Sinan Dervişoğlu
BİRİNCİ BÖLÜM:
GİRİŞ:
Önceki yazımızda sosyalist bir ülkede Parti-Devlet ilişkisini Sovyetler Birliği özelinde ele almış, konuyu bu ülkede sürmüş tartışmalar bağlamında ele alıp incelemiştik. Bu sefer konuyu bir “iç tartışma” üzerinden değil, sosyalist ülkelerdeki devlet yapılanmasını genel olarak sorgulayarak, bütün bu pratiklere temel teşkil eden ön kabulleri tartışarak ele almak istiyoruz.
1917’den bu yana sosyalist ülkelerin (SSCB’nin, ve Yugoslavya ile Arnavutluk da dahil tüm Doğu Avrupa Halk Demokrasilerinin) devlet ve siyasal örgütlenmelerine temel olan ön kabuller şunlardır:
-
Devrimi yapıp iktidara geçen Komünist Partisi, bilimsel bir teori olan Marksizm-Leninizm ile donanmış, gücünü bu teoriden alan, ve bu teorinin temsilcisi olan bir siyasi güçtür. Bu yönleriyle sosyalizm inşasının ve sınıfsız topluma geçiş sürecinin belirleyici öznesidir.
-
Komünist Parti, toplumun ve devletin öncü gücüdür. Bu, toplumda sosyalizmin sürekliliğini garanti edecek en önemli ve en temel ortak kabuldür; bu yönüyle de toplumun Anayasa’sında yer almalıdır.
-
Ülkede KP dışında partiler de olabilir; ancak onlar bu öncülüğü, yani KP’nin siyasi belirleyiciliğini kabul etmelidir. Böylece, toplumu yönetecek temsili organlara (Sovyet, parlamento..v.s) seçilecek adayları KP veya KP’nin belirleyiciliği altında bir örgütler ittifakı belirler.
-
Bu durum, toplumda demokratik tartışmanın olmadığı anlamına gelmez. Sosyalizm kapsamındaki tartışmalar, bizzat Partinin bünyesinde demokratik biçimde sürebilir ve sürmektedir.
-
Toplumdaki kitle örgütleri, yani sendikalar, meslek kuruluşları, gençlik ve kadın örgütleri ..vs Parti’nin iletişim kayışlarıdır. Bunlar partinin ürettiği politikaları güçlü bir biçimde kitlelere iletmenin en etkin araçlarıdır.
-
Komünist Partisi, devlet organlarının sosyalist bir çizgide kalmasını garanti eder. Bu doğrultuda:
-
Devlet organları içinde kendi üyelerinden oluşan Birincil Parti Örgütleri ile bu organlara yön verir.
-
Özellikle üst düzeyde de hükümet, ordu, ve emniyet temsilcilerini direkt kendi yönetim organlarında bir araya getirerek devlete sosyalist bir çizgiyi egemen kılar.
-
-
Sınıfsız topluma geçiş için yeni moral değerlerin toplum tarafından benimsenmesi şarttır. Bu açıdan Partinin bir misyonu da (devlet iktidarını da kullanarak) “komünist yeni insan”ı yaratmaktır.
Yüzyıllık sosyalist iktidarlar pratiği bize net olarak şunu göstermiştir: Yukardaki bu önermelerin hepsi sorunlu, arızalı, hataya açık önermelerdir; bazıları ise direkt olarak yanlıştır. Sosyalist ülkelerde oluşan deformasyonların, tıkanmanın, yozlaşmanın ve yıkımın temel sebebi, bu temel ön kabullerdeki yanlışlıklardır. Yazımızın konusu da bu önermeleri tek tek tartışmaktır.
“BİLİMİN VE GERÇEĞİN NİHAİ SAHİBİ BİR PARTİ”:
MARKSİST DEĞİL KATOLİK BİR ÖNERME
Birinci Önerme:
Devrimi yapıp iktidara geçen Komünist Partisi, bilimsel bir teori olan Marksizm-Leninizm ile donanmış, gücünü bu teoriden alan, ve bu teorinin temsilcisi olan bir siyasi güçtür. Bu yönleriyle sosyalizm inşasının ve sınıfsız topluma geçiş sürecinin belirleyici öznesidir.
Tartışmaya önce buradan, yani “Marksizm-leninizmi benimsediği için en bilimsel ve en doğru bakış açısının sahibi Parti” kabulüyle başlayalım. Marksizme bir parça aşina biri, bu önermenin ne denli diyalektiğin mantığından uzak olduğunu anlayacaktır. Marksizm ( ve onu 20.yüzyıldaki devrimci gelişimi olan Marksizm-leninizm) canlı ve yaşayan bir öğretidir. Değişmek ve gelişmek zorundadır, zira onun yorumlamaya ve dönüştürmeye çalıştığı dış dünyanın kendisi bizzat sürekli değişim ve gelişim halindedir. Temel önermeleri ne denli radikal ve devrimci olursa olsun, çağın gelişmelerinin gerisinde kalan, yeni olguları sağlıklı yorumlayamayan bir Marksist örgütün ne kadar kolay yanlışa düşeceğini, başlangıç iddialarına ne denli ters noktalara savrulabileceğini 20.yüzyıl bizlere yeterince göstermiştir. Örnekleyelim:
-
Marx’ın kuruluşuna katkıda bulunduğu, Engels’in ise bir dönem manevi liderliğini yaptığı, Bebel gibi değerli Marksistlerin de bizzat yönettiği Alman Sosyal Demokrat Partisi, 1900’lerin başında dünya sosyalist hareketinin lideriydi ve Lenin’in de örnek aldığı bir siyasi yapıydı. Çok değil 10 sene içinde, 1914’de emperyalist savaşa destek vererek yüz kızartıcı bir ihanetin temsilcisi oldu. O gün bu gündür ASDP, dünyada emperyalist sistemin temel payandalarından bir olarak varlığını sürdürmektedir.
-
Lenin’in önderlik ettiği Bolşevik Partisi, 1917’de insanlık tarihinin en önemli olayını, Ekim Devrimi’ni zafere ulaştırarak yeni bir çağın kapısını açtı. Gene bu parti, kurduğu siyasal ve toplumsal güçlerle 1945’de insanlık tarihinin gördüğü en vahşi ve yıkıcı gücü, Nazi ordularını yenilgiye uğratarak insanlığı bir felaketten kurtardı. Ancak bu parti 1950’lerde emperyalizmle mücadeleyi “barış” bahanesiyle sulandırdı; ülke içinde de devletin siyasi gücünü halka yaymak yerine oluşan bürokratik kabuğu süreklileştirmenin teorisini yaptı. 1970’lerde ve sonrasında bünyesinde (en üst kademeden en alta kadar) binlerce rüşvetçi, yolsuzluk ustası, kaçakçı, kariyerist, mafyatik ve yerel despot unsuru barındırmaya başladı ve bu unsurlar 70 yıllık emeği ve kazanımları utanmazca çöpe atmakta tereddüt etmediler.
-
20. Yüzyılın en büyük ikinci devrimini, Çin Devrimini gerçekleştirerek muazzam bir başarıya, 1 milyar insanı sosyalizm bayrağı altında harekete geçirme ve iktidarı alma başarısına imza atan Çin Komünist Partisi, 1960’larda “bürokrasiyle savaş” şiarıyla başlayan Kültür Devrimi sürecinde ülkeyi kaosa sürükledi; yıkıcı bir niihilist dalga başlatarak ülkedeki evrensel ve ulusal kültür birikimini tahrip ederken, bugün hala acıları süren bir politik ve kadrosal yıkımın başlatıcısı oldu.
