Mahir Konuk / 08.05.2021
-I-
Bu yazımız, Covid-19 pandemisini içerdiği bütün boyutlarıyla başlangıçtan bu yana geçen tam bir yıl içinde yaşanılan deneyler ışığında ele alan ve yine tam bir yıl önce ileri sürdüğümüz hipotez değerindeki görüşlerimizi yeniden irdelemeye çabalayan bir “bilanço” yazısıdır. Bu alanda şimdiye kadar kaleme alınan çok sayıdaki yazı ile, ister genel anlamda “bilimsel” etiketli olsun, ister sadece “halk sağlığı” gibi tıp biliminin özel bir dalı ile sınırlı tutulmuş bir bakış açısı ile belirlenmiş olsun ve isterse de gizli veya açıktan açığa siyasi bir amaçla kaleme alınmış olsun, ayrılmaktadır.
Bu ayrılık kendini iki biçimde ifade etmektedir. Birincisi, pandemi olayını içerdiği ve tartışıldığı bütün boyutlarıyla aynı düşünce ve gözlem düzleminde ele almasında yoğunlaşmaktadır. Böylece, meselenin genel olarak “bilimsel” bakış açısıyla ilgili olan yanıyla, daha çok pratik alanlar olan “halk sağlığı” ve “siyasi ve toplumsal” yanı arasındaki karşılıklı nesnel tutarlık ortaya çıkarılmış olacaktır. Bizce bu tutarlılığın sürekli olarak gündemde tutulması, pandemi sırasında çok açık seçik örneklerini yaşadığımız üzere, genel olarak bilimin ve bilimsel yaklaşımın ve özel olarak tıp biliminin ve insan sağlığının, saf ve kasıtlı siyasi amaçlar doğrultusunda peşkeş çekilmesinin önünü almada vesile olabilecektir. “Covid 19 pandemisi” diye adlandırılan karmaşık bir olayın, gerekli olan kendi olgusal bütünlüğünün yani nesnelliğinin bozulmadan ele alınmasının da –tıpkı benzer olaylarda olduğu gibi- zaten başka bir yöntemi bulunmamaktadır.
Yazımızın ele alış biçimi açısından benzerleriyle ikinci ayrılık noktasının, kesinlikle toplumsal ve siyasal açıdan taraflı bir yazı olmasıyla belirlendiğini düşünmekteyiz. Bu taraflılık elbette ki her şeyden nesnellik kıstasının dikkate alınmış olmasıyla ilgili bir konudur: Hayatlarımızı altüst etmeye vesile olan “pandemi” olayı, Covid-19 adıyla kodlanan bir “corona virüs”ün sebep olduğu hastalık üzerinden toplumsallaşmasıyla kendi nesnelliğini tamamıyla kazanmış bulunmaktadır. Dahası, bir olayı bilimin araştırma nesnesi haline getiren bu toplumsallaşma olayı; varlıkları zaman ve mekanda kendine özgü biçimler almış olan ve o arada birbirleriyle özleri itibariyle uzlaşmaz çelişki yaratan toplumsal sınıfların var olduğu bir toplumsal düzende gerçekleşmektedir. Bu tespite ilave olarak şu belirlemeyi de yapmamız gerekmektedir: Günümüzde bütün insanlığın kaderinin belirlenmesi gibi aynı zamanda acil pratik bir misyon da yüklemiş olan sınıfların mücadelesiyle belirlenecek hale gelmiş olacaktır.1 Pandemi olayının somut olarak yayılım alanının bütün yerküreyi kuşatması ve pandemi yönetiminde belirleyici olanın sadece bölgesel tedbir ve iyileştirmelerle kesin bir sonuca götürmekten uzak olunması; çelişkilerin küresel ve insan türünün bütününü ilgilendirecek şekilde düşünülmesi ve çözülmesi gerektiği gerçeğini açıklıkla ortaya dökmektedir. Dolayısıyla, ilk bakışta daha çok “insan sağlığı” ile ilgili gibi görünen Covid-19 pandemisinde takındığımız tavrın taraflılığı, evrendeki “insan varlığı” veya yokluğu gibi bir konuda takınılan tavır kadar kategorik nitelikte bir taraflılıktır.
