Sinan Dervişoğlu
Son yıllarda televizyonlarda devlet destek destekli Osmanlı dizilerinin alıp yürüdüğü gözlenmektedir: “Diriliş: Ertuğrul”, “Tozkoparan”..vs gibi diziler geçmişte düşük bütçeyle çevrilip yaptıkları amatör hatalarla genel mizah konusu olan “Malkoçoğlu” ve “Karaoğlan” gibi filmlerin aksine devasa bütçelerle çekilmekte, ancak yorum seviyesinde aynı ilkelliği sürdürmekle kalmamakta, o eski filmlerdeki naiflikten ve “sevgi, alicenaplık” gibi pozitif hislerden zerre kadar iz kalmadığı için saldırgan, düşmanlık dolu ve ve insan ruhunu tahrip edici yönü daha da göze batar hale gelmektedir. Sosyal medyada şahit olunan ve bu filmleri “fes ve kılıç kuşanıp” seyreden zihin özürlü bir kitle, ise ülkemizde ruh sağlığının geldiği nokta konusunda endişe verici bir seviyeye işaret etmektedir.
Böylesine popüler olan ve siyasi bir malzeme halini alan Osmanlı mirasının, 1960-1990 arası egemen sınıfların “Atatürkçülüğü” gibi, herkesin kendine göre soyduğu bir tür “iyi muz” haline geldiğine her geçen gün şahit oluyoruz. Bu mirasın 80 yıldır Sağ’ın (islamcıların ve milliyetçilerin) ideolojik cephaneliğinin neredeyse bir “demirbaşı” haline gelmesi kanımızca bilgisizliğin ve hamasetin örttüğü devasa bir tutarsızlıktır ve her açıdan tarihsel bilgilere ve mantığa aykırıdır. Yazımızda kısaca bu tutarsızlığı sergilemeye çalışacağız.
ÜLKÜCÜLERİN OSMANLIYA SAHİP ÇIKMASI:
AKLA ZARAR BİR ÇELİŞKİ
Önce milliyetçilerden başlayalım. Osmanlıya “Türk” ve Türkçü” bir bakışla sahip çıkmak, güzel ve doğru olan herşeyi “Türk”e ve “Türklük”e indirgeyen bir mantık için Osmanlı’yı yüceltmek büyük ölçüde anlamsızdır ve iler tutar tarafı yoktur. Ancak bunu tartışmadan önce, başka bir yanlışla karıştırılmamak için, diğer uçtaki başka bir yanlış ile aramıza mesafe koymamızda yarar var. Bir zamanlar “Padişah Anaları” adlı kitapta öne sürülen, daha önceleri de Çetin Yetkin’in “Türk Halk Hareketleri ve Devrimler” kitabında savunulan “Osmanlının Türklükle ilgisi olmadığı, aksine Türk’ü bilinçli olarak ezdiğini” belirten yaklaşım, resmi ideoloji paralelinde üretilmiş hayli mübalağalı bir tezdir. Çetin Yetkin’in kitabı, Anadolu halk hareketleri için değerli bilgiler sunmakla beraber çarpık bir paradigma üzerine oturtulmuştur: O da (neredeyse yabancı bir “etnik unsur” gibi tanıtılan) “Osmanlı’nın Anadolu’daki öz be öz Türkleri ezdiği” görüşüdür. Sorun ise gerçekte merkezde parayı, gücü, iktidarı ve kılıcı elinde tutan, ve kendine Osmanlı diyen Müslüman Türk egemenlerin, (Kürtler gibi diğer halkların yanı sıra) Anadolu’nun fakir, mazlum, emekçi Müslüman Türk köylülerini ezmesidir; dolayısıyla Anadolu halk isyânlarındaki çatışma özünde bütünüyle sınıfsaldır. Bir sınıf çatışmasını “milli çatışma” gibi gösterme kolaylığı ucuz milliyetçilik ve resmi ideoloji açısından prim yapabilir, ama insanı hiçbir yere götürmez.
Öte yandan “Padişah Anaları” adlı kitaptaki, tüm padişahların analarının gayrimüslim olmasından hareketle “Osmanlıların Türk sayılamayacağı “ tezi, Avrupa’da olsa yazarını “ırkçılık ve dışlayıcı ayrımcılık” dolayısıyla hapse attıracak olan şizofrenik bir iddiadır; ve bu kitabın ülkemizde bir zamanlar satış rekoru kırması da okur-yazar camia açısından bir utançtır. Bugün Türkiye’de (Doğu’da veya Batı’da) kendini “Türk” olarak gören kitlenin büyük çoğunluğunda 2, 3, veya 4 kuşak öncesinde Müslüman olmuş bir veya birkaç Hristiyan kadın ya da erkeğin bulunma ihtimali (onlarla 500 yıl beraber yaşamanın doğal sonucu olarak) son derece yüksektir; ancak sırf bu sebepten “o şahsın Türk sayılamayacağını” iddia etmek ucuz ve alelade ırkçılıktır. AKP’nin yobazlığına ve gericiliğine karşı mücadele adına, en az onun kadar zararlı bir ırkçılığın savunulması, resmi ideolojinin düşülmemesi gereken tuzaklarından biridir.
Osmanlı’da “Türk” bir kimlik-nitelik elbette ve kesinlikle vardır. Her ne kadar “Kayı Boyu’ndan geldikleri” ya da “1299’da kurulmaları” gibi iddiaların birer “Osmanlı resmi tarihi” tezi oldukları anlaşılmış ve reddedilmiş de olsa, beyliğin Osman Bey (gerçek adı muhtemelen Otman ya da Ataman?) etrafında toplanmış, çoğunluğu Türkmen olan savaşçılar tarafından kurulduğu bir gerçektir. Osmanlı askeri hiyerarşisi, savaş taktikleri, sarayda, özellikle egemen sülale içi ilişkiler, ve herşeyden önce, ne kadar yabancı dillerden kelime almış olursa olsun, konuşulan dilin grameri ve çekirdek kelime haznesi tartışılmaz biçimde Orta Asya Türklüğünün damgasını taşımaktadır. Ancak milliyetçiler için de sorun tam burada başlamaktadır: Devlet ve medeniyet, özünde bu niteliklere sahip olsa da İslamiyet üzerinden Arap kültürünün, sanatta da “bölgesel bir standart” olan parlak İran kültürünün, ve bu topraklarda egemenliği kendisinden devraldığımız Bizans kültürünün etkilerini ve katkılarını yok saydığımız takdirde, geriye anlamlı ve “saf Türklük” adına övülecek çok şey kalmamaktadır. Arapçanın zenginliğini, kelime ve anlam üretmedeki muazzam yeteneğini, keza muhteşem bir estetiği ve müzikalitesi olan Fars dili ve kültürünü almamış bir Osmanlı, ne o son derece zengin Divan şiiri geleneğini, ne de bizlere devrettiği o ölümsüz musikiyi yaratamazdı. Bizans etkisi için ise camilerimize; Arap ve İran camilerine hiç benzemeyen, ama Ayasofyanın ve Bizans bazilikalarının çarpıcı bir şekilde siluetini paylaşan kendi camilerimize bakmak yeterlidir. Sonuçta Osmanlı’yı kuran ve ona can veren Türk unsuru, ortasında olduğu 3 büyük kültürden (Arap, İran ve Bizans) yüksek hacimli bir “kültürel transfer” yaparak bu topraklarda özgün bir sentezi hayata geçirmiştir. Ondaki “Türk” unsurunu inkâr etmek ne kadar yanlış ise, onu sadece ve sadece “Türklüğe” indirgemek, diğer bileşenlerin katkısını inkar etmek o denli yanlış ve akıl dışıdır. Bu tavrın özü, “Türk olmayanlardan çok şey öğrendiğimizi” itiraf etmeye cesaret edemeyen, her şovenizme has olan o kompleksli yaklaşımdır. Açıktır ki, bu topraklarda yaşayan ve kendini Türk olarak gören her insan, kendindeki Arabı, Acemi ve Rumu (ve Ermeniyi, ve Kürdü !) de bilmek, görmek, ve hissetmek zorundadır. Osmanlı tarihi ve kültürü bunu gösteremezse, hiçbir şey gösteremez.
ERKEN OSMANLI:
HRİSTİYANLARLA BÜYÜYEN BİR DEVLET
İslamcı sağ kesimin Osmanlıya sahip çıkması ise, dinin Osmanlı devlet aygıtındaki tayin edici rolünü temel almaktadır. Gerçekten de Padişah ”Halife-i ruy-i zemin” ve “Zıllullah” (Allah’ın gölgesi)dir. Osmanlı’nın Batı hristiyanlığı ile 500 yıllık mücadelesi, ve Batı’da da örneğin bir Niğbolu ya da Mohaç’ın “Haçlı seferlerinin devamı” olarak algılanması, bu kimlik tespitini güçlendiren olgulardır. Ancak esas olarak sağ islamcı kesim, Osmanlının anısını laik cumhuriyet fikrine bir kontrast olarak, ve dini temel siyasi değer olarak öne çıkarma amacıyla yüceltmektedir. Ama soru gene aynıdır: Osmanlının gücü, tarihsel anlamı, yarattığı tüm değerler, bütünüyle İslamiyete indirgenebilir mi? Ayrıca o İslam ile bugünkü AKP İslamı ne ölçüde benzeşmektedir ?
Osmanlı devletinin İslami kimliğinin önemi, elbette ki reddedilemez bir olgudur; ancak devletin kuruluşundan yükselişine kadar izlediği ilginç yol bir başka faktöre işaret etmektedir: Önce Rumeli, sonra da Balkanlara yayılan Osmanlı beyliği ve devleti, esas olarak büyümek, güçlenmek ve yerleşmek için tamamiyle Hristiyan bir coğrafyayı seçmiş, ilk başlarda Müslüman Anadolu coğrafyasına sırt çevirmiştir. Müslüman ve Türk ağırlıklı Erzurum’u ve Sivas’ı fethetmeden 200 yıl önce Hristiyan ve Bulgar Sofya’yı, Varna’yı, Niğbolu’yu fethetmiş ve yerleşmiştir. Değerli Yunanlı tarihçi Yannis Kordatos, her türlü milliyetçi ön yargıdan arınmış özgün çalışmasında (bkz: “Bizans’ın Son Günleri”, Alkım yayınları, 1999) 13. Yüzyılda Batı Anadolu ve Balkanlarda Bizans’ın toprak düzeninin çöktüğünü, kırsal kesimin feodalleşme ve devletin de buna paralel olarak bir “latinleşme / katolikleşme” sürecine girdiğini, ciddi bir kaos ve boşluk duygusu içine düşen Hristiyan halk için, Osmanlıların önerdiği yeni düzenin her açıdan tercih edilebilir hale geldiğini göstermiştir: Din, ibadet, ve ticaret serbestliği, bölgede güvenliğin sağlanması, keyfi olmayan tanımlı vergiler, ve merkezi otorite. Osmanlıların Hristiyan bir coğrafyada kısa bir zamanda elde ettikleri olağanüstü yayılmanın ardında salt askeri güc ve beceri değil, aynı zamanda (belki de esas olarak) Hristiyan ahalinin sağladığı bu hayırhah desteğin olduğunu görmek yararlı olacaktır. İlk 2 yüzyıl boyunca Osmanlının seferlerine gönüllü Hristiyan savaşçıların katılıyor olması, ahalideki bu pozitif tavrın göstergelerinden yalnızca biridir. Bu olgu, büyümede izlenen ilginç rotayı da açıklamaktadır. Osmanlı Beyliği’nin sunduğu yukardaki “program”, müslüman ve Türk olan Anadolu kentleri için birşey ifade etmemektedir; zira bu, onlar için zaten verili durumdur. Öte yandan Osmanlının 600 yıl boyunca gayri müslimlere gösterdiği toleransın “Türk’ün alicenaplığı” ya da salt “İslam’ın ehl-i kitaba olan hürmeti”nin sonucu değil, esas itibariyle devletin kuruluşunun temelinde yer alan zekice bir tercihin, bir tür “kurucu politika”nın ve “zımni” anlaşmanın mantıksal devamı olduğunu da görmek zorundayız.
