NE YAPMALI?

NE YAPMALI?

(Bu yazı, yayına hazırlamakta olduğumuz son kitabımızın, “Oluş sorunu ve İnsanlaşma süreci”’nin “Sonuç” bölümünü oluşturmaktadır)

1902’lerin Rusya’sında Lenin’in aynı adlı eserine konu olan; bugün devrime gebe birçok ülkede olduğu gibi, mücadelenin belli bir aşamasında gündeme gelen bu soruya verilecek bir tek cevap bulunmamaktadır. Dünden “kopyala-yapıştır” yöntemiyle bugüne aktarılacak, sosyal ve siyasal pratiği bütünüyle askıya alan ve bu yüzden daha ilk adımda anti-Marksist bir cevap, bizim için kabul edilemez bir cevap olacaktır. Eğer bu tür bir cevap üretmek, üstüne üstlük bir de “Marksist-Leninist bilimsellik”, “teorik mücadele”, vs. adına yapılıyorsa; bunun adı bir kaçışı, hayatın maddi gerçekliğinden kaçışı, ve en pespayesinden bir burjuva idealizmine sığınmayı gerçekleştirmek olacaktır. Bu yüzdendir ki, bu çalışmamızda “Ne yapmalı?” sorusunu doğrudan bir şekilde sormadan önce, özellikle günümüzün doğrudan toplumsal siyasi ve ekonomik pratiğinin durumunun ne olduğunu, bu pratik içinde var olma savaşı veren emekçi halktan bireylerin geliştirdiği davranışlarının dinamiklerinin siyasi pratikle nasıl bütünleştiğini ve bu dinamiklerin eylemlerimizin hedefi durumundaki iktidar yapısıyla ilişkilerinin -özellikle de muhalifler açısından- nasıl belirlendiğini anlamaya ve anlatmaya çalıştık.

Hayatın sürekli oluşum halinde olan maddi gerçekliğini bilince çıkarırken, kendimizi, bilimsellikten nesnelliği değil ama siyasi tarafsızlığı anlayan “akademisyen” kılıklı kapı kullarının izlediği insanlığı cehenneme taşıyan yolu değil de bilimde “kurtuluş” arayan yolu tercih ettik. Bu yüzden, “Ne yapmalı?” sorusunu gerçekte sadece sonuçta değil ama daha baştan (evrenin oluşumu sorunu) itibaren sormaya başlamıştık. Zaten bizce önemli olan ve gerçekliğe giden bir yol izlemiş olmanın kıstası, aynı sorulara simetrik cevaplar vermek değildir. Bir Marksisti, dahası siyasi mücadeleye girişmiş bir Komünisti, diğer bütün düşünsel ve pratik-siyasi benzerlerinden ayıran, çözümü sona değil ama başa almalarıdır.

Başlangıç:

Başlangıç açısından durumun ne olduğu; sermayedarlar sınıfının emekçi halkı nasıl mat ederek evrende insan varlığını ortadan kaldıracak türden, kendi tabiatına son derece uygun olarak “sınıf mücadelesinde şanlı başarılara” tarih önünde imza attığı meselesi ile ilgili değildir. Kurtuluş özlemi ile yanıp tutuşanlar olarak akıldan öncelikle ve sürekli bir şekilde çıkarılmaması gereken nokta; kapitalizmin daha başlangıçta tarihsel olarak mahkum olan bir toplumsal sistem olmuş olması, bizim sonumuzu getirmek istemesi gerçekte onun sonunun geldiğinin göstergesi olmuş olmasıdır. B. FRİOT’nun kesinlikle haklı olarak belirttiği üzere, ezilenleri sürekli “mağdur” durumda düşünmek ve “edilgenler” olarak tanımlamak; sermaye sınıfının başarılarını özetlemekten, ona sürekli manzum destanlar döşenmekten başka bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla, genel olarak “yenilgi dönemi” olarak adlandırdığımız son kırk-elli kadar yılla ilgili “durum tespitine” ilişkin bitip tükenmeyen tasvirler ve sorunların alt alta dizilmesinin, ezilenler açısından sınıf savaşında pek bir anlamı bulunmaktadır. İnsanlığın üzerine Tarihte az rastlanır bir karanlık gibi çöken liberal faşist diktatörlüklere yakından bakıldığında, onların “kapitalist sistemin zayıf karnı” olduğunu, bizler için gerçekte oklarımıza hedef olacak olan “Aşil topuğu” olduklarını görmekteyiz. Bu tespit tayin edici bir öneme sahiptir ve onu asla aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir.

