KİTAP TANITIM: LENİN VE HEGEMONYA MANTIĞI: SINIF MÜCADELESİNDE SİYASAL PRATİK VE TEORİ

Alan Shandro’nun eseri Köstebek Kolektiften Özgür Öztürk Türkçe’ye çevirdi. Kitabın önsözünü yayınlıyoruz.

Sınıf mücadelesinin dönüştürücü dinamiği ve devrimci siyasi failliğin mantığı üzerine düşünürken Lenin’i referans noktası olarak almaya başladığım sıralarda, Batı akademik literatüründeki Lenin imgesi, onun Ne Yapmalı?’sında yer alan, Sosyal–Demokrat bilincin kendiliğinden işçi sınıfı hareketine [dışarıdan] aktarılması gerekeceği tezi etrafında şekillenmişti, çoğu zaman da bu teze indirgenmekteydi. Ortaya çıkan Batı imgesindeki Lenin, sınıf bilincine dair kelamı dağın tepesinden emekçi halka taşıyan bir tür Marksist Musa’ydı, sosyalist kefaret vaadinin tarih–aşırı garantisi rolünü oynayan Marksist sözdü; fakat bu sözle çağdaş gerçekliğin hayal kırıklıkları, trajedileri ve belirsizlikleri arasındaki yarılma, oportünist bir reelpolitiği zorunlu kılacak ve böylelikle de tasdikleyecekti. Teorik dogmatizm ile teorik olmayan pragmatizm arasında salınan böyle bir Lenin, işçi sınıfının ve halkın eylemci ve örgütçülerine, kendilerini sınıf mücadelesinin mevcut uğrağına uyarlamalarında ve mevcut uğraklar değiştiğinde kendilerini yeniden uyarlamalarında yardımcı olabilecek pek az şey sunabilirdi.

Soğuk Savaş Sovyetolojisine ve Marksolojiye bu karikatür hâkimdi, fakat bu elbise eldeki kumaşın tamamından biçilmiş değildi; büyük ölçüde, Lenin’in Rus ve uluslararası Marksist hareket içindeki daha önceki polemik hasımlarının (kesinlikle Kautsky ve Menşeviklerin, ama aynı zamanda Plehanov’un, Trotskiy’in, Luxemburg’un ve Ekonomistlerin) eleştirilerinden imal edilmişti. Aralarındaki sempati, vurgu ve değerlendirme farklılıklarına rağmen, anti–Marksist soğuk savaşçılar ve komünist olmayan Batılı Marksistler (kendinden menkul “eleştirel” Marksistler) genel bir kabul etrafında birleşmişti: [Bu kabule göre,] Lenin’in, art arda gelen siyasi konjonktürlerin öncelikli meseleleri arasında kırılmaya uğrayan sınıf mücadelesi mantığına dair anlayışı, hasımlarının [benimsemiş olduğu,] bu meselelerde neyin söz konusu olduğuna ve anlaşmazlık şartlarının ne olduğuna dair varsayımların süzgecinden geçirilmekteydi. Bu prosedürün ortaya koyduğu Lenin portresi, oportünist değilse de etkili bir reelpolitik uygulayıcısı olan, fakat pek az teorik önem taşıyan bir figürdü; geçerli teorik bağlamı Lenin’in içinde bulunduğu ortamın, yani bu aynı polemik hasımların sağlaması gerekiyordu; Q.E.D. [Lat. Quod Erat Demonstrandum – kanıtlanmak istenen de buydu, ç.n.]. Fakat Lenin’in politik görüşleri, siyasi hasımlarıyla tartışmalarında meselenin ne olduğunun farklı –ama yine de teorik olarak tutarlı– şekilde ortaya konuluş tarzından etkilenmiş olamaz mıydı? Lenin’in siyasetinin görünürdeki teorik tutarsızlığının, bu döngüsel yorumlama prosedürünün yapay sonucundan başka bir şey olmadığı ortaya çıkabilir miydi? Bu soruları ele almak döngünün dışında konumlanmayı gerektirir; yani Lenin’in teorinin önemi üzerindeki tavizsiz ısrarını ve teorik bir uygulayıcı olarak ehliyetini ciddiye almayı, onun çalışmalarını politika felsefesinin klasik metinlerine normalde gösterilen türden ayrıntılı metinsel ve bağlamsal titizlikle yorumlamayı, hasımlarının çalışmalarını ise ancak Lenin’in düşüncesini açıklığa kavuşturmaya yardımcı olduğu ölçüde –bazen de kapsamlı şekilde– ele almayı gerektirir.[1] Bu yaklaşım kimi zaman, bir tür Stalinist “kişilik kültü”nü ifade ettiği imasıyla karşılanır (döngüsel yorumun kopçası böylelikle tutturulmuş olur). Bu tür bir kınamaya tek uygun yanıt, kınayanları, bizzat [burada] öne sürülen argümanı ve bunu destekleyen kanıtları incelemeye ve tartmaya davet etmektir.

