve İslamiyet bunların her ikisiyle de savaşmışsa da (Yahudilikle İslamın ilk yıllarında, Hristiyan ise bugüne kadar!) her ikisi de Müslüman devletlerin farklı inançlara gösterdiği hoşgörüden eşit ölçüde yararlanmışlardır. Bu statü altında Yahudiler de, tıpkı Hristiyanlar gibi, gayrı-müslimler için zorunlu olan haracı (cizye) ödedikten sonra örf ve adetlerini koruyarak serbestçe yaşayabilen ve hakları devlet tarafından garanti altına alınan bir tebaa olmuştur. İslam krallıkları altında serbestçe yaşayan Yahudilerin varlıkları için ilk tehdit Haçlı seferleri olmuş, Hristiyanların ele geçirdiği Ortadoğu bölgelerinde Yahudiler, katliam korkusuyla göçmek zorunda kalmışlardır. Bu tehdit, bütün Haçlı seferleri boyunca Ortadoğu Yahudilerini Müslüman ordularını desteklemeye yöneltmiş, Hristiyan Kudüs krallığının Selahattin Eyyubi tarafından fethi, Müslümanlar tarafından olduğu kadar Yahudiler tarafından da coşkuyla karşılanmıştır (bkz. “Selahattin’in Kitabı”, Tarık Ali, Everest Yayınları).
Daha ileri dönemlerde, İspanya’da Endülüs Emevi devleti yönetimi altında yaşayan büyük bir Yahudi cemaati mevcuttu; ve buradaki Müslüman yönetim, yarımadada giderek genişleyen Hristiyan gücüne karşı, Yahudilerin bir anlamda can simidiydi. Hristiyanların ele geçirdikleri bölgelerde Yahudiler toplu olarak katledilir veya kılıç zoruyla Hristiyanlaştırılırken, Emevi hükümdarların yönetimi altında yalnız ticarette değil, tıpta, bilimin ve sanatın diğer dallarında önemli bir varlık gösteriyor, kimi Yahudiler başvezirliğe kadar yükselebiliyordu. Bu dönem, dünya Yahudiliğinin en parlak ve en özgür dönemi olmakla kalmadı; aynı zamanda Endülüs, dünya Yahudiliğinin merkezi haline geldi. Kordoba Halifesi III.Abdurrahman’in veziri Ebu Yusuf Şasday İbn Çaprut bir Yahudiydi (“Les Juifs”, P.Claudel, s.11)). Yahudi bir başbakanı seçebilmek için “medeni” Batı ülkeleri 19.yüzyılda, İngiltere’de Benjamin Disraeli’yi, 20 yüzyılda da Fransa’da Leon Blum’u beklediler. Endülüs Emevi devletinin yıkılışı, İspanya’daki yahudi varlığı için bir ölüm çanı oldu; ve 1492’de toplu olarak başka bir Müslüman devletin, Osmanlı İmparatorluğunun koruması altına girdiler. Osmanlı’nın altında ise, Rumların, Ermenilerin ve diğer Hristiyan halkların aksine, Yahudiler bir dönem dışında baskı ve ayrım görmeden 4 asrı aşkın bir süre yaşadılar. (Türkiye Yahudileri). İşin en ilginç ve hazin yanı, Yahudiler için yegane tehditin, gene Hristiyan halkların bağımsızlığını kazanmasıyla başlamasıdır. Balkan toprakları, yüzyıllardır bilinmeyen, duyulmayan bir olgu olan “pogrom”lar ile, Yunanistan ve Bulgaristan’ın bağımsızlıklarının ertesinde tanıştı. Gerek 93, gerekse Balkan harbinde Batı’nın desteğiyle Balkanların Hristiyan halkları olan Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar egemenliklerini ilan eder ve topraklarını genişletirken, doğduğu toprağı terkederek Osmanlı askerlerinin koruması altında İstanbul’a ve Anadolu’ya sığınan kafilelerde, Türklere ve diğer Müslümanlara eşlik eden gene Balkan Yahudileri oldu.
Çok daha ayrıntılandırılabilecek bu tarihsel panaroma, bize muazzam bir çelişkiyi, bir ikiyüzlülüğü göstermektedir. Tarih boyunca Yahudiyi ezen, horlayan, katleden, yokolma noktasına getiren hep Hristiyanlar, özellikle Avrupa’nın Hristiyan güçleri olagelmiş; onlarla birlikte yaşayan, onlarla ortak bir yaşamı paylaşmayı beceren, ve onları gerektiğinde koruyan ise Doğu’nun müslümanları, esas itibariyle Araplar ve Türkler olmuştur. Ancak bugün dünya Yahudilerini temsil iddiasında olan İsrail devleti, aynı Hristiyan Batı’nın, yani Dreyfus’ü hapseden Fransa’nın, Yahudiyi Shylock olarak gören İngiltere’nin, güney eyaletlerinde barlara “zenciler, Yahudiler, ve köpekler giremez” tabelaları asılan ABD’nin müttefikidir. Aynı İsrail, Türkler dışında Yahudilerle kardeşçe yaşamayı başarmış yegane halk olan Arapları, o bilge halifelerin torunlarını katletmektedir. Bu onursuzluk, İsrail devletinin ve onun varlığını destekleyen herkesin alnına kazınmıştır; ve bizzat bu çelişki, İsrail’in ve siyonizmin, Yahudiliği ve onun geçmişini temsil etmeye ne derece hakkı olduğunu bir soru olarak karşımıza çıkarmaktadır.
SİYONİZM VE SOL:
LENİN’İN BUND’A KARŞI VERDİĞİ MÜCADELENİN TARİHSEL ANLAMI
İsrail olgusuna karşı dünyadaki sol ve ilerici akımların tavırları, mekana ve zaman göre dalgalanma göstermiştir. En radikal akımlar, önceleri “İsrail olgusunu reddetme” , “İsrail devletinin yıkılmasını hedefleme” gibi yaklaşımları benimsediler. Bu çerçevede FKÖ’nün çekirdeğini oluşturan El Fetih, FHKC, ve Demokratik Cephe, İsrail yerine “Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin birlikte yaşayacağı bağımsız, laik, demokratik Filistin Cumhuriyeti”ni savundular. Yıllar sonra, özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla en güçlü müttefikini kaybeden Filistin yanlısı ilerici hareketler, ABD’nin organizatörlüğündeki “barış planları”nın tek siyasi çözüm platformu olarak dayatıldığı bir dünyada, “İsrail olgusunu kabul etmek”, “bu devletle birlikte yaşamayı öğrenmek” gibi “gerçekçi” gözüken yaklaşımlara yöneldiler. Ancak son olayların gerçekliği, bu tür “gerçekçilik”leri tuzla buz edecek kadar açık ve sert bir biçimde ortaya çıkmıştır. Malum sözdür:” Yanlış hesap Bağdat’tan döner”. Tarih boyunca nice çarpık temelli devletler, uzun süre boyunca “yerleşik birer olgu”olarak gözükseler de, tarihin çöplüğüne gitmekten kurtulamamıştır. Yıllar boyu (100 yılı aşkın) apartheid sürdüren Rodezya ve Güney Afrika’nın “varlığı inkar edilmez birer olgu” olarak görüldüğü yılları kimse unutmamalı, başka bir halkın yıkımı ve gözyaşları üzerine kurulu her devletin, her “yanlış hesabın”, zaman geldiğinde Tel Aviv’den ve Kudüs’ten de döneceği hesaba katılmalıdır. Olaylara günlük konjonktürel gelişmeler ve görüntülerin ötesinde, tüm bir tarihsel süreç boyunca bakması gereken sosyalistler, İsrail olayını ele alırken olayın temelini teşkil eden “Yahudi Ulusu” ve “Yahudi Devleti” fikirlerini analiz etmek durumundadır.