Son olarak şu noktayı da açıklıkla ifade etmek gerekiyor: Bizim siyasi ve toplumsal alanda takındığımız “insandan yana” olan taraflı tavır, diğer yandan genel olarak bilimden ve özel olarak tıp biliminden yana olan taraflı bir tavırdır da aynı zamanda. Diğer bir deyişle, siyasi ve toplumsal alanda doğru yönde bir adım atılmadığında “insan sağlığı” alanında da doğru ve tutarlı bir adım atabilmek mümkün olmayacaktır. Aşağıda sergileyeceğimiz olgular ve buna bağlı olarak ileri süreceğimiz düşünceler “ayrılık noktası” teşkil eden bu iddiamızı doğrulamaktadır.
-
PANDEMİNİN TOPLUMSAL YIKIMI “SIHHİ” YIKIMDAN ÇOK DAHA ÖNEMLİDİR.
Pandemi olayı, günümüzde sahip olduğu boyut açısından, sadece “tıbbi” ve “sıhhi” tabiatlı bir olay değil; ama, zamansal düzlemde sanki bir “milat” teşkil ediyormuş gibi işlem görmektedir. Oysa ki; pandemiyi tek tek ülkeler ve dünya ölçeğinde yönetmekten sorumlu siyasi iktidarlar olayı ilk başta görmezden gelmişler, basit birkaç tedbirle büyük çapta önlenebilir bir “halk sağlığını” ilgilendiren bir aşamadayken kıllarını bile kıpırdatmamışlardır. Olay büyük kitlelerin bilgisi dahilinde bir gazete ve TV haberi haline gelmeye başlamasına paralel olarak, konuyu sanki “kamu sağlığını tehdit eden” bir salgın değil de, sıradan bir şeymiş gibi küçümsemeye özel bir çaba göstermişlerdir. Bu sırada geçen zaman bizim doğrudan gözlem yapabildiğimiz iki ülke olan Türkiye ve Fransa açısından en az 4-5 ay gibi, basit bir salgını, çözümü çok zor bir pandemiye dönüştüren “siyasi suikast” düşüncesini gündeme getiren çok önemli bir süreyi kapsamaktadır.2
(Karikatür Sefer Selvi- Evrensel.net’den alınmıştır)
Olayın bundan sonraki “siyasi güçlerin müdahalesi” aşamasında olan bitenler, olayın daha başında “insan sağlığı” açısından trajik bir şekilde cereyan ettiğine işaret etmektedir. Siyasi yöneticiler tarafından “toplum hayatına”, aslında felakete neden olan virüsün varlığına olandan kat kat fazla müdahale; bunun için getirilen “kişi hak ve özgürlüklerini” yasaklama tedbirleri ve belli davranış normlarını sanki “doğa yasaları” imiş gibi empoze etme çabaları vb. ile belirlenen dönemdir, bu dönem. Bu süre zarfında, pandemi yönetiminden sorumlu siyasi iktidarlar bütün bu toplumsal hayatı doğrudan yeniden biçimlendirmeyi hedeflen tedbirleri ala dururken, benzerini daha önce yaşadığımız (Kuş ve domuz gripleri gibi.) basit bir salgın, küresel boyutta olmak üzere yaygınlaşarak dört başı mamur bir “pandemi” halini almıştır. Bu aşamadan sonra ona tantanalı bir şekilde “savaş ilan eden” (Macron) siyasi iradeler, tam bir “u dönüşü” yaparak olayı var olan toplumsal bağlarından bütünüyle koparmak üzere, salt bir “tıp olayı” imiş gibi gösterme çabasına girmişler; ancak ilerde açıklayacağımız gibi, buna rağmen yine de “tıbbi” alanda gereğini gerektiği gibi yapmadıklarının yanında, özellikle de “insan varlığını” öne çıkaran bir çaba içine girmemişlerdir.
Oysa ki biz, olayın ortaya çıkışından bir yıl sonra açıkça ortaya döküldüğü gibi, pandeminin doğurduğu yıkımın tıbbi boyutlu olanından çok ama çok fazla hakim sınıf olan sermayedarlar sınıfının siyasi beklentilerine cevap veren toplumsal bir yıkıma neden olduğu görüşündeyiz.
