Sinan Dervişoğlu
BİRİNCİ BÖLÜM: MERKEZİ İKTİDAR SORUNU
GİRİŞ:
SORULAR, SORULAR….
Geçmiş yazılarımızda (bkz. Sinan Dervişoğlu,“Gorbaçov ve Çöküşün Anatomisi”) sosyalizmin mezarını kazan “unsur”un bizzat devrimi yapıp sosyalizmi kuran “Parti”nin içinden çıktığını netleştirdikten sonra, bu yazımızda ele alacağımız “sosyalist toplumda partinin yeri” meselesinde konuyu açmak, hatta “deşmek” üzere bazı sorular soralım ve birkaç basit tespitle yazımıza başlayalım:
-
Kapitalist toplumdaki ideolojik aldatmacalar ve yalanlar dünyasında “bilimsel ve devrimci bir bilinci ve teoriyi emekçilere taşımak” gibi anlamlı, hayati, ve kutsal bir işleve sahip olan Partinin bu temel fonksiyonu, sosyalist toplumda hala asli bir varoluş sebebi olabilir mi? Marksist-Leninist teori, herkesin erişimine açıktır ve sadece ilkokuldan itibaren eğitim müfredatında değil, Piyoner ve Komsomol kamplarında, sendika ve kitle örgütü eğitimlerinde, sanat festivallerinde, radyo ve televizyonda insanlara aktarılmaktadır. O zaman ayrı bir örgüt olarak Parti’nin işlevi nedir?
-
Ülkeyi yönetmek? Başlarda devleti dizayn eden ve inşa eden unsurun Parti olduğu doğrudur. Ancak sosyalist bir düzeni oturtmuş ve işleten bir devlet mekanizması var iken, siyasi kararları almak için Sovyet’e seçilmiş emekçi milletvekillerimiz, hükümet işlerini yürütmek için sosyalizmde yetişmiş uzmanlarımız, ekonomistlerimiz, teknik elemanlarımız, ülkeyi savunmak için iç savaşta pişmiş bir Kızıl Ordu’muz, güvenliği sağlamak için kendini ispat etmiş bir istihbarat teşkilatımız varken, Parti ne iş yapar?
-
“Parti toplumun ve devletin öncüsüdür”. SSCB ve Halk Demokrasilerinin anayasalarında bu “öncü” konum yasayla garanti altına alınmıştır. “Topluma öncülük”ü bir kenara koyup asıl sorunlu ifade olan “devlete öncülük”ü ele alalım: “Öncülük” kavramına aşina her komünist bu cümleyi biraz sorguladığında bu ifadenin anlamsızlığını fark edecektir: “Öncü” demek, bilenin bilmeyene, yapabilenin yapamayana yol göstermesi, öne çıkarak neyin nasıl yapılacağını aktarması ve onları harekete geçirmesi demektir. O zaman Parti, devlete nasıl “öncülük” eder? Sosyalist bir yönetim mekanizmasının kurulup düzgün işlemeye başlamasından sonra Partinin bu devlet cihazına “öncülük” etmesinin anlamı nedir? Mensuplarının çoğu kendi üyesi olan, bu anlamda (en azından başlarda) komünizme inanan ve mecliste, hükümette, sanayide, tarımda, yerel yönetimlerde sorumlu olduğu görevleri profesyonelce yerine getiren kadrolar neyi “bilmemektedir” ve Parti neyi “daha iyi bilmektedir” ki onlara “öncülük” etsin? Partinin merkezi olarak toplumsal yaşamın değişik alanlarına ilişkin (ekonomi, siyaset, sanat..vs) perspektifler geliştirmesi ve bunlara yönelik genel politikalar üretmesi gerekli ve anlamlıdır. Ancak bölgesel planda (ki deformasyonun başladığı kademe burasıdır !) Parti İl sekreterinin, seçimle gelmiş (ve muhtemelen o da Parti üyesi olan) İl Sovyet Başkanına “şu işi öyle değil de şöyle yapacaksın, çünkü ben Partiyim ve öncüyüm” demesinin, en azından (Anayasa dolayısıyla) “fiilen” böyle bir yetkiye sahip olmasının mantığı nedir, sonuçları nelerdir?
-
Herkes toplumda tanımlı görevini yerine getirirken, toplumda bir ideolojik merkez olmanın ötesinde her idari kademenin üstünde bilfiil idari otorite sahibi bir parti aygıtı ne iş yapar? Beria’nın (Marksizme uzaklığı ne olursa olsun) zekice tespit ettiği gibi “sorumluluğu olmayan yetkili” olan Parti aygıtının pratikte yaptığı yegâne şey “gücü ve iktidarı dizayn etmek ve korumak”tır. Atamalar, kadro seçimi, idari düzenlemeler bu doğrultuda yapılır; ancak bu adımlar halkın bilgi, eleştiri ve onayından uzak tutulduğu sürece sadece yerel otorite sahibi ekibin gücünü pekiştirmeye ve süreklileştirmeye yarar. O zaman Beria’nın “partide sadece bol miktarda entrika ve kumpas yapılıyor; bütün siyasi ihanetlerin Partiden çıkması tesadüf değil” tespiti tümüyle yanlış mıdır?
-
Sosyalist toplumda Partinin idari yetkilerini sürdürmesinin sakıncaları buysa, o zaman sosyalizmde Partinin işlevi ne olmalıdır? Dahası, devrimi yapıp devleti kuran unsur olarak Partinin, sahip olduğu idari yetkilerden vazgeçerek farklı bir konuma çekilmesi mümkün müdür? Bütün bu soruları cevaplayacak ve geçmişin (ve bugünün) deneyimlerini içerecek yeni bir Sosyalist Örgüt Teorisi’nin ana hatları neler olmalıdır?
SORUNUN ORTAYA KONUŞU: MERKEZİ İKTİDARIN GEREKLİLİĞİ
Bu noktada, temel önemde olduğunu düşündüğümüz bir sorunu ortaya koyarken tam olarak neye karşı olduğumuzu aktarmadan önce, meselenin net anlaşılması için “neye karşı olmadığımızı” ortaya koyalım. Yanlışlık dediğimiz şey, sosyalistlerin “iktidar olması” ve “devlet kurması” değildir. SSCB’nin yıkılışından sonra uluslararası sol camiada “iktidardan kaçma”, “devlet olmadan sosyalizmi “kurma” yönünde gelişen bir eğilim vardır. Aşırı merkezileşmiş ve hantallaşmış Sovyet devletinin krizi ve çöküşü, kimi sosyalistlerde (boşanma sonrası evliliğe (ya da karşı cinse) lanet eden tavırlar misali !) “iktidar fikrini lanetleme” yönünde eğilimler ortaya çıkarmıştır. Bunların en somutu Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) ve lideri Subcommandante Marcos’un görüşleridir; bunların teorik arka planında da Negri ve Deleuze’ün “hegemonya mücadelesi” yönündeki görüşleri yer almaktadır. Meksika’nın güneyindeki Chiapas eyaletinde yerli halkın haklarını başarılı bir mücadele ile yürütüp dünyanın gündemine getiren ve haklı bir sempati toplayan Zapatistalar, öte yandan Meksika bütünündeki sol güçlerin gerek seçimlere yönelik, gerekse seçim dışı ortak iktidar mücadelesi girişimlerine bilinçli olarak sırt çevirmiş; “iktidar fikri bizi ilgilendirmez” mantığıyla bunların dışında kalmıştır.
SSCB ve Halk Demokrasilerinin yıkılışından sonra, merkezi iktidarı ele geçirmenin “sosyalizmin tek kazanımı” olmaması gerektiği, sosyalistlerin bunun dışında da, hem toplum, hem de üretimin organizasyonu seviyesinde de yeni kurumlar, ve gücünü merkezi iktidardan almayan kalıcı paralel mevziler yaratma gerekliliği açıkça ortaya çıkmıştır. Bu, üzerinde derinleşilmesi gereken bir konudur. Ancak bu gerçek, merkezi iktidarı ele geçirmenin önemsiz olduğu anlamına gelmez.
Günümüzün sıra dışı çıkışlarıyla dikkat çeken radikal düşünürü Slavoy Zizek sol içinde ortaya çıkan birçok sözde “yenilikçi” (pratikte teslimiyetçi) yaklaşımı başarılı bir şekilde çürüttüğü “In Defense of Lost Causes” (Yitik Davaları Savunmak) adlı eserinde, bu “merkezi iktidar sorununu” da ele almaktadır. Kimi çıkışlarının biraz “şov” niteliği taşıdığını düşünmekle ve bazı görüşlerine katılmamakla birlikte Zizek, bu yararlı çalışmasında bugün birçoklarının “demode” gördüğü kavramlara, “proletarya diktatörlüğü, sosyalist devlet terörü, devrimci mücadelede şiddet kullanımı, sert disiplin, fedakârlık ve adanmışlık” kavramlarına sahip çıkmakta, bunlara dudak bükenleri yerden yere çalmaktadır. Merkezi iktidar konusunda ise, (kendine rakip gördüğü Negri’yi eleştirirken ) şunları söylemektedir:
“.. Çağdaş solda bir korkunun hayaleti dolaşmaktadır: Devlet iktidarını direkt olarak üstlenme korkusu. Bırakalım devlet iktidarını ele geçirme, ona karşı savaşmakta ısrar edenler dahi “eski paradigma”ya takılı kalmakla suçlanıyorlar. [bu suçlamayı yapanlara göre – SD] yapılması gereken devlet iktidarına onun etki alanından kendini çekerek ve onu kontrolü dışında yeni alanlar yaratarak direnmektir. Çağdaş akademik solun bu dogması en mükemmel biçimiyle Negri’nin “Elveda Bay Sosyalizm” adlı kitabında özetlenmiştir….. Kendini yenilemek için Sol, göçebe vari bir direniş (nomadic resistance) pratiğine girmeli, hegemonya teorisini takip etmeli ve Negri ve Deleuze okumalıdır !” (1)
(Slavoj Zizek)
Halbuki, Zizek’in haklı olarak belirttiği gibi, sivil mücadeleler ile devlet iktidar hedefi arasında sıkı bir bağ vardır:
“…Bugün gay hakları, insan hakları vs hareketlerinin hepsi devlet aygıtlarına dayanmaktadır. Devlet aygıtları sadece onların taleplerinin yegâne muhatabı olmakla kalmamakta, aynı zamanda istikrarlı bir sivil yaşam için bu faaliyetlere bir çerçeve sunmaktadır.” (2)
Başka bir deyişle, ne kadar “radikal” olursa olsun, tüm sivil mücadelelere “düzenin bekasını garanti etme” güdüsüyle çerçeve çizen, onların düzenin yıkımına yol açmamasını temin eden merkezi devlet iktidarıdır; ve o iktidar değişmedikçe, düzenin temellerinin değişmesi, en kitlesel sivil hareketle dahi mümkün değildir. Öte yandan, münferit sivil mücadelelerin hepsinde başarının ölçütü, devlet aygıtında şu ya da bu ölçüde gerçekleşen bir değişimdir (yeni kanunlar, yeni işleyişler, ya da yeni atamalar). Temel sosyo-ekonomik sistemin değişimi ise, bu aygıtın topyekun değiştirilmesi ile mümkündür.
Devlet iktidarından kaçma” eğilimlerini ise Zizek şöyle alaya almaktadır:
“..”Hayır, sakın devlet iktidarını ele geçirmeyin, sadece kendinizi devletten geri çekin, devletin tüm kanunlarını olduğu gibi yerinde bırakın” yaklaşımı, onu benimseyen herkesi Zapatista hareketindeki Subcomandante Marcos’un yeni bir versiyonuna çevirir. Bugün solda birçokları haklı olarak kendisini “Subkomedyen Marcos” olarak adlandırıyorlar” (3)
Devrimci bir mücadeleyi yönetmiş olan Marcos’a “Subkomedyen” nitelemesi, fazla acı bir alay ve amacını aşan bir ifade gibi değerlendirilebilir; ancak iktidardan her ne pahasına kaçmanın da siyasi mücadelede bir “komedi” olduğu ortadadır.