Sermayedarlar sınıfı emekçilerin her şeyini istemektedir: Toplumsallığını, bireyselliğini, tek kelimeyle İnsanlığını. Emekçiler ise artık ondan tek bir şey istiyorlar: İnsanlık Tarihini “hemen şimdi ve burada” terk etmesini ve bir daha geri gelmemek üzere oluşturdukları “kara delik”te sırra kadem basmasını! Bu yüzden -ve hele de SSCB ve bir dizi sosyalist ülkede geri dönüş deneyimini de yaşadıktan sonra-, Dünya işçi sınıfının Lenin’in “Ne Yapmalı?”’da kullandığı bir tabirle bir “pirinç lapası” oluşturmaktan başka hiçbir işe yaramayan; “demokratik kazanım”, “demokratik mevzi”, “toplumsal ilerleme” vb. gibi senelerdir işçi sınıfını burjuva bayrağı altında emir kulu haline getiren, onu iktidarsızlaştığı oranda yok olmaya amade itaatkar köleler topluluğu yapan siyasi oluş biçimlerine geri dönüş yapmak, hiçbir şekilde kabul edilemeyecek bir siyasi gündem oluşturmaktadır. İster “stratejik” isterse “taktik” bir değer atfedilsin, hiçbir içi boş ve sadece “yapar gibi yapan”, ama yerleşik sistemin ötesine geçmeyi hiçbir şekilde daha baştan hesaba katmadığından ilan edilenin tersi sonuçlar veren eylem biçimlerine gerçek emekçi halk muhalefetinin karnı toktur. Emekçilerin; mücadele ederek elde ettiklerini biriktirdiği kazanımlarını koyduğu “tasarruf sandığı”, hiçbir işlerine yaramayan bu tür “mavi boncuklar” ile doludur.

Evet, emekçiler sadece siyasal iktidarı alıp onu “dönüştürmeden” yana değil; ama kolektif bir şekilde, tıpkı evrendeki insan varlığını sürekli yeniden gerçekleştirirken yaptıkları gibi doğrudan bir şekilde, bütün Dünyayı sahiplenmeden yana bugün. Bu Dünyanın nasıl bir toplumsal mekan olabileceğini; onun içinde kapitalist sistemin son yarım asırdır derinden yaraladığı insanın yaralarını sarıp, onun gelişiminin kapısını ardına kadar açan, özne olmakla birlikte “otonom” da olabilen bireylerin ülkesinde, komünist toplumda, gelecek kuşaklara aktarılabilecek olan ne gibi yapılaşmaların olabileceğini hayal etmeyi bırakmalıdır herkes. Bu konu, yani “komünist topluma daha bugünden geçilmeli mi?” yoksa “geçilmemeli mi?” konusu, insanlığın kendi kendisini sürekli yeniden gerçekleştirebilme imkanlarına sahip olma düzeyi anlamında, artık bir “hayal” konusu değil ama günlük hayatın devamının sağlanıp sağlanmayacağını ilgilendirecek kadar doğrudan pratik hayatın bir konusu halini almış bulunmaktadır.

Emeğin kurtuluşunun ancak doğrudan komünist bir toplumsallığa (totolojiyi bir yana bıraktığımızda sadece bir “insan toplumuna”) geçerek gerçekleşebileceği konusunda teredüt içinde olanları hemen uyarıyoruz: Böylesi bir dünya tek tanrılı dinlerin boyun eğenlere bahşettiği kurgusal bir “cennet” değildir; günümüzde henüz sadece maddi karşılıkları kesin olan tarihsel olasılıklar bütünü olarak mevcuttur: Tıpkı GELECEK ZAMAN gibi. Bu yüzden, günümüzde henüz belirsiz olan; hem başarıya ulaşması ve hem de kısa zamanda gerçekleştirilebileceği kesin olan bu YENİ DÜNYA’nın kapısının, yükselen sınıf mücadelesini takiben nasıl ve ne zaman açabileceğimizdir. “Başlangıç yapmak”, bizlere sunulan ve hepsinin başında “muhalif” kılıklı kişilerin beklediği kapılardan en doğru olanını açmak, bunun için yeri geldiğinde yol arkadaşlarınızla yollarınızı ayırmaktan tereddüt etmemek demektir.