Örnekler artırılabilir; ancak temel gerçek şudur: Parti bir insanlar topluluğudur ve her insan ya da insan topluluğu gibi hata yapabilir; kendi amacına en ters noktalara düşebilir. “Marksizm-leninizmi benimsediğini iddia ve ilan etmek” ise pratik hayatta hiçbir şeyin garantisi değildir. Bu iddia, dünyanın değişim hızı göz önüne alındığında devrimci teorinin (temel önermelerin olmasa da günlük siyasi tavırlara temel olan analizlerin) en fazla 10 sene sonra bir kısmı geçerliliği tartışılır hale gelecek bir versiyonuna bağlı kalmaktan öte bir anlam taşımaz. Marksist teorinin yukarda değindiğimiz, hayatın dinamiğine sıkı sıkıya bağlı olan canlılığı göz önüne alındığında, esas olan bu teoriyi sürekli, devrimci özüne uygun biçimde ve hayatın önümüze çıkardığı yeni olgularla zenginleştirerek geliştirebilmektir. Bunu da “ilelebet” garanti edecek hiçbir “dahiyane lider”, “yüce Merkez Komitesi”, “üstün teorisyen” yoktur. Marksist teorinin devrimci ve sınıfsal yönüne duyulan saygı dolayısıyla Marksizmi benimseyen bir örgütü “yanılmaz” veya “bilimin sahibi” saymak, Katolik kilisesinin “Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi” olduğuna ve “Papa’nın yanılmazlığı”na inanmaktan farklı değildir.
“Her Marksist parti hata yapabilir” dedik. Ancak gerekli basireti ve kararlılığı gösterirse, eleştiri-özeleştiri mekanizmaları üzerinden hatalarını düzeltebilir. Ancak, Marksist bir parti tümüyle “saptığı”, yani yaptığı hataları düzeltemeyecek derecede amacından uzaklaştığı zaman ne olur? Tam bu noktada eski bir fizik (ya da metafizik) kuralı devreye girer:
“TABİAT BOŞLUĞU SEVMEZ”
SİYASET DE…
Marksizme sadık olduğunu iddia eden sosyal demokrat partilerin 1914’den itibaren uğradıkları deformasyon sonucu oluşan boşluk, tüm dünyada Bolşevik Parti örneğinden esinlenen Komünist Partiler tarafından dolduruldu. Ancak bu durum, “boşluğun doldurulması” olgusunun asla son örneği olmadı.
1960’larda, SBKP’deki sağ rüzgârların etkisiyle uluslararası komünist hareketin belli kesimlerinde uzlaşmacı, parlamentarist eğilimler güçlendi. Bu durum özellikle burjuvazinin işçi sınıfına karşı son derece sert ve vahşice yöntemler kullandığı, mücadelenin bir şiddet atmosferi içinde sürdüğü Latin Amerika ülkelerinde ciddi bir sorun ve boşluk yarattı. 1930’larda ve 40’larda ülkelerdeki radikal sol çizginin yegâne temsilcisi olan Komünist partilerin bazıları 1960’larda “barışçı geçiş”, “ulusal burjuvaziyle ittifak”, “bir barış ve ilerleme programı” gibi stratejilerle hayatın gerçeğinden koptular ve halkın özlem ve beklentilerine cevap vermekte açıkça yetersiz kaldılar. Bu boşluk KP’ler dışında silahlı halk hareketleri tarafından dolduruldu. Uruguay’da Tupamaro’lar, Arjantin’de ERP ve Montaneros’lar, Bolivya’da ELN, Nikaragua’da Sandinista’lar, Peru’da Aydınlık Yol bu alternatif hareketlerden birkaç örnektir. Silahlı mücadeleye önderlik etme başarısını gösteren Kolombiya ve El Salvador KP’leri dışında tüm KP’ler, 1960 ve 70’lerde siyasal etkinlik olarak bu hareketlerin gerisinde kaldılar. Siyasal felsefelerindeki boşluklar, hatta illüzyonlar ne olursa olsun, bu “hareket” tarzı örgütlenmeler hayatın en somut gerçeklerinden yola çıkarak büyük bir dinamizm kazandılar, KP’lerin kitlelere umut veremediği bir noktada faşizme ve sömürüye karşı devrimci ruhu ve duruşu hızla ve başarıyla kitleselleştirdiler. KP geleneğinden gelen devrimciler (bu satırların yazarı da dahil) bu hareketlere o dönem dudak bükse dahi, inkâr edilemeyecek gerçek ortadadır: Bugün Latin Amerika solunun bütün ikon haline gelmiş popüler liderleri, Jose Mujico, Evo Morales, Daniel Ortega, hiçbiri KP’lerden değil, bu tür “hareket” geleneklerinde yetişmiş ve ortaya çıkmıştır. Bu tespitle amacımız “KP-Hareket” ikileminde “hareket” tarzı yapıları yüceltmek değil (zira her iki yapılanmanın da kendi artıları ve eksileri vardır ), şu gerçeği vurgulamaktır: Bir Parti siyaseten tıkandığı, gerilediği, hatta saptığı zaman onun bölünmesi, onun içinden ve dışından yeni alternatif hareketlerin çıkması sadece kaçınılmaz değil, aynı zamanda gereklidir, olumludur, hatta “hayat kurtarır”.
Peki sosyalist bir ülkede, egemen durumda olan bir KP için durum nedir?
KP’yi sosyalist devlet örgütlenmesinin tam kalbine yerleştiren geleneksel anlayışımızın doğal sonucu şudur: KP’nin bölünmesine, ona alternatif başka bir Marksist yapının çıkmasına asla izin verilemez, zira bu, Partinin kalbinde yer aldığı devletin bölünmesi ve parçalanması demektir; bu tür bir gelişme ise “teklif dahi edilemez”. Bu durumda, tüm emekçiler şu beklentiye kilitlenmiş, daha doğrusu şunu umut etmeye mahkûm kılınmış durumdadır: “Parti teoriyi her zaman sağlıklı olarak geliştirecek, doğru politikayı üretecek ve izleyecek, sorunları kendi iç işleyişi içinde en doğru biçimde çözecektir.” Bunun da Marksist değil, metafizik bir “umut” olduğunu yukarıda yeterince anlatmış durumdayız.
Bu tespitlerimiz, “Parti” kavramını değersizleştirmekte midir? Hayır, zira Parti, hem kapitalist toplumda, hem de sınıfsız topluma kadar giden süreçte hem devrimci siyasi özne için, hem de işçi ve emekçiler için eldeki araçların en değerlisidir. Ancak bu aracın, hayatın karmaşıklığı, sınıf mücadelesinin altüst oluşları içinde düşebileceği hataları 200 yıllık deneylerin ışığında görmek ve tüm mücadeleyi bu olgunun ışığında daha bütünsel bir çerçevede düşünmek zorunludur.
Sosyalist bir toplumun siyasal organizasyonu, (devrimi yapma başarısını göstermiş dahi olsa) Partide oluşabilecek hatalara, sapmalara karşı düzeltici alternatifleri (sadece Parti içinde değil, aynı zamanda Parti dışında ve toplumda) yaratmaya ve üretmeye imkân veren mekanizmaları tanımlamalıdır. Eşyanın tabiatı gereği teorik, dolayısıyla da politik hatalara açık bir örgütü “sosyalizmin tek ve yegâne garantisi” haline getirmek, devrimin, sosyalizmin, ve milyonlarca emekçinin kaderiyle kumar oynamaktır.
“ÖNCÜLÜK” ÜZERİNE:
BİR KAVRAMIN TARİH İÇİNDE UĞRADIĞI DEFORMASYON
İkinci önerme:
Komünist Parti, toplumun ve devletin öncü gücüdür. Bu, toplumda sosyalizmin sürekliliğini garanti edecek en önemli ve en temel ortak kabuldür; bu yönüyle de toplumun Anayasa’sında yer almalıdır
Burada önce “öncülük” ve “öncü parti” kavramlarını, çıkış noktalarından itibaren yeniden ele alıp tartışmak durumundayız.
LENİN’DE ÖNCÜLÜK VE ÖNCÜ PARTİ
Lenin’in öğretisinde önemli bir yeri olan, neredeyse “köşe taşı” bir kavram niteliğinde olan “öncülük”, her şeyden önce felsefi bir tabana dayanmaktadır. O da materyalist diyalektiğin temel kavramlarından bir olan “eşitsiz gelişme”dir. Bir bütünü oluşturan değişik öğeler, o bütünü etkileyen dış dinamiklerden eşit olmayan oranlarda (eşit olmayan süratte, yoğunlukta, ağırlıkta) etkilenirler. Bunun sınıf hareketinde karşılığı ise şudur: İşçi sınıfını bilinçlenmeye ve mücadeleye iten toplumsal dinamikler, sınıfın içindeki unsurları değişik oranlarda etkiler. Sonuçta sınıfın kimi unsurları net, kararlı ve mücadelede yüksek fedakârlık gösterebilecek bir noktaya gelirken, kimi unsurları da kafa karışıklığı, kararsızlık, hatta tutuculuk pozisyonunda bulunabilir. Bu noktada, sınıf içindeki ileri unsurları oldukları yerde bırakmak, onları sınıfın (her kapitalist toplumda ve kendiliğinden koşullarda) vasat ortalamasına mahkûm etmek demektir. Yapılması gereken, bu unsurları bir araya getirmek, onların mücadele kararlılığını net bir teorik kavrayışla takviye edip perçinlemek, ve sınıfın bütününü bu “birleşmiş öncüler” ile daha ileri bir noktaya çekmektir. Bu açıdan bu birleşmiş öncüler, ya da “öncü parti”, sınıfın bütününü harekete geçirmek için bir elverişli bir manivela, bir “ilk hareketi veren marş motoru” ve bir “yol gösterici öğretmen”dir.