Ekonomik planda:
Başlıca varlık nedeni hiçbir sınır tanımadan “para birikimi” sağlamak olan sermayedarlar sınıfının hakimiyeti altındaki insan toplumu, tarihsel akışı içinde nasıl bir yapısal biçim kazanmışsa, “insan sağlığı” politikaları ve “pandemi ile mücadele” gibi alanlarda yürütülen pratikler de aynı biçimi almak durumundadır. Bunun en mükemmel örneğine son bir yılın pratiğinde dünyanın her bir yerinde çeşitlilikler gösteren bir şekilde şahit olmuş bulunmaktayız.
(Karikatür Sefer Selvi- Evrensel.net’den alınmıştır)
Günümüzde sermayedarlar sınıfının hakimiyetini tartışmak, onun aldığı son özgün biçim olan “küresel sermayenin” hakimiyetini tartışmak demek olacaktır. Sermaye, bu özgün biçimiyle bir önceki “kapitalist-emperyalist” diye adlandırdığımız dönemden farklı bir biçimde kendini ifade ederken, içinden çıktıkları “Ulus-Devlet” biçiminde örgütlenmiş toplumları da yeniden yapılandırmaktadır. Şöyle ki; emperyalist dönemde de her ne kadar “dünya hakimiyeti” söz konusu olmuş olsa ve “meta sermaye ihracı” ile kârlar, dolayısıyla sermaye birikimi birkaç katına yükseltilmiş olsa da; o dönemde de onun ihtiyaç duyarak ayağını bastığı bir “vatanı” ve “savaşa süreceği” çoğu emekçilerden oluşan bir “vatandaşlar ordusu” bulunmaktaydı. Bunun en açık örneği, sermayenin hakimiyetinin “toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız “emperyalist” döneminde, işçi sınıfı ile iyi geçinme ve emekçilerin yaşam ve çalışma şartlarının göreceli de olsa iyileştirilmesine müsaade etmesidir. Küreselleşme şartları altında, sermayenin, aynı zamanda siyasi bir örgütlenme biçimi olan “Ulus-Devletler” ile ilişkisinin köklü bir değişikliğe uğradığı gibi, emekçi halk kitleleri ile olan ilişkisi de bu değişikliğe bağlı olarak başkalaşmış bulunmaktadır. Küresel örgütlenmeler artık eski vatanlarını ortadan kaldırmaya çabalamaktadırlar. Bırakalım işçi sınıfı ile iyi geçinmeyi, onu büyük oranda gereksiz bulmakta ve sayısını çeşitli biçimlerde azaltma yoluna gitmeye çabalamaktadır.
(Big Pharma ya da Türkçe’deki karşılığıyla “Büyük Eczane” denilen tekelci ilaç kapitalistleri, salgına karşı en büyük savunma mekanizmalarından biri olan aşıya erişime patent gerekçesiyle engel oldu. Salgına çözüm olarak patentin kaldırılması tartışılmaya devam ediyor. editör)
Küreselleşmiş sermayenin “serbest rekabetçi” dönem kapitalizmiyle, yani bizzat kendi kendisiyle de kronikleşmiş ve ölümcül çelişkileri bulunmaktadır. Bunun en açık ifadesi “reel ekonomi” olarak adlandırılan ve “iş gücü” sömürüsüne ölçüsünü veren “değişken sermayenin” genel sermayedeki payının sürekli azalmasına bağlı olarak (kapitalist rantın tarihsel azalma eğilimi – Marx), üretim kapasitesinin de “ileri kapitalist” diye bilinen ülkelerde sürekli azalmasıdır. Dolayısıyla, “küresel sermaye”nin hakimiyeti altında “dönemsel” olarak adlandırılan “krizler” ortadan kalkmış, kapitalist sistemin bütünü ve kesintisiz bir biçimde, kendisi ve insanlık açısından ölümcül olan topyekun bir kriz çağına dönüşmüş bulunmaktadır. Bu dönemde sermaye birikimi büyük oranda üretim kaynaklı olmaktan çok, spekülatif balonlarla sağlanmaya çalışılmaktadır. Meta üretimi ise, küresel bir iş bölümünün sonucu olarak, ÇHC (Çin Halk Cumhuriyeti) gibi, Hindistan gibi, çok ucuz iş gücü sağlayan ülkelere devredilmiştir.