Yeni Dünyaya geçiş

Günümüzde yerleşik düzenle uzaktan-yakından ilişki halinde başlıca iki tip “solcu” veya “sosyalist” bulunmaktadır: 1) Kapitalist sistemin doğrudan savunuculuğunu yapan; elinde sopa-ağzında küfür, geniş emekçi kitlelerini sistemin yok edici kurgusal dünyasına itelemeye çalışan neo-goşistler (“yetmez-ama-evetçi” de diyebilirsiniz); 2) Hayatın maddi gerçekliği karşısında iflas etmiş; bırakalım bu gerçekliği başkalarıyla paylaşmayı, onu anlamayan, bu yüzden de “geçmişe” yani “ölü zamanlara” (yani ancak kurgusal bir değer olarak varlığını sürdüren eskinin gerçekliğine) sığınan, emekçiye rağmen “sosyalist” veya “solcu” olmaya çabalayanlar.

Bunların yanında, yükselen toplumsallık talebini öne çıkararak ve yeni toplumsallaşmacı hareketlerle birlikte mücadele etmeye çalışan bir tek komünist tipi bulunmaktadır: “Doğrudan demokrasiyi” harekete geçirmeye çalışan ve kendisini zincirlerinden boşalmış gibi tarih ve siyaset sahnesinde ileri atan emekçi halk hareketleri. Birinci tip “solcular” bu kitleleri “çapulculuk” ile suçlarken, ikinci tipte olanlar ise onları, “büyük sözü dinlemeyen yaramaz çocuk” olmakla aforoz etmeye çalışmaktadır.

Komünistlerle kapitalist düzenin onların üzerlerine saldığı bu “eften-püften solcu” zevatı birbirlerinden ayıran, ve böylece komünistleri “biricik” hale getiren ayırım çizgisi günümüzde yeni toplumsallaşma talebi esas alınarak çizilmektedir. Burada bahsi geçen “toplumsallaşma”, birkaç asırlık siyasi pratiğin gösterdiği gibi emekçilerin kurtuluşa giden kapılarından birisi olmaya aday “burjuva parlamentosu” gibi temsili kurumların sınırlarını çizdiği tipten kurgusal bir toplumsallık değildir. Bizim bahsettiğimiz toplumsallık, yaşanmakta olan maddi hayatla arasına mesafe koymayan; üstelik, var olan sınıfsal tabiatlı mesafeleri ortadan kaldıran; paylaştığımız kolektif hayatın yaratıcı özneleri olan emekçi bireylerin iradesini doğrudan yansıtan katılımcı toplumsallıktır.

Hayır, sözüm ona solcu “neo-goşistlerin” uyduruk “popülizm” karşıtlığı ile ortalığa saçtığı yalanlarda ileri sürüldüğü gibi, komünistler ne “seçme ve seçilme” karşıtıdır, ne de hayatın sürekli bir şekilde yeniden üretimine doğrudan katılan “otonom bireylerin” iradesinin yerine metafizik bir “devlet gücünü” geçirirler. Türkiye’de, “Haziran Ayaklanması” sırasında ülkenin her yanında faaliyete geçen “Forumlarda” ve Fransa’da “Nuit Debout” ve “Sarı yelek hareketi” ile gündeme gelen “RİC” (Vatandaş inisiyatifi referandumu) talebinde ortaya konulduğu biçimiyle gerçekleşen demokratik bir işleyişten yana saf tutarlar. Onların gerçekleştirmek için mücadele ettiği demokratik işleyiş her şeyden önce: 1) Emekçi bireylerin kendi hayatlarını düzenleyen biçim ve kuralların düzenlenmesi (yasama); 2) Bu kuralların hayata geçirilmesi (yürütme); 3) Tespit edilen kuralların toplumsallaşması ve sürekliliğinin sağlanması gibi süreçlerinin her aşamasında doğrudan müdahil olma hakkının garanti altına alınması ve sadece ve sadece emeğin ve emekçinin tasarrufuna bırakılmasını öngörür. Seçme ve seçilme hakkı ancak bu şartlar altında bir anlam taşıyabilecektir. Tespit edilen talep mücadelelerin tarihinin başlangıcından beri emekçi sınıf için değişmemiştir: Üretenler biziz; o halde yönetenler de biz olacağız!