(Marcos)
DEVLET İKTİDARI NİYE GEREKLİ?
Birçok okuyucunun “cevabı zaten biliyoruz” dediği bu soruyu burada bir kez daha sormamızın sebebi, uluslararası sol camiada (Negri dışında da gelişen) yeni birtakım umut ve beklentilerin temelsizliğini ortaya koymaktır.
Bir yanda, dünyada Endüstri 4.0 v diğer radikal teknolojik değişimler sonucu, tüm insanlık için bolluğun mümkün hale geldiği, bunu komünist sınıfsız toplum için mükemmel bir temel sunduğu, dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistem yıkılırsa, insanlığın sosyalizm aşamasını dahi fazla yaşamadan direkt sınıfsız ve devletsiz komünist topluma geçilebileceğine ilişkin yaklaşımlar mevcuttur. Bu resme Troçkistlerin “dünya devrimi” mitosu dahil olmakta, emperyalist sistem bir bütün olarak çöktüğünde (her türlü” dış tehdit” ortadan kalkacağı için) devlete artık gerek kalmayacağı illüzyonu bu beklentilere eklemlenmektedir (ki bu da başka bir yanlıştır). “Ekonomist ve teknisist” olarak nitelendirdiğimiz bu “şipşak komünizm” senaryolarının ayrıntılı eleştirisi başka bir yazının konusudur. Biz burada konuyu sadece devlet ve iktidar bağlamında ele alacağız.
Öte yandan, özellikle Kürt Özgürlük Hareketinde ve onun önderi Abdullah Öcalan’ı etkilediğini bildiğimiz Murray Bookchin’de (4) merkezi iktidara gerek olmadan federalist-komünalist bir çözüm, her yerel topluluğun kendi kendini siyasi ve ekonomik seviyede yönetmesine dayalı senaryolar gündeme gelmektedir.
(Murray Bookchin)
Marx, Engels ve Lenin, sosyalistlerin kuracağı devlet iktidarının temel varlık sebebini esas olarak “devrimde yenilmiş sömürücü sınıfların direnişini kırmak ve karşı-devrimi engellemek” olarak tanımlamış, hatta (bu tanım dolayısıyla) bu sürecin kısa süreceğini varsaymışlardır. Devrim bir veya birkaç ülkede gerçekleştiğinde ise “emperyalizmin müdahalelerine karşı devrimi savunmak” sosyalist devlet iktidarının var oluş gerekçelerine eklenmiştir. Ancak bu tanım, günümüzde, sosyalist bir iktidar ve devlet cihazının varlık sebeplerinden sadece biridir ve “buz dağının görünen yüzü”dür.
Meseleyi tüm çıplaklığıyla ortaya koymak için, emperyalizmin bir sistem olarak çöktüğü, tüm dünyada emperyalizmin global kurumlarının, siyasi, ekonomik, askeri ve istihbarat cihazlarının (NATO, ABD ordusu, IMF, Dünya Bankası, CIA, MI6, Mossad, CNN, Fox TV….vs) toptan yıkıldığı ve binalarının birer “Utanç Müzesi”ne çevrildiği ideal bir “0” anını milat alalım. Bu resme tüm dünya çapında aynı anda, ya da kısa bir zamanda zincirleme olarak erişmenin hayal olduğuna inanıyoruz; ancak tartışmak istediğimiz bu değildir. Bu resmi başlangıç noktası olarak alalım ve böyle bir resimde dahi “devletin hemen eriyip gereksiz hale geleceği” beklentisinin temelsizliğini ortaya koyalım.