Bu değişikliklere bağlı olarak yeni bir biçim kazanan meta dolaşımının akış yönü de uygulanan cebri politikalarla, üretim faaliyetini tersine çevirir duruma gelmiştir. Bu ters-yüz oluş, talep ile arzın yer değiştirilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Bu durumda, bir metanın (veya bir servisin) anlamını belirleyen ona duyulan gerçek ihtiyaç, diğer bir deyişle “kullanım değeri” değil; ama sadece ve sadece “sermaye birikimi” dürtüsüyle onları üreten inisiyatif sahibinin belli siyasi amaçlarla da belirlenen seçimi olmuştur. Bunun en bariz örneği, ilerde daha da açacağımız gibi Covid-19 pandemisi ile mücadele adı altında gerçekleştirilen pratiklerde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Örneğin, fazla bir getirisi olmadığından “ilaç tedavisi” alanında yatırım yapılmadığı gibi, var olan ve bilimsel bir şekilde onay alan ilaçların yaygın bir dağıtımı “cebren” yasaklanmıştır (Fransa). Aşı ve aşılama “mücadele stratejisi” denilen şeyin merkeze oturtulmuş olması da ayrı bir örnektir.3 Mevcut şartlar altında tek başına uygulandığı taktirde asla kesin sonuç alınamayacağı ortada olan bu konuda atılan adımlar da dünyanın her yerinde (Çin, Küba gibi ülkeler hariç) tam bir fiyaskoyla sonuçlanmış, sermayedarlar sınıfının beklentilerine uygun olarak pandemiyi önlemediği gibi, objektif olarak onun gelişmesine vesile de olmuştur.
Küresel sermayenin kendi vatanından -en azından- çok büyük bir ölçüde koptuğunu ve toplumsallaşmasının o ölçüde gerilediğini belirttik. Bunun yanında ilave etmemiz gerekir ki bu kopuşlar, imha edilen “vatan”da yeni ve eskisinden çok daha elverişli şartlarda yatırım yani rant alanları aranmasının önünde engel değildir. Bunun yakın geçmişteki en bariz örneklerinden birisi, “kamusal” bir sektör olan sağlık kuruluşlarının ve “sosyal güvenlik” yelpazesi içindeki bütün irili ufaklı birikim sağlayan inisiyatiflerin özelleştirilmesi ile büyük ölçüde gerçekleştirildi: Var olan kamusal mülkiyet şeklinde örgütlenen hastanelerin özelleştirilmesine paralel olarak, Türkiye’de “Hıfzı Sıhha Enstitüsü” gibi “aşı” bile üreten çok önemli “kamu sağlığı” kuruluşu kapatılmış bulunmaktadır. Fransa’daki dünyaca ünlü bir araştırma enstitüsü olan “İnstitut de Pasteur”ün de faaliyetinin sınırlanmış olduğuna kamuoyu aşısız kalınca şahit olmuştur.
(1927’de kurulan Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü)
Küresel sermayenin iştahını kabartan ve aynı zamanda “yerel toplumsal yapıların” işleyişinde “toplumsallaşma alanları” olarak da iş gören, küçük ve orta derecede sermaye yatırım alanlarının etki ve zenginlik ağlarını oluşturan küçük işletme ve üretim ünitelerinin ortadan kaldırılmasının hızlandırılması meselesinin gündeme getirilmiş olması, yeni dönemin bir diğer özelliklerinden birisi olmuştur. Bu süreç “mahalle bakkallarının” ortadan kaldırılması ve yerine küresel sermayenin kontrolündeki “marketler zincirinin” ikame edilmesiyle çoktan başlamış durumdaydı. Bu yok etme işlemi lokanta, kahvehane, bar gibi işletmelere yapılan son dönem saldırılarıyla yeni bir ivme kazanmış görünmektedir. Yakın zamanda bu işletmelerin yerini uluslararası “fast food” ve “cafe” zincirlerinin aldığına şahit olmuştuk. Uzayan veya uzatılması için ne gerekiyorsa yapılan bir yıllık pandemi döneminde yüz binlerle ifade edilen iflaslar sayesinde, bu yok etme işleminin çok büyük ölçüde tamamlandığının altını çizersek objektif bir tespit yapmış oluruz. Böylece, bütünüyle küresel sermaye ağı içinde gerçekleştirilmesi gündeme getirilen “suni et” projesi için de bir “pazar açılımı” da yaratılmış olacaktır.