Antisemitizm çerçevesinde Batı’nın yaşamındaki yerine değindiğimiz Yahudiler, bu bağnazlık atmosferi içinde çoğu zaman ilerici, mevcut gerici satükoyu değiştirmeye ya da yıkmaya yönelik akımları desteklediler. 19.yüzyıla gelindiğinde ise en tutarlı ilerici akım olan sosyalizm, Avrupa’da Yahudi aydınların yöneldiği ve destek verdiği bir akım oldu. Ancak bu ilişki, bir süre sonra kimi Yahudi kesimleri açısından farklı beklenti ve yaklaşımların açığa çıkmasına sebep oldu. Marksist hareketin Yahudi kimliği ve “Yahudi ulusu” fikriyle ilk defa karşı karşıya geldiği olayların en bilineni, Lenin’in Bund’a karşı mücadelesidir. RSDİP içinde, Yahudi emekçilerin ayrı ve otonom bir seksiyonla temsil edilip yönetilmelerini savunan Bund (Birlik) hareketine karşı, hem Bolşevikler, hem de Menşevikler tavır almış; bunun partiyi federalizme götüreceği, ve iç işleyişi zedeleyeceğini savunmuşlardır. Dolayısıyla Bund olayı, özellikle Türk Solu içinde, “parti içi federalizm” bağlamında algılanmış olan, ve bu yönüyle de özellikle örgütler içindeki Kürt kökenli kadroları sindirmek için kullanılan bir argüman olagelmiştir. Bu kavrayış, başlı başına bir talihsizliktir.
Bu talihsizliğin bir boyutu, Türk Solu’nun Kürt hareketine yaklaşımına damgasını vurmuştur ki, o konu bu yazımızın kapsamına girmemektedir. Diğer ve asıl önemli boyutu; tartışmanın özünü teşkil eden meselenin, yani Lenin’in “Yahudi kimliği” konusundaki yaklaşımının anlaşılmaması , hatta bilinmemesidir. Lenin, bu konuda daha sonraki yazılarında, “Ulusların kaderlerini tayin hakkı” konusundaki görüşlerinin olgunlaşmasına paralel olarak, “ayrı parti halinde örgütlenme” konusunda da bir dizi açılımda bulunurken (örneğin Rosa Luksemburg ile polemiğinde, Polonya’lıların ayrı devlet hedefiyle ayrı bir parti halinde örgütlenme gereğini savunurken) Yahudileri sürekli olarak bu alanın dışında tutmuş; dahası “Yahudi kimliği”ni, bir ulusal kimlik olarak gösterme çabalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Bizzat Rus sosyal demokrat hareketinin önderlerinin önemli bir kısmı (Menşeviklerde Martov, Dan, Axelrod, Liber, Troçki, Bolşeviklerde Zinovyev, Kamenev, Sverdlov) Yahudi kökenliyken, ve bunların hepsi kendilerini “Rus” işçi hareketinin parçası olarak görürken, ayrı bir “Yahudi proletaryası” ve “Yahudi partisi” düşünmenin düpedüz yanlış olduğunu, Rus işçileriyle içiçe yaşayan Yahudi işçiler, Rusya’da ve özellikle Ukrayna’da dağınık yaşayan Yahudi çiftçiler, ve şehirlere dağılmış olan Yahudi tüccarlardan bir “Yahudi ulusu” yaratmayı tasarlamanın açıkça saçmalık ve “gerici bir proje” olduğunu vurgulamıştır. Şunu demiştir Lenin:
“Bund’un bir Yahudi milletinden söz eden üçüncü tezi…. özünde son derece yanlış ve gerici siyonist bir düşüncedir” ve “ Milli Yahudi kültürü burjuvaların ve hahamların parolasıdır, düşmanlarımızın parolasıdır” (Lenin’den aktaran “İşçi Hareketindeki Siyonist Ajanlara Karşı Mücadele ve Lenin” J.Allemand, J.C.Sage, s.15)
Antisemitizmin ve bunu sonucu Yahudi katliamlarının (pogromların) yaygın olduğu, ve dolayısıyla gericiliğin bu oyununa karşı çıkmanın marksistler tarafından temel görevlerden biri sayıldığı Çarlık Rusya’sında Lenin, Yahudi sorununun tek çözümünün bir “Yahudi ulusu” yaratmak değil, mevcut Yahudiler üzerindeki ayrımcı baskının (discrimination) kalkması, eşit hak ve hürriyetlerin garanti altına alınması, ve Yahudilerin Rus (ve diğer halkların) yaşamına bütünüyle entegre olmalarıyla ve nüfus içinde erimeleriyle (a.g.e.s.73) gerçekleşebileceğini vurgulamıştır. Dahası, Lenin Komintern’in 2. Kongresinde (Temmuz 1920) yıllar sonra oynanacak kanlı oyunu hissedercesine “.. az sayıda Yahudinin bulunduğu Filistin’de, bir Yahudi devleti kurmak bahanesiyle , siyonizmin yerli Arap emekçilerden oluşan nüfusu İngiltere’nin sömürüsüne terkettiği Filistin’deki siyonist komplolar üzerine” tezler kaleme almıştır (a.g.e.s.25)
O yıllarda bir “Yahudi ulusu” ve bunu yönetecek bir ”Yahudi devleti” fikri, Avrupa’daki Yahudi kökenli gerici finans çevrelerinin telaffuz etmeye başladığı bir proje niteliğindeydi. Ünlü banker Rotschild’in desteklediği bu proje, en tutarlı sözcü ve savunucusunu Theodor Herzl’de buldu. Herzl’in kurulacak “Yahudi devleti” için yer aradığı, Filistin’in yanısıra bir diğer alterantfin Arjantin olduğu (Kudüs’ün 2000 yıllık vatanları olduğunu söyleyen siyonistlerin kulakları çınlasın), Filistin’I alabilmek için Sultan Abdülhamit’e Osmanlı İmparatorluğunun tüm borçlarını silecek bir mali hibe yapmayı önerdikleri bilinmektedir. O dönem bu şoven projenin sol içindeki uzantısı da, “Bund”un da bir parçası olduğu “sol” siyonist harekettir. Özellikle Polonya’da Yahudi Sosyalist İşçi Partisi, o yıllarda oldukça yaygın olan “sosyalist” etiketli burjuva milliyetçisi partilerden biriydi (Ermeni Taşnak Partisi, veya Pilsudski’nin milliyetçi Polonya Sosyalist Partisi gibi), ve geleceğin siyonist kadrolarının yetiştiği örgüt olarak ciddi bir önem taşıdı.
1945’DE DÜNYA SOLU: “HEPİMİZ YAHUDİYİZ !”
Lenin’in Bund’a karşı bu tavrı, yalnızca yahudi kimliği adına parti için federalizme set çekmekle kalmadı; aynı zamanda bu kimliğin bir Polonya’lı, veya Finlandiya’lı kimliğinden niçin ve ne ölçüde farklı olduğunu ve bu kimlikten bir ulusal kimlik yaratmanın anlamsızlığını vurguladı. Bu tavır, yeni oluşan KP’ler tarafından bir yandan kabul görürken; öte yandan da bu partiler toplumun tüm ezilen kesimleri için olduğu gibi, yüzyıllar boyu antisemitik histerinin kurbanı olan Yahudiler, Yahudi emekçi ve aydınlar için de bir çekim merkezi olmaya başladılar. Yahudiler arasından, ulusal ve uluslararası planda komünist harekete önderlik eden kadrolar çıktı. Polonya’da Rosa Lüksemburg, Leo Jogische, Rusya’da Troçki ve Zinovyev, Macaristan’da Bela Kun, Almanya’da Paul Levi, daha sonra Alman KP genel sekreteri olan Hans Neumann, komünist hareketin yahudi kökenli önderlerinden birkaçıdır. Yahudilerin KP’lere gösterdikleri bu ilgi, ve pratikte yer yer gözüken iç içelik, sık sık faşistler tarafından “bolşevizmin bir Yahudi oyunu olduğu” efsanesini yaymak için o dönem (hatta hala !) utanmazca kullanıldı.
İkinci Dünya Savaşı, KP’lerle Yahudi emekçi ve aydınlar arasındaki iç içeliği daha da artırdı. Nazizmin Yahudileri kitle halinde yoketme politikası karşısında, antifaşist mücadelenin en kararlı unsurları olan komünistler, Yahudiler için yeniden bir çekim merkezi oldu. Faşizm karşısında “tarafsız”, sıradan Hristiyanların sessiz ve seyirci kaldıkları bu katliam karşısında en kararlı tepkiyi ve mücadeleyi komünistlerin ortaya koyması, Yahudi emekçi ve aydınları bu hareketin saflarına yöneltti. Özellikle Fransa’da Direniş’te kahramanca mücadele veren Fransız Komünist Partisi saflarında, Yahudiler aktif bir rol aldılar. Partinin silahlı kolu olan FTP (Franc Tireurs et Partisans)nın bir kanadı olarak, yurt dışına zorla çalıştırılmak için gönderilmek istenen ve buna karşı çıkarak yeraltına geçen göçmen işçilerin oluşturduğu FTP – MOI (Main d’Oeuvre İmmigrée – Göçmen İşgücü) örgütü, ağırlıklı olarak Yahudi emekçilerden oluşuyordu, ve Alman işgalcilere karşı büyük darbeler indirmeyi başardı.
Savaş bittiğinde, toplama kamplarındaki büyük insanlık dramı gözler önüne serildiğinde, faşizmin en büyük kurbanlarının, 20 milyon ölü veren Sovyet Halklarından sonra, Yahudiler olduğu ortaya çıktı. Bu durum, ilerici güçleri bir kez daha Yahudileri “bağrına basmaya” yöneltirken, bu katliamda en az Naziler kadar suçlu olan Avrupa burjuvazisi, yıllar boyu antisemitizmi besleyerek ve diri tutarak bu katliam için zemini hazırlamış olan Avrupa’nın geleneksel sağ güçleri (burjuvazi, kilise, ordu..) için de tarih önünde verilmesi gereken bir hesabı ortaya çıkardı.
1947’deki İsrail devleti, bu uluslararası durum içinde ortaya çıktı. Holocaust (Yahudi katliamı) Avrupalı Yahudilerin, kendileri için yegane doğru çözüm olan “içinde bulunduğu toplumla kaynaşma ve bütünleşme” konusundaki umutlarını zayıflattı; ve onları yıllardır “ayrı bir mekanda ayrı bir Yahudi devleti kurma” saçmalığını savunan Siyonistlerin kucağına itti. Avrupa burjuvazisi ise, “Yahudilerin özgürleşmesini destekleme” görüntüsüne sığınarak tarih önünde vicdanını temizleme, ve 1000 yıllık antisemitizmin töhmetinden bir çırpıda kurtulmayı seçti; bunu yapmakla yalnızca ideolojik bir baskıdan kurtulmakla kalmıyor; pratikte de Avrupa’daki Yahudi varlığından “kurtuluyordu” . Sonuçta bu girişimi desteklemenin kendisine getirdiği hiçbir maliyet yoktu; zira bütün “maliyet”, bu devletin kurulacağı bölgede yerinden yurdundan edilecek olan başka bir halka, yani Filistin halkına aitti. Başka bir deyişle Avrupa burjuvazisi, İsrail’e destek vererek elindeki 1000 yıllık anti-semitik katliamların kanını, Filistinli Arapların üstünde silmeye çalışmıştır.
ABD açısından ise durum, Ortadoğu’da güçlü bağlara sahip olacağı bir devletin kurulmasıydı; zira İsrail projesini destekleyen bütün büyük Yahudi sermayesi , ABD’de mevzilenmişti, ve bütün operasyon ABD’nin yakın bilgisi ve denetimi altında gerçekleşti.
Sonuçta, 1900’lerin başında 17 bin kişi olan Filistin Yahudi cemaatı, siyonizmin sistematik olarak değişik ülkelerden gerçekleştirdiği Yahudi göçleriyle 1947 de 600 bin kişiye çıkarıldı ve yukarıdaki hesapların ışığında İsrail devleti ilan edildi.
(Yahudi terör örgütü Haganah)
İsrail’in ilanı karşısında uluslararası komünist hareketin tavrı ise, bugün utanç duymamız gereken bir belirsizlik ve kafa karışıklığı oldu. Enternasyonalist tavır, önce Filistin Komünist Partisi’nde yok oldu; zira bu partinin Yahudi üyeleri kendilerini “İsrail Komünist Partisi” olarak ilan ettiler, ve işgal ile kurulan bir devletin adını benimseyerek bir anlamda bu işgali onayladılar. Sovyetler Birliği, yeni kurulan bu devleti tanıdı, ve her ne kadar kendi içinde siyonist eğilimlere karşı sert bir tavır almaya devam etse de (Sovyet topraklarında bir Yahudi Özerk Cumhuriyeti kurulmasını öneren Lozovski, Stalin tarafından aynı dönemlerde kurşuna dizilmiştir) İsrail devletinin kuruluşuna karşı sessiz kalmıştır.
En büyük alkış, Fransız KP’sinden gelmiştir. Partinin teorik yayın organı olan “Cahiers bu Communisme” (Komünizm Defterleri) de şunlar yazılmıştır:
“14 Mayıs 1948’de Filistin’de İsrail Devleti doğdu. Özgürlük, demokrasi ve ulusal bağımsızlık savaşçılarını daima destekleyen Fransız Komünist Partisi, büyük acılar ve zorlu mücadeleler ortasında kurulan bu yeni Devlet’i daha ilk günden itibaren. Kışlık Veledrom’daki muhteşem toplantıyla selamladı ve ona demokratik, sağlam ve kalıcı bir barış içinde uzun bir ömür, refah ve esenlik diledi.
Bizce sorun, tarihsel açıdan Yahudi ve Araplar’ın ne kadar zamandır Filistin’de yaşadığını, bu iki halktan hangisinin, ne kadar bir süre için ülke içinde daha ağırlıklı olduğunu araştırmak değildir….” (. ) “Yahudi halkının Filistin toprağı üzerinde sürdürdüğü mücadele yerkürenin diğer bölgelerinde verilen mücadeleye bağlıdır.
Yunan partizan, Çin Halk Ordusu askeri, İspanyol savaşçısı, Vietnam demokratları, Endonezya’lı yurtseverler, Hindu direnişçiler Haganah askerlerinin savaş arkadaşlarıdır.” (Cahiers du CommunismeTemmuz, 1948)
(Nakba sonrası yerlerinden olup yola revan olan Filistinliler)
Burada bahsedilen Haganah, İsrail’in kurulması için savaşan siyonist güçlerin ortak silahlı örgütüydü; ve temel hedeflerinden biri, Filistin’deki Arap nüfusu terörize ederek (saldırı, cinayet, bombalama) bölgeden Arap göçünü hızlandırmaktı. Böylesine gerici-şoven bir terör örgütünün, dünyada ulusal kurtuluş savaşı veren diğer halkların örgütleriyle bir arada anılması sadece büyük bir aptallık değil, bir ihanet ve bir suçtur. Parti üyelerinin etnik kökeni gene belirleyici olmuş; FKP’nin Yahudi üyeleri öncelikle birer komünist gibi değil, birer Yahudi gibi düşünerek tavır almış, ve partinin genel tavrı üzerinde etkili olmuştur.
Batı Avrupa KP’leri arasında da , İsrail’e kuruluş aşamasında karşı çıkan ve onu tanımayı reddeden etkin bir tavır bilinmemektedir. Böylesine bir aymazlığın oluşmasında kanımızca iki faktörün etkisi vardır:
Birincisi, İsrail’i kuran güçlerin “sol”culuğuna ilişkin varolan illüzyondur. Bu devleti kuran kadronun esas itibariyle kökeni, Polonya ve Doğu Avrupa’daki sol siyonist organizasyonlardır; ve antifaşist direnişte yer alan kadrolar doğal olarak komünistlerle ve diğer sol güçlerle birlikte savaşmışlardır. Örneğin 1944 Varşova gettosu ayaklanmasında, Polonya Komünist Partisi ile beraber mücadele etmeyi kabul eden sol siyonistlerin (diğer siyonistler anti-komünist tavrı sürdürerek işbirliğini reddetmiştir) ciddi bir rolü olmuştur. Bu ilişkinin yarattığı birikim, İsrail devletin kuruluşundaki “sol” söyleme yansımış; gelişkin sosyal haklar, güçlü sendikal yapı, SSCB’deki kolhozlardan (mecburen) esinlenerek kurulan kollektif çiftlikler (kibbutz’lar), devletin neredeyse “kurucu parti”si olan İsrail İşçi Partisi’nin sol üslubu, bütün dünyaya ve bu arada sol harekete, sol, sosyalist değerlerin güçlü ve etkin olduğu bir devletin kurulduğu izlenimini vermiştir. Özellikle ilk yıllarda, David Ben Gurion zamanında bu illüzyon sistematik olarak korunmuş, dış dünyaya karşı bu sol-sosyalist görüntü muhafaza edilirken içerde Araplara karşı yalan ve cinayet kombinasyonu olan en vahşi ve tüyler ürpertici planlar devreye alınabilmiştir. Bir anlamda siyonizm, uluslararası komünist hareketin en azından bir kesimini aldatarak ve uzun bir süre aptal yerine koyarak, 1900’lerin başında kendilerini teşhir eden Lenin’den yedikleri tokatın intikamını almayı başarmıştır.
Doğal olarak Batılı komünistlerin bu kadar kolaylıkla “aldanmaları” sadece siyonistlerin propaganda becerisiyle açıklanmamalıdır. Olayın bir diğer boyutu da komünist harektin Avrupa-merkezciliği, ya da “Eurocentrism” idir. Bir devlet, ne kadar “sol” iddalarla kurulursa kurulsun, şayet başka bir halkı kovarak, katlederek, ve kalanları sistemli biçimde baskı ve tehdit altında tutarak kurulmuşsa ve varlığını sürdürüyorsa; en cahil komünist bile burada bir şeylerin ters olduğunu, ortada karşı çıkılması gereken bir şeylerin döndüğünü anlar. Batılı komünistlerin bu refleksi göstermemelerinin nedeni, fazla “Batılı” düşünmeleri, Ortadoğu ve Arap gerçeğine karşı yabancı, daha doğrusu kayıtsız kalmış olmalarıdır. Onların gözüyle kavganın bir tarafında, 2. Dünya Savaşı dolayısıyla hissi bağlara sahip oldukları Yahudiler varken, öbür tarafta değil hissi bağ, doğru dürüst bilgiye dahi sahip olmadıkları bir halk; güçlü bir komünist harekete sahip olmadıkları için tanımadıkları ve uluslararası platformlarda karşılaşmadıkları, apayrı bir dinsel kültürel kulvarda yürümüş olup tarihsel planda herhangi bir temasa sahip olmadıkları, muhtemelen de kendilerine “İslamiyetin etkisi altında geri, feodal aşamadaki kitleler” olarak lanse edilen Araplar vardır. Bu “Avrupa gözlüğüyle bakma” hastalığını Ho Şi Minh, Komintern’in ilk yıllarında teşhis etmiş ve o yıllarda sert bir biçimde eleştirmiştir. Ancak bu olay hastalığın sürdüğünün açık göstergesidir. Avrupa’lı komünistlerin Filistin halkı konusunda bir “hassasiyete” ulaşması için Filistin direniş örgütlerinin kurulması, bunların dünyayı eylemleriyle sarsmaları, bu direnişin bir kanadının Marksizmi benimseyerek dünya soluyla temasa geçmesini beklemek gerekecektir. O güne kadar da, İsrail’in meşruiyetinin tanınması anlamında, atı alan Üsküdar’I geçmiştir.
