Taner Renda / 03.02.2021
Feodalite dönemlerinde, kontların, düklerin, beylerin ve derebeylerin çocukları, ya ülkelerinin en güzide okullarında ya da diğer ülkelerin daha da güzide okullarında eğitim görüp, asalet dersleri ile bu eğitimlerini destekleyerek ve üstüne de güncel olan diğer dillerden de en az birini de öğrendiklerinde; artık hayata epeyce yukarıdan başlama şansına sahiptiler.
Ama bu arada, ticaretle uğraşan bir sınıfın çocukları, bambaşka bir kulvardan kendilerine yol açmaya çabalıyorlardı. Bu çocukların babalarının yıllar içinde elde ettikleri karlardan büyük sermayeler birikmeye başlayınca; onlar da çocuklarını bu okullara göndermeye başladılar.
Ne var ki soyluların yüzyıllardır edindikleri gelenek ve göreneklerle başa çıkmaları onlar ile aynı kulvarda eşit biçimde yarışabilme şansına çok sonraları elde edilmişlerdi.
Ama bu ticaret sahiplerinin gereken itibarı görmeleri için, başka bir takım gelişmelerin olması ile önü açılmıştı. Soylular, yüzyıllardır herhangi bir iş ile uğraşmamaları, sadece topraktan ve içinde yaşayan köylülerden aldıkları vergilerle geçinmeleri, giderek zorlaşmaya ve en nihayetinde de gelir gider dengesi giderler aleyhine bozulunca; ekonomik olarak satabilecekleri şey: soyluluk unvanlarıydı. Tüccar sınıflarının da kendilerinde hissettikleri eksiklik de: soyluluklarının olmamasıydı. Arz ve talep buluşunca; soyluluk satın alma talepleri ile işler değişti.
Tüccarlar artık paraları karşılığında elde ettikleri dük, kont vs isimli asalet unvanları ile ortalarda tavus kuşu gibi dolaştılar. Ama öz ile biçim arasındaki makas hep açık kaldı. Bu nedenle bu makası kapamak için, tüccarlar/kapitalistler, artık değerlerini sanata yatırmaya başladılar. Böylece eksikliklerini hissettikleri niteliğe kavuşmalarını sağlayacaklardı. Ne ki bu iş sanıldığı kadar basit ve kolay değildi. Bu değişim bir kaç nesilden önce hep sırıtmıştı. Elbette ki bu değişim bu gün artık onların genetiğine işleyerek hallolmuş görünüyor.
CUMHURİYET BİR DÖNÜM NOKTASIDIR
Bu değişim, bizim ülkemizde de Osmanlıdan devralınan sorunlarla yaşandı. Cumhuriyet’in kurulması ile hemen olmasa bile ilk toparlanmada aşağı yukarı aynı şeyleri bizden önceki nesil yaşadı. Ta ki; köy enstitüleri ile toplumun top yekün kalkınmasının gereksinimi anlaşılana kadar da sürdü.
Bu hamle uluslararası politika yapıcıları tarafından pek de hoş karşılanmayınca; köy enstitüleri Demokrat Parti tarafından kapatıldı. Ama cumhuriyetin iyi yetişmiş ara ve üst düzeyde elemanlara gereksinimi vardı. Sermaye bu konuda inisiyatifi ele alıp; 70’lerde halk çocuklarının da gözde üniversitelere girmesini sağlayan kolaylıklarda bulununca; varoşlardan ve köylerden, büyük şehirlerde bulunan güzide üniversitelerimize akın başladı.
Bu hamle, belki sadece sermayenin gereksinim duyduğu nitelikli iş gücünü yetiştirmekle kalmadı, ezilmiş ve yoksul kesimlerin de gelirden aldıkları payı arttırdı. Bu durum sermayenin ürettiği “pahalı” ürünlere daha da geniş halk kitlelerinin erişimini kolaylaştırdı. Mutlu ve mesut olan sermaye, ilk anda bunun meyvelerini toplamakla meşgulken, toplumsal bilincin de niteliksel bir sıçrama yaptığının ilk farkına vardığı anda; önce 71 muhtırasını, yetmeyince de ardından 80 askeri darbesini “ağabeylerinin” de onayını alarak, fren mekanizmalarını devreye soktu.
Ancak, gelişmenin önü bir kez açılınca; daha sonra onu dizginlemek çok da kolay olmuyor. Hele ki; iletişim alanındaki dev adımlardan sonra; artık iş işten geçmiş hale doğru yol alınmak zorunda kalındı.
Başta Avrupa olmak üzere bütün “batı/medeniyetleri” sermaye birikimini tamamlamış ve yoluna bilişim sektöründeki ekstra kolaylıkları da katarak, katma değerli ürünlerle hayatlarını daha lükse doğru çevirebilmiş mutlu azınlıklar oldular. Bizim de içinde bulunduğumuz “gelişmekte olan ülkeler” toplulukları ise, geç kalınmış hamlelerin sonucu olarak, hala sermaye birikimi derdi ile kapitalizmin en ilkel halleri ile ülkelerinin yer altı ve yer üstü kaynaklarını hoyratça kullanıp, dibine kadar sömürmekle uğraşıyorlar. Toplumların da zaman içinde gelişmiş ülkelerdeki hayat tarzları ile kendilerininkini karşılaştırması ile yönetenlerin eskisi gibi yönetememe, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememe halleri ile hesaplaşmaları, faşizm ile otoriterlik arasında seçim yapılması gibi kötü ve daha da kötü arasında tercihler arasında seçim yapılıyor.
AKP’NİN BİZE DAYATTIĞI ŞEY FAŞİZMDİR
Sanki çok uzun yıllar ülkemiz çok iyi ve daha da iyi arasında yönetilmiş gibi, özellikle 2002 yılından itibaren AKP’nin boyunduruğu altına sokuldu. Referansları 16.yüzyıldan kalma bir ideoloji ve kadroları da 70’li yıllardan devşirilmiş ara eleman ve/veya Anadolu’nun en geri üniversitelerinden mezun olmuşlardan toparlanmıştı. Topluma sundukları: Arap kültürü ve ideolojisi, inşaat ve yol yapan iş adamları, İmam Hatiplilerden oluşan insan kaynakları ile kaba milliyetçilik.
Türkiye, toplumsal gelişmesini tam tamamlayamamış olsa da; dünya ile bütünleşmeye çalışan ve gelişme yolunda ilerleyen bir sermayeye sahipti. AKP ile birlikte, bu gelişmenin önü tamamen kesilmese de, Anadolu’dan yükselmeye çalışan, muhafazakar ama para kazanmaya aç yeni bir sermaye grubu yaratıldı. TÜSİAD’ın karşısına dikilen bu yeni sermaye grubu: MÜSİAD olarak adlandırılarak, toplumda Müslümanlık adına işlerin yapılacağı imajı yaratıldı. Kısacası, bu yeni grup, iktidardaki AKP ile birlikte, hem ülke olarak elde edilecek karlardan, hem de yönetimde söz hakkı istiyordu. Ve sonunda her ikisini de alarak yoluna bir süre devam etti. Ne var ki, ülkede satılacak devlete ait fabrika, arazi, maden, akarsu kalmayınca; toplumsal destek giderek eridi. Bu kez de, “meşru” yollar terk edilip, başka yollardan ittifaklar yapıldı. Ancak değişen tek şey: toplumsal desteğin daha da azalması oldu. Elde kalan tek şey: otoriter bir yapı olunca; içte ve dışta itirazlar kah kısık sesle, kah yüksek sesle dile getirildi. Devletin temel taşları ile bu kadar gereksiz ve sık oynarsanız; etrafınızda kalanların kalitesi giderek düşer. Ve AKP iktidarı da giderek daha fazla otoriterliğe sarılmak zorunda kaldı. Kendini güvende hissetmemenin sonucu olarak: hiç kimseye güvenemez hale geldi. Bir zaman sonra da yetkileri tek elde toplayarak, toplumsal tabanının üstünde duramayacak noktada oldu.
Çapsız, vizyonsuz, bilgisiz ve yetkisizler topluluğu haline getirilen ülkenin kurumları, giderek içi boşalan, varlık nedenleri ortadan kalkan yapıları ile işlevsiz bir hale getirildi. Üniversiteler, varlıkları gereği bilimsel olmak zorunda olmalarına karşın, önce ekonomik özgürlükleri, ardından yönetsel özgürlükleri ve en sonunda da öğretim üyelerinin vasıflarını düşürerek, başlarına atanan iktidarın memurları tarafından yönetilmemeye uğraşıldı.
Dünyaca sayılı üniversiteler içine girebilen üniversitelerimiz, bu sayede çökme aşamasına getirildi. Yapılmak istenen şey tam anlamıyla her yönden aşağılara çekilmekti. Çünkü kendi az gelişmişlikleri ile yetişemedikleri yükseklikler, onların düşük kalitelerini ortaya çıkaran turnusol kâğıdı gibiydi. Onlarca, yapılması gereken şey: kendileri oralara çıkamayacağına göre, onları aşağıya çekerek; aradaki farkı gözden saklayıp, kendi çapsızlıklarını topluma dayatmaktı.
DEĞİŞİM ARTIK ELLE TUTULUR, GÖZLE GÖRÜLÜR BİR HALE GELDİ
Saray içinde yaşamak zorunda kalan AKP, kullanım tarihinin dolduğuna bir türlü inanmak istemiyor. Dünya, artık onun iktidara getiren güçlerin de değiştiği bir farklı aşamaya geçiyor. Bu yeni durumda: ne AKP gibi ne yapacağını bilemeyenlerin oluşturduğu ve sırf iktidarda kalıp, daha fazla soygun düzeninin sürmesine isteyenlere yer var, ne de MHP gibi küreselleşen dünyada, dar, kaba ve sığ milliyetçiliğe gereksinim. Kapitalizm, son elli yılın yanlışlıklarının toplumda yarattığı hoşnutsuzlukların, adaletsizliklerin, gelir dağılımı bozukluğunun, dipten gelecek dalgalara dönüşeceğinin farkında. Bu dalgaları durduracak hiçbir yeniliği olmadığı için, oluşacak kaosu en azından ertelemek için, toplumlara elle tutulur ve somut tavizler vermek zorunda. Her kriz bazen kendi fırsatlarını yaratır. Bu kadar adaletsiz ve gelir dağılımının bozuk olduğu durumda: fırsatlar kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Boğaziçi’nde yaşanan olaylardan yola çıkarsak: öğrenciler ve öğretim üyeleri hep birlikte bu hukuksuzluğa ve otoriterliğe karşı mücadele veriyor. Eğer tek başlarına bırakılırlarsa; er ya da geç ezilmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu haksızlığa, barbarlığa, hukuksuzluğa karşı bütün muhalefet partileri, sendikalar, meslek odaları karşı çıkarlarsa; o zaman ülkenin bütün anneleri ve babaları da bu karşı çıkışın içinde olacaklardır.
Yazarımızın daha önce yayınladığımız yazısı.
SEKİZ YÜZ YILLIK BİR DÖNEM SONA ERERKEN GELECEĞE BAKMAK / 30.01.2021