Anlaşılmıştır sanırız: Komünizme, “Yeni Dünyaya” geçiş, geçmişin köhneleşmiş ve bizleri yok olmanın eşiğine getiren kurum ve yapılarının yeniden düzenlenerek piyasaya sürülmesi ile gerçekleşemeyecektir. “Eski Dünya” yani kapitalist sistem, kendisini mümkün kılan ön şartı yani insan toplumunu ortadan kaldırdığı oranda kendisi de ölmüş bir yapıya dönüşmüştür. Ölen bir organizma çevresine daha fazla zarar vermemesi için gömülür; geriye sadece yerini yeni organizmalara dönüşecek olan artıkları kalır. Kapitalist sistemi kurum ve ekonomik alt yapılarıyla reforme etmeye çalışmak, bir ölüyü mumyalamaktan başka bir anlama germeyecektir. Geldiğimiz yerde, bunu ancak onu ilerde tekrar diriltmeyi amaçlayan ve “krallığını” yeniden kurmasını umut eden “tapınak rahipleri” ve “kapı kulları” yapabilecektir. O halde yerleşik düzen bütünüyle ortadan kaldırılmalı ve yerine emeğin, emekçinin yeni iktidar organları, günümüzdeki isyan hareketlerinde kendisini “doğrudan demokrasi” talebi olarak ortaya koyan “Paris Komünü” veya “Sovyet” tipi iktidar organları almalıdır.

Yeni iktidar organları” kurulmasını ve bütün kurumlarıyla yerleşik iktidar biçiminin yerini almasını gerçekleştirmek, sadece bir “ideolojik seçim” yapma sorunu değildir. Yeni iktidar organlarının geliştirilmesi aynı zamanda pratik bir nedene de dayanmaktadır: Kapitalizmin Dünyaya ve insanlığa dayattığı ekonomik, ekolojik, toplumsal ve siyasi problemlerin pratik planda çözülmesinin daha başka kabul edilebilir bir yolunun artık kalmamış olması. Bu yeni iktidar organlarıyla her şey imkan dahiline ve doğrudan bir şekilde pratik hayatın gündemine gelebilecektir. Siyasi hedef açıklıkla ortaya konulduktan ve o hedefe uygun siyasi bir pratiğe sahip olduktan sonra bütün mücadele alanları komünistlere ardına kadar açılabilecektir. Bunun içine “neo-goşist” karşı devrimcilerin “bizim en keskin kılıcımız” diye sağa sola sallayıp durdukları, ama şimdiye kadar sadece kapitalist-emperyalistler için yontan ve emekçilerden sadece can almanın aracı olan “burjuva parlamentosu” içine girip mücadele etmek de dahildir: Kim istemez sınıf savaşında düşmanın yerlerde sürüklenen kılıcını kendisine karşı kullanmak…

Yeni iktidar organları dediğimiz şey; hiç durmadan ve önü her daim geleceğe açık bir biçimde toplumsallık üreten, ama günümüzde liberal faşist diktatörlüklerce tıkanmış olan insanlaşma sürecinin önünü yeniden açabilmenin biricik araçları olacaktır. İnsanlaşma kavramıyla ifade ettiğimiz şey ve onun günümüzde siyasi bir talep olarak karşımıza çıkan biçimi, epik bir kurgusallık değil ama üreticilerin ürettikleri ürün üzerindeki tasarruf hakkına doğrudan sahip olması gibi somut bir meseledir.

Yeni iktidar organlarının kuruluşuna ve işleyişine katılmak, maddi hayata doğrudan katılmak ve onu, insanı insan yapan bütün yaşam alanlarında doğrudan hayata geçirerek paylaşmak demektir. Dolayısıyla, bu organları hayata geçirip işlerliğini sağlamak, mülkiyet ve iktidar sorununu çözdüğü gibi muhalefet sorununu da somut bir çözüme kavuşturacaktır: Emekten ve hayattan yana olanlar bir yana; bütün iktidar olma biçimleriyle sermayeden ve ölümden yana olanlar diğer yana! Muhalefet sorunu böylece iktidar sorununa bağlanmış ve emek dünyası sermaye başta olmak üzere bütün parazitlerinden “yeni dünyanın özneleri” olan emekçiler tarafından temizlenmiş olacaklardır.