Bu temel doğrular ışığında, “öncülük” kavramının kapsamını, çerçevesini ve sınırlarını yeniden çizmeye çalışalım:
-
Parti, sınıfın bir parçasıdır, ancak kendisi, yani bütünü değildir. Temel değerler olan “devrim ve sosyalizm” kavramlarını ele alırsak (partinin yol gösterici rolü saklı kalmak kaydıyla) devrimin öznesi (amili, yapanı) parti değil sınıfın kendisidir. Sosyalizm de partinin değil işçi sınıfının iktidarıdır.
-
Siyasal pedagoji unsuru olarak partiyi, partisiz emekçi kitle açısından bir “öğretmen” olarak ele aldığımızda, karşımıza çıkan durum şudur: Öğretmen öğrenciye olgunluğa erişene kadar temel bilgi ve yetenekleri kazandırmakla yükümlüdür. Öğretmenin öğrenci üzerindeki otoritesi (yönetici gücü) öğrencinin olgunluk seviyesi ile ters orantılıdır; öğrenci (verilmek istenen bilgi ve yetenekler açısından) olgunlaştıkça bu otorite (ilkokuldan üniversiteye kadar) giderek azalır. İlkokulda öğretmen öğrencinin tırnak temizliğine dahi karışır. Üniversitede ilişki daha saygılı ve esnektir. Master ve doktorada ise ilişki “eşitler arası” bir işbirliğidir. Olgun bir “öğrenci”nin öğrenme süreci hayatın sonuna kadar sürer; ancak öğrenciyi hayatının sonuna kadar öğretmenler yönetmez.
-
Öncülüğün kaynağı olan eşitsiz gelişme kapitalist toplumda (tıpkı sömürü gibi) somut bir olgudur; ama (gene tıpkı sömürü gibi) bir kader değildir, ve bilinçli çabayla ortadan kaldırılabilir. Bu açıdan (diğer sömürücü sınıf “öncülükleri”nin aksine) komünist öncünün tarihsel misyonu öncüye duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaktır. Napolyon, Cromwell, 2.Frederik, Jakobenler gibi ezen sınıf “öncü”leri, kendi ileri ve ilerici konumlarını ebedi bir yönetim otoritesi kurmanın gerekçesi olarak gördüler. Komünist öncünün ise amacı, Lenin’in “Devlet ve İhtilal”de belirttiği “sıradan bir aşçı kadının bile devlet işlerinde söz sahibi olmasını sağlamak”, emekçi sınıfların bir bütün olarak, tek tek tüm fertleriyle siyasetin bilinçli özneleri haline getirmektir. Bu olduğunda parti, sınıfın bütünüyle özdeşleşerek onun içinde kendini eritecektir. Komünist öncülüğün perspektifi ve misyonu budur.
Burada şu soru akla gelebilir: Sınıfsız komünist toplumda “öncülük” olmayacak mıdır? Elbette ki sanatta, bilimde, felsefede, teknolojide “öncü”ler, yani diğer fertlerden farklı ve daha ileri pozisyonları savunan, başta iyi anlaşılmayan, hatta küçümsenen, buna karşı mücadele eden ileri unsurlar çıkacaktır ve bu kaçınılmazdır. Olmayacak olan ise, toplumun ilerisinde (dolayısıyla üstünde) yer alan ve “tüm alanlardaki en ileri unsurlardan oluşan kurumsallaşmış bir öncü”dür. Sınıfsız toplumda eşitsiz gelişme siyasette ve ekonomide ortadan kaldırılacak, ancak hayatın bir parçası olarak hayatın değişik alanlarında ve konularda münferit bireyler ya da gruplar temelinde varlığını sürdürecektir.
-
Öncülük bir elitizm, öncü parti de bir elitler partisi değildir. Partinin başta sınıfın azınlığından oluşması sadece verili durumun bir sonucudur; parti asla kendini her koşulda “en iyi, en parlak, en kaliteli, en süper..vs” unsurların partisi olarak tanımlayamaz. Temel kriter, partinin programında yer alan devrim ve sosyalizm hedeflerini kabul edip bu doğrultuda örgütlü çaba sarf etmeye, katkıda bulunmaya hazır ve istekli olmaktır (bu kriter, doğal olarak Menşeviklerin “her grevci kendini parti üyesi ilan etsin” yaklaşımından çok farklı olarak bilinçli bir siyasi tercihi zorunlu kılmaktadır). Ağır baskı koşullarında partinin neredeyse yarı-profesyonel bir dar kadro örgütüne dönüşmesinin sebebi, sadece bu zorlu koşullarda mücadeleye katkı sağlamanın çok yüksek bir fedakârlık ve adanmışlık gerektirmesi, bunun da sadece az sayıda unsurda bulunabilmesidir. Kitlesel mücadele olanaklarının açık olduğu bir ortamda parti, programındaki hedeflere (bir parti örgütünde yer alarak) katkıda bulunmayı kabul eden herkese saflarını açar ve açmalıdır (bu durumda bile kapitalist toplum koşullarında sınıfın ancak bir kesimini kapsayabilir). Bu açıdan Türkiye solunda yıllardır var olan “kadro partisi-kitle partisi” ikilemi, tek ve aynı partinin değişik koşullarda sahip olacağı farklı üye profilini anlayamamaktan ileri gelen bir cahilliktir.
Aynı yaklaşım sosyalist toplum koşullarındaki bir KP için de geçerlidir. Parti bu koşullardaki siyasi hedefi olan komünist toplum için mücadele etmeye hazır, komünist değerleri özümsemiş, bunları toplum içinde yaymaya ve bunlar için mücadele etmeye istekli, dürüst, eğitilmiş ya da eğitilmeye açık unsurları saflarına katmak durumundadır. Sosyalist toplumda KP, binbir elemeden geçerek girilen bir “seçkinler kulübü” olmamalıdır.
-
Emekçi halkın önderliğini kazanan bir partinin bu öncü konumu, hiçbir zaman ebedi olarak garanti değildir; sürekli olarak bilinçli bir çabayla yenilenmek ve yeniden üretilmek zorundadır. Bu olgu, yukarıda değindiğimiz “teoriyi doğru kavrama ve geliştirme” zorunluluğuyla at başı giden bir gerçektir. Dünyada bu konudaki sayısız örnek önümüzde durmaktadır. 1980’e kadar ülkesindeki işçi sınıfının, yoksul köylülüğün, ilerici aydınların öncülüğünü kazanarak muazzam bir güce erişen, burjuva toplumunun çarpık seçim mekanizmasında dahi %25 gibi bir güce erişebilen Fransız Komünist Partisi, bugün %2’yi zor zor bulan, sol siyasette dahi belirleyiciliği başkalarına kaptırmış bir siyasi mevta vaziyetindedir. Aynı durum tabanının büyük kısmını sosyal demokrasiye ya da merkez sol politikalara kaptıran İtalyan Komünist Partisi için geçerlidir. Bu gerilemenin sebepleri ayrıca tartışılabilir; bu sebepler kesinlikle ideolojik ve politiktir, ancak tartışılmayacak gerçek şudur: Gerileme ve siyasetten silinme ihtimali her KP’nin önünde duran bir tehlikedir. Aynı şekilde bu risk, iktidara geçmiş bir KP için de prensip olarak geçerlidir. Devrime önderlik etme başarısını göstermiş dahi olsa, hiçbir KP “bundan böyle artık öncülüğüm garanti” diye düşünme lüksüne sahip değildir. Özellikle Doğu Avrupa’daki Halk Demokrasilerinde 1945’de faşizme karşı kazanılan zaferin ertesinde kitlelerin büyük bir coşkuyla desteklediği, ve icraatlarının ilk 15-20 yılında son derece başarılı işler yapan KP’ler, daha önceki yazılarımızda değindiğimiz politik hatalar sonucunda kitle desteklerini pratikte yitirmiş, kanunla garantiye alındığını sandıkları “öncü” konumlarının pratikte içi boşalmış, sosyalizmin kuruluşundan 40 sene sonra yapılan ilk serbest seçimlerde liberaller karşısında utanç verici yenilgiler almış, yıkılışın sonrasında isimlerini değiştirseler dahi bir kısmı siyasetten silinmiş, bir kısmı da %10’luk kitle desteğiyle yaşamını idame ettirmeye çalışan etkisiz güçler haline gelmiştir.