İSRAİL, GÜNÜMÜZÜN “KUDÜS HAÇLI KRALLIĞI”DIR
Batı dünyasının açık veya dolaylı desteği, Sosyalist Blok’un ise sessiz kalması ile kurulan İsrail’İn bugünkü konumuna gelmesi için önemli bir gelişme daha gerekecektir. O da 50’li yıllarda Arap dünyasında güçlü sol, radikal akımların çıkmasıdır. Cemal Abdülnasır ve BAAS hareketi Cebelitarık’tan Basra’ya kadar tüm Arap dünyasını sarsmış, büyük bir anti-emperyalist ulusal gururun doğmasına neden olmuştur. Klasik sömürgeciliğe karşı bir uyanışı simgeleyen ve sol bir eğilim taşıyan bu radikalizm, tüm Arap ülkelerinde kendi uzantılarını yaratmış, Irak’ta Kasım hareketi, Cezayir’de FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) gibi akımlar, kısa zamanda kendilerine yegane müttefik olarak Sovyetler Birliği’ni bulmuştur. SSCB ‘nin Orta Doğu ve Arap dünyasında kazandığı bu etki, ABD ve Batı’lıları alarma geçirmiş, o noktada Batı dünyasının tek güvenilir gücü olarak İsrail ön plana çıkmıştır. Başka bir deyişle İsrail’I kuran siyonist ekip, nereden bakılırsa bakılsın bölgede bir sorun teşkil eden varlıklarını dünyada birilerinin gözünde “gerekli” ve sürekli kılmak için Soğuk Savaş atmosferinden yararlanmış ve Arap dünyasındaki SSCB yanlısı eğilimler karşısında kendini “Batı’nın tek gerçek temsilcisi ve savunucusu” olarak konumlandırarak varlığını Batı Bloğunun varlığıyla birleştirmiştir. Bu politik kombinasyon, uluslararası planda Yahudi kontrollü medya tarafından düzenlenen kampanyalarla da pekişti: “Ortadoğu’da bir demokrasi ve gelişme vahası” imajıyla Batı dünyası, İsrail’I Ortadoğu’da müslüman vahşilerin oluşturduğu bir deniz içinde cesurca “medeniyet”I savunan bir batılı ada olarak algılamaya devam etti.
İsrail’in “demokrasi”sine daha sonra değineceğiz. Ancak bu devletin “Batılı”lığı üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir konu olarak karşımızda durmaktadır. İsrail nüfusunun önemli bir kısmı Batı (ABD ve Avrupa) kökenlidir. Dolayısıyla Batı’lıların kendilerini ahalisine karşı en yakın hissettikleri Ortadoğu ülkesinin İsrail olması doğaldır. Diğer bir yandan, Holocaust konusunda Batı’nın taşıdığı tarihsel sorumluluk, tüm Avrupa’da kamuoyuna empoze edilen neredeyse kolektif bir suçluluk kompleksine dönüştürülmekte, bu kompleksten çıkış yolu olarak da tek alternatif olarak “İsrail’I alkışlama” Batılılara dayatılmaktadır. Bu durum da, İsrail devletini ve ahalisini Avrupalı ve Amerikalıların gözünde kolayca savunulabilecek, aklanabilecek bir devlet konumuna getirmektedir… Bu durum, Batılı egemenler için İsrail’i par excellence bir müttefik ülke yapmaktadır. Arap, Fars, veya Türk bir Müslüman ülkenin, ne denli uşak ruhlu ve kendini ABD’ye satmış insanlar tarafından yönetilirse yönetilsin, bu konuma gelmesi imkansızdır. Birincisi, Amerikan veya Avrupa kamuoyunu, Türk veya Arap bir halk veya devlet lehinde harekete geçirmek o kadar kolay değildir. Sonuçta Türkler, Avrupa’nın eski tehdidi, Araplar ise rakip bir dinin yaratıcısı ve şimdi “isyankar” olmuş eski sömürge ahalisidir. Öte yandan, bu halkları da her zaman Batı lehinde manipüle etmek kolay olmayabilir; zira bu ülkelerin yönetim mekanizmaları ne kadar ABD ve Avrupa kontrolüne girmiş, yöneticileri de ne denli işbirlikçi olursa olsun, halkların 1000 yıl boyunca Batı ile mücadele içinde şekillenmiş bir ulusal, dinsel, ve bölgesel kimliği vardır; bu açıdan da, %80’I Avrupa ve ABD kökenli ve büyük bir kısmının hala oralarla güçlü bağlara sahip olduğu İsrail halkı kadar Batı açısından güvenilir ve kontrol edilebilir değildir.
Bütün bu resim, bizi 900 yıl öncesine götürmekte, o dönem gerçekleşmiş olaylarla şaşırtıcı bir benzerlik arzetmektedir. 11. Yüzyılda Ortadoğu’ya karşı saldırıya geçen Haçlılar, bir dizi muharebeden sonra Kudüs’ü ele geçirdiler ve yaptıkları katliam ve yağmadan sonra buraya sağlam bir şekilde mevzilendiler. 1099’dan itibaren Kudüs Haçlı Krallığı, Ortadoğu’daki Haçlı varlığının mihenk taşı, bölgedeki halklara yönelik her türlü komplonun kaynağı, varlığını müslüman şehir devletleri arasındaki çatışmayı körükleyerek sürdüren bir entrika odağı, Ortadoğu’daki işgalcilerin bir üssü niteliğindeydi. Selahattin Eyyubi tarafından 1187’de yıkılana kadar , yani 88 sene boyunca bölge halkları için bir “yabancı madde”, ve bir tehdit olmaya devam eden Kudüs Haçlı Krallığı’nın uğursuz misyonu, bugün İsrail tarafından devralınmış vaziyettedir. Bu devlet Amerika’nın bölgedeki en önemli müttefiği, müttefik olmanın ötesinde ABD’nin organik bir parçası, her türlü emperyalist saldırganlık eylemi ve komplo için bir üs, Batı dünyasının Ortadoğu’daki Truva atıdır.
“BU ÜLKENİN BİR GELECEĞİ VAR MI ?”
Bu soru, son İsrail harekatı esnasında, ardarda gerçekleşen intihar saldırılarından birinin ardından, İsrail basınının önde gelen gazetelerinden Haaretz’de yazılmış bir makalenin başlığıydı. İsrail gençleri arasında yapılan bir ankette “Önümüzdeki 40 sene boyunca İsrail devleti varlığını sürdürecek mi ?” sorusuna verilen “Evet” cevabı, ilk defa % 60’lar mertebesine inmişti. Son dönemde yaşanan bütün bu gelişmeler, bizleri bir kez daha yukardaki sorunun cevabını aramaya itmektedir. Bunun paralelinde, cevap aranması gereken diğer soru şudur: Gelecekte arzulanan Orta Doğu’sunda, barış, özgürlük ve gelişmenin egemen olacağı bir Ortadoğu’da, İsrail’in bir yeri var mıdır ?
“İsrail’le barış içinde birlikte yaşama” illüzyonunu ele alırken, bu ülkenin muazzam bir gerilim ve tehdit duygusu ile kurulduğunu ve yaşamaya devam ettiğini belirtelim. Bu ülke, devasa bir gasp eylemiyle, hırsızlık ve cinayetle kurulmuştur. Tevrat efsaneleri dışında hiçbir gerçekliği olmayan bir “aidiyet” iddiasıyla, dünyanın dört bir tarafından bazı insanlar bir araya gelmiş, ve emperyalist devletlerin desteğiyle oranın yerli ahalisini silah zoruyla evinden, yurdundan kovmuştur. Bundan sonra da, yıllar boyu dünya kamuoyunun gözünü “Araplar bizi tehdit ediyor !” çığlıklarıyla boyamış, kendilerini katliamının faturasını, bu katliamla uzaktan yakından ilgisi olmayan yoksul bir halka, Filistin halkına ödettiniz. Bu çerçevede, Filistin halkı lehine atılacak her adım, onların (sınırlı bir coğrafyada da olsa) kendi kendilerini yönetmelerini sağlayacak her gelişme, sizin yol açtığınız acıları ve bu insanlara kaybettirdiklerinizi gündeme getirecek, hiçbir şey bu süreçteki “ilk günah”ın, yani İsrail devletinin kuruluşunun sorgulanmasını ve tartışma konusu olmasını engelleyemeyecektir.
Soruyu şöyle soralım: Saldırgan politikaları terketmiş bir İsrail’le, bağımsız bir Filistin devleti bir arada yaşayamazlar mı ? Oslo süreci, bunu hedeflemiyor muydu? Ariel Şaron’un provokatif tavırları yüzünden bu sürecin bozulmuş olması, bunun yeniden gündeme gelemeyeceği anlamına mı gelir ?
Tüm bu iyi niyetli sorulara egemen olan yanılsamayı kavramak için, biraz başa dönmek gerekir. Önce İsrail toplumunun yapısından başlayalım. Başta da belirttiğimiz gibi Yahudi sorunun çözümü, Yahudilerin içinde yer aldıkları toplumla bütünleşmeleri, kendi kimliklerini, mevcut ulusal kimliğin bir alt kümesi olarak tanımlamalarıdır. Bu çerçevede Fransız Yahudileri Fransa’nın, Rus Yahudileri Rusya gerçeğinin birer parçası olarak tanımlanmalı ve algılanmalıdır. Bu alt parçaları her ülkenin yaşamından kesip yanyana getirerek ayrı bir ulus kurmak ise, 20 yüzyılda bir “siyasi Frankenstein” yaratmaktır, ki bu da aynı şekilde bir hilkat garibesi yaratmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Bu garabetin adı İsrail devletidir.
Biraz daha açalım. Bu siyasi Frankenstein’da, Newyork’lu bir Yahudiyle, Kiev’li bir Yahudiyi, Hamburg’lu ve Habeş bir Yahudiyi, Bağdat’lı ve Kuzey Iraklı bir Yahudiyi bir araya getirdiğinizde, bu insanları neyle birbirine bağlayarak bir ulus yaratabilirsiniz? Kültür veya tarih birliğinden bahsetmek gülünçtür, zira apayrı coğrafyalardan, kültürel bölgelerden, ve tarihsel gelişme düzeylerinden kopup gelen insanlardır burada söz konusu olan. Akla gelen cevap “din” olabilir. İsrail toplumunda dinin gücü, Türkiye’deki İsrail uşaklarının yansıttığından daha fazladır ve yarı-dini (şeriat’vari) mahkemelerin burada varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Ancak buna rağmen, egemen siyonist ideoloji, dinsel değil, tıpkı Nazizm veya Mussolini faşizmi gibi din dışı, seküler bir ideolojidir, ve gene bunlar gibi, kendi gücünü dinin gücüne indirgemekten kaçınmaktadır. Birçok siyonist önderin, dini pratikle uzaktan yakından bağı olmadığı bilinmektedir. Din de bir kenara bırakılacak olursa, geriye bir tek faktör kalmaktadır. Yahudilerin (özellikle Hristiyan dünyasında) geçmişte yaşadıkları ortak ızdıraplar ve bunlara duyulan tepki. İsrail’li kimliği bu tepki üzerinde şekillenmekte, onun etrafında geliştirilmektedir. Anısı en taze olan Nazi katliamıyla başlayıp, Anne Frank ve Dreyfuss’le devam edip, yüzyıllar önce Roma lejyonlarına karşı direnen Makabi’lerin anısıyla sonlanan bu söylemde, bambaşka tarihsel, bölgesel, sınıfsal gelişmeler yan yana getirilmekte, ortaya özel bir görüntü çıkmaktadır. Kimisi köleci topluma, kimisi feoadaliteye ve kapitalizme, kimisi 20 yüzyılın sınıf mücadelelerine ait bu öğeler, Yahudi unsurunu içerdikleri için bir video klip mantığıyla yan yana getirildiğinde ortaya çıkan görüntü “tarih boyunca tüm insanlık tarafından dışlanmış , ezilmiş, horlanmış Yahudi ve en sonunda bu baskıya karşı bir kale gibi kurulan İsrail devleti” olmaktadır. Her ulusal devletin kendine düşman icad ettiği bilinir. Türkiye’deki resmi ideolojinin pompaladığı Yunan düşmalığı, veya Balkanlardaki geleneksel (ve ahmakça !) Türk düşmanlığının İsrail’deki karşılığı, tüm insanlığa düşmanlıktır. Siyonizm, birbirinden bu denli farklı, hatta ilgisiz insanları ancak bu temelde birbirine bağlayabilmekte; yıllar önce Voltaire’in (belki haksız yere) Yahudiler için yaptığı tanım, dahiyane bir şekilde siyonistler ve onların yetiştirdiği insan tipi için doğrulanmaktdır: “İnsanlığa karşı ortak bir kinin birleştirdiği bir halk”
Böyle bir halk ve devletin, değil Arap komşularıyla, dünyayla ve hatta kendi kendisiyle dahi barışık olmasını beklemek hayaldir. Son işgal harekatına karşı dünyadan (bu arada geleneksel müttefik Avrupa’da dahi bazı ülkelerden) güçlü protestoların yükselmesinin ardından, İsrail eski Genelkurmay Başkanlarından Rafael Eytan, gazetelere şu demeci vermiştir: “ İsrail’in ayakta kalması için, gerekirse tüm insanlığın yarısı yok olabilir. İsrail olarak insanlığa karşı hiçbir borcumuz yok !” Bu sözler, bir sapığın, kontrolden çıkmış bir ruh hastasının sözleridir. Ancak Rafael Eytan, sıradan bir ruh hastası değil, eski Yahudi terör örgütlerinin üyesi, Ariel Şaron’un yakın mücadele arkadaşı, Lübnan işgalinde İsrail Genelkurmay başkanı, ve İsrail’de önemli bir kesimin gözünde bir “savaş kahramanı”dır. Bu söyledikleri de sıradan bir hezeyan değil, yukarıda dile getirdiğimiz “insanlığa karşı nefret” sendromunun veciz bir ifadesidir.