Pandeminin yönetiminden çok büyük bir boyutta sorumlu olan küresel sermaye ve onun liberal faşist nitelikli siyasi iktidarlarının, yine pandemiyi bir enstrüman olarak kullanarak gerçekleştirdiği toplumsal yıkımın ekonomik boyutunun tam olarak anlaşılması için, özellikle de dayatılan “esnek çalışma” ve “taşeronlaşma” gibi olguları da ilave etmeliyiz. Emekçilerin başlıca dayanağı ola gelen sınıfsal yapılanmayı sermaye yararına yıkan ve dolayısıyla sınıf mücadelesini zayıflatan bu faaliyet biçimleri; aynı zamanda korkunç bir iş gücü sömürüsüne meydan vermesinin yanında, çalışma ve var olma şartlarını da yaşanmaz hale getirmiş bulunmaktadır. Üstelik, yaratılan bu durumdan bir birey olarak emekçinin kendisi değil ama diğer aile bireyleriyle birlikte kendisini topluma bağlayan ilişkileri de etkilenmektedir.
Siyasal Planda:
Görüldüğü gibi, Covid-19 pandemisinin tek başına kendisine atfedildiği gibi hem halk sağlığı ve hem de (özellikle de diyebiliriz) toplumsal açıdan küresel bir felakete dönüşmesi olgusu, sermayenin küresel planda neredeyse yarım asra yaklaşan bir süredir yeniden yapılanması anlaşılmadan tam olarak kavranılamaz. Covid-19 virüsü, yarattığı geçici “pandemik“ kriziyle, her anı “kriz” ve çalışanlar için “kesintisiz felaket” olan küresel sermaye katarına katılmış olmaktadır. Pandemi, yeni dönemde yine yeni biçimler altında yürütülen sınıflar savaşına etkili bir silah olarak şimdilik ezenler safında katılmış bulunmaktadır.
Sermayenin temsilcileri “biyolojik” bir nesne olan virüsü sınıflar savaşında kullandıkları bir silaha dönüştürmesi olayının; “pandemi yönetimi” olarak adlandırdığımız, dışarıdan insanlara en azından “devlet cebri” aracılığıyla dayattıkları yasak ve sınırlamalarla ve bunlara bağlı davranış normlarının yaratılması aracılığıyla gerçekleştiğini, her birimiz yaşadığımız deneylerimizle sabitlemiş bulunmaktayız. Böylece özü itibariyle “biyolojik” tabiatlı bir olay, sınıflar savaşı şartlarında toplumsallaşmış, toplumsallaştığı oranda da siyasallaşmış bulunmaktadır.
Biyolojik tabiatlı bir nesnenin küresel bir salgına neden olarak sınıflar savaşı şartlarının siyasallaşması, onun yarattığı kriz durumunda devreye giren “genel bilimsel alan” ve özel olarak “halk sağlığı” ile ilgili alanın birbirleri ile olması gereken ve belli bir hedefe yönelik karşılıklı etkileşmeye dayalı ilişkiyi de parçalamakta, buna karşılık belli bir sınıfın amaçlarına hizmet eden siyasi iradeyi “her durumda belirleyici” bir konuma getirmektedir. Diğer bir deyişle, küresel sermayenin kendisine yüklediği misyon ne şekilde belirlenmişse, siyasi iktidar da gerek bilimsel ve medikal faaliyeti ona göre manipüle edecek, gerekse çok büyük insan kaybına neden olacak olsa bile pandeminin uzayıp gitmesi gibi kapitalist sisteme son derece yararlı ama insanlığa zararlı bir siyasi çizgi izlemekten geri durmayacaktır.
Her birimizin bolca şahit olduğu gibi geçirdiğimiz bir yıl küresel sermayenin bilimsel faaliyeti kendi amaçlarına alet etmesinin örnekleriyle doludur. Bunların içinde en belirgin ve özellikle de emekçi halkın yaşam şartları ve kendi kurduğu ekonomik, toplumsal ve siyasi savunma aygıtları olan kurumlar (sendikal, siyasi parti, dayanışma ve toplumsallaşmayı hedefleyen diğer “demokratik kitle örgütleri”, kültürel faaliyet alanları, vb) üzerinde son derece yıkıcı etkisi olan ev hapislerini anmak gerekli olacaktır. Bu yasaklamaların, Fransa’da açık bir şekilde gözlemlendiği üzere, “Sarı Yelek” hareketi ve “Emekli emekçilerin” var olan haklarını savunma mücadeleleri bir çırpıda durdurulmuş ve buna bağlı olarak pandeminin uzatılmasıyla birlikte oldukça geriletilmesi gerçekleştirildiği görülmüştür. Ama uygulandığı biçimiyle bu yasakların pek bir işe yaramadığı, Fransa’nın durumunun yasak koymayan İsveç’ten daha da geride seyrettiği de görülmüştür.