-
Öncülüğü mümkün ve gerçek kılan tek olgu, Parti ile partisiz emekçi kitle arasında sağlanan mutabakat (consensus)dür. Kapitalist toplumda bir toplumsal harekete öncülük eden bir Parti’ye o hareketin kitlesini bağlayan tek şey zorlayıcı güç (coercitive power) değil (zira Partinin kapitalist toplumda hiçbir “zorlayıcı gücü” yoktur), doğru bulma, tasdik etme, onaylama ve rızadır. Zor gücü ile yukarıdan sağlanan uyum ve itaat öncülük değildir (bu doğru olsaydı tüm kapitalist dünyanın devletlerine “öncü” dememiz gerekirdi; zira bu ülkelerin halkları bu kurumları en maceracı politikalarında dahi sonuna kadar “takip etmektedir”). Dolayısıyla öncülük kavramının özü itaat değil, bilinçli onay ve rızadır. Öncülük kavramında reel sosyalist pratiklerde oluşan deformasyonların temeli, bu gerçeğin gözden uzak tutulmasıdır. Emekçi kitlelerle mutabakat ve hegemonya sağlayarak iktidara gelen bir KP, bu durumu kurumsallaştırmak için bir kanun maddesi haline getirdiği andan itibaren, bu öncülüğü devlet iktidarı (yani kanun, mahkemeler, polis ve hapishaneler) üzerinden perçinlemeyi hedeflemiş, ancak bu durum kısa zamanda bir yanılsamayı besler hale gelmiştir. Her yönetim için geçerli olan baskı-konsensüs (ya da iktidar-hegemonya) ikileminde, baskının varlığı ve etkisi, hegemonyadaki gerilemeyi maskelemiştir. Devleti ve onun baskı aygıtlarını elinde tutarak toplum üzerindeki kontrol gücünü garanti eden parti, emekçi kitleler ile eskiden var olan mutabakatı, saygınlığı yanlış politikalar yüzünden erimeye başladığı zaman dahi uyanmamış, harekete geçmemiş, bu kontrol gücünü elde tutmanın verdiği rahatlık ile “öncülük” iddiasında devam etmiştir. Pratikte bu iddianın içi boşalmış, gerçek (yani aktif, canlı ve güvenilir) komünist bir öncülüğün giderek kaybolduğu bir ortamda emekçiler açısından “Parti’nin öncülüğü”, bir dönem severek desteklenen, ancak popülerliğini giderek yitirdiği için sadece varlığına katlanılan bir siyasi ekibin kendini devlet gücüyle dayatmasının teorik argümanı olarak algılanmaya başlanmıştır. Kaçınılmaz kriz, iç ve dış koşullarla birlikte olgunlaştığında, kitleler bu iktidardan kurtulmakta tereddüt etmeyeceklerdir.
Sorun gene aynı noktaya gelmektedir:
-
Öncülüğün, (yani emekçilerle olan mutabakatın, hegemonyanın) yitirilmemesi için Parti nasıl bir örgütlenme ve çalışma tarzı izlemelidir?
-
Bu hegemonyanın gerilemesi durumunda, oluşan boşluğun bir rejim krizine dönüşmesini engellemek için, sosyalist toplumun siyasal örgütlenmesi hangi esnekliklere, alternatif süreçlere sahip olmalıdır?
“BİR PARTİYE, ÜLKEYİ YÖNETEN BİR PARTİYE SAHİBİZ.
MUHALEFETE NE GEREK VAR?”
(L.İ.Brejnev – 12 Mayıs 1973’te Stern dergisine verdiği röportaj) (1)
Üçüncü önerme:
Ülkede KP dışında partiler de olabilir; ancak onlar bu öncülüğü, yani KP’nin siyasi belirleyiciliğini kabul etmelidir. Böylece, toplumu yönetecek temsili organlara (Sovyet, parlamento v.s) seçilecek adayları KP veya KP’nin belirleyiciliği altında bir örgütler ittifakı belirler.
Bu önerme, SSCB ve Halk Demokrasilerindeki meclis ve seçim sisteminin tanımıdır. Tek partili ülkelerde (Sovyetler Birliği gibi) yerel planda Parti örgütü, sendikalar, gençlik örgütü ve diğer kitle örgütleriyle birlikte bir ortak kurul oluşturarak, o bölgedeki milletvekili adaylarını belirler. Bunların hepsinin Parti üyesi olması şart değildir (nitekim Sovyet’lere seçilen vekillerin aşağı yukarı sadece yarısı partilidir). Ancak kitle örgütleriyle birlikte yapılan bu ortak çalışma, yapılacak seçimde toplumsal mutabakatı geniş bir kitle tabanına dayandırma amacını güder. Çok partili Halk Demokrasisi ülkelerinde ise KP’nin diğer ilerici partilerle birlikte oluşturduğu Cephe’ler (örneğin Bulgaristan’daki Vatan Cephesi) KP’nin yönlendiriciliği altında (gene mutabakatı geniş tutma amacıyla) adayları birlikte belirlerler.
Bu sistemde, tüm temsiliyeti geniş tutma amacıma ve iddiasına rağmen, seçilenler ya partililer, ya da partinin onayladığı partisiz emekçilerdir. SSCB’de adayları oluşturan kurulda yer alan yapıların (sendikalar, gençlik örgütü..vs) hepsinin tek tek yönetimi zaten partililerin elindedir. Halk Demokrasilerinde ise KP dışındaki diğer partiler (örneğin Bulgaristan’daki Halk Çiftçi Birliği, Demokratik Almanya’daki Hristiyan Demokrat Parti..vs) Partinin siyasi belirleyiciliğini fiilen ve kanunen kabul etmiş durumdadır (bu partilerde KP’nin belirleyiciliğini kabul etmeyen unsurlar 1945 ertesinde tasfiye edilmiştir) ve sonuç aynıdır.
Bu durum, yani seçilenlerin ya partililer, ya da partinin onayladığı partisiz emekçiler olması “kötü” bir şey midir? Klasik mantığımıza göre sonuçta “Parti işçi sınıfının Marksist teori ile silahlanmış devrimci öncüsüdür”. Partinin hem bilimselliği ve yanılmazlığını, hem de öncülüğünün ne denli kaygan, değişken, ve koşullara bağlı bir özellik olduğuna yukarıda yeterince değindik. O açıdan bu seçim sistemi ciddi anlamda sorunludur, bağrında çok ciddi bir sorunu taşımaktadır.
Emekçilerin Partiye gerçekten bağlılık ve destek sunduğu bir ortamda sorun ortaya çıkmaz. Partinin yönetimi altında toplumda doğru ve güzel işler yapılmaktadır: Eğitimin yaygınlaşması, hayat ve tüketim seviyesinin artması, kadının özgürleşmesi, gelir adaletsizliğinin kalkması, çocuklara sağlanan olağanüstü olanaklar, ülkenin sanayileşmesi ve her alanda modernleşmesi ..vs gibi. Bu başarılar bir kere kurumlaşıp toplumun temel gerçeği, emekçiler için de “elde var bir” haline gelince, kaba bir deyimle “karnı doyan” yani temel ihtiyaçları başarıyla karşılanan insanlar, bu sefer toplumu ve siyasal yapıyı sorgulamaya başlarlar. Orada hatalar, yani yozlaşma, liyakatsizlik, rüşvet, kayırma, verimsizlik, tutuculuk, hantallık, umursamazlık gibi unsurlar görüp de bunları değiştirmekte yetersiz kaldıkları noktada, siyasal sistem (ve onun meşruluğunun kaynağı olan seçim sistemi) anlamını ve geçerliliğini yitirir. Yukarıda tasvir ettiğimiz seçim sistemi, gitgide eleştirel gözle bakılan bir siyasal ekibin kendi hükmünü süreklileştirmek için başvurduğu bir tiyatro olarak algılanmaya başlanır. Bunu dışında siyasete müdahale edebilmek için bir mekanizma da tanımlı olmadığından, tüm seçim sistemi topluma konulmuş bir cendere olarak telakki edilir.