İktidarı ve gücü kaybetmiş sömürücü sınıfların yeni bir kalkışmasını, bir “karşı-devrim”i engellemenin ötesinde, en temel sorun insanlık tarihinde sömürüye dayalı toplumların 6000 yıllık mirasının insanlarda sürecek olan etkileridir. Emperyalizmin yıkılmasını mümkün kılan bir irade ortaya çıkmış olsa dahi, emeğe, otoriteye, kadına, toplumsal yaşama ve doğaya karşı sömürücü sınıfların bu 6000 yıllık uğursuz mirasının insanlarda yol açtığı deformasyonların 8 milyar insanda kısa zamanda kaybolacağını düşünmek açıkça hayaldir. Dayanışma yerine bireycilik, yaratıcı üretim yerine tüketim kültürü, toplumsal yaşama katılım yerine adam sendecilik, olayları sorgulama yerine otoriteye tapınma, doğayla birlikte ortak yaşam kültürü yerine doğaya kayıtsızlık ve saygısızlık, kadının özgürlüğüne destek olmak yerine ataerkillik, bu deformasyonların en somut örnekleridir; ve bu tavırların pratikte yansımaları ve uzantıları engellenmediği takdirde değil toplumun gelişmesine, bizzat toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğine ciddi sekte vurmaları kaçınılmazdır. “Bunlarla savaşmak için devlete gerek yok; toplum bunları kendisi özümseyemez mi?” sorusu gündeme gelebilir. Bu basit bir hesap, daha doğrusu (klasik söylemimizle)“niceliğin niteliğe dönüşmesi” meselesidir. Dünyada her 10 fertten sadece biri (toplumun %10’u) bu çarpıklıklara sahip olsa (ki bu iyimserliğin ötesinde bir hayaldir) kalan 9 “mükemmel” kişi o tek “problemli” kişiyi kendi aralarında özümseyebilir. Ancak emperyalizmin çöktüğü o ideal “0” anından hemen sonra toplumun en az %30, %40’ında dahi bu deformasyonların en az birinin şu ya da bu ölçüde sürmesi (ki bu nispeten daha gerçekçidir), bunların toplumsal gelişmeye zarar vermesini, toplumda sürekli ve yıpratıcı bir iç çatışmaya dönüşmesini önlemek hedefi, herkesin üstünde tanımlı ve toplum adına hareket eden bir otoriteyi zorunlu kılar. Bu da iktidar ve devlettir.
FEDERALİZMİN ÇIKMAZI
Ancak sosyalist bir devleti zorunlu kılan diğer faktör, zararlı eğilimleri durdurma ve baskının ötesinde, şimdiye kadar pek dile gelmemiş, ama belki bundan da önemli ikinci bir olgudur: Bu da kapitalizmin doğasının temel özelliği olan “eşitsiz gelişme” olgusunu ortadan kaldırmaktır. Bir toplumda değişik bölgelerde yaşayan insanların, ya da dünyada değişik halkların, ülkedeki ve dünyadaki kaynakların meyvelerinden dengeli bir şekilde yararlanması için regüle edici bir merkezi otorite şarttır; ve bu zorunluluğu görmezden gelme, M.Bookchin başta olmak üzere “federalist-komünalist” yaklaşımların temel zaafı ve körlüğüdür.
Merkezi bir iktidar otoritesi olmayan bir yapıyı ele alalım. Her bölgede üretilen zenginliğin yönetimi o bölgenin konseyine bırakılırsa (örneğin İstanbul’un zenginliğini İstanbul konseyi, Yozgat ve Çorum’un “zenginliği’ni de bu bölgenin konseyi yönetirse) bu durum bölgeler ve halk kesimleri arasında uçurumun büyümesinde başka bir sonuç vermez. Hiçbir yerel merci, toplumun tümünü temsil eden biri üst otoritenin zorlaması olamadan elindekilerden “otomatikman” vazgeçmez ve bunun sonucu, yıllar önce Yugoslavya’da denenen ”öz yönetimci-federalist” modelde olduğu gibi (zenginleşen Hırvatistan ve Slovenya, fakirleşen Makedonya ve Bosna) ülkeyi (iç savaş dahil) trajik bir yıkıma götürür. Sosyalist Yugoslavya’da, sözde “bürokratik-Stalinist model”den kaçınma adına, cumhuriyetler arası zenginlik transferi merkezin yetkisine değil, her cumhuriyetin “özgür iradesine” bırakılmış, sonuçta belirli bir noktada kimi gerekçelerle zengin cumhuriyetler bu transferi sekteye uğratınca (diğer faktörlerle birlikte) parçalanma ve yıkım kaçınılmaz olmuştur.