Altını çizdiğimiz bu olguların bize gösterdiği, “ev hapislerine” önemli hiçbir işe yaramadığı tespit edilmiş olsa bile devam edilmesi dikkate alındığında, çok daha vahim olarak kabul edilmesi gereken bir başka durum daha vardır. O da bu “ev hapislerinin” pratiğe geçirildiği biçimiyle pandemi üzerindeki somut etkilerinin öğrenilmesi konusunda, kamu imkanları ve üniversitelerin sunduğu imkanlar seferber edilerek bilimsel bir araştırmanın yapılmamış olması (eğer yapıldıysa siyasi müdahalede dikkate alınmadığı) olgusudur. Tersine, siyasi iktidarın “emir kulu” gibi faaliyet gösteren Fransa ve Türkiye’deki sözüm ona “bilim kurumlarını” alınan yasaklama kararları da bu haliyle pek de rahatsız etmemektedir. Küresel sermayenin elinde etkili bir silah olan Covid-19 virüsü, sadece insan sağlığı ve insan toplumu alanlarında yıkımlara sebep olmamış, sermaye bu “biyolojik silahı” kullanarak aynı zamanda bilimi ve bilimsel faaliyeti de imhaya girişmiş bulunmaktadır. Aynı durum, birçok bilim insanı tarafından, kullanıldığı biçimiyle eleştiri konusu olan yerli yersiz maske taşıma zorunluluğu için de geçerlidir: Fransa ve Türkiye’de pratik edildiği biçimiyle maske taşıma zorunluluğunun tespit edilmiş hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Bu haliyle “maske taşımak”, yerleşik düzenin medikal ve sivil gestapolarına “konu mankenliği” yapmak; bir çeşit “vitrin oluşturarak”, geri planda hedeflenen siyasi hedefleri gerçekleştirmek üzere paravan görevi görmektedir.
Netice itibariyle, liberal faşist iktidarların pandemiyle verdiklerini iddia ettikleri mücadele sadece “yapar gibi yapmak” ile sınırlıdır ve, kendi siyasi misyonlarının dışına taşma olasılığı olan ve dahası doğrudan “insan sağlığını” hedefleyen hiçbir konuda, konuyla ilgili bilimsel verilere dayalı ele avuca gelen, sonuç alıcı hiçbir şey yapmamaktır. Hiç durmadan “rol kesmekle” uğraşan, kendisi bile başlı başına bir “medikal vaka” olan Emmanuel MACRON, düzene entegrasyonu savunan “kurumsal muhalefet” temsilcileri tarafından dahi itiraz konusu yapılan, içi boş nutuk ve “keyfi bir şekilde” dayatmalarıyla bize mükemmel bir örnekleme sunmaktadır. Diğer bir deyişle, küresel sermayenin hizmetindeki ve halkının üzerine bir “büyük felaket” gibi çöken siyasi iktidarların varlığı “siyasal islam” ile yönetilen Türkiye’ye mahsus bir durum değildir.
Toplumsal ilişkiler planında:
Covid-19 pandemisinin, küreselleşme birikiminde yeni bir yapılanmaya giden sermayenin hizmetinde bir siyasi müdahale aracı olarak bir tür “biyolojik silah” gibi iş görmesinin bir de tarihsel arka planı bulunmaktadır. Sermayenin siyasi temsilcisi olan iktidarlarca mümkün olabildiği kadar fazla bir şekilde uzatılarak içinden çıkılamaz hale getirilen pandemi, birikimi sağlayan “kapitalist rant”ın, üretim faaliyeti ile birlikte toplumsallaşmasının büyük çapta “ileri kapitalist” olarak bilinen ülkelerden başlamak üzere hızla gerilediği bir dönemde gerçekleşmektedir. Bu nedenden dolayı bu dönem, aynı zamanda kapitalist sistemin “beyin ölümünün” gerçekleştiği, ancak ve ancak bir nevi yoğun bakımda ve her ne pahasına ve her ne şekilde olursa olsun (salt spekülatif bir biçimde, mesela) para pompalanarak bitkisel bir hayat sürdürülmeye çalışılmasıyla karakterize olan bir dönemdir.
(Karikatür Carlos Latuff)
Sermayenin toplumsallaşmasının gerilediği böylesi tarihi şartlarda kapitalist siyaset tarzı şöyle biçimlenmektedir: “İnsan faktörünü” gerekirse bütünüyle devreden çıkaran mutlak bir biçimde “rasyonalist”4 ve “sayısalcı” bir davranış içine girdiği gibi, bir önceki dönemin “toplumsalcı” kıvraklığının yerini bireycilik, “demokratik” pazarlıkların yerini de faşizan bir diktatörlük almıştır.
Yeni tipte ve adına “menajerlik” denilen ve başlıca işlevi kapitalist sistemi içine düştüğü “bitkisel hayatı” uzatmak olan yeni tipte “gestapo” sürüsü oluşturan, çoğu seçilmemiş ama atanmış olan siyasi yöneticiler kastı5, kendilerini yönlendiren “aşırı bireyci” ideolojinin etkisiyle, tam bir “toplumsallaşma karşıtlığı” ve insanlığın kemirgenleri gibi davranmaktadır. Emekçi bireyleri içine entegre oldukları dayanışma ve mücadele organları gibi çalışan toplumsal dokulardan koparan “esnek çalışma”, “evden çalışma” ve “taşeron işçilik” gibi, insanlar arasındaki ilişkileri aşırı bireyleştiren, iş gücü sömürüsünü geometrik bir şekilde arttırmasının yanında bireyi “özel hayatı” içine hapsederek yeni hiçbir toplumsallık (dolayısıyla mücadele ve dayanışma) biçimi oluşumuna meydan vermeyen politikalar, pandemi döneminde “medikal” bir görünüm altına gizlenerek tavan yapmış bulunmaktadır. Liberal faşist diktatörlüklerin ideologları tarafından pandemiyle cebri bir zorunluluk haline getirilen “evden çalışma”, “evde eğitim”, evde “kültürel tüketim” gibi biçimlere övgüler yağdırılmış olması hiç de boşuna değildir.
“Perversiyon” (sapıklık, sapkınlık), bir ilişkiyi kendi doğal mecrasından çıkararak bir çeşit kişisel veya özel tatmin aracı haline getirmek anlamına gelmektedir ve daha çok cinsel ilişki bağlamında psikiyatristlerin kullandığı bir terimdir. Örneğin, ruh bilimciler “perver kişilik yapısından”6 bahsederler, bir süjenin belirli bir yapısallık ve düzenlilik kazanmış davranış sapıklıklarından bahsederler. Biz aynı terimin sermayedarların davranışları ve onların örgütsel biçimi olan kapitalist sistemin işleyişi alanında da kullanılabileceği kanısındayız: Evet, insan hayatının sürekli yeniden üretimi gibi doğal bir sürece sermaye yatırımı yoluyla sızıp, onu bir “rant aracı” haline getirmeye çalışmayı kendi varoluş biçimi olarak sahiplenen bir kapitalist, “perver” yani sapık bir davranış biçimini sahiplenmiş olmaktadır!
Sermayedarlar sınıfının politikalarını hayata geçiren “yeni gestapolar” olarak adlandırdığımız yöneticiler kastı; pandemi esnasında perversiyon olayının, “üzerinde ders görülecek” kadar açık seçik örneklerini vermiştirler. Bu bağlamda sapkınlık, “medikal” bir içeriği olan gerekli bir “mesafe almaya” kelime oyunuyla sınıfsal bir içeriği olan “toplumsal” bir tabiat kazandırmakla oluşturulmaktadır. “Toplumsal mesafe”, pandemi esnasında virüsün sirayet mesafesi olarak belirlenen, bireyler arasındaki 1-2 metrelik fiziki mesafe değildir. “Toplumsal mesafe” olarak adlandırılan şey, aynı zamanda siyasi iktidar tarafından yerli yersiz ama zorunlu olarak dayatılan “maske takma” zorunluluğu, bir şeyler yapmış olmak üzere empoze edilen “ev hapisleri” ve bilimsel düşünceye ziyan “65 yaş üstü” yasaklarıdır. Astronomik sermaye birikimine rağmen sağlık sektörüne yatırım yapmamak ve hatta binlerce “acil servis yatak kapasitelerini” seferberlik haline rağmen ortadan kaldırmak; ilaç sektörünü birkaç dolar için hiç gözünü kırpmadan insanları ölüme sürükleyen “ilaç endüstrisi” patronlarının insafına terk etmektir.