Burada akla şu düşünce gelebilir: “Bütün sorun (önceki bölümde de değinildiği gibi) Partinin öncülüğünün diri tutmasıdır. Bu sağlandığı, yani Parti yozlaşmadığı sürece, yukarda tasvir edilen seçim sistemi kötü değildir ve geçerlidir”. Burada bir adım daha ileri giderek kendi tespitimizi de sorgulayacağız: Yukarıdaki düşünce de yanlıştır; zira bizzat bu seçim sistemi Partinin yozlaşmasının sebeplerinden biridir!”
Sadece kitle örgütlerini değil, parlamentoyu, basını, mahkemeleri kontrol eden, onları yöneten unsurları bizzat seçen bir Partide, yerel, bölgesel, ya da ulusal seviyede yanlışlıklar başladığında, bu yanlışları bildirip onları düzeltmek üzere Partiye baskı yapacak tanımlı ve örgütlü bir güç olmadığında, bu yozlaşmayı engellemek sadece Parti üst yönetiminin basiretine ve iyi niyetine kalmış demektir. Yerel planda bu tip (haklı) eleştirileri “burjuva propagandası”, “karşı devrimci karalamalar” diye gösterip hasır altı etmek için her türlü güce ve yetkiye sahip bir örgütlenme karşısında sıradan emekçiler açıkça silahsızdır. Önceki yazılarımızda değindiğimiz olgu son derece açıktır: SSCB’de bir partiliyi tutuklamak için öncelikle parti örgütünün onayı gerekir; zira o tutuklamayı yapacak polis, ve partiliyi mahkum edecek mahkeme yargıçları da Partilidir, veya partinin denetimindedir. Parti örgütü bir sebeple üyesine sahip çıkarsa, yapılacak şikâyetin hiçbir hükmü olmayacaktır. Bu ülkelerin tarihi, “kol kırılır yen içinde kalır” ya da “bu ortaya çıkarsa Partinin prestiji sarsılır” gibi gerekçelerle suçu hasır altı edilen yozlaşmış partililerin (sayısı zamanla giderek artan) örnekleriyle doludur.
Burada burjuva liberalizminin “çok partili demokrasinin erdemleri” ya da anarşizmin “her iktidar insanı yozlaştırır” türünde klişelerini tekrar etme niyetinde değiliz. Ancak bu önermelerin ideolojik kabukları soyulup atıldığında, geriye kalan ham gerçekliğin biz Marksistlerin de dünyasında artık bir karşılığı olmalıdır: Kendi dışında hiçbir siyasal öznenin baskısını (zorlama, hesap sorma, “challenge”ı) hissetmeyen bir Parti, hatalarını anında hissederek kendine çeki düzen verme konusunda olabilecek en güçlü ve etkili uyarıcıdan kendini mahrum kılmakta, bu noktadan itibaren “hatalarını düzeltme” imkânı Partinin üst yönetimine havale edilmekte, bunları giderme şansı sadece Parti üst yönetiminin politik cesaretine ve dürüstlüğüne bağlı (ve de bağımlı !) hale gelmektedir. Bu durum ise tabandaki sıradan emekçileri siyasal açıdan etkisiz kılmakta ve yozlaşma riskini katlayarak artırmaktadır. İşin ilginç kısmı ise bu riski ilk defa görerek çözüm getirmeye çalışan liderin Stalin olmasıdır.
Stalin Haziran 1937’de yapılan Bolşevik Parti MK Plenum toplantısında (raportörün “kulağa oldukça yabancı gelen” diye nitelediği) şu cümleyi sarf etti:
“Bizim farklı siyasi partilerimiz yok. Sistemimiz tek partili bir sistemdir. Şanslıyız, ya da belki de şanssızız. Bizim yalnızca tek bir partimiz var” (2)
Stalin’e “ülkedeki tek partinin KP olmasının belki de şanssızlık” olduğunu söylemesini, bir dil sürçmesi olarak algılamak (Stalin’in aşırı temkinli kişiliği göz önüne alındığında) pek anlamlı olmayacaktır. Gerçekten de 1917’de ilk Sovyet hükümeti 3 partinin ortaklığı ile (Bolşevikler, Sol SR’ler ve Enternasyonalist Menşevikler) kurulmuş, ancak sonradan oluşan siyasi krizde diğer 2 parti Bolşeviklere karşı tavır alarak hükümetten düşmüştür. Bu gelişmenin “doğru veya kaçınılmaz” olup olmadığını ilerde ele alacağız. Ancak bu fiili durum Bolşevikleri ülkedeki tek siyasi parti haline getirmiş, Lenin’in tespitiyle “ülkedeki tüm siyasi yaşam (tüm farklılık ve çeşitliliğiyle – SD) Bolşevik Parti’nin içine taşınmıştır”. Tek parti olmanın (yukarıda değindiğimiz) yozlaştırıcı etkileri kısa zamanda ortaya çıkmış, bu durum karşısında Stalin, 1936 yılında “Parti dışından da bağımsız adaylar çıkarılmasını” ve “çekişmeli seçimler” yapılmasını bir düzenleyici mekanizma olarak önermiştir (3). Bu öneri, yerel ve bölgesel planda sahip olduğu mutlak gücün sorgulanması fikrine tahammül edemeyen parti aygıtı tarafından reddedilmiş, Stalin de bu blok tavır karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır. Burada dikkati çekeceğimiz nokta şudur: Reddedilen şey “başka siyasi partilerin kurulması” dahi değil, sadece Sovyet devletinin sosyalist temellerine ve kanunlarına saygılı emekçilerin bağımsız olarak aday olabilme hakkıdır. Bu dahi Parti üzerinde uyarıcı ve canlandırıcı bir etki yapabilirdi; ancak engellendi.
“SOSYALİZMDE BİRDEN FAZLA PARTİ Mİ?
NASIL YANİ?”
Sosyalist bir toplumda sosyalizm projesine bağlı birden fazla siyasi oluşum fikri, geleneksel çizgiye bağlı olan devrimcilerde açıkça bir irkilme ve kuşku yaratmaktadır. Ancak bu tepki anlamsızdır; zira sosyalist bir iktidarın tek partiyle örgütlenmesi gerektiğine ilişkin Marksizmde HİÇBİR teorik referans yoktur!. Paris Komünü, değişik sosyalist akım ve partilerin ortak eseriydi. İlk Sovyet Hükümeti, yukarda değindiğimiz gibi Ekim Devrimi’ne katılan 3 parti tarafından oluşturulmuştu; sonradan Bolşevik Partinin tek parti olarak kalması sadece (belki bugün dahi sorgulanması gereken) fiili bir durumdu. Bu noktada her şeyden önce Komünist Partinin diğer işçi sınıfı partileri ve hareketlerine karşı olan konumunu ve tavrını, komünizmin ilk yazılı programı olan Komünist Manifesto bize hatırlatmaktadır:
“Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar. Bir bütün olarak proletaryanın çıkarları dışında ayrı çıkarlara sahip değillerdir. Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiçbir sekter (ayrı) ilke getirmezler. …. Komünistlerin acil hedefi bütün öteki proleter partilerinkiyle aynıdır: Proletaryanın sınıf olarak oluşumu, burjuva egemenliğinin yıkılması, siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi.” (4)
Bu temel prensibin ışığında, geleneksel mantığımızın yarattığı kuşkuları tek tek inceleyelim:
-
Kan ve gözyaşıyla gerçekleşen devrimden sonra burjuva ve gerici küçük burjuva partilerine yeniden örgütlenme özgürlüğü mü verelim?