Lenin ve Hegemonya Mantığı, Antonio Gramsci’nin bir gözleminden ilham alır: buna göre, bir siyasetçi felsefe kitabı yazabilir, ama onun asıl felsefesini politik faaliyetlerinde aramak muhtemelen daha iyi olacaktır. Burada, kanımca, bir politik aktörün felsefesi, siyasi analizlere serpiştirilmiş felsefi aforizmalara işaret etmez; daha ziyade, o aktörün duruşunda ve siyasal gerçeklik içinde hareket etme, sınıf mücadelesinin kendiliğinden hareketi içinde kendisini uyarlama ve yeniden uyarlama tarzında örtük halde mevcut olarak anlaşılır. Bu itibarla felsefe, siyasal pratiğin temeli olmaktan çok bir boyutudur; pratik arayışlara direnç gösterme ve uyarlanma kalıplarında ve ritimlerinde ortaya konulduğu (belki de değiştirildiği) şekliyle pratiğin ve siyaset dünyasının yapılarının mantığıdır, soyut anatomisi ve fizyolojisidir. Dolayısıyla felsefe politik pratiğe gömülüdür ve bu nedenle, ondan ayrı olsa da, politik pratikten tamamen koparılamaz.

Bu merceğe yerleştirildiğinde, Lenin’in analiz ettiği şekliyle Sosyal–Demokrat bilinç, kendiliğinden işçi sınıfı hareketine bağlıdır ama ona indirgenemez. Kendiliğinden süreci hareket ettiren ve politik pratiğin dünyasını şekillendiren gerçeklere dair bir kavrayış sağlamak üzere, zorunlu olarak, tarihsel maddeci analizin kategorilerine (üretim güçleri ve ilişkileri, sınıf, sınıf mücadelesi, siyasi ve ideolojik üst yapılar vb.) dayanır, ama bugün uygun düşebilecek bir kavrayışın yarın da böyle kalacağını varsaymaz. Bilinç, ilk olarak, sömürülme koşullarına karşı mücadelesinde işçi sınıfının güçlerini bir araya toplamaya ve örgütlemeye çalışanlara, yani sınıf toplumunun tahakküm–ve–tabiyetinin üstesinden gelme mücadelesinde işçilere önderlik edecek olanlara (bunlar işçilerin kendileri yahut onlarla dayanışma içinde olanlardır) atfedilir. Sosyalist bir telosa [ereğe] yönelik bir özlem olarak değil de, işçi sınıfı çıkarlarının kapitalist toplumsal düzenin tamamıyla olan uzlaşmaz karşıtlığının –bu uzlaşmaz karşıtlığın içinde kırılmaya uğradığı özgül şartlar ne olursa olsun– pratik kavranılışı olarak (ve ilgili koşullar değiştikçe, bu kavrayışı yeniden uyarlama ve belki de yeniden düşünme ihtiyacı olarak) yorumlanır. Böyle bir bilince ilkede herhangi bir işçi erişebilir, fakat bu bilinç kendiliğinden gelişmekte olan sınıf mücadelesi bağlamında yer alır ve sonuç olarak da, daima, bilinçli aktörün kendiliğinden hareketin ortasındaki somut durumunu yansıtacaktır (örneğin, Lenin’in, ezen ve ezilen uluslardaki işçilerden, sadece uluslararası dayanışmalarını birleştirmek üzere, birbiriyle çelişen hareket tarzları –bunlar birbirlerini tamamladığı takdirde– talep etmesi anlamında).

