Bir beşeri, ancak başka bir beşerin zorbalığı durdurabilir.
Beşer ile insan aynı türün mensupları olsalar da İslam inancında Beşerin tanımı, kuran-ı kerimde bir soruyla yapılıyor. Kan döken fesat çıkaran birini mi yaratacaksın? Bakara 30. Allah, varlığın ıslahı için aralarından birini seçer. Ona ruhundan üfleyerek bilinç sahibi yapar ki, beşer türü yapacaklarının bilincine varsın, fiillerinin sorumluluğunu üstlensin ve insanlık mertebesine ulaşabilsin. İnsan nesli, bilinç verilen bu seçilmiş ile, yaratılmış diğer türler arasında yer almaya başlar. Ancak beşerilikten insanlığa geçiş yaşanırken, beşeriliğin bütün özellikleri geride kalmıyor. Bir yönü ile insan olan bu varlık, diğer yönü ile beşer kalmaya devam eder. Sonrası ise beşer yönü baskın olan varlık, aralıksız olarak insani yönü baskın olan türdaşının hak hukukuna tecavüz etmeye devam ederek kan döker, fesat çıkarır. Oysa insan olma bilinci ile beraber ölüm bilinci de verilen bu varlık, ölümle birlikte bu dünyadan amellerinin sonucu dışında, maddi hiçbir şeyi götüremeyeceğini bilmesine rağmen dünyanın sahibi olmak için beşerlikten getirdiği özelliklerini hiç terk etmez. Bir dünya onun olsa bir dünyası daha olsun diye dökmeyeceği kan, çıkarmayacağı fesatlık yoktur. Bir kere beşerlik mikrobuna ( kapital faşizm) esir olmaya görsün. Bu vahşi yönünü nesilden nesile aktarmakta verdiği çabayı, insan olmak için verse idi cennete gitmek için ölüm sonrasına gerek kalmayacaktı. Bu dünyayı cennet eylerdi. Dünya cennet olamıyorsa, beşerin şerri yüzündendir. İnsan, doğa, önüne ne çıkmışsa hakim olmaya çalışmış olamayınca da katletmiştir. Beşer ve insanı, beni Adem’in evlatları Kabil ve Habil’de somutlaştırırsak; Kabil önce doğmuş güçlü, kuvvetli ve hem kişilik hem de zaman bakımından kardeşi Habil’e göre beşere daha yakındır. Sahip olduğu ile yetinmeyen Kabil, Habil’e ait olanı da ister ve elde etmek iç de Habil’i öldürmesi gerekir ki; tereddütsüz de yapar bunu. Habil ise sonu ölüm de olsa kendisine ait olandan vazgeçmez. Bu andan başlayarak insanlık tarihi boyunca lokal dönemler haricinde, hakim olan hep beşer ve beşerlik olmuştur. Bazen din, bazen ırk, bazen devlet, bazen güç için; kendini haklı çıkarmak adına her zaman bir neden bulmuştur. Adına ne denirse densin beşer olmaktan kurtulamayan bu zihniyet hangi yönden ele alınırsa alınsın insanlığın katilidir. Ancak insanlık tarihi de insanlığın cevabı beşerliğe karşı hep mücadele, hep direniş olmuş, bu mücadele hiç bitmemiştir. Hani “insanlık dışı” denilen durumlar var ya? İnsanların, hayvanların ve doğanın başına, insan sanılan beşerin eliyle gelmektedir.
Bundan tam 95 yıl önce beşer zihniyetinin yapmaya başladığı zulüm, bu topraklarda çıkardığı fesat, döktüğü kan ve adaletsizlik, aralıksız devam ediyorken, aynı şekilde bu zorbalığa karşı direnişte sürmektedir. Şex Said kıyamının yıldönümü münasebeti ile bu kıyamda zulmün her şekline maruz kalan bütün Kurdistan şehitlerine Allahtan rahmet diliyorum. Kürdistanın her ferdi, hatta dağı taşı bu zulme şahitlik etmiştir ve nesilden nesile anlatılarak aktarılmaktadır. Direnişin, direnişçileri vahşice katledildi, yetmedi aileleri de türlü türlü şekillerde yok edildiler. Yine de yetmemiş olacak ki hem zulümleri devam ediyor hem de hala öldürdüklerinin cenazelerinden dahi korkmaya devam ediyorlar. Kendilerini dindar olarak tanımlayan bu yönetim Yapılanlara ve yapılmakta olanlara gerekçeler oluşturularak zalimliklerini meşrulaştırmaya çalışsalar da iktidarları için kürd halkının hassasiyetlerini önemsediğini gösterme iki yüzlülüğünü yaparak yaşatılanların vahşet olduğunu bu hükümet, devlet adına kabul etmişti. Ancak mensubu olduğu bu beşer zihniyeti küstürmemeye çalışışmış ve suçu bir partiye atarak devleti temize çıkarmaya çalışmıştı. Eğer samimi olsa idi hükümet, dolayısıyla devlet, gereğini yapardı. Özür dileyerek cenazeleri teslim eder ve tazminat öderdi. Özür dilemek, tövbe etmenin öbür adıdır. Bir daha aynı fiili işlememek üzere tövbe edilir. Özür dilenmemesinin asıl sebebi, ben bunu yapmaya devam edeceğim demektir. İstisnalar kaideyi bozmaz ancak ne dincisi ne laiki, söz konusu kürtler olunca Alman nazizmine sen öteye git ben bu işi daha iyi yaparım diyecek düzeydedir.