Hayır, vermeyelim. Öncelikle devrimden sonra hangi partilere “özgürlük verileceği” bir reçeteyle saptanamaz. Devrim sürecinde komünistlere ve devrimcilere karşı tavır almayan, onları destekleyen ya da tarafsız kalan partileri “sonradan kapatmanın” hiçbir meşruiyeti yoktur ve bunların hangi partiler olacağını o ülkenin somut siyasi koşulları belirler. Gene de devrim sürecinde iktidara yürüyen sosyalist kitle hareketine karşı (silahlı veya silahsız) düşmanca tavır almış hiçbir harekete devrimden sonra yaşam hakkı tanınamaz. Bu basit ve net bir gerçektir. Ancak karşı devrimin ezilme ve sosyalist bir toplumsal yapının inşa süreci tamamlanınca toplum, partinin de dışında sosyalist kurumlara (hükümet, meclis, ordu, istihbarat, kitle örgütleri..vs) kavuşacak ve sosyalist ilkeler üzerinde inşa edilen bu kurumlaşma, anayasa ve yasalarda ifadesini bulacaktır. Dolayısıyla sosyalizm “Parti egemenliği” dışında da net hukuki ve kurumsal bir kimlik kazanacaktır. Toplumun sosyalist yapısını garanti eden bu yasalara sadık kalmak kaydıyla her emekçi (şahsen veya grup olarak) siyaset yapma ve örgütlü biçimde yönetimi etkileme hakkına sahip olmalıdır. Bu hakkı reddetmenin (Marksist bakış açısı dahil, hatta başta olmak üzere) hiçbir açıdan, hiçbir meşruiyeti yoktur, olamaz.
-
“Madem sosyalizm için çalışacaklar, Komünist Partiye girsinler. Ayrı partiye ya da ayrı adaylığa ne gerek var?”
Parti sağlıklı, aktif ve şeffaf bir önderlik gerçekleştirdiği zaman zaten bu partiler (kurulsalar bile) kendilerine anlamlı bir zemin bulamayacak, Parti sosyalizmin değerleri için mücadele etmek isteyen herkesi kendine çekmeyi başaracaktır.. Ancak partinin (yukarıda değindiğimiz iktidar rahatlığı içinde) yozlaşma emareleri gösterip bunları gideremediği noktada, Parti içinde bunları düzeltme şansı bulamayan emekçiler için, bu müdahaleyi Parti dışından yapmaktan başka çare kalmayacak, kendi dışından gelecek örgütlü eleştiriler, Partinin kendine çeki düzen vermesi için TEK şans olacaktır. Biraz “kurgu” yapma pahasına şu soruyu soralım: SSCB tarihinin değişik momentlerinde, emekçilerin en yüksek temsil organı olan Yüksek Sovyet’te kamuoyu önünde KP dışında yer alıp (çünkü SBKP kendi disiplini içinde bunların söylenmesine izin vermemektedir) şu sözleri söyleyen bir vekil grubu olsaydı ne olurdu?
-
-
1956: “Stalin’i bir canavar olarak tanıttınız. Halbuki o dönemde bu cinayetleri, hainlerin yanında dürüst komünistlerin de yok edildiği kitle terörünü hepiniz birlikte uyguladınız. Suçu Stalin’in üstüne atıp kendinizi temize çıkarmaya ne hakkınız var? Sovyet halkları bu trajik sürecin doğru ve sağlıklı bir değerlendirmesinin yapılmasını hak ediyor”
-
1965: “Silahlanma yarışı ekonominin ve halkın üzerinde dev bir yük, ve buna sebep olan da kapitalist ülkelerdir. Sizin ise “barış içinde bir arada yaşama” adına Batılı liderlerin sırtını sıvazlamaktan başka bir şey yaptığınız yok. Kapitalist ülkeler bizzat Sovyet halkları için de hem bir tehlike, hem de bir cendere. Kapitalist dünyayı küçültmek ve ortadan kaldırmak için ne yapıyorsunuz?”
-
1975: “Rüşvet, yolsuzluk ülkeyi kanser gibi sarmış durumda ve bütün bu çürüme “komünist parti’nin önderliği” kisvesi altında yapılıyor. Bu gidişle halk sosyalizme inancını yitirecek. Her biri tek tek belli olan rüşvetçileri kamuoyu önünde yargılamak için ne bekliyorsunuz?
-
Dediğimiz gibi, bu senaryo gerçek dışı bir kurgudur; ancak bu uyarılar doğru zamanlarda yapılıp yönetim tavır almaya zorlansaydı, sorunların dağ gibi birikip 1990’da patlama noktasına gelmeyeceği açıktı.
-
Tamam da, KP’nin hatalarını eleştirme adına ve sosyalizme sadık olma kisvesi altında, bu partiler ya da bağımsız adaylar, kapitalizme geri dönmenin yolunu açmazlar mı?
Önce şunu belirtelim: “Sosyalizm” kisvesi altında kapitalizme geri dönüşün yolunu açma riskinden Komünist Partiler de ASLA muaf değildir ve bunu örneklerini 1980 – 90 arası gereğinden fazla görmüş durumdayız. Dolayısıyla KP’yi tek siyasi parti haline getirmek bu riski kesinlikle ortadan kaldırmaz. İkincisi de (KP veya başka partide) ülkeyi kapitalizme geri götürme ve sosyalizmin kazanımlarını yok etme risklerine karşı savunma mekanizmaları açıktır ve tanımlıdır: Kapitalist toplumlarda bu görevi, devletin kuruluş temellerine ve ideolojisine sadık olan yasama aygıtı, polis ve istihbarat halletmekte, bunu yaparken de hiçbir “öncü parti”den emir almamaktadır. Sosyalist toplumda da, ülkenin sosyalizm ilkelerine göre kurulmuş kurumları, başta halk mahkemeleri ve baskı aygıtları olmak üzere bu işlevi pekala görebilirler. Ülkedeki emekçi basını ve emekçilerin kitle örgütleri de bu eğilimlere karşı mücadelenin bir diğer garantisidir. KP dışındaki bir parti kapitalizme geri dönüş için (açık ya da kapalı) çalışırsa, hatalarından ders alarak kendi öz eleştirisini yapan bir KP’nin, toplumdaki diğer kurumlarla birlikte bu eğilimi yenme şansı çok yüksektir. Ancak bizzat her şeyi kontrol eden ve tek siyasi güç olan bir KP’de bu eğilim başlarsa, sosyalizmin ölümü kaçınılmazdır.
-
Madem öyle diyorsunuz, Halk Demokrasisi ülkelerinde birden fazla parti zaten vardı. Ama bu durum hiçbir şeyi çözmedi.
Doğru, birden fazla parti vardı, ama bu partiler KP’ye karşı bağımsız partiler değildi. Hiçbir zaman seçimlere kendi başlarına, örneğin bir bölgede KP’nin de adayına karşı rekabet ederek girmediler. Stalin’in önerdiği “çekişmeli seçimler” hiçbir sosyalist ülkede hayata geçmedi. Hangi partinin nereden kaç aday çıkaracağı KP’nin belirleyiciliği altında kesinleşti ve bu partiler sadece KP’nin kendilerine izin verdiği oranda temsil edildiler. Zaman içinde, onların meclisteki temsiliyetleri, muhtemelen tabandaki gerçek temsiliyetlerini yansıtır olmaktan çıktı. Demokratik Almanya’da 1989’da serbest seçimlere gidildiğinde, eskiden sadece küçük bir parti olan (çünkü o kadarına izin verilen) Hristiyan Demokrat Parti, adını PDS olarak değiştiren Komünist Partiye (SED – Almanya Sosyalist Birlik Partisi) karşı ezici bir çoğunlukla zafer kazandı. Bu sonuçta elbette ki seçimlere sosyalizmin kurumlarının tahrip edildiği bir ortamda girilmesinin payı belirleyici olmuştur. Ancak bu kurumların güçlü ve etkin olduğu dönemlerde serbest (yani rekabetli) seçimlere gidilseydi, bu partilerin oylarındaki (KP’yi gölgede bırakması o dönem mümkün olmayan) artışlar, bizzat KP için güçlü bir uyarıcı olabilir, parti gereken dersleri çıkararak ve elindeki tüm olanakları kullanarak bu gerilemeyi telafi edebilirdi. Bu durum bir yandan iktidarın meşruiyetini kitleler nezdinde güçlendirecek, öte yandan partiyi sürekli olarak kendi öncü konumunu gerçekçi bir biçimde görüp kendini sürekli yenilemeye mecbur kılacaktı. Devlet gücüyle sağlanan Parti öncülüğü ve onu yarattığı iktidar rehaveti, tabanda oluşan politik değişimleri hissetme konusunda partiyi sağır kılmıştır.