Aynı zorunluluk, yukarıdaki “0” noktasında dünyadaki değişik halklar arasındaki ilişki için de geçerlidir. Danimarka ve Nijerya’nın dünyanın kaynaklarından aynı oranda faydalanacağı bir noktaya varmak için, (dünyadaki kaynakların sınırlılığı göz önüne alınırsa) demiri tersten bükmek, muslukları Nijerya’ya (ve diğer sefalet bölgelerine) yöneltmek, Batı’da ise 100 yıldır süren tüketim çılgınlığına fren koyarak buradaki halkların artık “daha az” tüketmelerini (daha az et, daha az metal, daha az petrol ürünleri..) sağlamak şarttır. Bunun ise herhangi bir noktada itirazsız, muhalefetsiz, tepkisiz gerçekleşmesi (devralınan insan malzemesi gereği) mümkün değildir ve bu tarz bir sürecin yönetilmesi gene toplum adına örgütlü bir üst otoriteyi zorunlu kılar.
Komünistlerin tarihsel misyonu, sınıf farklılıkları ile birlikte devleti de ortadan kaldırmak, Engels’in deyimiyle onu “karasaban ve çıkrıkla birlikte diğer antika aletlerin müzesine terk etmek”tir. Bu doğrultuda yerel meclisleri ve iktidarları belli bir süreç içinde güçlendirmek, ve merkezi yetkiyi (komünist değerlerin ve dengeli bir refahın gelişmesine paralel olarak) buralara planlı bir şekilde devretmek anlamlı olan tek yoldur. Ancak “devletin erimesi” konusunda gerçekçi olmayan temelsiz bir iyimserlikle yola çıkmak, tıpkı 1917 ve sonrasında olduğu gibi, hayatın dayatmaları karşısında aciz kalmaya, “hayalci iyimserliğin” yerini “kötümser bir gerçekçiliğin” almasına ve devlet mantığına teslim olmaya götürür. Devleti eritmek, komünistlerin tarihsel misyonudur; ancak bu doğrultuda ne bugün, ne de yakın gelecekte devlet kurmak görevinden kaçamayız. Marksizm bize özgürlüğün, ancak zorunluluğun bilincine varmakla mümkün olacağını söyler. “Devlet” olgusundan özgür ve azat olmak, ondan kurtulmak istiyorsak, bizlere düşen bu olguyu, yani devleti gerekli kılan tüm unsurları, olguları ve dinamikleri net ve ayrıntılı bir şekilde görmek ve bunların bilincine varmaktır. Bizlere düşen, siyasal ve sosyal zorunlulukları iyi tespit etmek, onları göz önüne almak, ve tüm gerçekleri göz önüne aldıktan sonra devletin erimesi görevini düşünmek ve planlamaktır.
DEVLETLE BÜTÜNLEŞMEK NE DEMEK?
Devrim sonrası sosyalizmde devletin gerekliliğini ortaya koyduktan, (ve Parti kavramını da mücadelenin merkezine koyduğumuzu hatırladıktan) sonra, bu ikisi arasındaki ilişkiyi önce 80 yıllık sosyalist iktidar pratiklerindeki olumsuz biçimiyle ele alalım ve önce “yanlış”ı tanımlayalım. Devlet-Parti bütünleşmesinden neyi kastediyoruz?
Sosyalist bir toplumda, devrime önderlik eden siyasi öznenin (Parti, Halk Kurtuluş Cephesi, Blok..vs, biz buna kısaca geniş anlamda “Parti” diyelim) toplumda ideolojik ve siyasi belirleyici bir güç olması kaçınılmaz olduğu kadar gereklidir de. Sorun, bu etkinin pratikte işleyiş mekanizmalarını doğru tanımlamaktır.
Partinin görevi merkezi planda teoriyi geliştirmek, topluma perspektif sunmak, devletin izlemesi gereken çizginin (dış politika, kalkınma, tarım, savunma, kültürel yaşam..) ana hatlarını çizmek, devlet-hükümet cihazı içinde görev yapacak kadroları yetiştirmek ve bunlara hedef sunmaktır. Alt kademelere ve tabana doğru indikçe ise, komünizm doğrultusundaki toplumsal gelişmenin görevlerini (hem devlet içi, hem devlet dışı) en iyi şekilde yerine getirmek, örnek olmak, ve parti dışı kitleyi bu hedeflerin başarısı için seferber etmektir. Ancak teorik planda net ve herkesin mutabık olduğu bu işleyiş, pratikte bambaşka bir noktaya evrilmiştir.
Pratikte Parti, günlük devlet işlerinin fiili yöneticisi, hatta yürütücüsüne dönüşmüş, (komünistlerin uzun vadede ortadan kaldırmayı planladığı bir “zorunlu kötülük” olan) devlet ve onun mantığı, bir lavabo deliğinin suyu içine çekmesi gibi Partiyi içine çekmiş ve yutmuş, Parti “devletleşmiş”tir.
Bu konuyu 2 aşamada ele alacağız: Birincisi, içeriden bir bakışla Sovyet ve Doğu Avrupa pratiğinde bu olgunun hangi aşamada ve niçin bir “sorun” olarak nasıl algılandığını, bu “sorun”un bu pratik içinde nasıl tanımlandığını, bu konudaki tartışmaları, bu alandaki gelgitleri, ileri ve geri adımları ortaya koymaya çalışacağız. İkinci aşamada ise, dışarıdan ve daha genel bir bakışla, bu pratiğin bizzat kendisini bir bütün olarak analiz etmeye ve “sorun”u daha bütünsel bir biçimde tanımlamaya çalışacağız.
Birinci aşamadaki değerlendirmeyi 2 kısımda ele almak mümkündür: Önce devletin, toplumun ve ekonominin kurumlarının oluşma sürecinde olduğu “kuruluş” dönemi, sonra ise kurumların oturduğu bir toplumda partinin konumu. Devrim ve İç Savaş sonrasında, sadece ortaya çıkan kargaşa dolayısıyla değil, esas olarak eski devlet cihazı parçalandığı için yeni bir devlet cihazı, yeni bir hükümet, ordu, güvenlik ve ekonomik yönetim yapısı kurmak gibi muazzam bir görev ortaya çıkmış, bu görevin icrası ve yönetimi doğal olarak Devrim’in zaferini sağlayan kurum olarak Parti’ye düşmüştür. 1917’den aşağı yukarı 1934’e (1.Beş Yıllık Planın sonuna) kadar uzanan bu dönemde Parti, bakanlıkların, bilimsel araştırma kurumlarının, ordunun, iç güvenlik örgütünün, sanayi üretiminin, tarımın, dış ticaretin, dış politikanın, kısaca siyasal ve toplumsal yaşamın hemen hemen tüm alanlarında alternatif bir sosyalist yapı kurma görevini, yeni devleti ve toplumsal işleyişi “formatlama” vazifesini bizzat üstlenmiş ve tamamlamıştır. Bu dönem boyunca, örneğin “ekonomiyi partinin yönetmesi” konusunda eleştiri yapmanın anlamı yoktur; zira ekonominin ne olacağı, nasıl örgütleneceği konusu hala netlikten uzak ve sürmekte olan keskin bir Parti içi siyasi tartışmanın konusuydu. Buharin’in “NEP’i sürdürerek kaplumbağa hızıyla sanayileşme” yaklaşımı ile Troçki ve Zinovyev’in umutları “Dünya Devrimi’ne yöneltme” politikaları arasında Stalin’in “kendi öz kaynakları ile sanayileşme” çözümü o dönemin en hayati siyasi tartışmasıydı ve Stalin’in çözümünü benimseyen Partinin, tüm örgütleri ve üyeleriyle bu çözümü hayat geçirmek için kollarını sıvaması, sanayi ve tarım üretimini bu temelde örgütlemeye bizzat girişmesi kaçınılmaz ve doğruydu. Bir yandan sosyal ve siyasi bir tehlike olan kulak direnişinin kırılması, öte yandan kırsal kesimdeki milyonlarca köylünün kolektifleştirme yönünde ikna edilmesi (şehirlerdeki 150.000 bilinçli sanayi işçisinin bu hedefle kırsal kesime yollanması) Partinin ve partililerin tüm güçleriyle angaje oldukları devasa bir kampanyaydı ve bizzat partinin toplumdaki örgütlü gücü sayesinde başarıya ulaştı.
Ancak 1934’de 1.Beş Yıllık Plan başarıyla tamamlanıp sosyalizmin zaferi Partinin 17. (meşhur “Galipler” diye anılan) kongresinde ilan edilince ve o güne kadar dünyanın gördüğü en demokratik ve emek yanlısı anayasası olan SSCB anayasası 1936’da referandumla kabul edilince, Sovyet toplumu hayatın her alanında işlevi netleşmiş ve başarısını ispat etmiş kurumlara kavuştu. Bakanlıklar, sanayi işletmeleri, kolektif çiftlikler, askeri birlikler, emniyet teşkilatı, bilim akademileri, kültürel kurumlar, gençlik ve kadın örgütleri, sendikalar, hepsi (içinde partililerin de olduğu, ancak partisizlerin de çalışmalarına dürüstçe ve sempatiyle katıldığı), sosyalizmin değerleri üzerine kurulan ve bunları yaşatan kurumlar olarak Sovyet toplumunun yaşantısını belirler hale geldi. Bu noktadan sonra Partinin toplumdaki konumu ve işlevi tartışma konusu haline geldi.
Sonraki bölüm: Bolşevik Partisinde Bitmeyen Kavga
KAYNAKÇA:
-
“In Defense of Lost Causes”, Slavoj Zizek, Verso Publishing, 2009, s.339
-
A.G.E. s.371
-
A.G.E. s.427
-
“Geleceğin Devrimi”, Murray Bookchin, Dipnot Yayınları, 2015
parti ve devlet araçtır… bu araçlar en sonunda yok olmaya mahkumdur…işlevleri görevleri bittiği zaman tarihin çöplüğüne gideceklerdir… tıpkı sınıfların tarihi sonlandığı gibi… devrimi sadece parti yapmaz… devrimi çoğunluk yapmaz… devrimi çoğunlukların oluşturduğu birlik ve beraberlikler yapar… toplumun içinde var olan çoğunluklar iktidarı aldıklarında eski devleti yerle bir ederler, eski devleti kazıyıp, yerine yeni devleti kurarlar… yeni devlet de yeni örgütlenmeyi kurarlar…. yeni devlet, geçici devlettir…o yüzden yeni devlet de eski sistemde olduğu gibi parti veya partiler yoktur… parti ve partiler devrim sonrası yeni toplumda yer almazlar… eski sistemdeki mücadele ve yöntemleri, devrim ile sona ermiştir… yeni sistemde yerellerden örgütlenerek gelen geniş kolektif temsilciler, meslek gruplarından örgütlenmiş gelen geniş kolektif temsilciler, çeşitli alanlardan örgütlenerek gelen geniş kolektif temsilciler devlet de oluşturacakları geniş temsilcilerin meclisleri yer alır… hukuk alanında uzmanlaşmış örgütlü seçili kolektif temsilcilerin oluşturacağı hukuksal program topluma sunulur… toplumun ortak çoğunluklar oylaması ile yeni hukuk sistemi oluşturulur… insan doğa- insan insan ve insan merkezli bir toplum oluşturulur… toplumun meclisi, toplumun devleti… toplumu ileriye taşıyan bir devlet… demokratik, özgürlükçü, eşit bir devlet… devletin temel ana görevi toplumu komünist topluma taşımadır… görevini tamamladıktan sonra sönümler…
Daha yazıldığı anda iflas etmiş neo-Stalinist yaklaşımdır bu.