Ne kadar anlatılsa, yazılsa ve çizilse yine de eksik kalacaktır ve bugüne kadar anlatılanlarda en çok eksik kalan tarafı ve hakkıyla anlatılmayan yanı, direnişin kadınlarıdır. Dersimin kayıp kızlarını bütün kürtler bilir, ama Çewligin yitik kadınlarını çok az insan bilir. Direniş sahiplenildi, ne var ki direnişin kadınları direniş anlatımlarındaki yerlerini alamadılar. Oysa bu vahşeti her kürd; erkek, kadın, çocuk ayırmaksızın vahşice katledilerek yaşadı. İster silahlı mücadelede yer alsın, isterse yaşanılanların farkına varmamış olsun, ayırmaksızın, anne karnındaki doğmamış bebekler bile katledildi. Peki neden mücadelenin kadın kahramanları anlatılmadı? Bu zulme mi maruz kalmadılar, Yoksa mücadelede mi yer almadılar? Bu soruları sorduğumuzda bu yittik ve yiğit kadınların anlatılmayışlarının farklı sebepleri karşımıza çıkmaktadır. Sebeplerin çoğu sosyolojiktir. Bir başka çalışmanın konusudur. Biz burada mücadelenin farklı alanlarında yer almış bazı örneklerine değineceğiz, bize ve gelecek nesillere özgür bir gelecek bırakmak adına yaşadıkları bütün zulümleri ve direnişleri için, direnişin kadınlarından örnekler vererek bu yürekli kadınları selamlamak istiyoruz.
Bilfiil silahlı mücadelede yer alan kadınlar, (Telli gibi) Düşman askerinin eline düşmemek için murat nehrine atlamayı kurtuluş olarak görenler. (Sare Arebun gibi) Bir servet karşılığında üç evladından en azından birinin bağışlanmasını isteyen ananın her üç evladını da küçük yaşata hem paralarını alıp hem de her üç evladı da kapatıldıkları evde yakılarak öldürüldüler. (Guevli Derdê Ana) İdama mahküm edilen “üç evladından birini seç bağışlayalım” psikolojik işkenceye maruz bırakılan Derdê Mirun. Ama Derde Ana evlatları arasında seçim yapamaz sadece küçük oğluna bir an için bakışları takılı kaldı diye, diğer gün ilk önce küçük oğlu idam edilerek, Derdê Anaya gel cenazelerini al denir. ( Derdey Mirun) Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir…
Gülnaz Hanım vakur bir edayla içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır…
Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter:
“Bu benim kardeşimin oğludur!”…
Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”…
Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır:
“Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!”
Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner:
“Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” diyen kadındır Gülnaz Xanım. Gülnaz Xanımın bu vakur dolu durşu kürt şair Cigerxun’un yazdığı “Şêr şêre Çı jine,çi mêre- Aslan aslandır Ha Erkek Ha kadındır” isimli destana konu olmuştu. katledimiş ailelerin evlatlık olarak başkalarına verilen kız çocukları (Sinexan gibi) eşleri öldürüldükten sonra sürgüne gönderilen analar ve çocuklar. Yüzlercesi, Suriye sürgünleri gibi. Yıllarca uzak şehirlerde ceza evine gönderilen Sadin’i Telha’nın eşi ve çocukları gibi binlercesi …
Direnişçilerin, fiili olarak direnişe katılamamış, mücadele de yer almayan çocukları, eşlerinin gözü önünde diri diri yakıldı. Öldürülmeyen anaların yürekleri yangın yerine çevrildi. Bunca katliamlara rağmen devam eden bu direniş ne içindi? Neden isyan etmişlerdi? Nesiller değişti, asırlar değişti, dünya değişti ama direniş geleneği hep var oldu. Zulüm devam ettikçe de var olmaya devam edecektir. İstedikleri tek şey kendilerine ait olanı almaktı. Asla başkasına ait olanda gözü yoktu bu halkın. Yurtlarından kalkıp başka yerlere, başkalarına ait olana dair bir talepleri de hiç olmadı. Ata, baba topraklarında, ana dilleriyle ve atalarının mirasları, kültürleriyle yaşamaktı tek istedikleri. Yani Habil’in ölümü pahasına vaz geçmediği ne idi ise o işte! İstedikleri savaş değildi sadece kendilerine ait olandan vazgeçmemek. Şairin de dediği gibi “Ne çeme Murad da kan aksın isterim. Nede davamdan vazgeçerim.” Direnişin kadınları da en az erkekleri kadar kahramanca direndiler ve asla boyun eğmediler, diz çökmediler. Kalanlar her gece masal niyetine çocuklarına direnişi ve kahramanlarını anlattılar. Ne var ki kadınları hep kısık sesle anlatıldı. Her anlatımın sonunda bir de uyarı yapmayı ihmal etmediler çocuklarına. Huqmat pırd o demirini bo serra me şêrîn. (hükümet demirden köprü olsa üzerinden geçmeyin) 1925’te yaşananlardan sonra Kürtlerin literatürüne girmiş bir deyimdir. Kürt anne ve babaların çocuklarına vasiyetleridir.