Bilincin aksine, kendiliğinden hareket, sınıf mücadelesine, Marksist bilincin müdahalesinden ayrı şekilde geliştiği haliyle başvurur. Bu, işçilerin kendiliğinden mücadelelerini içerir, ama aynı zamanda, burjuva ideolojilerinin –kapitalist kurumların ve pratiklerin işleyişine uygun olarak– işçilerin bilinci üzerine dayatılmasını da içerir. Bu şekilde anlaşılan kendiliğinden hareket basitçe otomatik bir süreç değildir, kendiliğinden yenilikler de getirebilir; mesela sovyetler, aslen çarlık otoritelerinin getirdiği atölye temsili biçimlerinden, militan işçilerin yenilikçi kolajı sayesinde, işçi iktidarı organları olarak doğacaktı. Bu tür organların kendilerini katılımcı siyasal eğitimin deney mahalleri olarak yahut, ilaveten, olası bir işçi–halk devlet iktidarının tohumları olarak görüp görmeyecekleri, sınıf mücadelesinin daha geniş mantığıyla nasıl eklemlendiklerine dair bir meseleydi, yani sınıf mücadelesinin uzlaşmaz karşıtlığının (teorik olarak bilinen) pratik idrakıyla donanmış muhtemel öncünün müdahalesini gerektiren bir hegemonya sorunuydu.

Eğer politik faillik böylece kaçılamaz şekilde sınıf mücadelesi mantığı ile yapılandırılmışsa, yeniliklere açık demektir; bunlar, sınıf mücadelesinin somut konjonktürlerinde çalkalanan çeşitli malzemeler arasından kendiliğinden işleyen, bazen politik ve hatta teorik olarak önemli yeniliklerdir. [Politik faillik şu şekilde] yapılanmıştır: Ezilen ve sömürülenlerin mücadeleleri, tahakküm–ve–tabiyetin kökleşmiş varsayımlarını test ederek, kurtuluş, dayanışma, güçlenme, komünite ve demokrasi özlemlerini körükleyebilir, halkın yaratıcı enerjilerini serbest bırakabilir ve toplumsal deneyin daha önce görülmemiş boyutlarını ortaya koyabilir. Lenin’in gözlemlediği üzere “devrim ezilenlerin festivalidir”, ama sınıf egemenliğinin kökleri, temel –ekonomik, siyasal, askeri, teknolojik, eğitsel– toplumsal işlevlerin mülk sahibi sınıfların çıkarlarını ifade eden biçimler altında cisimleşmesindedir. “Festival”de dillendirilen özlemler ancak emekçi halk bu toplumsal işlevleri ele aldığı ve bunları kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden biçimlendirip dönüştürdüğü ölçüde zemin kazanabilir ve dolayısıyla sürdürülebilir. Bu süreç, zorunlu olarak, direniş–tepki–karşı–devrime karşı, geleneğin ve alışkanlığın maddi ağırlığı aracılığıyla işler ve bunu dönüştürür. Bu, emekçi halkın, gerekirse zorla siyasal iktidarı üstlenmesi ve kendi otoritesini dayatması anlamına gelir; bu şekilde anlaşıldığında, devrimci–demokratik bir diktatörlük demektir.

Lenin, Hegelci askeri teorisyen von Clausewitz’in “savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözünü aktarmayı severdi. Savunmanın stratejik önceliğine dair Clausewitzçi bir farkındalık, Lenin’in devrimci siyasetinin mantığına bir miktar ışık tutabilir. Bağımlı sınıflar için, sınıf savaşı, maddi ve toplumsal yaşamın temel koşullarını savunma mücadelesi üzerine kuruludur. Çarın düşüşünün ardından en geniş kitleler “toprak, barış, ekmek” çağrısı aracılığıyla sovyetlere ve Bolşeviklerin devrimci projesine katılacaklardı. Mülk sahibi sınıfların bu koşulları sağlama, yani egemenliğin temel sorumluluklarını yerine getirme yeteneğine yönelik kuşku, siyasal mücadele ve tartışmalara katılım yoluyla, yeni bir kanaat ortaya çıkaracaktı: Eğer işçiler, askerler ve köylüler krizden bir çıkış yolunu örgütleme yükünü kendileri üstlenmezlerse, kimse bunu onlar için yapmayacaktı. Doğaçlama yapma, örgütlenme, hayal etme ve özlem duyma kapasitesi, maddi ve toplumsal yaşamın zorlayıcı pratik sorunları konusunda karar verme, alınan kararı uygulama ve zorla kabul ettirme etkinliğinden kaynaklanır.