İnsan hayatının sürekli yeniden üretimine katılmak esas olduğunda, bireylerin ve siyasi-toplumsal- kültürel gurupların yeni iktidar organları içinde temsil edilmeleri kendinden bir şekilde sorun yaratmayacaktır. Dolayısıyla bu organlar, her türlü toplumsal ve ekonomik çözümleri üreten birer “jeneratör” olmuş olmasından dolayı, çeşitli siyasi parti gibi formasyonlara karşı olmadığı gibi, onların yanlarında veya arkalarında da değillerdir. Bir siyasi örgüt ve gruplanmanın yeni iktidar organına yakınlık ve uzaklığını belirleyen; gerçek hayatın üretimine doğrudan katılımı ve katkılarıdır. Böylece kurulan ilişkinin biçimini de “doğrudan demoktasi”nin siyasi eylem biçimi olarak alınıp alınmadığı belirler.

Kendisini “emekçinin öncü gücü” olarak görüp-gösteren sözde radikal yapılanmalar, doğrudan demokrasinin ve yeni iktidar organlarını müjdeleyen isyanlarda verdikleri imtihanı kaybetmiş bulunmaktadırlar. Kendilerini; sırf “zor kullanarak iktidarı ele geçirmeyi” amaçladıklarından ötürü “Marksist-Leninist” olarak nitelendiren, sürekli bir şekilde devrim şarkıları söyleseler de kendi dönemlerinin özlemlerini dillendirmeden başka bir şeye güçleri yetmeyen, “oluş” çizgisini takip etmekten ve yeni “komünist şarkılar” yazmaktan aciz bildik yapılanmalardan bahsediyoruz: Kendilerinin “önderliğinde” ortaya çıkıp gelişmediği için son dönem isyanlarını önce şüpheyle karşılamış yapılanmalardan; ayaklananlar eylemleriyle kendilerini ispat eder olgunluğa ulaştıklarında ise onlardan ders çıkarmak yerine ayaklanmaları kabaca “işe yaramaz spontane hareketler” olarak damgalayan yapılanmalardan; günümüzde hala irili-ufaklı başkaldırıları kale bile almayan, üstelik onların kitlelerin hafızasında yer etmemesine çabalamakta yerleşik düzenle yarışan yapılanmalardan… Biz, onların bu tavırlarıyla yeni iktidar organlarına karşı araya koydukları mesafenin neo-goşistlerinkinden “sınıfsal tabiatı” itibariyle farklı olmadığını düşünmekteyiz.

Bir iki cümleyle özetlersek, Yeni Dünyaya açılan kapıya götüren yollar, yolcuların özelliklerine göre çeşitlilik gösterebilecektir. O kadarki, insanın kendi türüyle bağdaşan, insan bireylerinin giderek artan oranda ve iyi şartlarda yaşam çizgilerinin sürekliliğini sağlayan her faaliyeti bizi bu kapıya götüren yola işaret eder. Ancak, insanın nihayet insan olduğu bu dünyanın başlıca iki çıkış kapısı bulunmaktadır: Burjuva solculuğu ve radikalizmi…

Ne yapmalı?

Bu ana soruya, “sınıf mücadelesini yükseltelim” türünden genel bir cevap vermiş olursak, aslında sınıf mücadelesinden “yan çizmiş” olmaktan asla kurtulamayacağımız açıktır. Böylesi bir cevap, emekçilere sanki bir “ödül” imiş gibi sunulan “demokratik kazanım” gibi yavanlıklara biraz baharat ilave etmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Art arda veya yan yana dizilen ve her biri tek başına bir dünya oluşturan toplumsal sınıfların mücadelesi, hem içerik ve hem de biçim olarak insanlık tarihinde aldığı somut maddi koşullar hesaba katılmadan pek bir anlam taşımayacaktır. Her ne kadar siyasi niteliği açısından “yerleşik iktidarın alınmasını” hedef olarak genel geçer bir şekilde hedeflemiş olsa da sınıf mücadelesi, hiçbir şekilde doğrudan “iktidarı alma” mücadelesine indirgenemez. “İktidarı almak” dediğimiz şey, devrimcilerin uğrunda mücadele ettiği emekçi halk kitlelerini, tıpkı 68 kuşağındakilerin birçoğunun vaktiyle yapmaya çalıştığı gibi, tek yanlı bir şekilde belli mücadele biçimlerine uymaya çalışmak değildir. Beklenen “uygunluk” tezahür edene kadar, burjuvalaşmaya ve işbirlikçi bir siyasi çizgi izlemeye veya “elde silah” günlük ve sürekli olarak mücadelenin sürdüğü alanlardan uzakta kendi kendisini tecrit etmekse, hiç değildir. Sınıf mücadelesi; sadece ve sadece ve maddi bir zorunluluk gereği, içinde harmanlandığı çalışma ve yaşam şartlarına uymak zorundadır. O, sadece ve sadece tarihin ve onun dayattığı somut koşulların kendisine biçtiği rolü oynamak durumundadır. Aralıksız devam eden ama olağanüstü biçimler de alabilen kolektif tabiatlı mücadele biçimidir. Sınıf mücadelesine katılan devrimcilerin; belli dönemlerde niçin ve nasıl geri çekileceğine veya olağan üst durumlarda ileriye, yerleşik düzenin tespit ve tolerans gösterdiği hattın çok ilerisine, radikal bir dönüşle niçin ve nasıl gidileceğine karar vermede devrimciler için belirleyici olan da yine bu tarihi ve maddi şartlardır.