“Arap komşuların” payına ne düştüğünü anlamak için kahin olmaya gerek yoktur. Arap komşularla barışı engelleyenin “maceracı Arap yönetimleri” mi yoksa bizzat İsrail mi olduğunu anlamak için gene bir diğer “savaş kahramanı”na, yıllar boyu İsrail’de Savunma Bakanlığı yapmış Moşe Dayan’a kulak verelim:
“Bir güvenlik anlaşması imzaladığımız takdirde (Araplarla ve Amerikalılarla – SD) can damarımız olan misilleme eylemlerini terketmemiz gerekecektir. Birincisi bu eylemler Arap hükümetlerini sınırlarını savunmak üzere katı önlemler almaya itmektedir. İkinci olarak – ki asıl önemlisli budur – bu eylemler halkımız ve ordu içindeki gerilimi ve heyecanı canlı tutabilmemizi sağlamaktadır. Bu eylemler olmadan savaşçı bir halk olamayız, ve savaşçı bir halkın disiplini olmadan da varlığımızı sürdüremeyiz…. Negev çölünü Amerika veya İngiltere’nin geri almak üzere komplo hazırlamadığını söylemek yasaktır. Çölün tehlikede olduğunu ilan etmeliyiz ki, gençlerimizi çöle yollayabilelim.” (“İsrail’in Kutsal Terörü”, Livia Rokach, s.74)
İsrail’in nasıl savaşla yaşadığı, savaş sayesinde nefes aldığını ise, devletin kurucusu Ben Gurion’un 1955’de söylediği şu sözler yeterince anlatmaktadır:
“Savaşı başlatması için bir Araba 1 milyon dolar ödemek gerekse bile, bu işe değecektir” (a.g.e., s74)
Böylesi bir toplum kendi içinde huzurlu olabilir mi? Burada, İsrail’in meşhur “demokrasi”sine geliyoruz. Türk basınındaki siyonizm yardakçıları, İsrail’in Türkiye ile beraber Ortadoğu’nun yegane 2 demokrasisinden biri olduğunu söylemekten derin bir gurur duymaktadır. “Türk demokrasisi” konusunda biz de gene “derin” bir “lahavle” çektikten sonra, İsrail’e bir bakalım. Bu ülkede parlamenter mekanizmaların işlediği, herhangi bir “rejim kesintisi” (askeri darbe..vs) olmadığı, en küçük partilerin dahi parlamentoda temsil edildiği doğrudur. Ancak bütün bunları mevcut siyonist rejimin “demokratik erdemleri”ne, “insana verdiği değer”e bağlamak açıkça körlüktür. Deir Yasin katliamıyla kurulan, ve yoluna Tel Zaatar, Sabra ve Şatila, ve yakın dönemde Cenin gibi katliamlarla devam eden bir rejimin “demokratik erdemleri”nden bahsedebilmek için ya İsrail devletinin bordrosunda olmak gerekir, ya da açıkça ahmak. Kendi içinde Yahudi vatandaşlarıyla sınırlı olan bu hoşgörünün ise (Arap kökenli İsrail vatandaşlarına gösterilen hoşgörüyü yakın dönemde TV’de şahit olduğumuz polis dayaklarından yeterince biliyoruz) kökeni basittir ve tektir: Toplumun içinde yaşadığı olağanüstü gerilim ! Bu toplum, Filistin halkına ve komşu Arap halklarına zarar vererek kurulmuştur, ve geçmişte vurduğu darbelere karşı tepkiler ve nefret (haklı olarak) hala diridir. İsrail Yahudileri, kendilerini başından itibaren bir kuşatılmışlık ve yok olma sendromu içinde bulmakta, bu sendrom, yukarda da belirtiğimiz gibi bizzat kendi yöneticileri tarafından diri tutulmakta ve her fırsatta körüklenmektedir. Bu durumda, 4 milyonluk bir halkın en ufak ferdine kadar dayanışma için-de olmaktan başka şansı yoktur. Dolayısıyla, o çok övülen hoşgörü, özünde bir hayatta kalma refleksinin siyasete yansımasıdır ve alternatifi kesinlikle yoktur. İsrail’deki en sağcı siyonist yönetici dahi bilmektedir ki, ufacık ve marjinal bir sol grup dahi siyasetten dışlanıp baskı altına alındığı takdirde, oluşacak tepki ve kamplaşmayı herhangi bir yerde durdurmak mümkün olmayacaktır. Varolan ve sürekli diri tutulan “yokolma tehdidi” ve onun toplumda yol açtığı isteri, İsrail toplumunda var olan ciddi iç gerilimleri bastırmakta ve ikinci plana itmektedir. Ortadoğu kökenli Yahudiler ve Batılı (Avrupa-ABD’li) Yahudiler arasında, bu sonuncular içinde de Sefaradlar ve Eşkenaziler arasında, toplum genelinde dinci Yahudiler ve laik kesim arasındaki gerilim, İsrail’in şimdilik toprağa gömülmüş bombalarıdır, ve uzun süren barış dönemleri esnasında bunlar kendilerini hızla meydana çıkarabilmektedir. Lübnan işgalini izleyen uzun barış döneminde dincilerle laikler arası çatışma, bir aralık karşılıklı şiddet gösterilerine dönüşmüş; otobüs durakları ve meydanlarda bombalar patlamıştır. Bu gerilimi bastırmanın tek yolu, hiç kimsenin kendini dışlanmış hissetmesine meydan vermeyecek bir “ölüm kalım dayanışması”nı uygulamak, bu arada da, birlik ruhunu kuvvetlendirmek için şimdiye kadar kullanılan tek motif olan “yok olma sendromu” ve dışarıya karşı ortak nefreti körüklemektir. Bu uğursuz denklemin sonucu ise nettir: İsrail’in iç istikrarı, bu tecrit duygusunu güçlendirmeyi zorunlu kılmaktadır; zira barışı kabullenmiş bir İsrail kendi iç çatışmasıyla ve kendi varlığının sorgulanmasıyla karşı karşıya kalmaya mahkumdur.
Kendi komşularıyla ve kendi içindeki ilişkilerine bu şekilde değindiğimiz İsrail’in dünya politikasında yeri ve misyonu nedir ? Son yıllarda ülkemizde ve dünyada ortaya çıkan gerçekler, bir tek ana role işaret etmektedir: İsrail, bizde kısaca Susurluk diye bilinen özel savaş, ya da kontrgerilla doktrininin, ABD ile birlikte dünya çapındaki organizatörü, ve taşeronudur.. Özellikle son yıllarda Türkiye’de konuyla ilgili yapılan tüm araştırmalar, Mehmet Ağar ve çetesinin İsrail bağlantılarını ortaya koymaktadır. İsrail istihbarat uzmanlarının Latin Amerika’daki gizli servislere “sorgu teknikleri”, daha doğrusu işkence yöntemleri konusunda bilgi transferi yaptığı kabul edilmektedir (bkz. “Hile Yolu”, V.Ostrovsky, E yayınları) Aynı ülkenin, Latin Amerika’daki diktatörlüklere “kirli savaş”ı daha etkin sürdürmek için özel elektronik ekipman sattığı da bilinmektedir (bkz “Kontrgerilla Kıskacında Türkiye”, Suat Parlar). ABD, bir anlamda kirli savaş teknikleriyle ilgili konuları İsrail’e ihale etmektedir. Bu kadar pisliği bir devletin kaldırmasını mümkün kılan unsur ise, ABD ile olan göbek bağı, daha doğrusu uluslararası siyonist sermaye vasıtasıyla İsrail’in ABD’nin bir parçası olmasıdır. Tek başına bu kirli ilişki dahi, İsrail’I dünya halkları, ve onların özgürlük mücadeleleri açısından bir tehlike, ve bir düşman haline getirmektedir.
(Kibbutz’da çalışan kadınlar)
İSRAİL HALKININ ÖNÜNDEKİ YOL
Bütün bu resim karşısında İsrail halkının konumu nedir ? Genel bir hümanizma adına “suçlu devlet – suçsuz halk” edebiyatının gevşekliği içinde değerlendirilmeyi hak eden en son halk İsrail halkıdır. Bir dizi vahşetle süren son askeri harekatı halkın %70’İ desteklemiştir. “Anlaşmaya çalışıyor” görüntüsü veren Ehud Barak’ın ardından, tüm dünyada adı nefretle anılan, Belçika gibi Avrupa ülkelerinde hakkında dava açılan bir katili, Ariel Şaron’u seçimle başa getiren gene İsrail halkı olmuştur. 50 yıldır siyonizmi ve onun en kanlı politikalarını tereddütsüz destekleyen İsrail halkı, Nazizmin yerleşmesine ve cinayetlerine göz yuman Alman halkı kadar sorumludur; ve bu sorumluluğunun sonuçlarına, her gün sokaklarında patlayan bombalarla katlanmaktadır.
Öte yandan, siyonizme destek veren çoğunluğun yanı sıra, bu politikalara muhalif bir “öteki İsrail”in varlığı da bilinmektedir. Ancak bu noktada, demokratlar ve komünistler kendilerinin gözlerinin bir kez daha boyanmasına izin vermemek durumundadır. Bu “muhalefet”in içindeki unsurların ne kadarının samimi, ne kadarının İsrail’in dünya önünde oynadığı bir “iyi polis-kötü polis” oyunun uzantısı olduğu açıkça sorgulanmalıdır. Geçtiğimiz günlerde israil’de “solcu ve muhalif “olarak ün salmış yazar Amos Oz, ülkesini ve Filistin’I ziyaret eden Nobel ödüllü Portekiz’li komünist yazar Jose Saramago’nun yaptığı Şaron – Hitler ve Siyonizm – Nazizm benzetmesi karşısında büyük tepki göstermiş, Saramago’yu “Nazizmin kurbanlarına karşı saygısızlık”la suçlamıştır. Açığa çıkan şudur: Saramago yürekli ve büyük bir yazardır; Amos Oz ise sol görünümlü bir sahtekardır ve maskesinin düşmesini sağlayan bu tepkisiyle (umarız) İsrail”muhalefet”i konusunda insanları yeterince uyandırmıştır. İsrail’in varlığını zerre kadar tartışmayan, sadece oluşan çirkin görüntünün yaratacağı tepkiden ürktüğü için “aşırılıklar” a karşı tavır almakla yetinen bu muhalefet, her ne kadar bölgeyi saran bu siyonist cinnet ortamında birçoğumuzun yüreğine su serpse de, tutarsızdır, ikiyüzlüdür ve İsrail’in dünya önünde sergilediği sayısız oyundan birinin parçası olmaya mahkumdur.
Ancak insanı gerçekten sarsan, cesurca çıkışlar da vardır, ve bunlar gelecek için umut yaratan yegane faktörlerdir. Kızı Filistinlilerin düzenlediği bir intihar saldırısında ölen, ve kocası İsrail ordusunun bir komutanı olan İsrailli bir anne, kızının cenazesinde şunları söyleme onurunu göstermiştir: “İntihar saldırısı düzenleyen Filistinlileri kınamıyorum. Onlara bakarken aynadaki kendi görüntümüzü görüyorum. Onların bugün yaptıkları, bizim İsrail olarak yıllar boyu onlara yaptığımızın bize karşı aynı şekilde tekrarından başka bir şey değil. Ne verdik ki ne bekliyoruz ? Açıkçası, şikayete hakkımız yok”
(“Zulüm bizdense ben bizen değilim” diyerek İsrail dozerlerinin karşısına dikilen ve hayatını kaybeden İsrailli eylemci Rachel Corrie-editör)
İsrail halkı için deniz bitmiştir.. Yıllar boyu ABD sermayesi ve teknolojisinin gölgesinde yersiz yurtsuz insanlara karşı kazanılan ucuz zaferlerin, ve bunların verdiği sahte güvenlik duygusunun ve kof “ulusal gurur”un sonu gelmiştir. Fertleri tek tek ölümü göze almış bir halkı durduracak silah yoktur, olamaz. Filistinlilerin 50 yıldır tıkıldığı, baskıya ve sefalete mahkum edildikleri kampların biraz uzağında tatlı hayat sürdürdükleri caddeler, dükkanlar, evlere şimdi korku ve kör bir endişe egemendir. Dolayısıyla doğru soruyu sormanın zamanıdır: “Bu ülkenin bir geleceği var mı?”
Siyonizmden arınmış bir İsrail, veya bir Yahudi devleti olabilir mi ? Buna İsrail halkı karar verecek, bu sorunun cevabı İsrail halkının tarih önünde vereceği en büyük sınav olacaktır. Ancak siyonizmle mücadele, tıpkı Nazizm gibi, İsrail halkının iç dinamiklerine terk edilmeyecek kadar önemli ve stratejik bir unsurdur. Bu mücadele yalnız Ortadoğu değil, tüm dünya çapında ele alınmak, ve tüm seviyelerde tasarlanmak durumundadır. Siyonizmin gücü ne İsrail ordusundadır, ne de İsrail nüfusunu oluşturan ve bir anlamda emperyalist-siyonist politikaların kurbanı olan 4 milyon insandadır. Bu güç, finans endüstrisinden Holywood’a, CNN’den reklam ajanslarına kadar uzanan muazzam bir zincirdedir; ve bu anlamda emperyalizmin dünya çapındaki varlığı ile iç içedir. Dolayısıyla, Ortadoğu’da Filistin halkının ve Arap halklarının siyonizme karşı verdiği mücadele, dünya çapında siyonizmin mali kaynaklarının, kirli pratiklerinin teşhiri, ve onun yalan makinalarına karşı mücadeleyle birleştirilmek ve desteklenmek zorundadır. Bu mücadelenin başarısı, yalnızca sırtından kurşunlanan Filistinli çocukların, bedenini özgürlük için feda etmekten çekinmeyen pırıl pırıl genç kız ve erkeklerin trajedisini sona erdirmekle kalmayacak; yüzyıllar boyu acı çekmiş bir kesim olan Yahudilerin siyonizm tarafından iğfal edilen ruhunu, çirkinleşen imajını, vahşete programlanmış yeteneğini kurtaracak, bu halkı siyonizm kamburundan kurtararak onu insanlık ailesine gerçek anlamda yeniden kazandıracaktır.