Bu süreci kavramanın en iyi yolu bunu alternatif bir vizyonun gerçekleşmesi olarak görmek değildir; daha ziyade, alternatif vizyonlar maddi kısıtlar ve fırsatlarla pratik meşguliyetten doğar ve sınıf mücadelelerinin somut koşulları ve tarihi bir yerden diğerine, ülkeden ülkeye, bir konjonktürden diğerine –belirsiz sayıda boyut boyunca– değişeceğinden, bu mücadelelerin aldığı toplumsal ve siyasal biçimler ve yol açtığı biçimler de değişecektir. Bu çeşitliliğin derinliğinin, kapitalist gelişmenin, emperyalist aşamasında daha vurgulu bir hal alan eşitsizliğini yansıtması beklenebilir. Bu anlamda, sınıf mücadelesi açık uçludur.

İşçi sınıfının bağımsız faaliyeti, kitleler ile öncü rolü oynayacak olanların etkileşimi de dâhil olmak üzere, iki yükümlülük ile şekillenecektir: İşçi sınıfının, sınıf mücadelesinin (hegemonya mücadelesinin) politik–stratejik mantığının hareketlerine olan tepkisini koordine etme yükümlülüğü ve öncü adaylarının politik yönelimini ve yeniden yönelimini kitlelerin deneyimi ve düşünceleri (yargıları) ile koordine etmeye yönelik bir diğer yükümlülük. Merkeziyetçilik ve demokrasi yükümlülüklerinin belirli örgütsel biçim ve pratiklerde nasıl somutlaştırıldığı, açık ki sınıf mücadelesinin somut konjonktürleri ve bunları etkileyen temel (tarihsel, coğrafi, kültürel…) güçlerle değişecektir. Önemli olan, belirli bir örgütlenme biçimi değil, bunun, işçi sınıfı ve halk failliğinin uygulanmasında aracı rolünü etkin şekilde yerine getirip getirmediğidir. Şimdiye dek etkili olan örgütsel biçim ve pratikler, kitlelerin siyasal failliğini kapsama kapasitelerini yitirebilir, böylelikle de devrimci sürecin daha ileri gelişimine engel olarak katılaşabilir (eski Sovyetler Birliği’nde nihayetinde olmuş göründüğü gibi). Bununla birlikte, halkın kaygılarına açık olan öncülerin mücadelenin mantığındaki temel değişimleri tespit edebildiği yerlerde, modası geçmiş pratikleri ve biçimleri yenilemek veya değiştirmek ve değişen koşullara uyum sağlamak mümkün olur (Küba ve Çin’de olmuş göründüğü gibi).

Sonuç olarak, bu kitabın temel ilgisi, sınıf mücadelesinde politik pratiğin mantığı ve işçi sınıfı ve halk hareketlerindeki öncü aktörlerin düşünümsel öz–anlayışıdır. Açık olmak gerekirse, “öncü aktörler” burada örgütsel üyeliği yahut statüyü değil, politik pratiğin büründüğü özgül örgütsel biçimlerden ziyade, ezilen ve sömürülenlerin kurtuluş mücadelesinde kendilerini ve başkalarını yönlendirmek için diyalektik ve tarihsel maddeciliğin kategorilerine ve kavramlarına her kim bakıyorsa onu ifade eder. Hegemonya mücadelesinin politik–stratejik mantığı içindeki durumumuzun somut koşullarına uygun düşen etkinlik biçimleri ve taktikler bir kez kavrandığında, bu etkinliklere uygun düşen örgütlenme biçimleri geliştirilebilir. Lenin ve onun Rusya’daki sınıf mücadelesiyle ilişkisi örneğinden çağımızdaki sınıf savaşının ve hegemonya üzerine savaşın sisinin ortasında kendimizi yönlendirmemize yardımcı olabilecek bir dizi kavramsal araç (ayrımlar, ifadeler) ve bir analiz tarzı türetmek mümkünse –ki bu kitap bunun mümkün olduğu öncülüne dayanıyor– o zaman, Lenin’in ne düşündüğünü incelemek, sadece esin verici bir tarihsel örnek olarak değil, aynı zamanda Lenin’in nasıl düşündüğüne (ve sınıf mücadelesindeki siyasal düşünüşümüze dâhil edilebilecek eleştiri, analiz ve öz–eleştiri tarzlarına) dair bir anlayışa ulaşmanın aracı olarak da önemlidir.