Yaşadığımız son bir yıllık dönem içinde “toplumsal mesafe” olarak formüle edilen şey, büyük bir “perversiyon” örneği vererek küresel bir felaketi yağma ve talan için fırsata çevirerek küçük esnaf ve çalışanları iflasa sürüklerken yeni rant ve yatırım hesapları yapmaktır. “Toplumsal mesafe”, serbest çalışanların ve kültür emekçilerinin intiharlarını her gün bıyık altından gülümseyerek izleyip, bir “beyin imhası” makinesine dönüşen TV dizi ve programlarının yükselen reytinglerine bakarak elini ovuşturmaktadır. Toplu sözleşmelerle kazanılmış sendikal hakların “tele-çalışma” aracılığıyla imha edilerek, bu bir çeşit “haneye tecavüz” aracılığıyla taşeron işçiliği bütün faaliyet alanlarına yaymaktır.
Özet olarak ifade etmek gerekirse yaşananlar liberal faşist iktidarların insanın toplumsallığına karşı, pandeminin gerçekte “medikal” olan içeriğini saptırarak toplumsal haklara cebren tecavüz etmektir. Bütün insan varlığına dayatılan “toplumsal mesafe”, başlangıcında ve sonunda sınıfsal bir mesafedir. Kapitalist sistemin tarihsel sonunu yaşadığı günümüzde sermayedarların bütün sınıf yüküyle insanlığa dayattığı şey, onun varlık şartlarını barındıran “insan toplumunu” burjuva bireyciliği yararına ortadan kaldırma eyleminde çok önemli bir adımdır. İşte bu yüzdendir ki biz; Covid-19 pandemisinin insanlığa küresel sermayenin siyasi hakimiyeti altında verdiği toplumsal zarar, kendi medikal yapısı üzerinden verdiği zararla kıyas kabul etmeyecek kadar fazladır.
1 Bkz. Mahir KONUK, “Oluş sorunu ve İnsanlaşma süreci – Ne yapmalı?” (Yayına hazırlanıyor)
2 Bu dönemde Fransa’da sağlık işleri bakanlığı yapan ve pandemideki sorumlulukları açısından hakkında “kamu sağlığına kasıt” ve “hatta “insanlık suçu” işlemek türünden çok ağır suçlamalarla dava açılan Agnes BUZYN’in yaptığı tarih gösteren ifşaatlar dikkate alınmalıdır.
3 Anti-viral aşıların, tıpkı “grip aşısı gibi” en elverişli şartlarda bile ancak birkaç ay beklenen “bağışıklığı” sağladığı gerçeği koparılan bütün gürültülere rağmen asla akıldan çıkarılmamalıdır.
4 Bu “rasyonalite” mutlak biçimde “sermaye birikimi” dürtüsünün emrine amade bir rasyonalitedir.
5 Son başkanlık seçimlerinden sonra Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de kurulan “hükümetlerin” kompozisyonunu gözlediğimizde bu olgu net bir şekilde karşımıza çıkmaktadı.
6 Bu tür “sapkın” bir kişilik yapısının en mükemmel örneği olarak bir İtalyan psikiyatr tarafından Fransız başkanı MACRON’un kişiliğinin oluşumu ve davranışları üzerinden örneklendirilmiştir. Sapkın kişilik örneklerinin, Türk siyasi hayatında da yukarıdan aşağı sayılamayacak kadar olduğu zaten herkesin bilgisi dahilindedir.
Yazarımızın daha önce yayınlanan yazıları
BİR VİRÜSÜN ÖĞRETTİKLERİ VEYA BİR “KOMPLONUN” TEORİSİ / 13.04.2021
Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021