Sınıf mücadelesinde ayrı ve zıt dünyaları temsil eden sınıflar karşı karşıya gelmiş bulunsa da olay, tek bir dünyada ve onun zaman-mekan şartlarında cereyan edecektir. Yıkılacak olan düzen de, inşa edilmesine daha bugünden başlanılacak olanı da bu dünyada, bu tek olan toplumsal evrende sunulmaktadır. İkinci bölümde, sözlerimize başlarken ifade etmeye ve açıklamalar sunmaya çalıştığımız gibi, karşı karşıya mücadele eden başlıca iki sınıftan birisi olan sermayedarlar sınıfı, tarih sahnesinden geri dönüşsüz olarak çekilmeyi gerçekleştirdiği bir sürece girmiş bulunmaktadır. Bu olgu, büyük oranda daha şimdiden gerçekleşmiş bulunmaktadır ve kendisini en bariz bir şekilde insanlığın geleneksel zaman-mekan düzeninin yerine yeni hiçbir şey koymadan yok edilmesinde gözlenmektedir.

Bu yok ediş-yok oluş emek devriminin hedefinin belirlenmesi anlamında, sınıf savaşlarında şimdiye kadar pek şahit olunmadık bir durumu doğurmaktadır. Altını sıklıkla çizegeldiğimiz üzere yeni durum, emekçilerin siyasi iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, üretim araçlarının üzerindeki bütün özel mülkiyet biçimlerinin derhal ortadan kaldırılmasını ve komünist bir zaman-mekan yapılanmasını acilen ve eş zamanlı olarak gündeme getirilmesini öngörmektedir. Örneğin, kısa olabilecek bir geçiş dönemini takiben, emekçiyi “zorunlu ücretli çalışma” boyunduruğundan kurtararak özgürleştirmesi, bu yönde atılabilecek en temelli adımlardan birisi olmalıdır. Bu ise, zaten kapitalist sistemin egemenliği altında ulaşabildiği en alt sınıra dayanmış zorunlu-ücretli çalışma sürelerinin kapitalist rantı bütünüyle ölü noktaya iten seviyenin altına çekilmesiyle gerçekleşecek bir şeydir. Eğer “komünizmin kuruluşu” sorununu iktidarın alınmasında izlenecek yol sorunu ile sınırlı tutmayı bir yana bırakır ve içinde yaşadığımız maddi şartların bize tarih olarak bahşettiği imkanlara odaklandığımızda rahatlıkla görebileceğimiz üzere, üretici güçlerin ulaştığı düzey buna elverebilecek haldedir. Biz, SSCB’de geri dönüş sorununu da bu temel komünist talebe verilen cevabın ne olup ne olmadığı üzerinden yürütülmesinden yanayız.