19. yüzyılda ağır ağır başlayan, 1914’de topyekün felakete dönüşen çatışmaların gerisine, 1300-1800 arası 500 yıla baktığımızda gördüğümüz şudur: Osmanlı tebaasının büyük bir kısmını teşkil eden gayrimüslim halklar, mutfaktan mimariye, ticaretten devlet hizmetine, musikiden tıbba kadar hayatın her alanında Osmanlının bir parçası olmuş, ona katkıda bulunmuş, onu zenginleştirmiştir. Rum yemek ve mezelerinin olmadığı bir Osmanlı mutfağı, keza büyük çoğunluğunu Rum kökenlilerin oluşturduğu “levend”lerin katkısının inkar edildiği bir Osmanlı gemiciliği, Balyan’ların yok sayıldığı bir Osmanlı mimarisi, Ermeni ve Rum hekim “paşa”larımızın, Marko Paşa ve Zoeros Paşa’nın, Hilal-ı Ahmer (Kızılay)’ın kurucusu Dikran Paşa’nın unutulduğu bir tıp tarihi, Tatyos’un, Vasilaki’nin ve Tamburi İshak (Yitzak) ın üstünün çizildiği bir Osmanlı musikisi olamaz, olmayacaktır. En güzel camilerimizden dahi bazılarının (Dolmabahçe Camii gibi) gayrimüslim mimarlar tarafından yapıldığını biliyoruz. Bu belirgin katkıların dışında, günlük hayata göz attığımızda iç içeliğin çapı çok daha fazla büyümektedir. Anadolu’daki binlerce Ermeni ve Rum zanaatkarın duvarcılık, demircilik, değirmencilik, hancılık, çiftçilik ile, binlerce Yahudinin ticaret icraatlarıyla müslüman komşuları dahil Osmanlının günlük yaşamına yüzyıllar boyunca yaptığı katkı nasıl inkar edilebilir? Daha da ileri gitmek mümkündür. Dini inançları ve ibadetleri dışında, Rumu, Türkü, Ermeniyi, Yahudiyi birbirinden neyin ayırdığını, 1800 öncesinde gerçekten bunların “ayrı birer etnik olgu” olup olmadıklarını dahi bugün ciddi olarak sorgulamak durumundayız. Bütün Tehcir ve Mübadele hikâyelerinde, mağdur olan Rum ve Ermeni ailelerin çoğunun hatıratında “evde Türkçeden başka dil konuşulmadığı” belirtilmektedir. Dram da burada başlamaktadır: Bu iç içelik Osmanlı için o kadar önemli, hayati, ve belirleyicidir ki, devlet “kendi” gayrimüslimlerini dışlamaya karar verdiği an aslında “intihar etmiş”, başka bir deyişle Osmanlı önce konsept olarak yıkılmış, onu izleyen fiili yıkım da fazla gecikmemiştir. Bu olgunun en basit, ama en veciz ifadesi ise, 1915 yılında bir Anadolu şehrinde Ermenilerin tehcirine tepki gösteren yerel bir ağanın şu içten sözleridir: “Siz deli misiniz ? Hiç gâvursuz memleket olur mu ?”
Gayrimüslimlerin katkısının, 500 yıllık emeğinin yok sayıldığı “saf müslüman” bir Osmanlı, MHP’nın “saf Türk” Osmanlısı kadar gerçek dışı ve zavallı bir hayalet olmaya mahkûmdur.
ŞOVENİZMDEN ARINMIŞ BİR OSMANLI KONSEPTİNE DOĞRU
Bu topraklardaki Türkler, 600 yıl boyunca Türk ya da müslüman olmayan milyonlarla birlikte yaşadı, onlardan öğrendi, öğretti ve ortak bir yaşam kurdu. Bir meclis kararıyla 600 yıllık bir hanedanı (haklı olarak) lağvedip tarihe gömebiliriz; ancak 600 yıllık bir yaşanmışlığı ortadan kaldırmaya kimsenin gücü yetmez. Bugünkü Türkiye, doğusunda Türk olmayan bir Müslüman alemi ile, Araplar ve İranlılarla, batısında ise eski “tebası” olan Hristiyan Balkan halklarıyla hala temas halindedir; ve emperyalizmin BOP veya “Yeni Osmanlı” türü planları ne olursa olsun, her Türkiye’li ilerici ve demokratın amacı bu halklarla dostça ve kardeşçe bir ilişkinin ve işbirliğinin temellerini atmak olmalıdır. Açıktır ki bu habis planları boşa çıkarmanın tek yolu da budur. Son 100 yıldaki çatışmaların, “katletme”, “ihanet” ve “arkadan vurma” söylemlerinin tozunu sildiğimizde, geçmişteki 500 yıllık ortak yaşanmışlığın izlerinin karşımıza çıkması kaçınılmazdır. Gerek bu izler, gerekse geçmişin önyargısız ve komplekssiz bir kavranışı, yaşanan trajedilerin “ama”sız, fakat”sız ve “önce şunu yaptınız, sonra biz de öyle yaptık” ucuzluğuna kaçmadan tüm boyutları ve taraflarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, bölgede halklar arasında kurulacak kalıcı bir kardeşliğin zorunlu temelidir ve dinsel ya da şovenist çarpıtmaların ötesinde insanlarımızın bilincine çıkarılmayı beklemektedir.
Coğrafyamızdan bir yazarı anarak bitirelim: 20 yıl önce “Balkanlarda hala bütün yollar İstanbul’a çıkar” demişti Makedonya’lı çağdaş yazar Luan Starova. Ancak ne yazık ki Türkiye uzun süredir “fili tarif edemeyen körlerin” yönetimindedir; betonlaşmanın ve rantın pençesinde kıvranan İstanbul’un ise uzun bir zamandır gözleri kör, kulakları sağırdır…