Lenin’in Devlet ve Devrim’de belirttiği gibi, sınıf mücadelesinin sınıfın ötesindeki bir toplumla sonuçlanacağına dair hiçbir teorik garanti, hiçbir “söz” yoktur. Tek pratik “garanti”, emekçi halkın siyasal egemenlik kurma ve egemenliği yoluyla toplumu tabandan yukarı doğru yeniden inşa etme kapasitesinden ibarettir; bu, öngörülebilir ve öngörülemeyen zorluklarla dolu uzun bir süreçtir. Egemenlik kapasitesi sadece uygulanmak suretiyle geliştirilebilir, yani siyasal kararları müzakere ederek, bunları takip ederek ve ne kadar zor olsa da sonuçlarından ders çıkararak. O halde, egemenlik, sadece mücadelede ustalığı, becerikliliği ve dayanışmayı ve savaşta fiziksel cesareti değil, aynı zamanda –belki de en zoru olan– katılığı, kararlar için sorumluluk üstlenme ahlaki cesaretini de gerektirir. Bu kararlar siyasal yaşamın –devrimci mücadelenin tehlikeleri ile yoğunlaşmış olan– kaçınılmaz belirsizliğinin ortasında alınır, burada sorunun ortaya konulduğu terimler her zaman tartışmaya açıktır ve bir anlamda kınanabilir olmayan hiçbir alternatif bulunmayabilir. İşçilerin devrimci mücadelesine böylece trajik bir boyut musallat olduysa (bu trajik boyut hiçbir zaman Mihail Şolohov’un Durgun Akardı Don romanındakinden daha dokunaklı şekilde anlatılmamıştır), bu boyut sadece tabiyete boyun eğmekle defedilebilir, yani asla defedilemez. Hegemonya için sınıf mücadelesinin politik–stratejik mantığının aynı anda hem yapılandırılmış hem de açık uçlu olması, bunun ortasında kendilerini yönlendirecek olanlar hesabına pratik bilgelik gerektirir; “somut koşulların somut analizi” için siyasal kaynakları ve entelektüel araçları, asla son halini alamayacak olan ve uygun olup olmadıklarına dair bir kesinliğe –şayet ulaşılabilirse– ancak geriye dönük olarak ulaşılabilecek analizlerden hareketle eylemde bulunma ahlaki cesaretiyle birleştirmeyi gerektirir.

Lenin ve Hegemonya Mantığı’nın Türkçeye çevrilmesini öneren ve zorlu politik koşullar altında bu projeyi sonuca ulaştıran Köstebek Kolektifi’ne minnettarım. Proje, bu koşullarda siyasal faillik hakkında somut olarak düşünmede ve nihayetinde bu koşulları dönüştürmede kullanılabilecek herhangi bir unsura dikkat çekmeye hizmet ederse, çok memnun olacağım.

Alan Shandro

Kitabı sipariş edebilmek için lütfen bu formu doldurunuz.

Diğer Yazılar

DİKTATÖRLERİN DÖNÜŞÜMÜ: NEDEN DİKTATÖRLER ZAMANLA DAHA DA KÖTÜLEŞİYOR?

(Editörden: Kaushik Bashu’nun bu ilginç makalesini Oxford Open Economics’den alıntıladık. Makaleyi çeviren Erdem Tolga’nın değerli …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir