AVCILIK SPOR DEĞİL CİNAYETTİR!
Hande Sonsöz.
“Hayvanlara niçin bakarız?” sorusunun cevabını “görme biçimleri” üzerinden yanıtlayan John Berger, insan-hayvan arasındaki bakışların derinliğini ve sınırlarını “dilsizlik” diline sahip olma duygusu üzerinden anlatır. Bu bakış, insanın anlayamadığı ama o gözlerin içine baktığı zaman tanıdık gelen kendisini fark ettiği yerdir. Hayvandaki dilsizlik insanla arasına mesafe koyarken insandaki dilsizlik yalnızlığın görülmek istenmeyen tarafıdır. İnsan ve hayvanın kesiştiği yolda bu paylaşım vardır.1 Çekilmiş olan hayvan fotoğraflarını onlar için “dışarıyı gösteren geçidin anahtarı” biçiminde nitelerken bize de fotoğraf ışığının sabit haldeyken fark edemediğimiz nesneleri gösterebilme özelliğinin ve aydınlığın anahtarını vermektedir.2
Burada birtakım sorular çıkmaktadır karşımıza? İnsan, görebildiğinin yanında göremediğini nasıl algılar? Duyabilen ve düşünebilen bir varlık olan insan hiçbir araç kullanmaksızın doğaya hükmedemezken doğayla içiçe olan hayvan neden insanın girdiği alanda onun boyundurluğu altında yaşamak ya da yok edilmek zorunda kalmıştır? Gücün sınırı nerede başlayıp nerede bitmektedir?
Evcilleştirmenin bir başka deyişle sömürünün tarihi verilebilecek cevaplardan biri olmalı. Bu tarih, insan tarafından köleliğin, şiddetin, bağımlılığın resmi… Bunun temelinde bugün bizimle birlikte aynı ortamı paylaştığımız at, köpek, maymun gibi hayvanların benzer tepkiler vermesi geliyor.3 Güce hayranlığın ya da güçsüzlüğün küçümsenmesi insanın hayvan üzerinden kendi yansımasından başka bir şey değil aslında. İnsanın tür olarak kendine yabancılaşması ya da “insan olmak” fiilinin alt seviyelerden üstlere doğru çıkamaması bu güçsüzlüğün güç biçiminde ifade edilerek insanın karanlık yanını ötekine göstermek istememesiyle alakası oldukça fazla. İnsan ne kadar kendinden kaçarsa karanlığını göremez ve yüzleşemediği her şeyde ibre öteki varlığın görülmek istenmeyen yönüne doğru kayar. Eşeğin horgörülmesi sakin ve sabırlı olması insanın onu binek hayvanı olarak görmesinin dışında sürekli ezilmesi kendisinde görmek istemediği güçsüzlüğü değil de nedir?4 İlaveten, insanın bir ortamda kendisini ifade edip gücünü gösterdiği zaman “aslan gibi çocuk” denildiğinde kabarması, onun ruhundaki hangi zaafını kapatıp kendine güvenmesinin yolunu açmış oluyor acaba?
Günümüzde yaşadığımız dünyada bilgi çoğalmış, teknoloji gelişmiş, düşünce kalıpları kabuk değiştirmeye yüz tutarken hayvana bakış açısı hala ısrarla “mal” olarak görülüyor. Doğanın bir parçası ama sadece insan için yaratılan döngünün küçücük bir halkası…
İlkçağlardan beri insanın açlığında, kıtlığında ihtiyaçlarına cevap vermiş hayvanların bu ihtiyaçlar ortadan kalktıktan sonra bile kendi alanlarında rahat ve özgür olamamalarının altında yatan durum üstünlük halini doğada devam ettirmek ve efendi-köle ilişkisinde efendiliğini hayvanlar üzerinden kendine ve diğer insanlara kanıtlamaktan başka bir şey değil…
Avcılık denilen cinayet bu psikopatlığın tam merkezinde duruyor. İhalelere çıkarak ve en yüksek miktarda parayı bastırarak namluyu resmini görmediği, doğada ne işe yarar bilmediği bir canlıya çevirmek arzuları ve zevkleri tatmin olamamış kişinin intikam istediğinden başka hiçbir anlam taşımamaktadır. Buna ortak olup o ihaleleri açanlar ise insanın tarih boyunca bu fikre alıştığını zannettiği uslu insanlar olduklarını düşünüyorlar. Halbuki acının dili her türde aynıdır. Çığlık çığlığa nereden geldiği belli olmayan tek bir ses her şeyi anlatmaya yeter de artar bile…Duymak isteyene; sevgi kadar acıyı ruhunda her zaman hissedene açıktır bu ses.
Deneylerde kullanılan maymunlardan, ormanlık alandaki karacalardan, tavşanlardan, haram denilen domuzdan, kürkü için peşine düşülen tilkiden, dağ keçilerden, sirkler için anne ve yavrusu zincirlenerek zorla terbiye edilen fillerden, vaşaklardan, havada uçan kuştan, denizde yüzen balığa kadar insanın hazza dayalı ilkel içgüdüsünün harekete geçmesi devletlerin kasalarına paraları koyarken yaban hayatını yerle bir ediyor, acının sesi bize ulaştırılmak istenmeyen yerlerde yankılanmaya devam ediyor.
21.500 liraymış bir canı kalbinden vurmak; üstelik kayıt yenilemeye gerek yokmuş avcılık için. Çünkü avcılık spormuş (!) Vurulan ise sadece hayvanmış. Mesela bir keklik…Yaşamı boyunca 1 milyon keneyi yok eden ve döngüyü sağlayan keklik…Modernleştikçe beyinlerimiz mi küçülüyor, vicdanımız daha da mı köreliyor? İnsanın kendisiyle alakası olmayan yerlerdeki katletme arzusunun kaynağı nerede gizlidir ve bu katliamlar neye sebep olmaktadır? İşte yaşadığımız sonuç…İnsan insana havadan geçirdiği virüs. Yaban hayatının değil bizim eserimiz…Kendi ellerimizle yaptık bunu. İhalelere çıkardılar yeşili, katlettiler doğayı. Gökyüzünü göremez, karşıya bakamaz olduk…Sonuç mu? Yeni yerler keşfederek biraz da oraları katletmek, mülk edinmek, daha çok kazanmak, daha çok yerleşmek…
Denizlerde de durum farklı değil… Her yıl Kanada, Japonya, Danimarka sularının kan gölüne dönmüş hali yaşanan geleneksel vahşetin boyutlarını ya da “medeni” olmanın sınırlarını bir kez daha gösteriyor. Gelenekten rekabete giden yolda balinaları avlayanlar en büyük payı alıyorlar. Bize de bu anormalliği lanetlemek, kaçmak ya da çaresizce kabullenmek düşüyor.
“İlk balina avcıları bağnaz Hıristiyanlardı. Balinayı kötülük güçlerinin en çirkin cisimleşmiş biçimi olarak görürlerdi. Balinanın bacaklarının olmaması hayvanın öylesine nefret edilen yılanla bir düşünülmesine yol açmıştı. Açık ağzı kimi zaman cehennem kapısına benzetilmişti.”5 Yunuslar ise kapalı havuzlardaki sirklere kapatılıp insanın görsel malzemesi haline dönüşümünü hala yaşamakta ve yunus parklarının kapatılması bugün hayvan hakları mücadelesi konusunda ilk sıralarda yerini almaktadır.
Herman Melville’nin “Moby Dick”6 romanı, insanın-doğayla ya da şeytana karşı savaşının değil insanın kendisiyle savaşının göstergesi değil miydi?
Egzotik olmanın Avrupa’da tamamlanması avcılığı Afrika, Hindistan, Güney Amerika’ya kaydırdı. Avlanan hayvanların içleri doldurularak evlerin ve müzelerin duvar süsü haline gelmesi avcılığın adını “spor”, yaban bölgelere giderek hayvanın avlamak için peşine düşülmesinin adına “safari” verilmişti.7
Avdan sonra hayvanın boynuzlarından tutarak gülümsemek ve “benden güçlü olanı alt etmeyi başardım” egosuyla kendini büyük adam zanneden eziklerin bu halleri ya da zenginlerin açgözlü fantezileri çoğunlukla Texas’tan ithaldir. Made in USA damgasıyla ülkemize gelerek ve başka ülkelerde belirli meblağalar karşılığında avlanan ve poz verenler safarilere katılmış “vahşi medeniler” emperyalizmin her alandaki katliamını bir kez daha gün yüzüne çıkarmaktadırlar.
“Zebra 5000 dolar ceylan 3000 dolar, bizon 2500 dolar, geyik 2500 dolar, vaşak 500 dolar safarilerin fiyatlarıdır. Bu hayvanlar, hayvanlar özel çiftlikleriyle yetiştirilip sonra avcıların teleskopik tüfekleriyle öldürülmeleri için Texas kırlarına salınmaktadır.”8
Türk avcı/ Mehmet Emin Bora, Amerikan avcısıyla çok büyük “övünç” (!) kaynağı olarak gerçekleştirdiği röportajında “Amerikan avcısı bunu nasıl başarmıştır?” diye sorar ve avcıyı Türkiye’ye davet eder.
“Kuzey Amerika’da yaşayan avcı, biz Türklerden daha çok avlanıyor ve daha fazla av hayvanı vuruyor. ABD’de 13 milyon avcı, avlakta yılda 228 gün geçirmekte, 200 milyon av yolculuğuna çıkmakta ve yaklaşık yılda 20.6 milyar doları avcılık amacıyla harcamaktadır.
Amerikalı avcı avlanmak için kapsamlı planlar yapmakta ve çok fazla efor sarfetmektedir. Amerikalı bir avcının ördek avlamak için katettiği ortalama mesafe 194 km.’dir. Amerikan avcısı dünyada avcılık için en çok para harcayan avcıdır. Ortalama Amerikalı avcının yılda avcılık amaçlı harcamalarının toplamı 1.570 dolardır.
“En çok ne avını mı seviyorum? İşte bu zor bir soru. Sanırım, en çok yaban hindisi avını seviyorum. Sebebi baharın o güzel havası, avın zorluğu ve sonunda eğer vurabilirseniz avın heyecanı. Yaban hindileri bu kadar bol olmadan önce, belki inanmayacaksınız ama, sincap avı benim en sevdiğim avdı. Bu küçük hayvanları 22 kalibrelik tüfekle kafalarından vurmaya çalışmak inanılmaz heyecanlı bir avdı. Tabii sincap eti de benim en sevdiğim av eti idi.
Hayalimdeki av günü… Herhalde bu başarılı bir yaban hindisi avı sabahı olurdu. Bahar sabahının serinliğini tadını çıkarmak, güneşin doğuşunu izlemek, bir yaban hindisi düdüğüyle kuşu yakınlaştırmaya çalışmak ve en sonunda da baba hindiyi avlamak. Bu duygu moralimi günlerce yüksek tutuyor. Aylar sonra, bir şirketin personel toplantısında otururken, bir sürü insanın kendilerinin ne kadar zeki olduklarını ve parlak yönetimleri sayesinde şirketin ne kadar mükemmel çalıştığını (fakat ne yazık ki biz yazarlara maaş zammı verecek kadar mükemmel değil) dinlerken kendi kendime şöyle derim: “Ah, hepinizin canı cehenneme..!
Ben geçen bahar bir hindi avladım.”9
Aralarında Amerikan avcılarının da büyük bir “tutkuyla” katıldığı Adıyaman’da, Dersim’de, Bingöl’de Eskişehir’de geçtiğimiz günlerde katledilen/ “avlanan”, zaman zaman ihaleleri iptal edilen dağ keçileri, geyikler, ceylanlar, yaban koyunu, karacalar, bıldırcın, tavşan, keklik, ördek içinse ardı ardına ihaleler yapılmaya devam ediyor, tarihi belli olan katliamlar için avcılar o günü “iple çekiyor” (!) Ezikliğin verdiği güç gösterisi bu alanda kendini en vahşi ve acımasız haliyle gösteriyor.
İsimler, modernleşmiş ama eylemler aynı kalmış; hayvana, yabana bakış açısı asla değişmemişti.
Desmond Morris’in belirttiği gibi; “hastalık, salgın, virüs, kıtlık”ı getiren “çöl yapımcıları” “hayvan sözleşmesi”ni bir kere daha hiç sorgulanmadan bozdu.10
Bizim dışımızda varlıkları önemsemek, duyumsamak hala çok mu zor? İnsanın iç dünyasına yaptığı yolculuk empatiyi geliştirememek, sevmek, anlamak değil de nedir?
Peter Singer, “Hayvan Özgürleşmesi” kitabında türlerin eşitliğini yaşanılan acının eşitliği11 biçiminde ele alırken Tom Regan, hayvanları, bilince ve hisssetme yetisine sahip ilk kategoriye koyar. Eşitliğe hak kavramının dokunulmaz haliyle yaklaşır. Çünkü onların hakkını savunmak bir lütuf ya da nezaket değil saygıdır ve sonuç olarak insanın da ulaşmak isteyeceği direk hedef olan adalettir.12
Hayvan Refahı ile ortaya atılan temel ilkeler, beslenme, barınma, sağlık ve davranışlar çerçevesinde oluşturulurken insanın hayvanla hayvanın hayvanla olan ilişkisi gözönüne alınmıştır.
Sue Donaldson ve Will Kymlicka Zoopolis 13 adlı çalışmalarında “Hayvan Refah”ını kabul ederek üzerine bunun üzerine yeni bir ahlak anlayışı koyarlar. Hayvanlar üzerindeki sömürünün tamamen sona erdirilmesi amacıyla “hak, eşitlik, adalet” bünyesinde tanınmasını sağlayacak politik alternatif sunarlar.14
“Genişletilmiş vatandaşlık” temeli üzerine kurulan teori, “hayvanların dokunulmaz hakları” olduğu üzerinedir. Hayvan haklarının oluşturduğu negatif (işkence görmeme, deneye tabi tutulmama, mülk edinilememe, köle edilememe, hapsedilmeme, öldürülmeme) ile pozitif hakları bir araya getirmenin imkânı üzerinedir.15
Hayvan Hakları Kuramı,
“Evcilleştirilmiş hayvanlara vatandaşlık”
“Yaban hayvanlarına egemenlik”
“Liminal hayvanlara yerleşme hakkı”
başlıklarıyla hayvanların ortak paylaşım alanında eşit üye olmaları görüşünü savunurlar. Bu maddeler genel olarak açıklanırsa; yerleşme, egemen halka dahil olma, (onların çıkarları kamu yararını tayin etmede etkilidir) faillik (hayvanın çıkarlarına göre insana uzak ya da yakın durmayı seçme, kendilerini ifade etme) gibi durumlar “evcilleştirilmiş hayvanlara vatandaşlık” ilkesini kapsamaktadır. 16
“Liminal Hayvanlara Yerleşme Hakkı” da ahlaki eşitlik, otonomi, bireysel ve topluluk olarak gelişme değerleri üzerinden hak yerleşmeciliği anlamını taşımaktadır.17
“Yaban Hayvanı Egemenliği” ise hayvanlar üzerinde bilimsel araştırma adıyla öldürme, sirkler, onların alanlarının işgal edilmesi, yok edilmesi ve avcılık gibi durumları kapsamaktadır. Hayvan Hakları Kuramı, bu maddede özellikle “yaban hayatı kendi hallerine bırakma” düşüncesinin yeterli olmadığını öne sürerek “egemenlik” düşüncesiyle hareket edilmesini önemini belirtirler. Çünkü egemenlik, eşitliğe dayanan bir kavramdır ve ahlaki anlamı içermektedir. Bu anlam aynı zamanda “anti-emperyalist” bir nitelik taşımaktadır. Bu prensibe göre otonomiye saygı duymak hayvan hakları kuramının politik yönünü de oluşturmaktadır. Hayvanların alanlarının işgal edilmemesi, kolonize edilmemesi, başkaları tarafından yağmalanmaması, insana tabi kılacak müdahalelerden kaçınılması gerekmektedir. En önemlisi ise egemenlik anti-hümanist çerçevede olmalıdır.18
Kötülük, her şeyin birbirine karıştığı ve öznelleştiği modern zamanlarda sadece bir canlıya kötülük yapmak değil onun acısını bilerek ve görerek sessiz ve seyirci kalmak değil de nedir? Öyleyse bize öğretilenleri unutup dupduru bir bakış açısıyla “hayvanlara niçin bakıyoruz?” sorusunu sormanın yeniden vakti değil midir?
1 John Berger, “Hayvanlara Niçin Bakarız”, Hayvanlara Niçin Bakarız, Çev. Cevat Çapan, Delidolu Yayıncılık, s.20-25.
2 John Berger, “Bir Geçit Açmak”, a.g.e, s.13-17.
3 Sue Donaldson, Will Kymlicka, “Zoopolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı, Çev. Mine Yıldırım, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2016, s.42.
4 Desmond Morris, Hayvan-İnsan Sözleşmesi, Çev. Mehmet Harmancı, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1991, s.127.
5 Desmond Morris, a.g.e., s.51.
6 Herman Melville, Moby Dick, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Mina Urgan, YKY, İstanbul 2015.
7 Desmond Morris, a.g.e., s.64.
8 Desmond Morris, a.g.e., s.87.
9 Bora, Mehmet Emin, “Amerikan Avcısı ile Söyleşi”, www.arpacik.net, t.y, Erişim: 19.01.2021.
10 Desmond Morris, a.g.e, s. 13.
11 Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, Çev. Hayrullah Doğan, İstanbul 2005, s. 46.
12 Tom Regan, “Hayvan Hakları İçin Temel Argümanlar”, The Case of Animals Rights, 1983, Çev. Elçin Gen, Birikim, Temmuz 2015, Sayı 195.
13 Sue Donaldson, Will Kymlicka, Zoopolis, Çev. Mine Yıldırım, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2016.
14 Sue Donaldson, Will Kymlicka, a.g.e., s. 17.
15 Sue Donaldson, Will Kymlicka, a.g.e., s. 24.
16 Sue Donaldson, Will Kymlicka, a.g.e., s. 115.
17 Sue Donaldson, Will Kymlicka, a.g.e., s. 274.
18 Sue Donaldson, Will Kymlicka, a.g.e., s. 194-229.