Komünist yeni zaman-mekân yapılanmasına girişimin nesnel şartları büyük oranda hazırlanmış durumdadır. Sermaye insani yaşam alanlarını topyekun daralttığı oranda küçük ve orta düzeydeki mülkiyeti (Covid pandemisiyle görünür bir hal aldığı üzere) de ortadan kaldırma operasyonlarına girişmiş bulunmaktadır. Yaratılan genel kronik işsizlik ve her türlü açlık ortamı, toplumsallaşma ve dolayısıyla kolektifleşme talebini, hayatta kalmak isteyen “herkesin talebi” haline getirmeye başlamıştır. “Dayanışma” olmadan bırakalım yeni bir dünyaya geçiş yapmayı, kısa ve orta vadede hayatta kalabilmenin bile sorunlu hale gelmiş olması bu talebi daha da acil kılmaya başlamıştır. Bu yüzden yerleşik düzenin insan onurunu zedeleyici bir şekilde göstermelik (ve şimdilik!) olarak sunduğu yardımlara rağmen, bütün yaşam alanlarını kapsayacak toplumsal dayanışma üniteleri oluşturmalı ve ülke içine -ve hatta ülke dışına- yayılacak şekilde geliştirilmelidir.

Bu toplumsal dayanışma ünitelerini “Yeni Dünya”nın tomurcukları olarak görmeli; aynı zamanda toplumsallaşmanın doğal bir uzantısı olan siyasal iradenin ete kemiğe büründüğü, doğrudan demokrasinin örgütlendiği organlar olarak tasarlamalı; bireysel ve örgütsel Yeni Dünyanın geliştirilmesine açık her türlü inisiyatifin katılımı sağlanmalıdır. Ancak, çoğulculuk sadece siyasi alanla sınırlı kalmamalıdır. Bütün kişisel ve günümüzde kurumsal yapılara hapsedilmiş durumda bulunan örgütsel becerileri harekete geçirmek gerekiyor. Dayanışma hareketinden özellikle eğitim, öğrenim, kültürel faaliyet ve her türlü mesleki formasyon alanlarının harekete geçirilmesi anlaşılmalıdır. Yerleşik düzene entegrasyon ağları değil, ama devrimci mücadelenin örgütlendiği merkezler de olan “dayanışma ağları”, sermayenin örgütlenmesinin aldığı “küresellik” boyutu da öncelikle hesaba katılarak ve işçi sınıfının mücadele geleneğine de uygun olarak, aynı zamanda enternasyonal dayanışma ağları olarak hayata geçirilmelidir.

Oluşturulan ve ilk adımda “dayanışma” ağırlıklı toplumsal kurtuluş amaçlayan ünitelerde, bireysel ve yapısal ilişkiler, doğrudan karşılıklı ilişki şeklinde olmalıdır. Bu tür karşı karşıya ilişkinin önü açılması, ilişkinin doğrudan maddi hayatın içinde konuşlanması, emekçinin iradesinin “doğrudan demokrasi” prensibine en uygun bir şekilde tecelli edebilmesi demektir. Böylece, dayanışma ağları içinde “hizmet kabul eden bireyler”, kendi alanlarında ve imkanları dahilinde “hizmet vericiler” haline gelebilmeli, toplumsallık yaratan özneler olarak eylemlerini kolektif gelişimin dinamiklerine katmalıdır. Zaten, emekçi bireylerin; üzerlerindeki “sermayenin rant enstrümanı” olmaktan ileri gelen “yabancılaşma” yükünü atabilmesinin, buna bağlı olarak da toplumsal bir bilinç sıçramasını gerçekleştirmesinin, gerçek hayatla kendileri arasındaki mesafenin acilen kaldırılmasından başka bir yolu da bulunmamaktadır. Diğer yandan, dayanışma ağı içerisinde, bilgi ve beceriler arasında gerekli teknik aciliyet ve öncelik dışında bir hiyerarşik işleyiş dayatılmazsa, bütün unsurların katılımı hem anlamlı ve hem de gerekli bir hal haline gelecektir. Komünist paylaşımın sürekli ve mükemmelliğe açılan toplumsallık ve ilişki üreten bir jeneratör olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

İnsanlar arası ilişkilerin içerikleri, doğrudan ve karşı karşıya fiziki olarak gelindiğinde belirlenmelidir. Zira sanıldığı gibi, içinde yaşadığımız liberal faşist hakimiyetle belirlenen şartlarda, araya “sanal” bir dünya sokan sosyal medya ağları komünist inşa için elverişli olmaktan çok ama çok uzaktır. Yaşadığımız son “sansürleme” eylemlerinin gösterdiği üzere, ağır bir kontrol mekanizmasına dönüşmüş olan bu tür iletişim ağlarının son derece toksik ve yıkıcı bir etki yarattığı artık gün gibi ortadadır. Tıpkı “Yeni Dünya”nın, kapitalist sistemin günümüzdeki hâkim var oluş biçimini yansıtan “kurgusal gerçekliğin” üzerine değil, ama doğrudan hayatın maddi gerçekliğinin içinde ve onun üzerine inşa edilebileceğinin ortada bir olgu olmasında olduğu gibi…