Emekçi temsil organlarında, parti dışında unsurlarla demokratik bir tartışmanın yokluğunda, bütün umutlar Partinin kendi içinde demokratik bir işleyişle canlı ve dinamik bir fikir üretimini gerçekleştirmesine kalmaktadır. Şimdi bunu inceleyelim:
TOPLUMDAKİ DEMOKRASİ NEYSE
PARTİDEKİ DEMOKRASİ DE ODUR
Dördüncü önerme:
Bu durum, toplumda demokratik tartışmanın olmadığı anlamına gelmez. Sosyalizm kapsamındaki tartışmalar, bizzat Partinin bünyesinde demokratik biçimde sürebilir ve sürmektedir.
En büyük illüzyon budur; bu öneri tümüyle yanlıştır, ve bunu yarattığı sahte umutlar devrimcilerin uzun süre bakışını bulandırarak temel gerçeklerin görülmesini engellemiştir. Yanlıştır, çünkü toplumdaki tartışmaları bastıran bir partinin, kendi içinde de açık ve cesur bir tartışma yürütmesi imkansızdır!.
Bu konuyu önce soyut, mantıksal çerçevesi içinde ele alıp, daha sonra pratikteki yansımaları ile doğrulayalım.
Kendi dışında tüm partileri kapatan ya da etkisiz kılan bir KP, otomatik olarak kendini devletin temel dayanağı, sosyalizmin tek siyasi garantisi haline getirmekte, sosyalizm tanım olarak “KP’nin egemenliği” ile özdeşleşmektedir. Öncelikle bu teorik planda dahi bir hatadır, zira “proletarya diktatörlüğü” “KP diktatörlüğü” demek olmadığı gibi, sosyalizm bir partinin değil, işçi sınıfının tüm kurumları ve örgütleriyle iktidarıdır. Buradaki nüansın zaman içinde oluşan uzantılarına daha önce endirekt olarak değindik, daha da değineceğiz. Parantezi şimdilik burada kapatıp analizimize devam edelim.
Kendi mutlak egemenliğini “sosyalizmin tek garantisi” haline getirmiş bir Parti, öncelikle bütünlüğünü korumak zorundadır. Bu partinin bölünmesi, onun çekirdeğini temsil ettiği devlet iktidarının da bölünmesi ve bu mantık içerisinde “sosyalizmin yıkılması” anlamına gelecektir. Partinin “devlet”leşmesi, devlet mantığına teslim olması burada başlar: Parti bölünmemelidir, çünkü devlet bölünmemelidir. Devletin bölünmemesi gerektiği doğru ve anlaşılır bir hedeftir. Ancak bunun temel garantisi olarak Partinin bölünmeyi kendi kendine yasaklaması, partinin iç dünyasında köklü bir değişimi getirecek, parti içinde bölünmeye zemin teşkil edecek her türlü gelişme baştan engellenecek, bu doğrultuda parti içi tartışmaların da çapı, kapsamı, şiddeti bu mantığın zorlamasıyla budanacak ve frenlenecektir. Yukarıdaki tespitimizin mantıksal temeli budur. Bu mantıksal temel, pratiğe nasıl yansımıştır? Bolşevik Parti örneğinde atılan pratik adımlar şunlar olmuştur:
-
Parti içinde farklı düşünce platformlarının yasaklanması
-
Tartışma ancak parti içinde netleştirdikten sonra kitlelere gidilmesi, parti dışı kitlenin bu tartışmaya kesinlikle “bulaştırılmaması”
Birinci olgudan başlayalım. Ekim Devrimi sonrasında Bolşevik Parti’nin Mart 1921 tarihli 10. kongresinde, Lenin’in ısrarıyla Parti içinde tüm hizip, grup, siyasi platform ..vs’lerin feshedilmesi kararı alınmıştır. Gerekçe ise bellidir: Ülkenin içinden geçtiği kritik ortam. Aslında bu yasaklamaya gerekçe teşkil eden 2 ana muhalefet grubu vardı: Kollontay ve Şliyapnikov’un başını çektiği “İşçi Muhalefeti”, ve bir diğer muhalif grup olan “Demokratik Merkeziyetçiler”. Her iki muhalif grubun da (kimi hatalarının yanı sıra) oldukça önemli ve anlamlı tespitleri vardı. İşçi Muhalefeti, Ekim Devrimi’ni mümkün kılan işçi denetimi ve inisiyatifinin fabrikalarda Parti eliyle ortadan kaldırıldığını, yukarıdan gelen Parti kararlarının işçilere empoze edilerek ciddi bir devrimci değerin ortadan kaldırılmakta olduğunu söylediler. Buna karşılık “proleter olmayan üyelerin partiden temizlenmesi” gibi aşırı ve sekter bir öneri getirdiler. Demokratik Merkeziyetçiler ise yerel Sovyetlerin merkezi Tüm Rusya Sovyetleri’ne hiyerarşik olarak bağlanmasının ve onun kararlarını uygulamaya mecbur kılınmasının, Sovyet’in temel özelliği olan “yerel inisiyatif” olgusunu ortadan kaldırarak bilinen klasik merkezi devlet yapısına geri dönülmesine yol açtığını söylediler. Ancak karşı argüman pratik olarak anlamlıydı: Karşı devrime karşı net ve uyumlu bir mücadele için bu hiyerarşik bütünlük gereklidir. Sadece şartların kritikliği açısından anlamlı olan bu karşı çıkışlar, kriz atlatıldıktan sonra pekala ele alınıp yeniden tartışılabilirdi; ancak “şartlar” gerekçesiyle bu haklı görüşlerin susturulması ve gömülmesi, zaman içinde büyüyecek bir deformasyonun temelini oluşturacaktı.
Aslında “parti için gruplar ve farklı platformlar” olgusu konusunda sosyalistler arasında var olan ve oldukça yaygın bir yanılgıyı burada belirtmek gerekir. O da şudur: “Eski RSDİP içerisinde çeşitli grup ve fraksiyonlar vardı (Bolşevikler de bunlardan biriydi). Çünkü o gerçek bir KP değildi. Ama Bolşevikler 1912’den itibaren ayrı bir parti olduktan sonra her türlü hizip, fraksiyon ve platforma son verildi.” Bu inanışın gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur; ve Parti, kuruluşundan SSCB’nin yıkıldığı 1991 yılına kadar içinde HER ZAMAN değişik gruplar, ekipler, platformlar, hatta fraksiyonlar barındırdı. Hatırlatalım:
-
1914’de savaşın başlamasıyla “ülke savunması”nda yana olan Zinovyev-Kamenev grubu (sağ kanat), burjuva hükümeti alttan zorlama ve demokrasinin kazanımlarını koruma yanlısı merkez kanat (Stalin, Kalinin, Sverdlov..partinin çoğunluğu) ve Nisan Tezleri’ni savunan sol kanat (Lenin ve Kollontay, azınlık)
-
İç savaş başladığında düzenli orduya karşı çıkıp milis ve partizan örgütlenmesiyle yetinilmesini savunan Askeri Muhalefet
-
Devrimin hemen ertesindeki İşçi Muhalefeti ve Demokratik Merkeziyetçiler (bu noktada gruplaşmalara son verilmesi kararı alındı)
-
1924 sonrası Dünya Devrimi olmadan Rusya’da sosyalizmin kurulamayacağını söyleyen sol muhalefet (önce Troçki, sonra Zinovyev ve Kamenev)
-
1928’de NEP’in her ne pahasına sürdürülmesini ve “kaplumbağa hızıyla sanayileşmeyi “savunan sağ muhalefet (Buharin, Rikov, Tomski)
-
1937 tasfiyeler öncesinde Stalin’in görevden alınması için parti içinde gizli mücadele veren Riyutin Platformu
-
Savaş öncesi ve sonrasında, Partinin toplumdaki rolü konusunda ortaya çıkan yoğun kavga ve bu kavganın tarafları olan Jdanov ekibi ile Malenkov ekibi.
-
Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev’in politikalarından ve stilinden rahatsız olup onu görevden almaya çalışan (Kruşçev’in “anti-parti” olarak adlandırdığı) grup (Molotov, Malenkov, Kaganoviç)
-
Brejnev döneminden yıkılışa kadar, partinin ekonomideki rolünden rahatsız olan ve işletmelere özerklik isteyen teknokratlar grubu (Kosigin’in ilham verdiği, Gorbaçov’un da içinden çıktığı grup)
-
Gorbaçov yönetiminde, ülkeyi yıkıma götüren “reformcular” ve “muhafazakârlar” gruplaşması
Görüldüğü gibi 1921’de alınan kararın ne öncesinde ne de sonrasında Parti içinde gruplar asla yok olmadı. Peki bu karar neyi değiştirdi? Aslında ciddi bir değişikliğe yol açtı: Tartışmalarda ve ayrılıklarda açıklık ve şeffaflık ortadan kalktı; (güçlü kişilikler olan Stalin, Troçki ve Buharin arasında net ve köşeli biçimde süren 1920’lerin tartışmaları haricinde) bütün tartışmalar Ezop diliyle, bastırılarak ve törpülenerek sürdürüldü. Aslında “törpülenen” sadece kitlelere sunulan söylemdi; bunların arkasındaki hırslar tüm açıklığı ve keskinliğiyle kendini sürdürdü. Ama “kavganın neye ilişkin olduğunu”, hatta “bir kavga olup olmadığını” anlamak için Parti bildirilerinin satır aralarında dedektiflik yapmak gerekir hale geldi. SBKP tarihinde ciddi etkileri olmuş bu gruplaşmaların dahi bir kısmını ancak bugün, ve sadece açılan arşivler sayesinde öğrenme şansına kavuştuk.
Kitleler önünde açık, safları ve gerekçeleri belli bir tartışma, ne denli keskin olursa olsun, geliştiricidir; zira teoriye atıfta bulunarak, teoride derinleşerek sürdürülebilir ve her koşulda teorik-politik netleşmeyi güçlendirir. Bastırılmış bir tartışma ise esas olarak örgüt içi mekanizmalara, arka odalarda kurulan ilişkilere, güç dengelerine dayalı işbirliklerine, tüzük maddelerindeki açıklara dayanarak sürdürülür ve sonuçlanır. Bunların da politik yaşama hiçbir katkısının olmadığı açıktır. Sonuçta, kendi dışındaki tüm siyasal örgütlenmeleri yasaklayan parti “tek parti biziz; biz de bölünürsek devlet bölünür” kaygısıyla girdiği süreçte, kendi içindeki teorik-politik yaşamı ve tartışmaları kısırlaştırmış, fakirleştirmiş, ve siyaset üretimini örgüt içi güç dengelerine bağımlı kılarak çarpıklaştırmıştır.
İkinci olguyu ele alalım: Parti içi ayrılıkların kitlelere yansıtılması. 1927 yılında Zinovyev’in başını çektiği sol muhalefet taraftarları Moskova’da kendi görüşlerini yaymak ve parti yönetimini eleştirmek üzere bir miting düzenlemek istediler; ancak bu miting Parti merkezine sadık üyeler ve devlet memurları tarafından dağıtıldı. Aynı zamanda bu girişim, “parti içi sorunları kamuoyuna taşıma” çabası olarak oportünizmle suçlandı ve nefretle karşılandı.
Burada aslında ciddi bir paradoksla karşı karşıyayız:
-
Bu miting girişimine karşı çıkan ve nefretle karşılayanlar bir açıdan haklıdır; zira her parti sorunlarını kendi içinde, kendi üyeleri ile çözer. Parti içi bir tartışmada parti üyesi olmayan insanlardan destek arayarak kendine “dışarıdan” güç sağlamaya çalışmak, sadece komünist değil her türlü partinin mantığına aykırıdır ve böyle bir girişimin oportünizm veya ilkesizlik olarak damgalanması doğaldır.
-
Ancak öte yandan meselenin başka bir yönü de vardır. Parti ülkedeki tek belirleyici siyasi merkez olduğu için, onun içinde tartışılan sorun, sadece partilileri değil tüm SSCB emekçilerini, onların kaderini yakından ilgilendiren bir konudur ve bu konuda emekçilerin hem fikir sahibi olmaya, hem de görüş ve tavır bildirerek sonucu etkilemeye hakları vardır. Bu açıdan söz konusu “miting” emekçilerin sesini Partiye taşıma anlamında haklı görülebilir.
Bu paradoksu çözmenin tek yolu, ülke içinde siyasetin tayin edici merkezini Parti’den emekçi meclisine taşımak, devrimin kazanımlarını garantiye alan yasalara ve kurumlara bağlı kalmak kaydıyla, sosyalizm için değişik görüşlerin örgütlenip kendini ifade edebileceği bir temsili meclisi siyasetin merkezine yerleştirmektir. Bu durum Partiyi de “tek parti” olmanın kendi içinde yarattığı siyasi-teorik cendereden kurtaracak, görüş farklılıkları aynı parti içinde kalmayı imkânsız kıldığı noktada ilgili muhalifler kendi örgütlerini kurabilecektir. Bu önerme karşısında “Nasıl yani? Bolşevik Parti bölünse miydi?” türünden bir tepki gündeme gelebilir; ama bu tepki anlamlı değildir; zira 1924 – 1937 arasında SSCB’de “tek parti” görüntüsü altında zaten 2 veya 3 “parti” mevcuttu. Gerek Troçki ve Zinovyev’in sol ekibi, gerekse Buharin ve Rikov’un sağ muhalefeti, ülkenin dört bir yanındaki örgütlerde kendi binlerce yandaşına sahipti ve gene bu yandaşları (kapalı biçimde de olsa) tek merkezden idare ediyorlardı.
Ülke içindeki siyasal yaşamın tek parti içine hapsedilmesinin en trajik sonucu
1937 tasfiyelerinde ortaya çıkan komplolardır. Bu komploların gerçekliğine “SSCB’de Siyasi Tasfiyeler (1937-1939):Yeni Bilgiler, Farklı Bir Bakış” yazımızda yeterince değinmiştik. Ancak bu komploları oluşturan mantık ve maddi zemin, yukarıda belirttiğimiz görüşlerin ışığında daha da netleşmektedir: Parti içinde azınlığa düşen, dolayısıyla partinin kontrolündeki basında kendi görüşlerini ve kimliğini ifade edemeyen, kendi görüşleri doğrultusunda kitlelerde bir etki yaratma olanaklarından yoksun olan, gerçek anlamda meşru zeminde “muhalefet yapma” olanaklarından mahrum kılınan (ama bunu da yapmaya kararlı !) bir ekibin siyasal yapıyı etkilemek için elinde kalan tek yöntem gayrı meşru kombinasyonlar, yani komplodan başka bir şey olamaz. Bu muhalefetin aklına gelebilecek tek çıkış noktası, aşırı merkezileşmiş devlet yapısında tüm yetkiyi elinde tutan 15 kişilik Politbüro’da en net düşmanlardan kurtulmaktır; bu doğrultuda da ellerinde tek araç siyasal krizi körükleyen askeri darbe, sabotaj, suikast dahil tüm yöntemlerdir; ve bu da liderlerin kişiliklerinden bağımsızdır. Bu olgunun ışığında “Troçki’nin idealistliği”, “Stalin’in şeytanlığı”, “Buharin’in masumiyeti”, “Zinovyev’in trajedisi” gibi aptalca ve bıktırıcı yorumlara son verip, mevcut yapıyı bir bütün olarak sorgulamak, takınılacak tek doğru Marksist tutumdur.
Önümüzdeki Yazı: Sosyalizmde Kitle Örgütleri, Parti kimliği ve Komünist Yeni İnsan
KAYNAKLAR:
-
“La Nomenklatura”, M.Voslensky, Editions Belfond, 1980, s.283
-
“Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, G.Furr, Yazılama Yayınları, 2012, s.231
-
“The Road to Terror”, ”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, s.182; ve “Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, G.Furr, s.212
-
“Komünist Manifesto”, K.Marx ve F.Engels, Sol Yayınları, 2018, s.131