Yeni Dünyanın, yaşadığımız maddi hayatın belli tarihi şartlar altında zorunlu bir şekilde dönüşüme uğrayarak gerçekleşeceği, bu çalışmamızın somut olgulardan çıkarak ortaya koyduğu bir veridir. Aynı zamanda, “Yeni Dünya”nın insanlığın ileriye doğru attığı somut bir adım olarak anlaşılması gerektiği de belirgin hale gelmeye başlamış bulunmaktadır. Bu hareketin özneleri durumunda olan, örgütlü veya örgütsüz bireylerin bireyselliğinin tanınması, hem siyasi faaliyet içinde bir anlam oluşturulması (ve bu anlamın yaygınlaştırılması) ve hem de zaman boyutunda “ileriye” işaret eden doğrusal bir hareketliliğin yerleştirilmesinin gerekli bir şartı konumundadır. Kolektif bir şekilde yeni toplumsallık biçimleri yaratan öznelerin bireysel hak ve özgürlüklerinin tanınması, garanti altına alınması ve savunulması, Yeni Dünya’ya ve insanlığın nihai kurtuluşuna giden yolda bir ön koşuldur. Bu aynı zamanda, insan bireyselliğini hayvani bir bireyciliğe dönüştürerek, tıpkı toplumsallıkla yaptığı gibi yok eden liberal faşist düzene ve kapitalizme karşı mücadelede de, ahmaklaştırıcı burjuva temsiliyetçiliğinin karşısında bir gereklilik olarak belirmektedir.

Şimdiye kadar okuyucuya ne “öncü güç” olma iddiasındaki bir siyasi partiden, ne de bu siyasi partinin kurtuluşa giden yolda ne derece gerekli olduğundan bahsettik. Açıklıkla belirtmemiz gerekiyor ki biz; ne devrim öncesi ve sonrasında Rusya’da Sovyetlerin iktidarının üzerinde bir SBKP, ne de Paris Komünü’nün üstünde bir FKP görüyoruz. Bu, saydığımız Partilerin gerekliğini ve Yeni Dünyanın inşasında belirleyici olabilecek önemini reddettiğimiz anlamına kesinlikle gelmez. Aksine bu tür siyasi örgütlenmenin gerektiğinin de bilincindeyiz. Günümüzde, özellikle de Türkiye’de, böylesi bir misyonu yüklenmiş olduğunu iddia eden çok sayıda örgüt ve yapılanma mevcuttur. Bilgimiz dahilinde olan kesim içinde, bizim gibi hem teorik ve hem de pratik alanda, aynı zamanda kurtuluş organları da olan emeğin iktidar organlarının üstünde olmadıklarını kabullenen bir tekine dahi rastlamadık. Ancak yine de “siyasi öncü” gücün kurulmasını imkansız ve hele de gereksiz bir misyon olarak da görmemekteyiz. Aksine, tasarlanan ve kendisini belli etmeye başlayan biçimi itibariyle toplumsal dayanışma ve siyasi iktidar organları, bu tür bir yapılanmanın karşısında olmadığı için, onların katkılarından faydalanmak üzere kolaylaştırıcı da olacaktır. Sınıf savaşlarında başlayan ve gelişiminden maddi bir zorunluluk derecesinde emin olduğumuz yeni tarihsel süreç, siyasi komünist örgütlenmeler için hem bir okul ve hem de bir imtihan alanı olacaktır.

YAŞASIN KOMÜNİZM.

Yazarımızın daha önce yayınlanan yazıları

Bernard FRİOT VE KOMÜNİZMİN HALLERİ / 01.02.2021

“SAHTE MUHALEFET”İN MANİFESTOSU ÜZERİNE… / 01.02.2021

KÜLTÜR ÜRETİMİ ve “ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” SORUNU / 01.02.2021

Diğer Yazılar

BURJUVA AMNEZİSi (BİR BURJUVANIN TERSİNE DÜNYASI” -2)1

Mahir Konuk / 07.05.2024 “Amnezi”, bir insanın hafızası ile ilgili bir hastalık türüdür; daha çok …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir