EVRENDEN ÖĞRENDİKLERİMİZ(1)

Öğrenmemiz gerekiyor, acilen öğrenmemiz ve birbirimize öğretmemiz!

Oysaki hepimiz tek yönlü olarak dışarıdan aktarılan şeylerle birer “bilgi obezi” olmuş bulunuyoruz. Nereden geldiği ve ne işe yaradığı konusunda tasarrufumuz olmayan, çoğu yalan-yanlış, çoğu kırpık bölük pörçük bilgilerle dolduruluyor içimiz-dışımız. Evvelce aklımıza-hayalimize dahi gelmeyen yerlerde ve süratte öğreniyoruz. O halde; “en hurca köşelerimize kadar bilgi depolandı, daha ne öğrenebiliriz ki!” diye bir itirazı kabul etmiyoruz: Yine de, özellikle de bu yüzden öğrenmemiz gerekiyor, hem de acilen! İçimiz-dışımız, algılarımızı bile devre dışına çıkaracak kadar bir taş ve odun yığınından pek de farklı bir işlevi olmayan, anlamını yitirmiş, yol gösteren değil ama yol kesen bir “bilgi yığını” haline gelmiş, çoğu istenç dışı “aktarılmış bilgileri” özgürleştirebilmemiz için öğrenmemiz gerekiyor. Hem de acilen…

En önemlisi ve her şeyden önce öğrenmeyi öğrenerek, kendimizi sadece “bilen” olarak değil ama “öğreten” olarak özgürleştirebilmemiz için öğrenmemiz gerekmekte. Öğrendiklerimizi öğretecek bir olgunluğa ve yetiye sahip olabilmek için öğrenmemiz gerekiyor: “Bilgi obezliğinden” kurtulmanın, tek yanlı bilgi aşırmanın üstesinden gelebilmenin biricik yolu, aldığımızı faydalı ve anlaşılır hale getirerek paylaşmak değil mi ki?

Bilgi, “faydalı” ve insan tabiatıyla uygun hale geldiğinde kendi “amorf” olan hamurundan başka bir şekil alacaktır, şüphesiz. Bilgi hamurunun, bu “aktarılabilir-paylaşılabilir-üretilebilir” hale gelmesine bilginin sosyalleşmesi adını vermekteyiz. Tıpkı “sermayenin sosyalleşmesinde” olduğu gibi…

Yazının icadını takip eden beş bin yıllık dönemde, bilginin “bilgi sahipleri” tarafından üretilmesi, piyasaya sürülmesi, fayda ve özellikle de “gelir getirmesi”, okul adı verilen bir kurumun tekeline verilmiş bulunmaktadır. Ancak, bu “çözüm” aynı zamanda insan tabiatının en temelli gereklerinden birisi olan evrende var olabilmek üzere bilmek ve öğrenmek-öğretmek eyleminin sosyalleşmesine konulan ve yerleşik ekonomik ve politik düzen tarafından çizilen sınır değil midir? “Bu ülkede gereğinden fazla her bilimsel disiplinde doktor var!” diye yakınan bir Fransız eğitim bakanı, “bu ülkede herkes üniversite okursa inekleri kim yayacak?” diyen bir TC Milli Eğitim Bakanı’nın yaptığı sınıfsal temelde dolayısıyla ekonomik ve siyasal gerekçelerle “bilime” ve “öğrenmeye” sınır çizmekten başka ne anlama gelmektedir? Bu şekilde akıl yürüterek okul kurumu üzerinden bilmeye, yani öğrenme ve öğretmeye sınır getirmiş olmuyorlar mı? Özellikle de öğrenme ve öğretmeye getirilen bu sınır, kendi toplumlarının ekonomisini ve siyasal düzenini yönlendiren belli bir sınıfın çıkarlarına hizmet etmiyor mu? Bilginin sosyalleşmesine konulan kurumsal sınırları belirleyen toplumsal sınıf tarihsel sonuna yaklaşmış kapitalist sistem olduğunda, evrende var olmak için sınırsız öğrenme mecburiyetinde olan insanlığın çıkarları ile kapitalistlerin çıkarlarının günümüzde uzlaşmaz bir düzeyde olduğu açıkça ortada olan bir konu değil midir? Aksi taktirde, artık sadece sembolik bir değeri kalmış olan okul kurumunun bu iki ülkenin “sınır koyucuları” tarafından göreceli de olsa “bilgi taşıyıcısı olma” olma gibi özgün işlevinin ortadan kaldırıldığı, temsil ettiği “toplumsal ilişki matrisi” olma gibi bir özelliğinin kaybedildiği başka nasıl açıklanabilecektir?

Bilgiyi yücelten “modernizmin” yerine, onu karanlıklara geri götüren “post-modernizmi” geçirmek2; hayatın ve evrendeki insan varlığının gelişimi yönüne dönük “evrim teorisinin” yerine bizi geçmişin ölü zamanlarına taşıyan “yaratılış teorisinin” geçirilmesi de yine bir ve aynı toplumsal projenin devamı niteliğindedir: Bilmeye ve öğrenme-öğretmeye aşılmaz sınırlar koymak! Bu iki müdahale biçiminin kurumsal müdahaleden farkı basit tedrisat ve işleyiş düzenlemeleri üzerinden değil, ama bilme faaliyetinin anlamını değiştirme üzerinden bir müdahale oluşunda yatmaktadır. Faaliyetin yönü böylece aydınlık ve gelecekten, karanlık ve geçmişe döndürülmüş olmaktadır. Üstelik bilmeye konulmuş bu tür bir sınır, diğer yandan “kapitalist bilgi ve manipülasyon endüstrisinin” bir yan etkisinden başka bir şey olmayan “bilgi obezliği” de kara, kapkara bir cehalet ortamıyla mükemmel bir uyum oluşturmaktadır. “Obezlik” anlamını yitirmiş beslenme biçimi değil midir: Yaşamak için yemek değil ama “yemek için yaşamak”? Daha doğrusu kronik bir beslenme bozukluğu? Hayata dönük değil ama ölüme dönük bir “zıkkımlanma”?

Bir tarafta “bilgi obezliğinden” bahsedip, diğer taraftan “öğrenmek gerekiyor” diye bir çağrı yapmamızın da bir yeniden anlamlandırma çağrısı olmuş olduğu umarız anlaşılmıştır. Bu yüzden sadece bilgi edinmek için öğrenmek değil ama öğrenmeyi de öğrenmek gerekmektedir. Böylece öğretmeyi de öğrenmiş olacağız: Bilginin toplumsallaşmasının temeli olan öğretmeyi yani bir tür paylaşmayı. Öğrenmek için “dışarıya” çıkarak “okula” gitmemiz gerekmeyecek! Okul, burada-hemen şimdi kadar yakınımızda olacak. Tıpkı derin, çok derin bir sevgilinin varlığının sürekli içimizde olması kadar yakın olacağız okula…

Bu yazıda, her şeyden önce “fiziki” bir varlık olarak tanımlanan ve fizik biliminin konusu olan evren üzerine bilgiler edinmeye çalışacağız. Tamı tamına söylemek gerekirse evrenden öğrenmeye çalışacağız! Bir yazar ve paylaşıcı olarak evrenin bir merak ve “entelektüel keşif” nesnesi olarak hayatımıza girmesi delikanlılık ve hatta ergenlik çağına kadar geri götürülebilir. İçinde yaşadığımız dünyanın tarihi ve toplumsal şartlarının zorlamasıyla, apayrı bir bilgi alanı olarak kabul gören “insani bilimler” alanında yoğunlaşmış olmamıza paralel olarak bu ilginin ve öğrenme talebinin daha da arttığını belirtmemiz gerekiyor. Bir “bütünlük” olarak evrene ve dolayısıyla fizik dünyaya olan ilgimizin giderek artması ve bu ilginin imkânların el verdiği oranda düzenli bir hal alması, sadece “merak” ve “öğrenmeye duyulan” aşırı yatkınlık gibi bireysel nedenlerle açıklanamayacak kadar karmaşık ve önemli bir konudur.

Sonuç itibariyle, evren ve “fiziki varlıklar” üzerine zamanla azalacağına artan ve bir düzenlilik kazanan bu ilginin bilim dünyasının “iç meselesi” olarak kabul gören nedenleri de bulunmaktadır. En temelli olan neden, “toplum bilim” alanında edindiğimiz “ampirik” bilgilerin öğrenme düzeyinin başkalarına aktaracak ve dahası onlara “faydalı olacak” bir düzeye erişmiş olmasına (2) bağlıdır. Bu durumda, bizim gibi “saha erbabı” araştırmacıların birçoğu, kendi araştırma alanında gözlemlediği olayları açıklamak ve varılan sonuçları başkalarına aktarmak için gerekli “yeni kavramlara” ihtiyaç duymaya başlar. Böylesi bir ihtiyaç halinde gözlemlediğiniz olaylar karşısında, ya yeni kavramlar üretmeye başlamak zorunda kalırsınız, ya da kendi bilimsel disiplininiz dışındaki bilimsel disiplinlerden uygun gördüğünüz kavramları ithal etmeye zorlanırsınız.

Kriz” ve “kuşaklar arası ilişki” sorunlarını ele alıp “saha araştırması” ve gözlemleri gerçekleştirdikten sonra, sonuçların dökümünü yapmaya giriştiğimizde tam da böylesi bir durumla karşı karşıya kaldık. Nihayetinde, sorumlu tutulduğumuz bilimsel disiplinde kullanılan kavramlar, gözlerimizin önünde cereyan eden olayları tanımlamakta yetersiz kalmaktaydı. Bu yüzden kendimizi, kendiliğinden bir şekilde ve bilimselliğin kavramsal sınırlarını zorlamadan, evrenin bütününü kendisine araştırma nesnesi olarak alan astro-fizikten toplum bilimine spontane bir biçimde kavram aktarımı yaparken bulduk.

Bu durum ilkönce, “bireyin hayat çizgisini” içinde yaşadığımız tarihsel şartlarda bir çeşit “kimlik üreten makinaya” dönüştüren dinamikleri tanımlarken (3), bir çeşit “santrifüj” (merkezkaç) ve “santripet” (merkezcil) kuvvetlerinin devreye girdiğini ifade etmeye zorlanırken ortaya çıktı. Daha çok fizik biliminin kullandığı bu kavramları “sosyolojide” kullanmamızın, çalışmalarımızı yönlendirmeye memur edilmiş “ehliyetli” ve “gelenekçi” bir akademisyeni dehşete düşürdüğünü söylemek zorundayız. Bizim, gözlemlerimizin zorlamasıyla rutin halini almış yerleşik kavramları zorlayan tavrımız, “memur edilmiş” akademisyenle aramızda temelli bir ayrılık doğurmuştu. Araştırma nesnesini değiştirerek “sosyolojinin dışına çıkmaktan” suçlu bulunmuştuk!

Buna benzer bir “skandal” olay da tez savunmasında bir raportör ve jüri üyesinin “kara delik” kavramını kullandığımızda bize karşı sanki büyük bir “günahkarmışız” gibi bir tavır içine girmesi oldu. Kendimiz akademinin kıstaslarına uygun bir “bilim insanı” olmaya çabaladığımız oranda kendilerini bir çeşit “mabet bekçileri” olarak görenler tarafından bu şekilde bir çeşit “okul dışına” itilmeye çabalanıyorduk. Ama yine de “ruhbana” değil ama olgulara sadık kalıp çabalamaya devam ederek, “pozitif” olarak damgalanmış olan “fizik” ve “kimya” bilimlerinin özgün kavramlarını toplum bilim alanında kullanılabilir kılmaya devam etmekteyiz. “Evrenin oluşumu” başlığı taşıyan bu çalışmamızı gerekçelendiren başlıca nedenlerden birisi işte bu oldu: Öğrenmek; en az ve öncelikle öğretebilecek düzeye erişinceye kadar öğrenmek. Herkesi de “aktarılan bilgiler” ile yetinmemeye”, bunun yanında paylaşılabilecek hale getirilmiş yeni bilgiler üretmeye çağırıyoruz. Hiçbir ayırım yapmaksızın evrenden öğrenmek ve sonra da bu öğrendiklerimizi bütün alanlara taşınabilir ve öğrenilebilir hale getirmeye çabalamamızdaki amaç sadece budur. Ayrıca, bu tavrımızın “okul kurumunu” bir bilgi hapishanesi haline getirmeye çalışan Fransız ve Türk eğitim sorumlularının tavrına karşı bir “isyan” olduğunun, çağrımızın da bilimin karanlığa gömülmesine karşı bir “isyana çağrı” olduğunun da bilincindeyiz.

Evrene dair bu çalışmamızın başlıca bilgi kaynağı Stephan Hawking ve onun astrofiziği “mabet dışında” anlaşılabilir kılmasının ürünü olan Fransız dilinde yayınlanmış beş eseri olacaktır. (Bkz. Kısa Kaynakça) Bu arada sol yayınlarının 1970’lerde yaptığı Einstein’ın “İzafiyet Teorisi” adlı eserinin okunma tarihinin 1984 olduğunu ve 1995’ten 2005’e kadar düzenli bir “Sciences et Vie junior” dergisi takipçisi olduğumuzu ve “sosyal medya”da ki yayınların “sıkı takipçisi” olduğumuzu da belirtmemiz gerekiyor. Bütün bunlara rağmen kendimizi “bilimsel tavır sahibi” birisi olarak tanımlasak da, bu merak ve çabalara rağmen bir “fizik-bilimci” olmadığımızın altını hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde çizmemiz gerekmektedir. Bizim deneme çalışmasında yapmaya çalıştığımız sadece, “fizik bilimi” çerçevesi üzerinden bir toplum bilimci olarak, her iki varlık alanının genel geçer kaynağı olarak evreni anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak olacaktır. Eş zamanlı olarak hem (fizik) evreni insan toplumunun içinde ve hem de insan toplumunu “fizik evrenin içinde” olduğundan hareket ediyoruz. Böylece, neden fizik bilimini de içine alan tek bir bilimsel tavır geliştirmeden, ne toplum bilimini ve hatta tam olarak fizik bilimini başkalarına anlatacak ve onlara faydalı olacak kadar anlayamayacağımız konusu da “açıklık kazanacak” umudundayız.

BAŞLANGIÇ: VARLIK VE YOKLUK SORUNU

Başlangıçtaki amacınız ne olursa olsun, sizi, içinde var olduğunuz ve size rağmen var olacak olan evrene götürecek olan birçok yol bulunmaktadır. Aslında evrenin doğru yolu da kendisi gibi biriciktir. Ancak, gideceğiniz yer doğru yürürken (veya bulunduğunuz yere gelirken) karşınıza birçok yol ayrımı çıkacağından bu biricik evrene varabilmeniz yine de doğru tercihler yapmanıza bağlı olacaktır. Eğer doğru tercihler yapmadıysanız ve hele de deneylerinizden öğrenmesini bilmiyor ve hatta onu reddediyorsanız, bu biricik evrene varma ihtimaliniz hiç ama hiç olmayacak, daha önce insanlığın başına birçok kereler geldiği gibi “uyduruk” bir evrende “zaman öldürmekten” başka bir seçeneğiniz hiç ama hiç olmayacaktır. Dahası, yola çıkarken size yoldaşlık eden kişilerden belki de hiçbiri yanınızda olmayacak, yolun sonunda kendi dünyanızı bambaşka ve daha önceden hiç mi hiç tanımadığınız insanlarla yeniden inşa etmek zorunda kalacaksınız.

Sizi diğerlerinden ayıran veya onlarla birleştiren yolun her ayırımında dayatılan soru, başka başka biçimlerde sorulmuş olsa da özetle, “Bir varlık alanı olan evren nasıl yaratılmıştır?”, sorusudur. Yaratılışta “tanrının parmağı” olduğunu görünüşte “radikal” bir duruşla reddeden Hawking şöyle bir ayırım çizmeyi yeğlemiş, “Büyük Sorulara Kısa Cevaplar” (BSKC) adlı kitabında:

Evren, doğa yasalarına boyun eğerek, hiçten yaratılmıştır” (s.52)

Şu “doğa yasaları” ile evrene “boyun eğdiren” bilim insanları yok mu? Masum görünüşlerine hiç aldanmayın, “evrenin Kralı” en az beş bin yaşındaki “Allah Baba”yı öldürerek onun yerine Kral olmaya çabalayan, ki onlardır! En azından, Truva önlerinde savaşan yenilmez Achilleus türünde “yarı tanrı”, ki yine onlardır! Evrenin sırtını onun kendi işleyişinin ürünü kurallarla yere yatırdığını vehmeden bilim insanları… Bizce onların bu tür ifadelendirmelerle evrenin kurallarının belirlenmesi işini yaratıcı bir tanrıyla bir tür “iktidar savaşına” dönüştürmeleri, onların, geçmişteki öncelleri olan “mabet bekçisi” ruhbanların alışkanlıklarının devamcısı olduklarını göstermektedir. Aradaki fark, onların mabedinin bütün bilinmeyenleri ile evren olmuş olmasıdır. Evreni bir “mabede” dönüştürmek de bizim bilim anlayışımızla pek uyuşmayan bir sorundur. Alın işte size önemli bir yol ayırımı!

Daha ilk adımda Hawking ile yolun sonunda aynı evrende konaklayacağımızın pek mümkün olmadığını hissetmeye başlamış durumdayız. Ama yine de evren üzerine bilgilenmek için Hawking’den daha verimli bir öğretmenimiz de bulunmamaktadır. Onun mabedinin “bütün evren” olmuş olması da tartışmasız, “Tarının evlerinin” birisinde konaklamaktan çok daha bize yakındır. O kadar ki, o evren gerçekte bizim evimizdir ve Hawking gibi “ev sahibi” olduğunu ilan edenlerin hukuku, bildikleri ve öğrettikleri kadar olacaktır. O Halde öğrenmeye devam edelim:

Evrenin karmaşıklığına ve sonsuz çeşitliliğine rağmen, onu yaratmak için üç tane malzemenin yeterli olduğu görülüyor. Kozmik bir çorba yapmak için üç malzeme (…) Birinci malzeme bir kütleye sahip olan her şeydir. (….) İkinci malzeme enerjidir (….) Bir evren oluşturmak için üçüncü malzeme uzaydır. Çok büyük uzay…” (BSKC, s.53)

Hawking’in hazırladığı “kozmik çorbanın” bu haliyle pek tadı tuzu olmadığını varsaymaktayız. Uzayın yanında ve onunla birlikte zamanın yer almadığı bir “kozmik çorbanın” mümkün olabileceğini düşünmemiz bile mümkün görünmemekte. Bu soruyla Hawking’den öğrenmeye devam ettiğimizde, malzemenin Einstein’in ünlü E=mc2’sinin de işin içine katılarak yeni bir hal aldığını görmekteyiz:

Einstein, göz kamaştırıcı bir şeyi anladı: Evreni oluşturmak için iki malzeme “kütle ve enerji- bir tek ve aynı malzemedir, tıpkı bir bozuk paranın iki yüzü gibi. Onun ünlü E=mc2 denklemi, “m” kütlesinin “E” enerjisi biçiminde görülebileceğine ve bunun tersinin de mümkün olduğuna basit bir şekilde işaret etmektedir. Böylece, bize sadece iki malzeme yeterli olacaktır: Enerji ve uzay. O halde enerji ve uzay nereden gelmektedir? Cevap, on yıllar boyu sürdürülen ağır çalışmalardan sonra araştırmacılar tarafından bulunmuştur. Uzay ve enerji spontane bir biçimde büyük patlama (Big Bang) diye adlandırdığımız olayın içinde ortaya çıkmışlardır” (BSKC, s.54)

Yahu nereye gitti şu “zaman”? Onu gören var mı içinizde? Fizik alimimiz S. Hawking “büyük patlamayı” gerçekleştirdi ve uzayla birlikte işin içine enerjiyi de katarak evreni yarattı ama şu “zaman” hala sırra kadem basmış durumda! Üstelik uzayın ancak ve ancak zamanla birlikte evrenin yaratılma eylemine katılacağını ta 1905’ten beri vazeden (“sınırlı görecelik teorisinin” yayınlanması) Einstein bile büyük patlamaya davet edilmişken, zamanın “kozmik” çorbada adı ve sanı neden anılmıyor? Tam olarak söylersek, neden Hawking kalibresinde bir fizikçi bir kurgu bilim okuyucusunun dahi yapmaya cesaret edemeyeceği bir şeyi yaparak zaman mevhumunu evrenin yapı taşları arasından devre dışı bırakıyor?

Bunun nedeni Hawking’in “bilgisizliği” veya “cehaleti” filan olamaz. İlerde etraflıca ele alacağımız üzere Hawking yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir şekilde zamanın da mekanla (uzay) birlikte büyük patlama ile oluştuğunu belirtmekte ve bunu birçok kereler onaylamaktadır. Ayrıca onun temel taşları arasında “zaman-mekan” birlikteliğini konu alan Einstein’in “sınırlı izafiyet teorisini” de biz ondan alıntıladık (Kara Delikler, Bebek Evrenler –KDBE, s. 67).

Aktardığımız önermelerinde, onun evrenin yaratılışı ile ilgili olarak uzay mevhumunun yanında zaman mevhumunun da bulunduğunu belirtmeye dahi yanaşmaması “bir unutma” vesilesi, “dalgınlık” vs. ile açıklanacak bir konu değil. Çünkü bu sıraladığı önermelerin bir adım ötesinde sanki bir “yalancı şahit” olarak yardıma çağırdığı Einstein’ın ünlü denkleminin nasıl okunması gerektiğini de mi bilmiyor ki aynı hatayı iki kere üst üste gerçekleştirsin? Burada söz konusu olan, bütün teorik çıkarımların ötesinde Hawking’in evreni algılama biçiminin, en azından Einstein’ın dünyasıyla pek örtüşmediği olgusudur. Hawking, denklemde yer alan “E” enerjisinin aynı zamanda “m” kütlesi olarak da işlem göreceğini bir güzel belirtmiş bulunuyor. Ama nedense “c” ışık hızının ardında ölçülebilir zamanın bulunduğu gerçeği, böylece ancak bir “tapınak rahibinin” gerçekleştirebileceği bir el çabukluğu ile konu dışına itiyor. Oysaki hazırladığı her derde deva “kozmik çorbaya” gerçekte tadını veren tuz gibi “enerji + uzay-zaman” birlikteliğinin de katılması gerekiyordu.

Neticede, Hawking’in yaptığı sihirbazlığın “masum bir hata” türünden affedilebilir bir yanı bulunmamaktadır. Bu durumun gerisinde evrenin varoluşu hakkında fizik bilimini de aşan metafizik tasa ve amaçların bulunduğunu düşünmekteyiz. İlerde tek tek ele aldığımızda yakından görebileceğimiz gibi, ünlü bilim insanımızın buradaki tavrı onun evren karşısındaki genel duruşuna bağlı bir olaydır. Bu duruşun özünü, araştırma nesnesi evren olan bir bilim insanı olarak onun bilimsel teori ve pratiği sadece varlık meselesi ilgilendirmekte olması, ama bu meseleyi bir oluş sorunsalı şeklinde tasarlayıp irdelemeden sistematik bir biçimde uzak durmaya çalışmasıdır. Evrenin hamuruna onun tuzu-biberi olan “zamanı” aleni ve bilinçli bir şekilde katmamış olması bunun en bariz nedenidir. Zira eğer zaman mevhumunu da tanımını yaptığı “varlık” tanımının içine katmış olsaydı, Saint Augustin tipi bir “tapınak bekçisi” veya bir eski zaman metafizikçisi gibi, var olması için evrenin “yaratılması” olayından değil ama evrenin oluşumundan bahsetmek zorunda kalacaktı.

Bizim temsil etmeyi yeğlediğimiz biçimiyle evren bir oluşuma yani zaman-mekanda uzun bir yol kat eden parkura benzemektedir; oysa ki Hawking’in tarifinden dökülen evrenin temsil edilişi, “büyük patlama” ile başlayıp sonuçlanan ve “olmak” için zamana ihtiyacı olmayan bir varlığa indirgenmekte. Zaten her çeşit “bilgi” de tekil olan bu olayla başlamıyor mu? O halde onun teorisi de, yani “bilim” de bir çırpıda “yaratılmış” olacaktır elbette.

Yanlış anlaşılmamalıdır. Amacımız, bilim adamları arasında hala tartışma konusu olduğu anlaşılan “büyük patlama” olayını ayrı “bilimsel” bir tartışma konusu haline getirmek değildir, her ne kadar genel eleştiri hakkımız sabit olmuş olsa da. Dahası, sadece basit bir bilim ve öğrenme sevdalısı olarak anlatılardan, “büyük patlamanın” var olmuş olabileceğinden yana saf tutanlardanız. Hele de; “büyük patlama” konusunda önemli çalışmalar yaptığı bilinen Hawking’in bu alanda yaptığı alimce “matematik hesapları” tartışma konusu yapmak gibi bizi fersah fersah aşan iddialarda bulunmak aklımızdan bile geçmemektedir. Ama yine de basit bir “bilgi aşırıcı” (veya “bilgi obezi”) olmayı ısrarla reddeden ve sorgulama hakkını her daim saklı tutan biz, onun bize evren hakkında öğrettikleri ile, bu öğretileri bir düzene sokarken gerçekleştirdiği akıl yürütmeleri birbirlerinden ayırmak durumundayız: Ne yazık ki bilmek her daim bilgelik demek değildir.

Kendi tavrımızın evrenin “oluşmuş ve oluşmakta olan” bir araştırma ve düşünce nesnesi olduğunun öncelikle belirtilmesi ile belirlendiğinin altını çizdikten sonra, alimimizin öğretisine şu soruyu yöneltmekteyiz: Evrenin varlığını başlatan “büyük patlama” bir dış neden olarak mı onun “yaratılmasında” devreye sokulmaktadır, yoksa aynı zamanda bir iç neden olarak duyularımıza hitap eden evrende hala varlığın ayrılmaz bir parçası olarak müdahil bir durumda mıdır? Daha da basitçe ifade etmek gerekirse “büyük patlama” içinde bulunduğumuz zaman kesitinde evrenin içinde mi yoksa dışında mıdır? Eğer içindeyse bu durum kendisini mevcut bir olgu olarak bugün nasıl ifade etmektedir? Aynı şekilde, evrende hali hazırda bir gözlem nesnesi olarak var olan ve “büyük patlama” öncesi bir karakteristiğe sahip olan “kara delikler” evrenin içinde mi yoksa dışında mı konuşlanmış durumdadır?

Bundan sonraki bölümde “evrenin oluşu” meselesine bağlı olarak ve Hawking’inden öğrendiklerimizden yola çıkarak sorduğumuz bu temelli sorulara cevap aramaya çalışacağız.

OLUŞ SORUNU: VARLIKTAN OLUŞA

S. Hawking’in evrenin “spontane bir biçimde bir hiçten yaratıldığını” söylediğini sözümüzün başında belirtmiştik. Aynı şekilde, yine bizzat kendisi yaratılışın “büyük patlama” olayı ile gerçekleştiğini belirtmişti. Bu durumda söz konusu olan “hiç”, “büyük patlama” öncesi dönem olmuş olmaktadır. Diğer bir ifadelendirme ile “varlık”, böylece bir hiçlikten “singularité”, yani “tekillik” veya “biricik olan” olarak yaratılmış olmaktadır. Evrenin yaratılışı ile ilgili olarak neden daha çok metafizikçilerin kullanabileceği “hiçlik” kavramının kullanıldığı bizim için soru işareti taşımaktadır. Zira, fizikle uğraşan bir bilim insandan benzer durumlarda daha çok “sıfır” ve gerekli olduğu taktirde “eksi” tabirinin kullanılmasını beklerdik. Nitekim, alimimiz, fizik biliminin alışılmış kavramlarını kullanarak, bizim gibi “öğrenci” konumundakilerin hayranlığını kazanacak performansa da rahatlıkla ulaşabilmektedir:

Fiziğin kanunları bir “negatif” enerjinin varlığını öngörür.

Bu gizemli ama hayati kavramı anlamak üzere bir analojiye başvuracağım. Düz bir alanda bir tepe inşa etmek isteyen bir adam düşünün. Tepe evreni temsi etmektedir. Bunun için bir delik yani negatif bir tepe açmak durumundadır. Delikte olan şimdi tepededir; öyle ki denge değişmemiştir. Evrenimizin kaynağında olan temel prensip işte budur.” (BSKC, s.55)

Bir öğrencinin gözlerini kamaştıran ve anlatım gücünü basitlikten alan şu zarafete bakar mısınız bir hele! Ondan aktardığımız bu satırları okuduğumuzda evrenin giriş kapısının bir anda görüşlerimize ardına kadar açıldığını hissettiğimizi itiraf etmemiz gerekiyor. Ne var ki, bundan sonra söyledikleri zihnimizdeki soruları yeniden alevlendirmiş bulunuyor:

Büyük patlama, dev gibi pozitif bir enerji, aynı zamanda ve oranda negatif bir enerji de doğurmuştu. Böylece pozitif ve negatif birbirlerini ortadan kaldırmaktadır; bu ise bir başka doğa kanunudur.” (BSKC, s.55)

Önce bir “hiç” vardı, sonra “büyük patlama” oldu ve uzaya, zamana bile kulak asmadan pozitif enerji pompalanmış oldu… Hayır, hayır, sadece pozitif değil ama negatif de. İyi ama bugün bu negatif enerji nerede bulunmaktadır? Cevap Hawking’den:

Evreni oluşturan materyallerde … /… Uzayın bizzat kendisi, toplamın sıfıra eşit olması için yeterli miktarda olan bir negatif enerji rezervuarıdır” (BSKC, s.55-56)

Evren, negatif enerji stoklayan bir akümülatördür … Şeylerin negatif yanına karşı gelen delik bütün uzaya yayılmış durumdadır. ,,, /,,, Eğer evrendeki enerjinin toplamı sıfıra eşitse, bu durumda onu yaratmak için bir tanrıya ihtiyacımız yok demektir. Evren paraya tedavül edilemez; ona bir hiç karşılığı sahip olunur.” (BSKC, s.56)

Zarafet aynı göz kamaştırıcı zarafet, basitlik aynı estetik ve didaktik basitlik, ama burada anlatılan ve gözleme dayalı şeylerle, Hawking’in evren üzerine olan anlayışı ve onun “yaratılması” üzerine söyledikleri, sorduğumuz soruların üstesinden gelememektedir. Eğer “büyük patlama” ile evrene sadece pozitif değil ama negatif enerji de saçıldıysa, peki içinde bulunduğumuz zaman kesiti itibariyle “büyük patlama” evrenin neresinde bulunmaktadır? İçinde mi; yoksa dışında mı? “Büyük patlamanın” evrene yaydığı pozitif ve negatif enerjilerle ne gibi bir ilişkisi vardır? Sakın hala bizim “büyük patlamamız” bu ilişki üzerinden Hawking’in adını koymaktan imtina ettiği bir neden yüzünden, evrenin içinde ve onun oluş dinamiği üzerinden var olmaya devam diyor olmasın? Sonra “onu oluşturan materyaller”den bahsetmek de ne anlama gelmekte? Bununla, bahsedilen “materyallerde” “büyük patlamanın” varoluş biçimi de “uzaya yayılmıştır” mı denilmek istenmektedir?

İleri sürdüğümüz bu sorular, sanılacağı (ve Hawking’in “hiç” kavramı üzerinden gerçekleştirdiği) gibi fizik bir sorunu sözüm ona “çözümlemek” üzere metafizik alana havale etmek değildir. Tam tersine, fizik biliminin olgulara dair olarak tanımladığı “büyük patlama” olayını “yaratılış” önyargısından kurtarmak ve çözümlenmek üzere “oluşa” havale edilmesi talebinin ifadesidir. Hawking’in yaptığı gibi “(-)E+E=0” gibi bir denklemle “yaratıcı tanrının” ortadan kaldırılacağını iddia etmek, her ne kadar matematiksel bir ifadeyle ortaya dökülmüş olsa da, neticede bir “hokus-pokus” işlemidir ve kesinlikle, ne olduğu ve nereden geldiği bilinmeyen bir tanrıyla bilim çatısı altında mücadele filan değildir. Çünkü, bu nihilist yaklaşımla gerçek ve somut birer değer yani varlık olan (-)E ve (+)E’nin sıfıra eşitlenerek ortadan kalkıp bir “hiçe” dönüştüğünü iddia etmek gibi, bir bilim aliminin tavrı olduğu bizce soru işaretleri taşıyan bir hareket olacaktır.

Eğer Hawking bilim alanında “tanrının hesabını görmekte” gerçekten samimi olsaydı, bunu başka türlü anlatması gerekecekti. Zira, buradaki eşitliğin olgular öne çıkarılarak akıl yürütüldüğü taktirde bir “ortadan kalkma” değil, ama çelişik yanları oluşturan “eksi” ve “artının” evvelce mevcut olan mücadelesinin “büyük patlama” anına kadar yarattığı sürekli bir dengesizlik halinin3, patlama sonrası göreceli bir dengeye yani çelişik olanların birliğine dönüştüğü anlamına gelebilir ancak. Öyle anlaşılmaktadır ki; somut olayları sayısal soyutluklara dönüştüren Hawking’in genel olarak olgulara yaklaşımı, para babası bir sermayedarın üretilen ve umum için her şeyden önce bir “kullanım değeri” taşıyıcısı olan metalara bakışı gibi olmaktadır. Yani üretim faaliyetinin amaç ve anlamının “hayatın devamını sağlayacak somut bir değer yaratmak” olmaktan çıkarılıp, “ölü” olanı temsil eden soyut niceliği (parayı) ifade eden “sermaye birikimine” dönüştürmek…

O halde, aynı soruyu ısrarla sormaya devam ederek bilginimizden öğrenmeye devam edelim: “Büyük patlama” ve pozitif enerjiyi mümkün kılan negatif enerji, içinde bu soruları sorduğumuz bir “teklik” ifade eden evrenin neresinde bulunmaktadır?

Maddeyi yaratmayı mümkün kılan bu enerji (negatif-BN) nereden gelmektedir? Cevabımız evrenin çekim (gravitasyon) enerjisinden aldığı olacaktır. Evren, maddenin pozitif enerjisini tamı tamına gidermek üzere harekete geçen negatif çekim enerjisine büyük çapta borçludur: Enflasyonist (“başlangıçtaki” ilk ani ve çabuk yayılma dönemi-bn) dönem boyunca evren, maddenin yaratılmasını finanse etmek için çekim enerjisine ağır şekilde borçlanmıştır. Sonuç, keynesci ekonominin büyük bir zaferi olmuştur. Olgun ve tam yayılma durumuna geçmiş evren maddi nesnelerle doludur. Çekim enerjisine olan borç, evrenin sonundan önce ödenmeyecektir.” (KDBE, s..95)

Görüldüğü gibi Fizikçi Hawking reenkarnasyona uğradığında büyük ihtimalle bir “burjuva ekonomisti” olacaktır. Bunu, onun olaylar karşısındaki genel duruşunun nasıl olduğunu belirtirken ortaya koya koymuş ve altını çizmiştik. Aynı düzlemde devam edersek, O’nun olaylar arasındaki ilişkilerin kuruluşu üzerine akıl yürüttüğünde takındığı İngiliz ekonomizmine özel rasyonalizminin de materyalist düşünce karşıtı olduğunu belirtmeliyiz 4. Dolayısıyla, Marx öncesi geleneksel İngiliz ekonomizminde olduğu gibi, içinde yaşanılan olgular dünyasına dair bütün elemanlar, üzerinden akıl yürütebilmek ve yol bulmak için gerekli hemen hemen bütün temel kavramlar Hawking’in öğretisinde de mevcuttur. Ancak yapılan tanımlar, tıpkı klasxik çağ İngiliz ekonomizminde olduğu üzere illa ki taraflıdır, yani konu dışı (toplumsal) kıstaslara ve beklentilere göre biçimlendirilmiştir. Mesele, bize evrene dair bütün elemanları onların bilgileriyle sunan Hawking’in, belli ön yargılara göre biçimlenmiş olarak yaptığı tanımlamalardaki eksikler, atlamalar, görmezden gelmelerle (“zaman” mevhumunun kapı dışarı edilmesinde olduğu gibi) evrenin oluşumuna uygun akıl yürütüp yürütmediği meselesidir. Dolayısıyla, bizim kısaca OLUŞ olarak adlandırdığımız evrenin varoluşu üzerine fizikçi Hawking’in öğrettikleri üzerine yaptığımız çıkarımları tezler olarak sıralamanın aramızdaki akıl yürütmeye bağlı ayrılıkların açıklanabilmesi açısından daha içinden çıkılır bir yol olduğunu düşünüyoruz. Bu tezler şunlardır:

  1. Hawking’in anlayışının aksine evren, bir kerede şapkanın altından çıkar gibi var olan ve sonra rötuşları yapılan bir abide değildir. Ama var olmaya devam eden ve ne olacağı zaman içinde ve zaman faktörünün de müdahalesiyle belli olacak olan oluş sürecidir. “Büyük patlama” gücünü, oluşu mümkün kılan negatif ve pozitif enerjinin arasındaki çelişkinin azametinden almaktadır. Bu anlamda, büyük patlamayla birlikte uzaya yayıldığı kabul edilen pozitif enerji ile birlikte, her daim “çekim gücü” üzerinden negatif enerji biçiminde kendi önceli olan “hiçlik” olarak var olmaya devam edecektir. Dolayısıyla, negatif enerjinin de pozitif enerji gibi evrenin oluşumuna müdahil olması, “büyük patlama” ve/veya “küçük patlamaların” (kara deliklerin patlaması gibi) evrenin içine dahil olduğunun göstergesidir. Hawking’in içine düştüğü zorluk bizce kendisini en bariz şekilde şöyle ortaya koymaktadır: Tanım yaparken (diğer bir deyişle genel bir teori oluştururken) ortaya koyduğu çelişki ve yetersizlikler ile tanıma giren eleman ve kavramların tek tek belirlenmesinde gösterdiği mükemmellik arasındaki tezat üzerinmden. Bir matematikçi ve bir gözlemci olarak gözümüzü kamaştıran bilginimiz, teorik bir bütünlük oluşturmaya gelindiğinde hayal kırıklığından başka bir şey yaratmamaktadır. Bu durumun, O’nun gerçekte “büyük patlamaya” indirgediği varlıktan oluşa geçerken zorlanmasından veya tam olarak ifade etmek gerekecekse, adı konulmamış da olsa, onun oluşu prensip olarak reddetmesinden kaynaklandığını düşünmekteyiz.

  2. Negatif ve pozitif enerjilerin birbirlerini sıfıra eşitleyerek “çekim gücü” de içeren kütle sahibi olarak uzayda yer işgal edecek biçime dönüşmesi, gerçekte, zaman içinde düzenliliği ve sürekliliği sağlanmış maddi biçimlerin oluşumuna imkân tanıyan göreceli güçler dengesinin oluşumuyla ilgilidir. Bu denge, kendisini oluşturan enerjinin negatif ve pozitif olarak dağıtılmış niceliğine oranla görecelidir. Bunu, bir yıldızın pozitif enerjiye dönüşerek (daha doğrusu pozitif enerjisini tüketerek) var olabileceğini ve nihayetinde kendi yakıtını tüketerek biçimini de kaybedip bir “kara deliğe” dönüştüğünü belirten Hawking’in (adını koymamış da olsa) bizzat kendisi söylemektedir. Ama enerjinin kütlesi olan bir maddeye ve ondan sonra kütlesi (pozitif enerjisi ve onun tükenerek mümkün hale getirdiği biçimi) kaybolmuş bir “kara deliğe” dönüşmesi süreci, aynı zamanda çelişkil erin birliğinden çelişkilerin mücadelesi haline geri dönüş anlamı taşımaktadır. Bu bir “geçmişe geri dönüş”, yani kaybolmuş bir kozmik cismin aldığı önceki biçime reenkarnasyonu filan değildir. Geçmiş kara delik oluşumu ile birlikte zamanın çöplüğüne atılmış olmaktadır. Bu dönüş, oluş sürecinde yeni bir gelişim aşaması öngören yeni olana doğru spiral bir dönüştür.

  3. Farklı nicel birikimlerin yoğunlaşmasıyla oluşagelen, belli biçimlerde kitle sahibi olan oluşuma madde adını veriyoruz. Bu durumda aynı oluş şekline göre var olan evren en küçük zerresinden (parçacık) en büyük galaksi kümelenmelerine kadar bütün halleriyle (ve de içine uzay ve zamanı da alarak) maddi bir varlık olmaktadır. Maddeye dair olmayan evrene de dair değildir. Maddi olanın hem dışta ve hem de içte olması gibi, evrenin hem dışı ve hem de içi maddidir.

  4. Bu durumda nedensellik zincirinin de “ilişkilerin maddeselliği” temelinde geliştiğinin altını çizmemiz gerekmedir. Bu gelişim bir yanıyla içselliğin dışsallığa kavuşmasıyla düşünülebilecek bir şey olacaktır. Bu aynı zamanda bilinende bilinmeyene, eskiden gelenin yeniye dönüşmesi de demek olacaktır. Bu durumda oluş dışsallaşmış bir içselliğin tekrar ve tekrar dışsallaşması ve içselleşmesidir. Nedensellik zincirini, içsellik-dışsallık diyalektiği ile çelişkilerin birliği ve mücadelesinin doğurduğu güçten kaynaklanan bir nicelik birikimi-nitelik dönüşümü olarak tanımlamak gerekmektedir.

  5. İçselleşmenin dışsallaşması olarak adlandırmayı uygun gördüğümüz olay, “evrenin genişlemesi” olarak adlandırılan, Hawking ve diğer fizik bilimcilerin hesaplayarak ortaya koyduğu evrenin genel hareketine de uygun bir gerçekleşme biçimidir. Hawking’in bir “tepe inşa etmek için negatif bir tepe olan bir çukur açmak” metaforuna ve bir “hiçten yaratma” biçimine uygun bir davranış olacaktır, bizim içselliğin dışsallaşması diye adlandırdığımız “evrenin genişlemesinin” gerçekleştirilme biçimi. Aradaki hiç de önemsiz olmayan fark, bilginimizin “hiçten yaratma” eyleminde uzayla sınırlanmış ve zamanı yok sayan “yatay” genişlemenin bizim önerdiğimiz biçimde aynı zamanda “düşey” olarak “zamanı” da içine katarak gerçekleşmiş olmasıdır.

  6. Hawking’in “genel teorik bütünlük” çabaları içsellik-dışsallık arasında bir ilişki kurmamaktadır. Onun “kozmik çorbası” daha çok tek tek olayların toplamından oluşan bir “eklektik çorba” niteliğindedir. Olayların ve onun “maddi” olarak adlandırdığı şeylerin arasındaki ilişki tek tek şeylerin ilişkisidir. Daha çok düşünsel (rasyonel) bir bağla kurulmuş (yani maddi tabiatlı olanın dışında) bir ilişkidir. Diğer bir deyişle ilişkili olan şeyler olmasa bile, şeyler arasındaki ilişkinin bizzat kendisi düşünseldir (maddi nitelikli olmanın karşıtı olarak). Hawking’de (ve anlaşıldığına göre onun gibi düşünen diğer bilim insanı için de) ilişkinin maddesel niteliği “her şeyin teorisi” olarak adlandırılan ve “en küçüğün teorisi” olan “belirsizlik ilkesi” teorisi ile, “en büyüğün teorisi” olan “genel görecelik teorisi”ni birleştirirken ortaya çıkmaktadır. “Sicim teorisi” adı verilen bu teoride evrenin nesnelliği bir sicimin aldığı çeşitli biçimlerle ilişkilendirilmektedir. Oysaki bu şekilde bir akıl yürütmeyle, Hawking’in tahminiyle “çok yakında” bir “her şeyin teorisi” belirlemek ve hele de bunun “bilimsel bir teori” olması bize pek mümkün görünmemektedir. Eğer ilişkiyi maddeleştirerek tek bir şeye indirgemek gerekirse, akıl yürütmeye şöyle başlamak gerekecekti: Evrenin kendisi bir bütün olarak ilişkinin kendisidir. “Her şeyin teorisi” denilen ve fizik biliminin gözlem ve araştırma nesnesini de belirleyecek olan teori, gözlenen tek tek şeylerin bilgisini geliştirerek kendisini ortaya koyacaktır. Önemli olan bu bilgilerin “eklektik bir çorba” türünden olup olmadığı meselesidir. Zira Hawking’in yaptığı gibi fizik olana metafiziği dayatmaktan öte bir yerlere gidilemeyecek, “her şeyin teorisi”, her şeyin önüne engel olarak çıkarılacaktır.

Böylece, yaptığımız son okumalardan çıkarabildiğimiz olumlamaları belirlemiş oluyoruz. Şimdi de fizik bilginimizin bize öğrettikleri üzerinden bu olumlamaların evrende nasıl şekillendiklerini görmeye çalışalım.

OLUŞUN HALLERİ: (4)

Oluş, bütün evrenin bir diğer adıdır. Oluşarak var olunur ve/veya yok olunur da ondan. Ancak, tersinden başlayarak, evreni sadece bir varlık olarak da tanımlayabilirdik. Eğer “oluşu” da bu tanıma, yani evrenin içine katmış isek yanlış veya eksik bir şey yapmış olmazdık. Evreni “oluş” kavramından çıkarak anlamlandırmaya çalışmamız, aynı zamanda bizim onun bütün hallerini içine alan tam bir varlık tanımını yapmış olmamızı da beraberinde getirecektir.

Bizim altını sürekli çizmeyi yeğlediğimiz “oluş”, bir bütünün tek tek bileşenlerinin aritmetik bir toplamı olan “oluş” değildir. Evrenin bileşenlerinden her birini tespit etmiş ve tanımlamış olmak, ille de, bir bütün olarak varlığın halini, yani hareket halinde olmayan hiçbir şeyin var olamayacağını (diğer bir deyişle “oluş” halinde olmayan hiçbir şeyin var olmayacağını) açıklamak demek değildir. Eğer biz, “evrenin bileşenleri” dediğimiz nesneleri de bir bütün olarak “evren” gibi “oluş” halinde ele alırsak, bu bileşenler evrenin halleri haline gelebileceklerdir. “Oluş” hali, bu bileşenlerin aynı zamanda birbirleri ile ilişki halinde olagelmesini mümkün ve gerekli kılar. Tekil olan evrenin ancak “oluş” halinde var olmuş olması, onun bütün çoğulluğu altında maddi olan tabiatına en uygun olandır. Hawking’in “varlık” (ister yaratılmış olsun, ister olmasın) kavramı altında rasyonel olarak ilişkilendirdiği evrenin “zaman” mevhumundan ekonomi yapması, bir “doğa uyuşmazlığının” eseridir. Böylece, “oluş” halinde kavranmayan evren sadece düşünsel bir nesne (aritmetik formülasyonlar gibi) olmaktan öte gidemeyecektir.

O halde özetleyelim. Bir bütün olarak evrenin “oluş” olarak tanımlanması aynı zamanda tek tek olayların (hallerin) birbirleri ile olan ilişkileri içinde eksiksiz olarak tanımlanmasını da beraberinde getirecektir. Bizim anlayışımıza göre “oluş”, bitmiş olan değil ama olmakta olan anlamına gelmektedir. “Olmakta olan” ise, tek tek nesnelerin kendi iç halleriyle ilgili olduğu kadar dış halleriyle de ilgili bir meseledir de aynı zamanda. Her iki durumda da varlığa zaman mevhumunu katmayı (Hawking’in yapmayı “unuttuğunun” aksine) öngörür. Evrenin bütünü oluşturan “oluş”, yani varlığa zamanın katılması, tek tek hallerin evrene katılmasının biçimini de belirleyecektir. Tek tek haller açısından oluşun içsel olduğu kadar dışsal olmasının anlamı da budur.

Bahsettiğimiz “hallerden” birincisi, evrenin başlangıcı anlamına da gelen “big-bang” yani “büyük patlama” olayıdır.

BÜYÜK PATLAMA

Büyük patlama” diye nitelenen olay bilim insanlarının gözünde genellikle başlangıç olarak kabul edilen ve evreni “tekil” bir varlık (“singulier”) olarak tanımlayan olaydır. Eğer bir analojiye başvurmamız gerekirse, sosyoloji biliminde tek başına bütün diğer olguları açıklayan “total toplumsal olay”(5) ne ise astrofizik için “büyük patlama” da odur. “Uzay-zaman” ve onunla birlikte kütleli-kütlesiz bütün “materyaller” hep birlikte evreni oluşturmuşlardır. Kendisinden sonraki diğer bütün fenomenleri “çoğul” (pluriel) hale getirecek olan bu “total fizik fenomeni” beş milyar yıl öncesinde oluşan dünyamızın güneşin etrafında yaklaşık 14 milyar yıl dönmüş olmasından önce olmuştur. Hawking’in yaptığı analojiye uygun bir biçimde ifade etmek gerekirse “büyük patlama olayı” bir “hiçlik” alanı olan patlama öncesine çukur açıp, uzay-zamanda bir “pozitif tepe” oluşturmak demek olacaktır. Büyük patlamanın varlığının uzay-zamandaki etkilerinin içinde bulunduğumuz haliyle evrende hala daha gözlemlenebilir olduğu belirtilmektedir.

Evrenin başlangıcına dair Hawking’in yazdıklarından öğrendiklerimiz, “mekanı” (uzayı) anlayışı çoğunlukla güneş sistemini geçmeyen; “zaman” mevhumundan anladığı ise alışıldığı biçimde 24 saat-bir insan ömrü arasına sıkışmış kalmış biz sıradan ölümlüler için bir “harikalar ülkesi” niteliğindedir. Evvelce de belirttiğimiz gibi Hawking, eserlerinin birçok yerinde “büyük patlama” anını “enflasyonist bir yayılmanın” takip ettiğine işaret etmektedir. 14 milyar güneş yılı içinde bu yayılma “bir milyar kere milyar kere milyar” (BSKC, s.81) gibi bir oranda gerçekleşmiş bulunmaktadır. Halihazırda bu genişleme her milyar güneş yılı için “%5 ila %10” oranında seyretmektedir. Uzayın evrenle birlikte yayılma miktarını tasavvur edebilmek için yayılmanın süresinin “güneşimize” endekslendiğini ve sadece 14 “milyarcık” bir süreden (yıldan) beri gerçekleştiğini; oysa ki sadece samanyolunun uzayında yapılacak kozmik yolculuk için bile “ışık yılı” (güneş zamanının 300 bin/saniye ile çarpımında elde edilebilecek bir rakam) ölçütleri kullanmak zorunda olduğumuzu belirtmek bir fikir vermekte yeterli olacaktır.

Büyük patlamada evren son derece yoğun, içine eğik ve sıcak bir varlıktı. Bizim ifadelendirmemize göre mükemmel bir “nicel saçılmaya” benzeyen “yayılmaya” başlamasıyla, ısı başta olmak üzere bütün değerlerin seviyelerinde azalma baş gösterdi. (Bkz. Zamanın Kısa Tarihi-ZKT, s.143) Bu; biçimlerin oluşma şartlarını imkansız kılan aşırı sıcak dönem, aynı zamanda uzaya bir nevi “aşırı dozda” pozitif enerjinin de enjekte edildiği dönemdir. “Evrenin boyutlarının ikiye katlanmasıyla birlikte, maddenin pozitif enerjisi ve çekim gücünün negatif enerjisinin ikisinin birden ikiye katlandığı” (ZKT, s160) bilindiğinde, nihayetinde “uzayın negatif bir enerji deposu” olduğu da bilindiğinde, uzay ve zamanın birlikteliğinin bir negatif-pozitif enerji birlikteliği olduğu da teslim edilebilecektir.

Büyük patlama ile özgürleşen pozitif enerji ile içinde yayıldığı uzayda depolanmış olan negatif enerjinin farklı nicel seviyelerde sıfıra eşitlenerek oluşturduğu göreceli denge, yukarıda da altını devamlı olarak çizdiğimiz birçok şeyin ifadesi olmaktadır:

  1. Oluşun dinamikleri, varlığın daha ilk anından itibaren pozitif ve negatif kutupların birlikteliğinin sonucu olduğunun göstergesidir. Biz buna “zıtların birliği” demekteyiz.

  2. Pozitif-negatif kutupların birliği ile zaman ve mekanın birlikteliği birbirlerine dönüşebilir nitelikte bir birliktelik oluşturduğu izlenimini doğurmaktadır. Bu uzay-zaman birlikteliğinin çelişkili bir birliktelik olduğunun göstergesidir.

  3. Pozitif ve negatif enerjilerin ve/veya zaman-mekânın oluşa esas teşkil eden zıtlıklar mücadelesi sıfıra eşitlenebilir hal aldığı belli denge durumunda, enerji de bir kütle sahibi olunmasına götürecek şekilde yoğunlaşarak duyularımıza doğrudan hitap eden bir biçim halindeki maddeyi oluşturacaktır.

Bundan sonraki gelişmeler hakkında Hawking’den öğrenmeye devam edelim.

BİÇİM ALMA VEYA NİTELİK SIÇRAMASI:

Büyük patlamayla oluşan enerji saçılımı ve yayılma şeklinde kendisini ifade eden “nicelik” oluşumunun “nitelik” şekillenmelerine dönüşmesi, yani niceliğin niteliğe dönüşmesiyle kütle sahibi varlıklar olarak doğrudan gözlenebilir hale gelmesi, bir macera romanı tadında şöyle anlatılmış, “Evrenin Kısa Tarihi”-EKT- adlı eserde:

Evren yayılmaya ve sıcaklığı düşmeye devam ederken, elektronların ve elektron-pozitron çiftlerinin çarpışmayla doğan ısının da birbirlerini sıfırladığı (pozitif ve negatif olarak-BN) ısının altına düşmesi gerekti.

Bu işlem, elektron ve anti-elektroların daha fazla foton üretmek üzere, geride birkaç elektron bırakarak ortadan kalkmasına dönüşecektir.

Büyük patlamadan yüz saniye sonra evrenin sıcaklığının bir milyar derece yani en sıcak yıldızların sıcaklığı kadar olması gerekiyordu. Bu sıcaklıkta, proton ve nötronlar, nükleer gücün çekimine dayanabilmek için (ve böylece göreceli bir denge durumuna geçebilmek için-BN) yeterli miktarda enerjiye sahip değildi. Bu durumda, döteryum ve, bir proton ve bir nötrondan oluşan ağır hidrojen atomlarının çekirdeklerini üretmek üzere birbirlerine karışmaya başlamışlardır.

Döteryum çekirdekleri kendi paylarına daha fazla proton ve nötronla birbirlerine karışarak, iki proton ve iki nötrondan oluşan helyum çekirdeklerini üretmişlerdir. Aynı zamanda lityum ve berilyum elementleri gibi daha birkaç ağır element çiftinin de üretilmiş olduğu imkan dahilindedir.” (EKT, s.97)

/ …

Sıcak büyük patlama modeli, evrenin yakıcı aşamalarında yayılan ışımayı gözlemleyebileceğimizi aynı şekilde öngörmektedir.” (EKT, s.98)

/ …

Devamla, birkaç saat içinde helyum ve öteki elementlerin üretimi durmak zorunda kaldı. Ve bundan sonra, bir milyon seneye yakın bir süre içinde evren yeni bir şey üretilmeksizin yayılmasına olağan bir şekilde devam etti.

Netice itibariyle, ısı birkaç bin dereceye düştüğünde, elektronlar ve atom çekirdekleri kendi aralarındaki elektromanyetik çekime dayanamayarak atomları biçimlendirmek (abç) üzere birbirlerine karışmaya başladılar.” (s.98-99)

Bütünlüklü olarak evren bu halde yayılmasına ve soğumasına devam edecektir. Bunun yanında ortalamanın üzerinde bir yoğunluğa sahip bazı bölgelerde, daha güçlü çekim gücü yüzünden yayılma yavaşlamak zorunda kaldı. Bu ise bölgenin kendi üzerine çöküşü ile sonuçlanacaktır. (Kara deliklerin oluşumunda olduğu gibi-BN) (s.99)

Bu çöküş sürecinde, bu bölgenin dışındaki maddenin çekim gücü hafif bir rotasyona (eğrilmeye-BN) neden olmuştur. Sonra, bu bölgelerin bedeni daraldığından sapma hareketi hızlanacaktır”

/ …

Sonuçta, bu bölgeler yeterli derecede küçülmüş bölgeler haline geldiğinde, onların eğrilmesi gittikçe artan hızıyla yerçekimini telafi eder hale geldi. Bu ise disk biçiminde ve yörüngesi olan galaksileri doğuracaktır.

Zamanla bu galaksilerin gazları patlayarak kendi özel çekimlerinin etkisi altında çöken bulutları biçimlendirdi.

Onların kasılmalarıyla birlikte gazların ısısı nükleer reaksiyonları başlatacak düzeye gelmiş oldu. Bunun sonucu ise daha fazla helyum için hidrojenin transformasyonu olmuştur.” (EKT, s.99)

Evrenin oluşumu ile ilgili olarak ”büyük patlama” sonrası olup bitenler ile Hawking’den aktardığımız bu uzunca hikayeden, evrenin “hammaddesi” olarak da niteleyebileceğimiz “enerjinin” biçim alışlara geçerken gerçekleştirdiği nitelik sıçramaları konusunda şu genellemelere varmaktayız:

  1. Büyük patlama esnasında olduğu gibi “büyük patlama” sonrasındaki biçim alışlarda da, yani kısaca bütün oluş süreci boyunca, çelişkilerin birliği ve onların yaratıcı mücadelesinin esas olduğunu görmekteyiz. Bunun yanında, çelişki oluşturan kutupların mücadelesinin yerini bir çeşit düzen ve süreklilik sağlayıcısı göreceli denge haline bıraktığına şahit olmaktayız. Atom parçacığının, elverişli iç ve dış şartların da elvermesiyle, negatif enerji yüklü elektron ve pozitif enerji yüklü pozitron parçacığından itibaren adım adım nasıl gerçekleşmiş olduğu olgusu bunun bir illüstrasyonundan başka bir şey değildir. Başta da değindiğimiz gibi, “E=mc2” denklemi aslında “büyük patlama” ile özgürleşen “E” enerjisinin geri dönüşünün, yani “tekrar “özgürleşmesinin” formülü olarak görünmüş ve yorumlanmış olsa da (özellikle de atom bombasını üretirken), biçim alışın bir kütle ve enerji ilişkisinin uzay-zaman şartlarında gerçekleşmesinden başka bir şey olmadığını da basit bir şekilde ortaya koymaktadır.

  2. Bir biçim alış olarak atom parçacığının oluşmasında (hidrojen elementinden başlayarak) en önemli mesele bir nicelik ayarlamasının yerine getirilme meselesidir. Bu ise enerji yoğunluğunun uzay-zaman şartlarındaki mevcut ısı miktarının azalıp çoğalmasıyla ilgili bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olayı, “Ektronlarla (-) pozitronun (+) çarpışarak (Bizim deyişimizle zıtların yaratıcı mücadelesiyle) çıkardıkları ısının belirli bir düzeye inmesiyle “E” enerjisinin “m” kütlesinde yoğunlaşarak özgül bir ağırlık ve özgün nitelikler kazanması” olarak da ifade edebilirdik. Söz konusu olan göreceli denge halleri atom ağırlıklarına göre (proton ve nötron sayıları) düzenlenecektir. Mendeleyev periyodik tablosu bu durumu ifade etmektedir. Unutmamak gerekir: “mc2” diğer bir biçimde belli bir cisimde yoğunlaşmış belli nicelikteki “E” enerjisini bir nitelik biçimi olarak ifade etmektedir. Atom parçalanabildiğine ve enerji bu parçalanmada açığa çıkarılabildiğine göre eşitlik ilkesi biçim oluştuktan sonra da devam etmektedir. Diğer bir deyişle biçim almakla ancak biçim yaratılabilecektir ama enerjinin kendisini değil.

  3. Bir analojiye başvurmak ve bunu Hawking’in yaptığı gibi ekonomik kavramlar üzerinden yapmamız gerekecekse, şöyle diyebileceğiz demektir: Evren adı verilen agorada, belli bir miktardaki “E” enerjisi “değişim değeri” olarak belli bir nitelikteki “m” “kullanım değerine” eşittir. Varlık evrenin bütününe eşitlendiğinde, çelişik gibi görünen (aslında öyle de olan) iki değer biçimi de varlığın parçası, daha doğrusu hallerinden birisi olarak varlığın içine dahil olacaktır. Aradaki fark şu olabilir: “Potansiyel” bir biçim olan (“değişim değeri” gibi veya “negatif tepe” gibi) yani olası olmuş olsa da oluşa henüz dahil olamayan bir varlığın, efektif bir varlığa (kullanım değeri veya “pozitif tepe”) dönüşmesi her iki biçiminde oluşla gerçekleşebilecek bir olay olacaktır. Veya bu durum, bir bütün olarak “oluşun hallerinden” birisidir.

  4. Dolayısıyla, nicelik birikimi de, biçimleri ortaya çıkaran nitelik sıçraması da, “büyük patlamayla” gündeme gelen olaylar olarak evrenin içinde gerçekleşen ve onunla sınırlı olan olaylardır. Bu tespitten yola çıkarak açık bir şekilde şunu ifade edebiliriz: Evrenin oluşumunda “büyük patlama” gibi büyük ve nitelik sıçramalarında görülebileceği üzere (kara deliklerin yerini yeni yıldızlara bırakacak şekilde patlaması örneğinde olduğu gibi) küçük patlamalara ihtiyacı vardır. Ama bu patlamaların evrenin dışında bir yer ve nedenden itibaren olmuş olmasına hiç de ihtiyaç yoktur.

  5. BÜYÜK patlama” olayı, oluşun bütünü dikkate alındığında aynı zamanda “BÜYÜK imkan” anlamına da gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında koskocaman bir deneme-yanılma tezgahı olarak kendisini ortaya koymaktadır: Başlıca kuralı zaman zincirinde çeşitli seviye ve biçim alışlara karşı gelen nitel sıçramalara uygun seviyede nicel bir birikim yapmak üzere evrenin kendi içinden gerçekleştirdiği ayarları yakalamak üzere deneme-yanılma yapmak! Evrenin kendi içinden gerçekleştirdiği ilk biçimin parçacıklar (partikül) olduğu anlaşılmaktadır. İlk çeşitleme ise “hammaddeyi” oluşturan pozitif ve negatif niteliklere göre yapılmaktadır. Hawking bundan sonrası için “karışma” ve “katılma” deyimini kullanıyor. Atomun yapısı belli seviyelerde oluşmasına göre belli element (nitelik) biçimi alan karışım ve katılımlarla gerçekleşmiş bulunmaktadır. Yaptığımız alıntıdan da anlaşılacağı üzere bilinen en azametli karışma ve katılma işlemleriyle oluşan nesneler galaksiler olmaktadır.

  6. Koskocaman bir deney alanı olan evrenin dışına çıkıp onu metafizik kurallarla ve önyargılarla açıklamaya çalışmak, aynı zamanda doğal bir şekilde bilimsel alanın da dışına çıkmak anlamına gelecektir. Buna, oluş esnasındaki deneylerin nasıl gerçekleştiğini görmemezlikten gelmek veya açıkça reddetmek de dahildir.

Karışım” ve/veya “katılım” olaylarının mümkün hale gelebilmesi ve zaman-mekan içinde bir düzen ve devamlılık içeren nesnelerin oluşumunun gerçekleşmesi ve süregitmesi de belli dinamiklerin devreye girmesiyle mümkün olabilmektedir. Şimdi de Hawking’den öğrenmeye devam ederek bunların neler olduğunu görmeye çalışalım.

Düzen ve devamlılık güç ve kuvvet gerektirmektedir. Bu ise evrenin başlıca dört kuvveti tarafından sağlanmaktadır.

EVRENİN KUVVETLERİ:

Hawking “evreninin dört kuvveti” hakkında Zamanın Kısa Tarihi adlı yapıtında tam beş sayfaya yayılan açıklamalar yapmaktadır. (Bkz. s.90-95) O halde, her zaman yapmayı tercih ettiğimiz gibi, kendi görüşlerimizi ortaya koymadan önce ondan öğrenmeye devam edelim. Fizik bilginimiz kitabında “doğanın kuvveti” olarak adlandırdığı kuvvetleri “dört kategori” başlığında toplayarak tanımlama yapmaktadır:

Birinci kategori: Çekim kuvveti (gravitaston). Bu kuvvet evrenseldir, yani her parçacık onu kütlesi ve enerjisi oranında hisseder. Uzun mesafeli dört kuvvet arasında en zayıf olanı çekim kuvvetidir. O kadar zayıftır ki, şu iki özel niteliği olmamış olsa onu hissetmeyiz bile: Çok uzun mesafede etkili olur ve her zaman çekim uygular: … / …

İkinci kategori: Elektromanyetik kuvvettir ve, elektron ve kuvark gibi elektrik yüklü parçacıklarla karşılıklı iletişim uygularlar, ama çekim kuvveti gibi elektrik yüklü olmayanlarla bu mümkün değildir. Çekim kuvvetinden daha güçlüdür. İki elektron arasındaki elektromanyetik kuvvet, 1’den sonra tam 42 sıfır koyarak elde edilebilen bir değerde çekim kuvvetinden fazladır. Bu arada pozitif ve negatif olmak üzere iki çeşit elektrik yükü vardır. İki pozitif yük arasındaki kuvvet iticidir, tıpkı iki negatif elektrik yükünde olduğu gibi. Ama bir pozitif ve bir negatif güç ise çekicidir. Yerküre ve güneş gibi büyük nesnelerin her birisi eşit miktarda pozitif ve negatif yükleme ihtiva ederler. … / … Bir çekirdekteki negatif yüklü elektronla pozitif yüklü proton arasındaki elektromanyetik çekimin etkisiyle, elektronlar atom çekirdeğinin etrafında tıpkı dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi dönmektedir. Elektromanyetik çekime belli bir sayıda hayalet ve kütlesi olmayan parçacık, spin1, neden olmuştur. Bu parçacık fotonlardır.

Üçüncü kategori: Radyoaktiviteden sorumlu olan nükleer zayıf karşılıklı etkileşim kuvvetidir. Bu kuvvet “yarım-tam spin” parçacıklarına etki eder, ama fotonlar ve yerçekimi gibi spin0,1 veya spin2 parçacıkları üzerinde etkileri yoktur. … / …

Dördüncü ve son kategori: Nükleer güçlü karşılıklı etkileşim kuvvetidir. Kuvarkları hep birlikte proton ve nötronların içinde tuttukları gibi, proton ve nötronları da hep birlikte atomun çekirdeğinde tutmaktadırlar. Bu kuvvetin gluon olarak adlandırılan bir başka spin1 parçacığı tarafından taşındığı düşünülmektedir. Gluon, sadece kendi kendisiyle ve kuvarklarla karşılıklı etkiletişime girmektedir. Güçlü karşılıklı etkileşim kuvveti, “kapsama” olarak adlandırılan ilginç bir özelliğe sahiptir: Her zaman, bir rengi olmayan kombinezonlara sahip parçacıkları birbirleriyle ilintilendirmektedir. … / … “Kapsama” özelliği bizi tek tek kuvark ve gluonları izlemekten alıkoyduğu için, kuvark ve gluon kavramlarını parçacıklar olarak metafizik bir havaya büründürmektedir.”

Atomdan başlayarak evrenin dokusunu oluşturan elementlerin biçim alışında irili ufaklı bütün parçacıkların karışım ve katılımının gerçekleşmesi için evrenin kuvvetlerinin gerekli olduğunun altını çizmekte haklı olduğumuzun, bilginimizden yaptığımız uzunca alıntıda söylenenleri göz önüne aldığımızda, doğrulandığı kanısındayız. Bu kuvvetlerin mekan boyutunda tek yanlı ve yönlü bir ilişkilendirme ve/veya karşılıklı etkileşimle “bir arada tutma”, dolayısıyla zaman-mekan içinde bir düzeni ve sürekliliği sağlama gibi bir işlevi bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu arada bu işlevin yine bir nevi uzmanlaşmış parçacıklar aracılığıyla gerçekleştiğini ve bu parçacıklardan bazısının henüz bir kütleye bile sahip olmayan bir tür “ilksel enerji yoğunlaşması” olduğunu da öğreniyoruz. Ayrıca, daha önce oluşun dinamik ve mekanizmaları üzerinde söylediklerimiz (negatif-pozitif enerjilerin birlikteliği ve yaratıcı mücadelesi gibi) kuvvetlerin işlevlerinin dökümünde de karşımıza çıkmaktadır.

Birinci kuvvet kategorisindeki çekim kuvvetinin, evrenin bütününe yayılmış ve “makro” evrende işlev gören bir kuvvetten kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bizce onun gücünün “çok zayıf” olması, etkisinin ve işlevinin önemsiz olduğu anlamına gelmeyecektir. Her ne kadar, hem çekim ve hem de itim gücünü gösterse de, negatif yüklü olduğu ve “evrenin başlangıcı öncesi” ve “kara deliklerle” birlikte sınıflandırılacağı ileri sürülebilir. Geçmişe (büyük patlama) ve geleceğe (yıldızların çöküşüyle oluşan kara delikler) ait oluşu, bu kuvvetin sürekli olması ve uzun mesafelere ulaşabilmesini de açıklar.

İkinci kategoride anlatılanlardan “elektromanyetik kuvvetin” çelişkilerin yaratıcı mücadelesinde devreye girdiği anlaşılmaktadır. Bu yaratıcılık, çekim kuvveti ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir gücü temsil etmesine rağmen, elektron (-) ve proton (+) arasında bir denge hali oluşturarak yapısal bir formasyona izin verdiği gözlemlenmektedir. Elektromanyetik çekimin denge oluşturulması için olaya dahil olan “fotonların” devreye girmiş olması da onların bir güç dengesinin kurulmasına hizmet etmek gibi bir işleve sahip olabileceğini düşündürmektedir. Biz, biçimi ne olursa olsun her ilişkilendirme olayında spesiyalize olmuş parçacıkların devreye girmesine, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ancak oluş halinde var olabilen evrenin bileşenlerinin arasındaki “ilişkilerin maddeselliği” adını veriyoruz.

Üçüncü ve dördüncü kategorideki kuvvetler, “katılımı” gerçekleştirmek üzere oluşa ve biçim alışa katılan ve parçacıkları ve elementleri birlik halinde tutarak bir nevi yapı oluşumunu gerçekleştirmektedir. Özellikle de güçlü nükleer karşılıklı etkileşim kuvveti, atom öncesinde etkili olduğu gibi atomun yapılaşması ve dolayısıyla bir element olarak karşımıza çıkması işlevinde de belirleyici olarak müdahil olmaktadır. Bu kuvvetin “kapsama” özelliğinin yanında, onun “yapı kurucu” gibi bir işleve sahip olduğu fikri de oluşmaktadır.

Tekrar tekrar altını çizmekte iyice anlaşılır olabilmek için yarar görmekteyiz: Evrenin oluş sürecinde birbirinden farklı işlevler görmekte olan dört kuvvet, “kozmik çorbanın” aşçısı gibi iş görmemektedir. Onlar da oluşun içinde ve onunla birlikte doğup gelişen kuvvetlerdir. Hawking’den öğrendiğimize göre, büyük patlama ile başlayan serüvenin başında kuvvetlerin “simetrik” birliği söz konusuydu. Farklı işlev görmek üzere oluşan kuvvetlerin farklılaşması sonra devreye girdi:

Evren, giderek genişlemesine bağlı olarak soğudu ve parçacıkların enerjisi düştü. Sonuç itibariyle bir geçiş aşaması oluştu ve kuvvetler arasındaki simetri kırıldı: Güçlü karşılıklı etkileşim kuvveti, zayıf etkileşimden ve elektromanyetik kuvvetten farklı hale geldi” (ZKT, s.157)

İlkönce “çekim kuvvetinin” farklılaşan üç kuvvet arasına sokulmamasının altını çizmemiz gerekmektedir. Bunun nedeni, bu kuvvetin büyük patlamaya kadar geri götürüleceği ve hala değişmeden (ama değişime katılarak) kalmasına bağlı olduğunu biraz önce açıklamaya çalıştık. Burada ve yukarıda diğer üç kuvvetin varlığı üzerine anlatılanların evrenin oluşunun “içten” olduğu kadar “sonsuz derecede küçük” olduğu söylenen “mikro-evrende” gerçekleşmeye devam etmekte olduğu sonucunu çıkarmaktayız. O halde bu mikro-evrende olup-bitenleri biraz daha yakından izleyelim.

SONSUZ KÜÇÜK” EVREN SORUNU

Bu başlık altında Hawking’in bize öğrettiklerinden çıkarak “parçacık” adı verilen oluş biçimlerinin dünyasında olup bitenleri anlamaya çalışacağız. Hani evrenin “büyük patlama” olayını takiben soğumaya ve yoğunluğunun azalmaya başlamasıyla ortalıkta görünmeye başlayan ve özgün bir varlık olarak özgül ağırlık da kazanan “ufak tefek” şeyler var ya, işte onların dünyasına…

Anlaşıldığı üzere bu evrensel oluşumda olup bitenler de, “en büyük evren” oluşunun teorisyeni olarak bilinen Einstein’in ünlü denklemiyle ifade edilebilir türdendir: E=mc2. Belirttiğimiz üzere bu denklem daha çok bir elementin atomunun parçalanarak enerjiye dönüşümünün formülü olarak anlaşılmaktadır. Yani, enerjinin içinde yoğunlaştığı bir kitle sahibi olan meddi bir oluşumun bozulmasıyla “büyük patlama”yı andırır şiddette bir nükleer patlama sonucu parçalanan atomun küçüklüğü ile kıyas kabul edilemeyecek bir alana yayılan enerjinin serbest bırakılması. Bunun yanında atomun kompozisyonunda olan diğer parçacıkların da yayıldığı bilgimiz dahilindedir.

Nükleer patlama” sonucu oluşan bu süreç, bir kütle sahibi olduğundan “maddi bir varlık” olarak kabul edilen bir elementin atomunun içindeki “nicel birikim” şeklinde var olan enerjinin tekrar “kinetik” haline dönerek biçim kaybetmesi olarak da ifade edilebilir. Buradan hareket edersek, Einstein’ın denkleminde ters yönde akıl yürütme de mümkündür: Oluşum enerjiden maddeye doğrudur, bu durumda da enerji maddenin ta kendisi, en genel biçimidir.

Enerji-parçacık ilişkisi:

Yukardaki son olumlama yine de şu soruyu gündemden kaldırmaz: Evreni dolduran ve oluşun her halinde karşımıza çıkan parçacıklardan oluşan “mikro evrende” hangi özgün biçimden itibaren bir kütle sahibi “asil” ve “dört başı mamur” maddeden bahsedebileceğiz? Hawking’de soru bu şekilde, yani bizim sorduğumuz gibi sorulmamaktadır. Bunun yanında, onun anlatısında belli bir cevap bulmak için elemanlar da sunulmaktadır. Öğrenmeye devam edelim:

Evrenin bütün parçacıkları ve bütün kuvvetleri, kendi içlerinde iki öğeli (evet/hayır) bir soruya tek bir cevap taşımaktadırlar” (Kara Deliklerden Son Haberler-KDSH, s.45)

Enerji bir hiçten yaratılamayacağı için, parçacık/anti-parçacık çiftinin partnerlerinden birisi negatif, diğeri pozitif enerji sahibi olacaktır. Negatif enerji sahibi virtüel olmaya ve kısa bir ömre sahip olmaya mahkum olmasının yanında, gerçek parçacıklar normal şartlarda her daim pozitif enerji yüklü olup partnerini arayacaktır. Nihayetinde çift kendi kendini sıfırlayacaktır.” (ZKT, s.132)

Kuantum mekaniği, parçacıkların enerjiden itibaren parçacık/anti-parçacık çifti biçiminde yaratılabileceğini bildirir.” (ZKT, s.159)

Kuantum mekaniği bize bütün parçacıkların dalgalardan yapıldığını, parçacığın enerjisi ne kadar büyükse, ona karşı gelen dalganın boyunun o kadar küçük olduğunu söylemektedir.” (ZKT, s.85)

Hawking’den aktardığımız birinci önerme, genel olarak evrenin oluşunun olduğu gibi, onun en küçük uçlarını oluşturan parçacıkların da zıtların birliğinin bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Bu birlik aynı zamanda bir aşırılık anlamına gelen bir öne çıkma ile bozulacaktır. Bir sonraki alıntıdan da, “evet-hayır” gibi ikilem gerektiren bu “öne çıkmanın” (ki; bu nicel dengenin çok küçük ölçekte de olsa bozulduğunun göstergesidir) parçacığa dönüşen enerjinin negatif mi, yoksa pozitif mi olduğuna bağlı olduğunu anlıyoruz. (6)

Ve yine anlıyoruz ki, söz konusu “aşırılık”, parçacık biçiminde tecelli olan enerji tarafından temsil edildiğinde, bunun adı sıkça bahsettiğimiz yoğunlaşma halinden başka bir şey olmayacaktır. Yoğunlaşma bir oluş hali olarak anlaşıldığında (ki, bunun bir enerji yoğunlaşması sonucunda nicel bir birikim gerektirdiğini biliyoruz), bir nitelik formasyonuna götüren “göreceli denge” halinin gerekli olduğu, bunun için bir parçacığın yanında denge oluşturan “anti-parçacığın” da birlikte var olması gerektiği de anlaşılmış olacaktır. Alıntının sonundaki “sıfıra eşitleme” ise bir aşırılık halinin ortadan kaldırılması, dolayısıyla belli bir denge kurma anlamına geleceği, birçok durumda durmada doğrulanan bir olgu olarak bizce gayet açık bir konudur. Kuantum mekaniği, daha sonra da etraflıca ele almaya çalışacağımız gibi bu denge durumunun, “sürekli belirsizlik” (“incertitude”) yasasına göre ancak göreceli olabileceğini bize öğretir. Böylece, çelişkilerin birliği, çelişkilerin yaratıcı bir biçimde (ki, oluş olayını belirleyen odur) mücadelesine dönüşecektir. Diğer bir deyişle sürekli yeni bir denge durumu ararken, böylece yeni ve özgül bir biçimin ortaya çıkması da sağlanacaktır.

Yaptığımız “kuantum mekaniğini” de açıklayan son alıntının gözlerimizi kamaştıran nitelikte (teoride “zarafet” de arayan S. Hawking’i bu sözleri duymak şüphesiz memnun ederdi) olduğunu belirtmeden geçmemiz, doğrusu everene ve evren-bilime büyük bir nankörlük olurdu. Kısacası, bu alıntıdan parçacıkların hareket halinde (“dalga” şeklinde olmasının anlamı budur) yani zaman boyutunu da içselleştirmiş olarak var olduklarını öğrenmekteyiz. Gözlerimizi kamaştıran ve bize aynı zamanda “en küçük” boyutunda bile tıpkı en büyük boyutunda olduğu üzere evrenin aynı oluş biçimlerine uyduğunu gösteren, bir de “dalga boyu” ile ilgili olarak söylenenler var. Biz, “parçacığın enerjisinin büyük” veya küçük olmasına bağlı olarak onların dalgalarının ters orantı oluşturacak şekilde büyük ve küçük olmasını, kütle formasyonu oluşturmak üzere enerji yoğunlaşmasının arttığına ve böylece çekim gücü kazandığı oranda da hareketin (yani uzay-zamanın) de yavaşladığı, dolayısıyla “dalga” boyunun da buna uygun bir biçim aldığı şeklinde algılamaktayız.

Buradan sonra bir adım daha attığımızda parçacıkların biçimi sorunuyla karşı karşıya gelmekteyiz.

Sicim teorisi” ve parçacıkların biçimleri sorunu

Hawking’in eserlerinden çıkarak “en küçük” evren ve onun dünyasını kuşatan “parçacıkların” hangisinin (“tanrı parçacığı” gibi bir iki parçacık dışında) kütlesinin olduğunu veya olmadığını öğrenememekteyiz. Onun okuduklarımız eserleri üzerinden bu konuda bir ayırım yaptığını biliyoruz, ama bu konuyu sorunsal hale getirip herhangi bir tanımlaya giriştiğine şahit olamadık. Hawking ve bazı bilim adamları oluşun biçimlerinin neler olabileceğini başka bir biçimde teorileştirmiş bulunmaktadır. Bu teorinin adı “sicim teorisi” (“théorie de cordes”) dir. İşte ZKT, sayfa 193’te bu konuda özet olarak söylenenler:

Temel nesneler, uzayda bir tek nokta işgal eden parçacıklar değil, ama sonsuz derecede ince sicim parçacıkları gibi, sadece boyu olan ama diğer boyutları olmayan bütünlüklerdir. Bu sicimlerin uçları açık olduğu gibi (bunlar açık sicimlerdir), kapalı kıvrımlar misali kendi üzerlerine kapanabilmektedir (bunlar kapalı sicimlerdir). … / … Bir sicim, parçacıkların tersine olarak her anda uzayda bir çizgi işgal ederler. Aynı şekilde uzay-zamandaki izi de “evren sayfası” olarak adlandırılan iki boyutlu bir yüzeydir. Kapalı bir sicimin “evren sayfası”, bir silindir veya tüptür. Tüpün bir kesiti ise, tüpün belli bir andaki durumunu temsil eden dairedir.”

Bu haliyle sunulduğunda “sicim teorisi” olarak adlandırılan yeni biçim tanımlamalarını oldukça yavan bulduğumuzu belirtmeliyiz. O kadar ki, yazılanları okurken kendimizi adeta daha önce teşkilatlı modern bir fizik laboratuvarından, “barakalardan” ibaret olan ilkokulumuzun dersliklerinden birisinin kara tahtasının önüne geri götürülmüş bulduk. Parçacıkların bir nevi “sicim” ve türevleri şeklinde görülüp gösterilmesine hiçbir itirazımız olamaz. Bizce de zaman-mekanın bu biçimler alması izah edilebilir bir şey olabilirdi. Bizim sorunumuz, bu biçimlerin, en azından şimdiye kadar aktardığımız evrene dair gerçeklerle nasıl bütünleştiği meselesidir. Sadece boyu olan bir sicim biçiminin içeriği ne olacaktır? Eğer “enerjinin aldığı biçim” olarak tanımlanacaksa, bir “temel nesne” olarak “sicimin” özgün bir kütlesi mevcut mudur? Atom yapısında kütle kazandığı açık ve net görünen parçacıklarla nasıl bağdaşabilecektir? Enerji yüklü olması açısından aldığı her alt veya üst biçimde (“Evren sayfası” gibi) nicelik bütünlüklerini de temsil etmektedirler. Dolayısıyla, anlatıldığı biçimiyle bu teori, nicelikten bağımsız bir biçim yani nitelik tartışmasını yönlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu ise Hawking’in fiziğe metafizik katan tavrıyla uyumlu görünmektedir.

Bunun yanında, Hawking’in eserlerinde biçim meselesi “sicim teorisi” ile sınırlı bir mesele de değildir. Daha birçok bağlamda sorun doğrudan veya dolaylı olarak ortaya konmakta. Ondan öğrenmeye devam edelim:

Parçacıklar kimlik kartı taşımazlar. Herhangi bir türün bütün parçacıkları birbirlerine benzemektedirler.” (Kara delikler bebek evrenler-KDBE, s.158)

Peter Higgs, 1960’lı yıllarda, diğer parçacıklara kütlesini kazandıran bir parçacığın (“Tanrı parçacığı”-BN) varlığını ileri süren bilim insanlarından birisidir. (KDSH, s.75)

““Evrende bilinen bütün parçacıklar iki gruba ayrılmaktadır: Evrenin maddesini (malzemesini) oluşturan “yarım-tam spin” ve maddenin parçacıkları arasındaki faaliyeti gösteren kuvvetleri doğuran “0,1 ve 2 spin”ler.” (ZKT, s.85)

Gerçekte boş uzay, uzay-zamanda yer değiştiren kapalı kıvrım şeklindeki parçacıklarla doludur. Bu parçacıkların yer değişimleri, bir taraftan zaman yönünde dönerken, öteki tarafta ise zamanın tersi yönünde hareket etmektedir.

Sonsuz miktarda nokta mevcut olduğundan, uzay zamanda sonsuz miktarda enerji sahibi olan, yine sonsuz miktarda, kıvrım mevcuttur. Ancak, sonsuz enerji uzay-zamanı tek bir nokta oluşturacak kadar eğmektedir. Kurgu-bilim bile böyle bir şeyi hayal edemezdi.” (BSKC, s.165)

Çekim alanı negatif enerjiye sahiptir. Genel görecelik teorisinde çekim kuvvetinin (gravitasyon) spin2 parçacığı tarafından iletildiği kabul edilir. … / … Bir parçacık zamanın her anında uzayın bir noktasını işgal eder: Onun güzergahı bu durumda “evren çizgisi” olarak adlandırılan bir çizgiyle temsil edilir.” (EKT, s.108)

Uzayın kendisi koskocaman bir negatif enerji rezervidir. … / … Evren, negatif enerji depolayan bir akü gibidir.” (BSKC, s.55-56)

Yaptığımız ilk üç alıntı hangi parçacığın bir kütle ve nitelik sahibi olduğu, hangisinin olmadığı konusunda genel bir bilgilendirme yapmaktadır. Bu durumda iki tip parçacık türü ile karşı karşıya bulunuyoruz. Birinci tip parçacıklar, “tanrı parçacığı” gibi kütle sahibi oluşturan biçim alışların içeriğini oluşturma gibi bir genel işlevi yerine getirmektedir. İkinci tipin işlevi ise, “evrenin kuvvetlerinden” bahsederken belirttiğimiz gibi doğrudan biçim alışların gerçekleştirilmesidir.

Kısaca ifade etmek gerekirse bu şekilde yapılan bir sınıflama parçacıkları işlevlerine göre düzenlemek demek olmaktadır. İyi ama bu sınıflama, belli bir kütlenin içeriğini oluşturacak şekilde veya biçim alışlara müdahil olmak biçiminde evrende bu işlevleri yerine getirenlerin bizatihi kendilerinin de kütle sahibi olmalarını dışlayan bir şey midir? Örnek vermek gerekirse: Hidrojen elementi de, oksijen elementi de kütle sahibi ve belli niteliksel (ve niceliksel) özellikleri açısından birbirlerinden farklı oldukları tartışma götürmeyen elementlerdir. Ama beli şartlarda ve nicelik birikimine ulaştıklarında, yine apayrı nitelikleri olan bir molekülün oluşmasına imkan tanımaktadır. Sorumuz şu olacaktır: Yeni bir oluşumun içeriğini oluşturan hidrojen ve oksijen, bu özelliklerinden dolayı kütle sahibi olan elementler sınıfından çıkarılmış mı olacaktır? (Kendi özgün niteliklerini suyu oluşturarak en azından geçici olarak kaybetmiş olsalar bile) Dolayısıyla, parçacıkların işlevlerine göre kategorilere ayrılması bizim “parçacıkların kütlesi var mıdır?” şeklindeki sorumuza verilmiş bir cevap teşkil etmemektedir.

Söylenenlerden bizim çıkardığımız evvelce de kısmen değindiğimiz gibi şu olmaktadır: “Saf” (?) enerjiden genel olarak “parçacık” formuna geçiş bir “yoğunlaşma” sonucu gerçekleşmektedir. O halde, fizik biliminin gerçekleştirdiği kütle tanımından bağımsız olarak (veya fizik dışına da sarkan şekilde) her türlü varoluş biçimi, bir bütün veya biçim oluşturmayla sonuçlanan yoğunlaşmanın, sürece müdahil kuvvetler tarafından belirlenen belli şartlarda gerekli niceliği oluşturması meselesidir.

Sonraki alıntılarda, “sicim teorisinden” adeta “küpe teorisine” (kıvrımlara) geçilmiştir. Ancak buradan öğrendiklerimiz bizim anlayışımıza ve evren üzerine öğrendiklerimize kıyasla, “sicim teorisi” bölümünde anlatılanlardan çok daha evrenin gerçekliğine yakın görünmektedir. “Sicim teorisinde” olduğu gibi, parçacıkların uzayda yer kaplayan basit bir “ölü” nokta değil ama zamanı da içine alan hareket halinde oluşumlar olduğunun -dolaylı da olsa- ifade edilmesi önemlidir. Hele de bu şekilde birer uzanım biçiminde oluşan parçacıkların, çekim gücündeki nesneler gibi bir kıvrım biçimini almış olması, bizim deyişimizle “küpe teorisinin”, bahsettiğimiz “sicim teorisine” göre gerçeğe daha yakın olduğunun göstergesidir. En azından “küpe teorisinde” biçim sorununu ortaya koyuş, içeriğin de işin içine sokulmasıyla ve oluş biçimi alarak verilmektedir.

Son iki alıntı da bize, bir bütün olarak evrenin genel olarak “büyük patlama” sonrası süreçte çelişkilerin yaratıcı mücadelesinden kalıcılığı mümkün kılan birliğe “denge” yoluyla geçildiğini ifade eden oluş sürecine girmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu aşamada parçacık oluşumunun devreye girdiğinin belirtilmesi durumu ifade eden bir olgu niteliğindedir. Bu noktanın da tekrar tekrar altını çizmekte yarar görmekteyiz. Böylece parçacıkların negatif veya pozitif enerji taşıyıcısı olarak bir sınıflamasını daha tespit etmiş olmaktayız; bu tespit parçacıkların kütlesi var mı-yok mu sorusuna cevap olamasa bile.

Bizim, parçacıkların biçim ve nitelikleri ve bunun kütle oluşumuyla olan ilişkisini kılı kırk yarar bir biçimde tartışmamız bir “fikir jimnastiği” olarak anlaşılmamalıdır. Biz bunu yaparak Einstein’in ünlü denklemindeki “E” enerjisinin bir tanımının yapılmasını da parçacık tanımlarında sorulabilecek sorulara cevap arayarak verilebileceği kanaatindeyiz.

Belirsizlik prensibi” ve oluş sürecindeki yeri:

Her zaman yaptığımız üzere önce öğrenmeyle işe başlayalım:

(Max Planck) Işık sadece ”kuanta” adı verilen paketler halinde var olabilir” (KDBE, s.72)

Kuantum mekaniği parçacıkların enerjiden itibaren, parçacık/anti-parçacık biçimi altında oluştuğunu bildirir.” (ZKT, s.159)

Sonsuz derecede küçük evreni” başlı başına bir araştırma nesnesi haline getirenlerden olan Max Planck’a yapılan atıftan, neticede enerjinin ilk dönüşümü olan ışığın, bir yoğunlaşma sonucu “paketler halinde” oluştuğunu çıkarıyoruz. Genellikle enerjinin bizzat kendisi (veya onun ilk oluş hallerinden birisi) olduğu şeklinde anlaşılan “ışığın”, “paketler halinde” yayılmasının bir nedeni varsa –ki, bizce olması gerekir- bu, evrenin oluşum sürecince rastlanan olguların bütünü dikkate alındığında, ancak bir ilk yoğunlaşma olgusu olarak anlaşılabilir. “Higgs Bosonu” ve fotonlar gibi evrenin içeriğini dolduran ve onu bir biçim alacak hale getiren işlevleri sağlayan parçacıklar biçiminde oluşturan, “soğuma ve yayılma” olayına paralel olarak gerçekleşen yoğunlaşma olayından bahsettiğimiz umarız anlaşılmıştır.

Werner Heisenberg şunu göstermiştir: Bir parçacığın konumu ve hızı aynı anda ve tam olarak belirlenemez. … / … Konum hakkında kesinlik arzuladığımız oranda, hızı hakkında kesinlik kaybına uğrarız. Bunun tersi de doğrudur. Bir ölçüde belirsizlik asla sıfırlanamaz.” (BSKC, s.110-111)

Heisenberg’in belirsizlik prensibi, evrenin kaçınılmaz temel bir prensibidir” (ZKT, s.74)

Pauli’nin “dışlama prensibine” göre, maddenin iki parçacığı aynı zamanda aynı konuma ve hıza sahip olamazlar.” (EKT, s.53)

Bir parçacığın aynı anda “konumunun ve hızının” belirlenemeyeceğini söylemenin, oluş sürecinde hareketin ve onun soyutlanmış biçimi olan zamanın hükümranlığını ilan etmekten başka bir anlama gelmediğinin ilk elden altını çizmemiz gerekecektir. Bu yüzden evrenin oluşumuna en başta belirttiğimiz gibi, Hawking kalibresinde bir fizikçi-matematikçinin gerekli önemi vermemesi kabul edilebilir bir şey olmaktan bütünüyle çıkmaktadır. Tabii ki, onun da belirttiği gibi “belirsizlik prensibinin” evrenin oluşum sürecinde “kaçınılmaz temel bir prensip” olduğunu samimiyetle kabul edeceksek!

Diğer yandan, söylenenlerden, uzay-zamanın oluş olayındaki yaratıcı birlikteliklerine rağmen, birbirleriyle tamamıyla örtüşebilen şeyler olmadığı anlaşılmaktadır5. Bu tespitten çıkarak şöyle bir hipotez ileri sürmek bize çok yerinde görünmektedir. Neticede, evrenin oluşumunun çelişkili durumlardan itibaren (negatif ve pozitif enerjilerden itibaren) gelişmiş olduğunu belirtmiş ve bu birlikteliğin aynı şekilde “uzay-zaman” birlikteliği olduğunun altını çizmiştik. Bu örtüşmeden çıkarak şu sonuca varılabileceğini gündeme getirebiliriz: “Çelişki” olarak adlandırdığımız şey, uzay ve zaman dediğimiz şeylerin birbirleriyle yaratıcı olan bir çelişki içinde olmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda, bir önceki bölümde de belirttiğimiz gibi bir “negatif enerji rezervi” olan uzay çelişkinin “negatif“ kutbunu, maddenin içeriğine dahil olan hareket halindeki enerji (ışık hızı) ile harekete geçen zaman ise çelişkinin “pozitif” kutbunu oluşturmaktadır. Böylesi bir olumlama bize mümkün görünmektedir.

Pauli’nin “dışlama prensibi”, yani “iki parçacığın aynı zamanda iki konuma ve hıza sahip olamaması olgusu da “belirsizlik prensibini” tamamlayıcı niteliktedir. Şöyle ki; bütünüyle parçacıklarla dolu olan evrende (ki bu, niteliği ne olursa olsun (- veya+) enerjinin parçacık halinde olmadan var olması mümkün değildir, demektir) her bir parçacık sürekli hareket halinde bulunmaktadır. Parçacıkların hareketleri, “simetrisini kaybetmiş” (evrenin kuvvetlerinin devreye girmesiyle) olan evrende eş zamanlılığını da kaybetmiş olacaktır. Devamlı hareket halinde var olabilen herhangi bir parçacığın içinden bütün evreni gözlemlediğimizi farz ettiğimizde, onun sürekli bir şekilde hem dolu ve hem de boş olduğu algılanacaktır. Bu durumda, hareket etmek için, diğer bir deyişle oluşa dahil olabilmek için parçacığımız devamlı bir şekilde bir başka parçacığın hareketiyle boşaltılmış bölgeye yönelecektir. Uzay zaman birlikteliğinde parçacığın durumu bir (eksi olan) uzayda ve bir de alternatif bir şekilde (artı olan) zamanda olma biçiminde gerçekleşmiş olacaktır. Bu şekilde var olma yarışını takip eden bir davranışın, kütleye götüren yoğunlaşmayı, yani nicel enerji birikimini ve nitel sıçramayı gerçekleştirdiğini düşünmekteyiz. Aşağıda öğrendiklerimiz bütün bu söylediklerimizi onaylar niteliktedir:

Bir olayı dört sayı aracılığıyla tespit edebiliriz. Bunlardan üçü konumu belirlemeye yaramaktadır. (…) Dördüncü sayı zaman yani olayın geçtiği andır. Böylece uzay-zaman olarak adlandırdığımız dört boyutlu bir bütünlükle karşı karşıya bulunuruz. Bir olayın zaman ve konumu, gözlemcinin hareketine bağlıdır: Bu ise zaman ve mekan arasında vazgeçilmez bir ilişki olduğunu gösterir.” (BSKC, s.142)

Tek tek parçacıklar seviyesinde, mümkün olabilen imkanlardan (tarihlemeler-BN) yola çıkarak, ışıktan hızlı giden ve hatta zamanın geri sarmasını da işin içine katan parçacıklardan bahsetmek mümkün olabilmektedir” (BSKC, s.165)

Özetlersek, uzay-zaman arasındaki “vazgeçilmez” olarak nitelendirilen ilişki, tam da çelişkilerin birliği ve çelişik (veya örtüşemez) olan tarafların yaratıcı mücadelesinin ifadesinden başka bir şey olmamaktadır. İkinci alıntıda, Hawking’in eserlerinin birçok yerinde bahsi geçen “çoklu tarih” anlayışının gerçekte “oluş” olayının geçmişte ve hali hazırda var olanla sınırlı bir şey olmadığını belirtmek, oluşun içine ”karışmanın” veya “katılmanın” diğer adının “imkan dahiline girmek” olduğunu öngörmek anlamına gelmektedir.

Belirsizlik teorisinin, zaman ve mekandaki bütün özgün oluş biçimlerine oluşa açık bir evren anlayışının teorisi olduğu gibi, henüz yasalarla tanımlanmamış yeni olguların imkan dahiline sokulmasının teorisi de olduğu şeklinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Hawking’in yaptığı belirlemelerde bunun öngörülerine de rastlamaktayız:

Belirsizlik prensibi, parçacıkların hapishanelerin en korunaklısı olan kara delikten kaçmasına bile olanak tanır.” (KDBE, s.76)

Kuantum teorisinde teklik (“singularité”) olgusunun bir zamanlar var olmuş olması gerekli değildir.” (EKT, s.113)

Bu teori (Feyneman’ın “çoklu tarih” fikri-BN) bize, ne evrenin nasıl başladığını, ne de önceki durumunun ne olduğunu bildirmez. Bunun için en uç şartları, evrenin sınırlarında neler olup bittiğini bilmemiz gerekmektedir.” (BSKC, s.75)

Burada söylenenlerin evrenin (maddenin de diyebilirdik) en genel oluş biçimleri olarak anlamlandırılması bizi, evrenin oluşunun “büyük patlamaya” indirgenemeyeceği fikrine taşımaktadır. Tam olarak söylemek gerekirse, “patlama” içinde bir “olasılık” karvramını da ille de barındırmadığından evrenin oluşunda bir sınır veya başlangıç teşkil edemeyecek durumdadır. Evren kendi kendisine her durumda yetmektedir. Sadece geçmişi ve mevcut durumu değil ama bir olasılık olarak geleceği de içerdiğinden, kendi kendisini sürekli yenileyebilmektedir. “Büyük patlama”, gerçekleştiği varsayılan bir fenomen olarak bu özellikleri “sıfırlayan” bir şey değil ama onların içinde anlam kazanan bir oluş biçimi olabilir. Baştan beri ileri sürüp gerekçelendirmeye çalıştığımız üzere, “evrenin bir varlık olarak tanımlanması, onun aynı zamanda bir oluş olarak ele alınması olmadan imkansızdır” tezinin doğrulandığına şahit olmaktayız. Bizce bu önermenin bir de insan boyutu bulunmaktadır: Bir oluş halindeki evrenle örtüşmeyen bir insan varlığı da madden yok olmaya, düşünce planında ise zırvalamaya götürecektir.

SONSUZ BÜYÜK” EVREN VE TEORİLERİ

Sonsuz küçük”, yani algılarımıza doğrudan verilmeyecek kadar küçük evrende, bu kadar küçük olmanın tersi oranında algılarımızın doğrudan ulaşamayacağı kadar “sonsuz büyük” işler başarıldığını; evrenin bu aşırı uçlarda kendi kendisini içten dışa doğru6 yarattığını gördük. Şimdi de devasa boyutlardaki “çekim” ve “itim” güçlerinin yönetici ve yönlendirici çubuğuyla gerçekleşen uzay-zamanda oluşturulmuş göreceli dengelerin (veya dengesizliklerin) ürünü şeyleri bakış açımıza yerleştirmeye çalışalım. Yani, galaksi kümelerinden başlayarak tek tek galaksileri, onların milyar-yıl süren bitmeyen danslarını, dansa kaldırılmış pırıl-pırıl parlayan elbiselerinin altında kavalyelerinin aşkıyla yanıp tutuşan yıldızları, onların boynunda inciden kolyeler gibi dizilmiş yerküremiz gibi gezegenleri, yeni açılmış bir mezar gibi o “ölüsünü bekler” edasıyla “kara delikleri”, olup bitenden henüz çok az şey anladığından, “yeni uyanmış” çocuk gibi huysuz-huysuz gezen insanları… İşte bütün bunlar bu “makro” ölçekli evrenin içindeki nesneleri oluşturmaktadır.

Bunun yanında, uzay-zamanın devasa nesnelerle dolu sonsuz büyüklüğünü parçacıkların karşısına dikmek, onları birbirlerinin alternatifiymiş gibi görüp-göstermek, bu evrene ait olmayan budala bir aklın ürünü olabilirdi ancak. Eğer evren belirttiğimiz gibi “içten dışa doğru” parçacıklar tarafından, onların emekçiler misali “üretici güçleri” sayesinde kotarılmaktaysa ve bu mini minnacık “emekçiler” evrenin her yanını doldurmaktalarsa; elbette ki bu üretimin gerçekleştiği fabrikaların konuşlanmış olduğu uzay-zaman da, milyar yıllarda üretilen devasa nesneler de, sonsuza açılan boyutları kucaklayacaktır. Yıldızlara bakarak “geleceğimizi” keşfetmeye çalışan biz insanlara ise bu ürününe hayran hayran bakmak ve onu anlamak için çalışmak kalmaktadır.

İçinde sonsuz küçük evrenin emekçilerinin faaliyette olduğu “makro” ölçekli evrende olup biteni Hawking’in ağzından dinleyelim:

Yerküreyi uzaydan görmek, kendi kendimizi bir bütün olarak görmektir.” (BSKC, s.30)

Evren, gözlem yeri neresi olursa olsun, sonsuz ve homojen olup, kendi kendisine eşittir.” (BSKC, s.68)

Eğer galaksiler birbirlerinden uzaklaşıyorlarsa, bu onların geçmişte birbirlerine yakın olduklarını gösterir.” (BSKC, s.71)

Evrenin kökenini anlamak için (Heisenberg’in-bn) “belirsizlik prensibi” ile Einstein’in “genel görecelik teorisini” birleştirmek gerekmektedir.” (BSKC, s.75)

İşte her fizikçinin ve hatta her “bilim insanının”, genel kanının aksine, öncelikle yerine getirmesi gereken şey: Gözlemcinin kendisini gözlemlediği nesneden koparmaması. Birinci alıntıyı biz bu şekilde anlamak istiyoruz ve yorumluyoruz. Bu tavrın, sözüm ona türünden “idealizm” karşıtı bazılarını çileden çıkaracağının farkındayız. Evham içine düşerek “yangın var” diye bağırıp bütün mahalleliyi ayağa kaldıracaklar ve sağa-sola “işte sübjektivizmin batağı” türünden itirazlar savuracaklardır. Ancak yine de “gözlemcinin kendisini gözlemlediği nesneden koparmaması” tavrı otantik bir “maddeci tavır” olacaktır.

Nesne ve özne arasında ille de olması gereken “epistemolojik kopuşun” gerçekleştirilmesinin, sadece özne ile nesne arasına aşılmaz duvarlar örmekle mümkün olmayacağı kanısındayız. Böylesi bir tavır olsa olsa “sübjektivizmin” gerektirdiği hata payını sadece azaltabilir. Bunun nedeni, “sübjektivizmin” sanıldığı gibi “süjenin” bir insan örneği olarak kendisinden değil, ama içinde doğup geliştiği toplumdan kaynaklandığı gerçeğidir. Bir bilgi öznesi olarak insan bireyi, kendi dışındaki evrenden öğrenmeye ve öğrendiklerinden kendi türüne ait sonuçlar çıkarmaya başladığında, zaten nesnel olanı olduğu gibi kabullenmekle işe başlayacaktır. Bu tavrı, onun öğrendiklerini yorumlarken ve dillendirirken dış gerçeği bir film makinesi gibi aynen yansıttığı anlamına gelmez. Bunun “toplumsal” olmadan (toplumsallaşmadan) var olamayacak olan insan bireyi için ne imkanı, ne anlamı ve ne de bir faydası olacaktır. Ayrıca dış dünyanın tanınması bir kere de kaydedilen bir “film işi” değil ama kendine özgü bir işleyişi olan süreç işidir.

Gerçeği saptırmak”, insanın tabiatına ait bir mesele değildir. “İnsanın tabiatı” denilen şey gerçekte bir bireyin parçası olduğu evrene en yakın olan yanıdır. “Gerçeği saptırmak” insanın ve onun ürettiği bilginin toplumsallaşması sürecinde ortaya çıkan bir meseledir. Ama yine de “toplumsallaşma” dediğimiz şey tek başına “saptırma” olayının nedeni değildir. Tersine “toplumsallaşma” bireyi “gerçeğe” taşıyan biricik yoldur. İnsan olmanın ve bireyin evrende var olabilmesinin başlıca yoludur. “Gerçeği saptırmak” dediğimiz şey insanın kendi kendisine (kendi tabiatına), içinde yaşadığı topluma ve evrene yabancılaşmasının ürünüdür. Dolayısıyla, doğrudan doğruya bireyin “akıl sağlığı” ve/veya içinde var olduğu toplumun yapısal durumuna (sınıfsal konumuna) ve tarihsel gelişim aşamasına ait bir meseledir.

Biz, “gözlemcinin kendisini gözlemlediği nesneden koparmaması gerekir” derken, bireyin kendi içselliği (tabiatı) dahil olmak üzere “toplumsallığının” da evren üzerine gerçekleştirilen “bilgi üretimine katılarak” yabancılaşmanın kontrol altına alınabileceğini kastetmekteyiz. Geçmişin pratiğinden de çıkarabileceğimiz üzere, öznenin nesneden varlıksal bir biçimde ayrı tutulması bilimsel nesnelliğin olmazsa olmazı olan “epistemolojik kopuşu” gerçekleştirmeye yetmeyecektir. “Epistemolojik” değil de varlıksal olan kopuşun başlıca iki olumsuz sonucu bulunmaktadır: 1) “Bireyci” olan felsefi “öznelcilik” için kendi kendini sürekli yenileyeceği özel bir “varlık alanı” oluşturmak; 2) Nesnelliği sadece ve sadece “toplumsal” olana yükleyerek insanın kendi tabiatıyla uygunluk içinde olan yaratıcılığını bastırmak ve hatta ortadan kaldırmak. Anlaşılacağı üzere bu şekilde bir akıl yürütme ve toplumsal siyaset “öznelciliğin” gelişip serpilmesine zemin hazırladığı gibi “yabancılaşma” olayının da yaratıcısı bir anlayışın ürünüdür.

Bilim insanı sıfatı taşıyan bireyler, “sübjektif” durumları ne olursa olsun, eğer birer “meslekten sirk soytarısı” değillerse, kendiliğinden bir nesnelciliğe sahiptirler. (Bkz “bilim adamının kendiliğinden materyalizmi” kavramı, “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”, Lenin) (7). Bilimsel faaliyet bir süreç meselesidir; “bireysel” olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal bir faaliyet de olan bir süreçtir. Birey olarak bilim insanı attığı her doğru adımda bu süreç içinde kendi nesnesine bir adım daha yaklaşacaktır. Bilginin ve bilimin “evrensel” bir değer olması da, bilim insanıyla onun araştırma-gözlem nesnesi arasındaki diyalektik ilişkinin doğal bir sonucudur. Diğer bir deyişle, bilimin “evrensel bir değer” olmasının nedeni, sadece onun nesnesinin yani maddenin evrenselliğinden değil ama bilim adamının faaliyetinin de nesnel olduğu ölçüde (en azından insan türü açısından) evrensel olmuş olmasından gelmektedir. Bilim adamıyla onun araştırma ve gözlem nesnesi arasına aşılmaz duvarlar örmek, evrenselleşme sürecine vurulacak olan bir darbe anlamına gelecektir. Oysaki bilimin ve bilim adamının faaliyetlerinde nesnelliği korumak için en etkili müdahale alanı, bilim adamının kendi faaliyetinde aynı zamanda harekete geçirmeye çalıştığı iç dünyası ve illaki sürekli geliştirmesi gerekli tasavvur gücü (sürekli yeni hipotezler ortaya atmaktan ve yeni kavramlar tasarlamaktan başka bilimi geliştirmenin yolu yoktur!) değildir. Nesnelliği arttırmak için gerekli müdahale alanı, bilim adamının içinde yaşadığı, hizmet ettiği ve bilimsel dediğimiz faaliyetin şartlarını yaratarak besleyen (veya beslemeyip engel olan) toplumsal yapıdır. Eğer bir bilim insanı bilimsel araştırma nesnesi karşısında “sübjektivist” bir sapmaya girecekse bunun nedeni onun yaratıcı hayal gücü olmasından çok, içinde yaşadığı, kendisini ait hissettiği ve nesnel bağlarla onu bir insan bireyi olarak tutup yönlendiren toplumsal yapı ve o yapıyı oluşturan toplumsal sınıflardır. Diğer bir ifadeyle, bilim adamının ait olduğu ve/veya hizmet ettiği toplumsal sınıf, onun faaliyetlerini, tıpkı dünyanın güneş tarafında dönerken sürekli onun tarafından çekilmesi gibi, tıpkı insanların yerküreye bağlanmasının sağlanması gibi “çekim kuvveti” ile yönlendirmektedir.

Bu, belki biraz uzun ama ille de gerekli olan açıklamaları birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse, gerçeğe yakın olmak için “süje” ile “sübjektivizmi” birbirlerinden ayırmak gerekmektedir, tıpkı “ideal” ile “idealizmi” birbirinden ayırmamız gerektiği gibi. Bilimsel faaliyette nesnelliğin restorasyonu, süjenin reddinden değil ama onun nesnelliğinin anlaşılmamış olmasından (veya reddedilmesinden) geçmektedir. Bu ise, ideal olanın aynı zamanda nesnel olduğunu anlamamak, “idealizmle mücadele” adına ideallerin terk edilmesi anlamına gelmektedir.

Evrenin “kendi kendisine eşitliği” meselesini de biz aynı şekilde anlamakta ve yorumlamaktayız: “Evrenin kendi kendisine eşit olması” demek, gözleyenle gözlenenin bir bütün olduğunu bir başka şekilde ifade etmek olmaktadır. Ayrıca evrene, onun sürekli yenilendiği faaliyetin alanı olan “mikro” ölçekte değil, ama sadece “makro” ölçekten bakmak her iki araştırma alanının gerçekte tek bir alan olduğunu (Hawking’in amacı da bu iki alanı tek bir alanda “her şeyin teorisi” ile birleştirmek değil miydi?) teslim etmek demektir. Ancak böyle yapıldığında, evrenin sürekli yenilenmesinin gerçekleştiği “mikro” evrenle, “galaksilerin sürekli birbirlerinden uzaklaşması” (3. Alıntı) olayından çıkardığımız “genişleme” olayının arasında doğrudan bir ilişki olduğunu görebilmekteyiz. Ve bunun bizi gayet doğal bir şekilde “makro evrenin teorisi” olarak ünlenmiş “genel görecelik teorisi” ile “mikro” evrenin teorisinin (“belirsizlik teorisi”) birleştirilmesi, evrenin nesnel bütünlüğünü tartışmasız hale getireceği gibi, “sübjektif sapmaları” da en azından bilimsel faaliyet içinde ortadan kaldırabilecektir.

O halde, Hawking’in tanıttığı biçimiyle “sonsuz büyük evrenin” kavramsal dünyasında biraz daha duralım:

(Genel görecelik teorisi) çekim kuvvetlerini ve evrenin büyük ölçekli yapısını tanımlar… Kuanta mekaniği, aşırı derecede küçük ölçekteki olaylarla ilgilenir.” (ZKT, s.27)

Bilindiği gibi bu alanın teorisyeni “görecelik teorisi” ile Einstein’dir. Hawking’in bu teoriyi okuyucuya tanıtırken başvurduğu ifadelendirmeler, büyük teorisyenin öneminin, evrenin birliğini, onun en temel kurucu unsurlarının birlikteliğinden çıkarak açıklamış olmasında yatmaktadır:

Genel görecelik teorisi, bizim evren görüşümüz konusunda olağanüstü bir entelektüel ifşa oldu. Bu sadece eğik bir uzayın değil ama eğik bir zamanın da teorisidir. (BSKC, s.142)

Burada, evrenin temel unsurları olan uzay ve zamanın birliğinin, “büyük patlamaya” bağlı olarak, sadece bir tekinin değil ama her ikisinin birden “eğik” olması olgusundan çıkarak açıklanması ile gündeme getirildiğinin altını çizmemiz gerekiyor. Zaman ve uzayın böylece birlikte var olduğunu ve öyle ele alınması gerektiğini Einstein 1905’te yazdığı bir makaleyle ilan etmişti. Büyük teorinin oluşturulmasındaki bu ilk aşama “sınırlı görecelik teorisi” olarak adlandırılmaktadır:

Sınırlı görecelik teorisi (1905): “Zamanın uzaydan bağımsız, kendi başına buyruk bir şekilde var olan evrensel bir nicelik olmadığını gösterir. Geçmiş ve gelecek daha çok, yukarı ve aşağı, sağ ve sol, ön ve arka gibi “uzay-zaman” olarak adlandırılan şeyin içinde yön tayinine yararlar. … / … Zaman farklı ritimlerde akar.” (KDBE, s.67)

Teorinin bu aşamasında sadece uzay-zamanın birlikteliğini değil ama bu birlikteliğin ancak hareket halinde var olabileceğini de öğreniyoruz. Zamanın bir “yön tayinine” yaraması ve yalnızca hareketin, diğer bir deyişle “oluşun” mevcut olduğu durumda anlam taşıyabileceği ve uzay-zaman birlikteliği ile birlikte ve de birlikteliklerinden dolayı, uzayın da sürekli bir hareket yani “oluş” içinde olduğu sonucuna varmaktayız. Görecelik teorisinin genel hatlarıyla Einstein açısından tamamlanması 15 yıl kadar sonra “genel görecelik teorisinin” ilanı ile gerçekleşecektir:

Genel görecelik teorisi (1915): “(Einstein) şu devrimci fikre sahipti: Çekim sadece uzay-zamanın sabit çerçevesinde faaliyette bulunan basit bir kuvvet değildir. Ama burada söz konusu olan uzay-zamanın kütle ve enerjisinin etkisiyle oluşan bozulmalarıdır (distorsiyon).” (KDBE, s.67)

Uzay-zamanda “gravitasyonun” (çekim gücünün) devreye girmesiyle gerçekleşen bu “bozulmaları” biz nicel birikim ve nitel dönüşüm şeklinde gerçekleşen yoğunlaşmalar olarak adlandırmaktayız. Bu “yoğunlaşmalar” parçacıktan başlayıp yıldızlardan geçerek galaksilere kadar uzanan biçimler almaktadır. Fizik alimimiz bu oluş halini şu sözlerle ifade etmektedir:

Evren, büyük ölçekte o kadar tek biçim ve homojen olmuş olmasına rağmen, lokal ölçekte bir takım düzensizlikler içerir. Mesela yıldızlar ve galaksiler gibi düzensizlikler…” (ZKT, s.150)

(Evrende) belli bir yerde düzen çok fazla bir şekilde artar. Ancak, aynı anda başka bir yerde düzensizliğin daha üst seviyede olması gerekecektir.” (BSKC, s.87)

Yaptığımız bu iki alıntı bizleri, bir yandan uzay-zamanın “homojen” bir seyreklikte olmasının yanında yoğunlaştığında devasa nesneleri oluşturduğu fikrine taşımakta; diğer yandan ise, bu yoğunlaşmanın bir çelişik yapının denge kurma hallerinden birisi olduğuna işaret etmektedir. Bu durumda büyük kozmik nesneler, baştan beri altını çizegeldiğimiz gibi, göreceli de olsa bir denge halinin mevcudiyetini yansıtmaktadır. Einstein’in ünlü denklemi bu göreceli denge halinin fizik dilinde ifade edilmesidir:

Onun (Einstein) meşhur E=mc2 formülü, “m” kütlesinin bir çeşit “E” enerjisi olduğunu ve bunun tersinin de doğru olduğunu belirler.” (BSKC,s.54)

O halde “makro evrende” de çelişkilerin birlikteliğinin nasıl gerçekleştiğini, dolayısıyla bunun nasıl yaratıcı bir mücadele halinde olduğunu Hawking’in söyledikleri üzerinden anlamaya çalışalım:

Görecelik, zamanı ve uzayı kombine hale (abç) getirir, ama mekanı tamamıyla zamanla birleştirmez (abç). Zaman, gerçekte aynı kalır ve bir çizgiye benzer.” (KDBE, s.121)

Zamanın ve mekanın (uzayın) birlikteliğinin evrendeki çelişkilerin kaynağını oluşturduğunu, evrenin oluş halinde bir süreklilik kazanmasının bu kaynaktan beslendiğini, evrendeki yoğunlaşmaların bu iki kurucu unsurun bir denge haline gelmiş olmasına (ve bu dengenin kozmik cisimlerin yoğunlaşma ile birlikte oluşmasına) rağmen aynı zamanda sürekli bir yaratıcı mücadele halinde olduğunu sözümüze başladıktan sonra altını çizerek birçok kez belirtmiştik. Aktardığımız bu sözler ileri sürdüğümüz tezin mükemmel bir illüstrasyonundan başka bir şey olmamaktadır.

Bunun yanında, bu sözlerin arasına sıkışmış olan bir başka gerçek daha bulunmaktadır: Eğer uzaydan azat edilip Newton evreninde düşünülebileceği türden kendi haline bırakılsaydı, zaman kesintisiz bir doğru boyunca sonsuz evrenin sonsuzluğuna kadar uzaya arkasını dönerek uzayıp giderdi. Ancak tabii ki işler bu şekilde çizilen “platonik” bir düzeyde ayrılığı (ama birliği de!) mutlaklaştıracak şekilde gerçekleşmemektedir. Görecelik teorisine bakıldığında, uzay-zaman birlikteliği “bedeni” bir birlikteliktir ve kah “sevişerek” ve de kah “dövüşerek” kuşaktan kuşağa gelişedurmaktadır. Bu yüzdendir ki, bahsini ettiğimiz bu gerçek evrenin oluşumuna bakın nasıl yansımaktadır.

Doğa devamlı değil ama kopuk kopuktur” (BSKC, s.164)

Bu “kopuklukları” biz, zaman içinde oluşan nicel birikimin (enerji yoğunlaşmasının) bir nitelik sıçramasıyla yeni bir biçime dönüşü olarak adlandırmıştık. “Neden uzay kavramının zamanın dışında anlamı yoktur?” (BSKC, s.57) diye soruyor Hawking. Çünkü, bu kopukluklar oluşumun yönünde aynı zamanda bir “kombinezon” oluşturan hem uzayda ve hem de zamanda gerçekleşmektedir, ve bu iki mevhum hem birlikte ve hem de birbirleriyle mücadele halinde (“tek-tek”) olmasından kaynaklanmaktadır. Kendi aralarında oluşan kopukluklar negatif (uzay) ve pozitif (zaman) arasındaki kopukluktadır.

Ama tek tek kopukluklar ise uzayda “büyük patlama” sonucunda oluşan ve Hawking’in de aşamalarla ifade ettiği gibi gelişmektedir. Buradaki gelişmeler “çekim kuvveti” ile süreklilik kazanarak güncelleşmektedir. Buradaki kopuşların yönü geçmişe, yani büyük patlamaya dönüktür. Zamandaki kopuşların yönü ise evrenin gelişmesinin yönünde bir süreklilik kazanır ve gelecek yönündedir. Neticede, göreceli ama yaratıcı denge zamandan, yani gelecekten, yani oluştan yana kurulacaktır. Bu denge aynı zamanda “dengesizlik” de içerdiğinden oluş asla bir doğru boyunca gerçekleşmeyecek ve sonuçta ise uzay-zamanın oluş biçimi bir eğri halini alacaktır. Tıpkı bu sözlerde ifade edildiği gibi:

(Einstein’a göre) Çekim, diğerleri gibi bir kuvvet değil ama, evvelce öngörüldüğü gibi düz olamayan bir uzay-zaman birliğinin sonucuydu. Uzay-zaman, kütle ve onun içerdiği enerji yüzünden eğik veya “çarpık” haldedir.” (ZKT, s.104)

Bu konudaki sözlerimizi Hawking’in şu alıntısıyla bitirsek sanırız yeridir:

Genel görecelik, bitmemiş bir teoridir: Bize sadece evrenin nasıl başladığını bildirmektedir. Çünkü bu teori bize, başta kendisi olmak suretiyle fizik teorilerinin evrenin başlangıcı (“büyük patlama” öncesi ve anı-BN) söz konusu olduğunda iflas ettiğini vazeder.” (ZKT, s.27)

İflas eden” nedir? Evrenin bir bütün olarak maddi bir varlık olduğu ve bir varlık olarak evrenin mümkün hale ancak oluş biçiminde geçtiği ve dolayısıyla “büyük patlama” dahil bütün olup bitenin bu maddi evrende olduğu mudur? Yoksa bu evreni “büyük patlama” öncesi” bir anlaşılmamazlığa itmek midir? Bizce tabidir ki bu sonuncu duruş iflas etmiştir. Bu ise, gerçekleşmiş olsun veya olmasın, “büyük patlama” türü bir başlangıcın dahi metafizik bir postulata ihtiyacı olmadığı demek anlamına gelmektedir. “Yaratıcı” bir tanrıya meydan okumaktan geri durmayan Fizikçimiz, aynı zamanda onun saklanması için bir varlık alanı açmayı da ihmal etmemektedir. Bu tavrıyla, olguların kapı dışarı ettiği tanrı için bir tür “saf aklın” ürünü bir “fildişi kule” kurmuş bulunmaktadır.

Uzay-zamanda biçim ve yön meselesi:

Kendinden menkul” gibi görünen “biçim” ve “yön” kavramları, evrenin oluş sürecine dahil edildiklerinde, uzay-zaman birlikteliğine bağlı olarak çok daha karmaşık sorunları ve onlara verilen cevapları karşımıza çıkarmaktadırlar. Hawking, yön meselesinde sorunu şöyle formüle etmektedir:

Geçmişle gelecek arasındaki fark nereden gelmektedir?” (ZKT, p.176)

Diğer bir deyişle, “zaman oku” (“La fleche du temps”)7 kavramıyla işaret edilen ve zamanın üç anı (geçmiş-şimdi-gelecek) arasında gelecek yönünde kurulan düzen, uzayda nasıl ve hangi şartlarda kurulmaktadır? Hawking’den bu soruya cevaben “zaman okunun” belirlediği “üç çeşit zaman” tanımlamasının mümkün olduğunu öğreniyoruz.

Bunlardan birincisi “zamanın termodinamik oku, yani antropinin veya düzensizliğin artış yönü” (ZKT, s.78). Bu yön, bizim tabirimizle enerjinin yoğunlaşmasının ve yoğunlaşması ile birlikte belli bir kütleye sahip olduğu oranda enerji kaybına uğrayarak (yıldızlar gibi) sürekli azalmasının belirlediği düzeneğin yönü ile örtüşmektedir.(8) Netice itibariyle böylesi bir düzenek, yoğunlaşmanın sonucunda evrendeki genel enerji akışında düzensizliğe, ve dolayısıyla zamanda ve mekanda kopukluğa neden olmaktadır. Bizce bunun bir anlamı daha bulunmaktadır: Çekim kuvvetinin geçmiş yönünde etkili olacak şekilde devreye girmiş olmasıdır. Düzeneği enerji kaybına uğratan aslında “çekim kuvvetidir”, ama enerjinin uzayda dağılmasını önleyecek bir iç-dış dengesi oluşturarak, kütlesel oluşumu mümkün kılan da yine bu çekim kuvvetidir. Devam edelim;

İkincisi, “psikolojik zaman oku, yani zamanın geçtiğini hissettiğimiz, içinde geleceği değil ama geçmişi hatırladığımız yönü

Üçüncüsü, “kozmik ok olarak adlandırılan, evrenin büzüşme yerine genişlemesinin (belirlediği) yönü” (ZKT, s.178)

Zamanın yönünün sübjektif anlamı beynimizin içinde zamanın termodinamik oku tarafından belirlenmektedir” (ZKT, s.182)

Termodinamik zaman oku” ile, diğer yandan aynı zamanda algılarımızın yönünü de tayin eden “psikolojik zaman okunun” örtüşmesi olayı, biçimlerin kotarıldığı kütle alışları da belirleyen bir zaman oku olmasındandır. “Kütle alışlar” geçmişe dönük olduğunu belirttiğimiz “çekim kuvvetini” (gravitasyonu) de gerekli kılan bir olaydır ve “mikro” ölçekten başlayarak gerçekleşirler. Bu nedenlerden dolayı, “oluş” sürecinin içe dönük bir hareketini temsil ettiğini söyleyebiliriz. Buna karşın, gelecek yönünde, oluşun diğer ucunun dışa doğru (evrenin yayılma hareketine bağlı olarak) gerçekleşmesinin sonucunda “kozmik zaman oku” oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da çelişki halinin belirleyici olduğunu tespit edebiliriz.

Hawking “zaman oku” konusundaki görüşlerini bir belirlemeyle sonuçlandırmaktadır:

Özetlersek, fiziğin kanunları zamanın gelecek ve geçmiş yönlerinin arasında bir ayırım yapmamaktadır. Bunun yanında, gerçekte (abç) geçmiş ve geleceği birbirinden ayıran en azından üç zaman oku mevcuttur” (ZKT, s.187)

Zamanın asla gerçeğe dışardan empoze edilen bir kavram olmadığı, her şeyden önce olgular ve onların birbirleri ile olan gözlemlenebilir ilişkilerinin ürünü olduğu ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi. Aynı zamanda bir “soyutlama” ürünü olan “makro” evrene dair bu özetleme, bilimsellik iddiasında olan bütün disiplinler ve araştırma alanları için de geçerlidir: Maddi evrende karşılığı olmayan hiçbir şey “gerçek” değildir veya “gerçek” olan her şeyin maddi bir karşılığı vardır.

Evrenin biçimi meselesine gelince: Söz konusu olan “sonsuz büyük” ölçekteki bir nesne olunca ve bu nesne; enerji dalgalanmaları ve lokal yoğunlaşmalarla daha çok bir kanaviçeye benziyorsa, çekim kuvvetleri ile eğri büğrü olup yaklaşık 14 milyar yaşındaysa ve “garip bir yolcu” olan gözlemci ona çaresizce içten bakmak zorunda kalacaksa, karşımıza öncelikle bahsi geçen nesnenin (yani evrenin) ne olduğu veya daha çok neye benzediği sorusu çıkacaktır. Hawking “evren” adı verilen nesneye şöyle yaklaşma durumunda olduğumuzu söylemekte:

İlk olarak, hangi yönde bakarsak bakalım evren aynı kalmaktadır. İkinci olarak, bu durum, bakış noktamız neresi olursa olsun, evren yine aynı kalmaktadır.” (EKT, s.31)

Bu söylenenleri bir başka türlü şöyle ifade edebilirdik: Evren kendi kendisine benzemektir. Hem kendi kendinedir (en soi) ve hem de kendi içindir (pour soi). Yani bir bütün olarak, içindekilerinin toplamı olarak aynı zamanda onlardan başka bir şeydir. Tıpkı bir insan vücudunun kendisini oluşturan doku hücrelerinin toplamından başka bir şey ifade etmiş olmasındaki gibi…

Evren gibi “sonsuz derecede büyük” bir nesneyle karşılaştığımızda, onun ne olduğundan çok “sınırları nedir?” sorusu sorulacaktır:

Evren uzayda sonsuz değildir, ama uzayın kendisinin sınırları bulunmamaktadır.” (EKT, s. 37)

Sonsuz derecede büyük” bir ölçekte bir çeşit “büyüklük sarhoşu” mu olduk nedir, bir an için evrenin oluş halinde olmadan var olamayacağını, bunun içinse onun sürekli bir şekilde kendisini içten dışa doğru uzay-zaman dinamiğine bağlı olarak yenilemesi gerektiğini unutuverdik! “Olmuş” bir şey olarak ve belli bir zaman kesitinde evren kendisine eşittir ve ancak kendisine benzemektedir, bu doğru. Ama oluş halindeki bir şey olarak (ve başka türlü olamayacağı için) nicel bir değer olarak kendi kendisine eşit olması ve bir önceki zaman kesitinde evrenle biçimsel olarak örtüşmesi düşünülemeyecek bir şey olurdu. Ne var ki, eğer bu ikinci durumda da evrenin kendisine eşit ve ancak kendisine benzediğini söylersek, yine de gerçekle kucaklaşan bir şey söylemiş olmaktayız. Bizce bunun nedeni, yani evrenini her durumda kendi kendisine eşit olması ve kendi kendisine benzemesi onun tekilliği ile ilgili bir olay olmasındandır. Evrenin tekilliği her durumda değişmemiş olması onun ancak ve ancak oluş halinde olmasının önünde bir engel teşkil etmemektedir.

Bizim yorumumuza göre, evrenin sınırlarının olmasına karşın “uzayın” (ve zamanın) sınırının olmaması, yani her an için ayrı ayrı ele alınan bir şeyin örtüşmemesi, uzayın (ve zamanın) evrenden bağımsız oldukları demek değildir. Uzay ve zamana ölçüyü ve biçimi veren her durumda evrenin kendisi olacaktır. Uzay ve zamanın sınırlarının olmaması, beli bir uzay-zaman kesitinde “olmuş” olan evrenin bir olasılık olarak da var olan (oluş halinde olmadan var olamayacağından) sınırlarının olamayacağını belirtmek demektir. Bu ise evrenin ancak oluş halinde olabileceğini ifade etmekten başka bir şey değildir. Sürekli genişleyen bir evrenin oluş biçimi zaman ve uzayla ölçülebilecektir elbette (Bu ölçüyü veren şeyin evrenin ta kendisi olmasıyla çelişen bir şey değildir). Sayıların sayılacak şeyler üzerinden bir anlam taşıdıkları sabit olduğunda, sayıların sonsuza kadar uzayabileceği tezi anlamsız olmaktan çıkacaktır.

Hawking’i anlaya çalışmaya devam edelim:

(Evrenin) yoğunluğu eğer genişleme oranı tarafından belirlenen belli bir kritik eşikten az olursa, çekim kuvveti genişlemeyi durdurmak üzere yetersiz kalacaktır. Ancak, eğer yoğunluk bu kritik eşiği geçerse çekim kuvveti genişlemeyi gelecekte belli bir anda durduracak ve evren kendi üzerine çökecektir. … / … Evren her milyar yılda bir % 5 ila % 10 arasında genişlemeye devam etmektedir” (EKT, s.38)

Anlıyoruz ki; kendisini evrenin genişlemesiyle ifade eden uzay-zamanın “sınırsızlığı” da sınırlı bir “sınırsızlık” olmaktadır. Diğer bir deyişle, yeni bir “denge” halini oluşturmak yani yeni “yoğunlaşma” biçimlerinin doğmasına imkan verecek düzeyde “göreceli” bir yayılma gerçekleştirmektir, oluşun sonsuzluğu. Göreceli olmayan “mutlak” bir sonsuzluk ancak yokluğun sonsuzluğu olabilecektir ama varlığın değil. Her durumda, evrende “sınır” kavramını belirleyen “olasılık” olgusudur. Oluş halinin dışında var olamayan nesnenin sınırlarını belirleyen “olasılık” olmaktadır.

Evrenin bütünü ölçeğinde olmasa bile, en azından belli lokal ölçeklerde sınır koyan ve bunu geleceğe dönük değil de geçmişe dönük gerçekleştiren nesneler mevcuttur, Hawking’in başlıca ilgi odaklarından olan bu nesnelerin adı “kara delikler”dir.

Kara delikler:

Kara delikler, evrenin varlığının anlaşılmasının “olmazsa olmazı”, aynı zamanda onun oluşum süreci için kaçınılmaz ve illa ki gerekli olan kozmik nesnelerdir. Hawking’den öğrendiğimiz biçimiyle bu konuda yaptığımız çıkarımları şöyle sıralayabilmekteyiz:

İlk olarak “kara delikler”, tıpkı “büyük patlama” ve varsayılan öncesinde evrenin olası durumu gibi birer “teklik” (Singularité) oluşturmaktadırlar:

Kara delikler, içinde zamanın durduğu diğer tekilliklerdir.” (BSKC, s.18)

İkinci olarak, geçmiş evrene benzediklerinden dolayı “özel” cisimler olsa da, makro evrende var olan ve uzay-zamanda devasa boyutta yer kaplayan kozmik varlıklardır:

Güneşten dört milyon kere büyük bir kara delik galaksimiz olan Samanyolunun merkezinde bulunmaktadır” (KDSH, s.36)

Üçüncü olarak, kara delikleri “özel” yapan varoluşu değil ama yok oluşu kendi varlığında temsil eden nesneler olmuş olmalarında yatmaktadır. Birer “teklik” olarak, uzay-zamanda kendileri birer bütünlük olarak yer işgal etmiş olsalar da (yani bütünlüklü bir kütleleri olsa da) uzay-zamanın ve dolayısıyla tek tek kütle ve biçimlerin içinde kaybolduğu bir var-yok oluşun göstergeleridir. Bu “kayboluş “, uzay-zamanın tıpkı başlangıçtaki gibi aşırı derecede “eğilmesiyle” gerçekleşir.

Teklik uzay-zamanı öyle bir eğer ki, bazı bölgeler bize görünmez olurlar” (BSKC, s.115)

Dördüncü olarak, kara deliklerin evrenin oluşuna katılmaları, varlığın yanında yokluğun, maddenin yanında anti-maddenin evrene katılması gibidir. Bu kozmik nesnelerin evrenin oluşumunda gerekli ve zorunlu olması bizce buradan gelmektedir. Diğer bir şekilde Hawking’in “evrenin yaratılması” olayında yaptığı analojiye uygun olarak “negatif” bir tepenin evrenin kendisini temsil eden “pozitif” tepe için “gerekli ve zorunlu” olmuş olmasındaki gibi.

Beşinci olarak, anlaşılacağı gibi çelişkilerin birliği ve onların yeni bir denge kurabilecek şekildeki yaratıcı mücadelesi, bahsettiğimiz uzay-zamana katılım ve onun içinde bir işlev görmenin şeklini göstermektedir. Burada söz konusu olan oluşum yani evrenin kendi kendisini sürekli yeniden yaratması olduğunda “dikeylik” ön gören zaman boyutu önem kazanacaktır. Bu açıdan bakıldığında, kara deliklerin evrene katılımı tıpkı bir insan bireyinin “hayat çizgisinde” doğum anının onun ölüm sürecinin başlangıcını da içermiş olmasındaki gibidir. Hawking, bu başlangıçtaki sonu veya sonun başlangıcını şöyle özetlemektedir:

Gerçekçi bir durumda teklik her daim, ya bütünüyle çekim kuvvetinin yarattığı çöküşte olduğu gibi gelecektedir, ya da bütünüyle, tıpkı “büyük patlamada” olduğu gibi geçmiştedir.” (EKT, s.61)

Bir kara delik, sıfır olmayan ama belli bir seviyede olan bir ısı sayesinde termik bir dengede bulunacaktır” (BSKC, s.129)

Bir kara deliğin içinde sonsuz derecede yoğun bir teklik mevcut bulunmaktadır. Biraz bu durum zamanın başlangıcı olan “büyük patlamaya” benzer. Ne var ki bu halde söz konusu olan zamanın sonudur…” (EKT, s.59)

Altıncı olarak, kara deliklerin işlevinin evrendeki “yaratıcı dengenin” kurulmasına müdahalesi, oluşumun sürekliliğini sağlayacak biçimde gerçekleşmiş olmasıyla ilgili olduğu olgusudur. Bunu Hawking’in bir önceki konuda da alıntıladığımız sözleri yeterince berrak bir şekilde açıklamaktadır:

(Evrenin) yoğunluğu eğer genişleme oranı tarafından belirlenen belli bir kritik eşikten az olursa, çekim kuvveti genişlemeyi durdurmak üzere yetersiz kalacaktır. Ancak, eğer yoğunluk bu kritik eşiği geçerse çekim kuvveti genişlemeyi gelecekte belli bir anda durduracak ve evren kendi üzerine çökecektir.” (EKT, s.38)

Yedinci olarak, kara deliklerin evrene katılmaları “çekim kuvveti” oluşturmalarıyla ilintili bir konudur. “Çekim kuvveti” evrendeki oluşumların bir taraftan kara delikler tarafından ortadan kaldırılmasını sağlarken (Bunu Hawking, “Çekim simetrileri kırmaktadır” (BSKC, s.134) şeklinde izah eder) diğer taraftan, eskinin “kayboluşu” ile yeni oluşumların önü yeni bir denge seviyesi sağlanarak açılmaktadır.

Çekimsel çöküşe maruz kalan her nesnenin sonuçta bir teklik oluşturması gerekir” (ZKT, s.68)

Sekizinci olarak, kara deliklerin “başlangıçtaki sonu” temsil ettiğini belirtmemize bağlı olarak, çekim gücünde ve buna bağlı olarak uzay-zamanda kütle üretimi için gerekli olan “yoğunlaşma” olayında oynadığı rolün altını çizmemiz de gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında kara delikler uzay zamanı hortumlayıp sıkıştıran devasa birer “elektrik süpürgesine” benzemektedir. Uyguladığı çekimle belli bir seviyeye kadar gerekli olan ve can veren, ama belli bir düzeyden sonra da verdiği canı geri alan muhteşem bir çekim kuvveti uygulayan bir elektrik süpürgesi…

Bir yıldız kasıldığı (büzüldüğü) zaman maddesinin parçacıkları birbirlerine yaklaşırlar…” (ZKT, s.106)

Dokuzuncu ve son olarak, kozmik birer nesne olarak “hayat verip hayat alan” kara deliklerin kendi sonlarının nasıl olduğunun üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu son, “ironik” bir şekilde evrenin başlangıcına benzemektedir. “Kasılma” hareketi ile can alan, “büyük patlama” ile tekrardan can vermektedir:

Bir kara delik, milyonlarca hidrojen bombası gücünde ışık saçan son bir patlamayla yok olur.” (EKT, s.59)

Kara deliğin patlamasıyla uzay-zamana saçılan kalıntılar da “büyük patlamanın kendisi gibi” (bize göre) ve patlayan kara delikler gibi evrenin dışında değil ama içinde olup-biten olaylardır. Dolayısıyla, gözlemciler ve bilim adamları için hala büyük oranda ser verip sır vermeyen kara delikler de evrenin oluşunun kopmaz birer parçaları olarak ancak onun oluşumu içinde “ete-kemiğe” kemiğe bürünmektedirler.

Bilim insanı” evrenin neresindedir?

Bilim insanı”, “evren teorisi”, “Einstein çapında bir deha”, “Bilime adanmış bir ömür”, “tanrı tanımaz alim”, “zorluklara karşı direnç” vb. gibi anahtar deyimleri yan yana getirdiğinizde ve “Bu da kim?” diye bir soru yönelttiğinizde, orta bir eğitim seviyesinde olan “meraklı” bir lise mezun bile, çizdiğiniz profilin Stephan Hawking’in profili olduğunu bilme ihtimali bir hayli yüksek olacaktır. Hiç şüphesiz, fizik bilimi alanında Hawking’in “bilim insanı” olması bizim için de tartışılmaz bir konuydu, ondan “evrenin oluşumu” hakkında öğrenmeye başladığımızda. “Fizik bilimi” söz konusu olduğunda “disiplin dışı” birisi olarak çözümleyebileceğimiz düzeyde yaptığımız okumalarda, ondan evren üzerine ve fizik teorileri konusunda çok şey öğrenmiş bulunmaktayız. Ayrıca, onun bu alandaki becerilerinin “çok önemli” olabileceği ile ilgili olarak fikrimiz hala değişmiş değil.

Bunun yanında, düşüncelerimizi öğrendiklerimizle biraz olsun olgunlaştırıp yaptığımız çıkarımlarla yoğunlaştırdıktan sonra, S. Hawking’in varlığının, gerek “bilim insanı” olarak ve gerekse sıradan insanlar gibi şeylerden bahsedip fikir beyan eden birisi olarak, tek yönlü bir biçimde “fizik biliminde alim” özelliğine indirgenemeyeceğini de tespit etmiş bulunuyoruz. O, “bilim insanı” niteliği çok ama çok önde seyretmiş birisi olsa da, aynı zamanda bir “ideolog”, bir “siyasi bir şahsiyet taşıyıcısı”, bir “toplumsal tarafgir” olma gibi hiç de küçümsenmemesi gereken özellikler de taşımaktadır.

Bilim insanları; bilim ile uğraşırken sürekli soyutlamalar yapmak, somut olaylardan kavramlara varmak, teori inşa etmek gibi bir faaliyet içinde bulunmaktadırlar. Ancak onların bu özgün faaliyetleri, nüfusun geri kalanı tarafından desteklendiği oranda gerçekleşebilmekte ve buna paralel olarak hayatın diğer alanlarına taşındığı oranda bir anlam ifade edebilmektedir. Neticede bilim insanı tıpkı “ötekiler” gibi bir toplumun bireyi, o toplumdaki “toplumsal sınıflardan” birisinin üyesi olmak ve belli bir tarihsel zaman kesitinin sorumluluklarını taşımak zorunda kaldığı oranda somut bir birey olarak kendini var edecektir. Bilim insanı olmanın “arka bahçesi” herkes gibi somut bir birey olmaktır. S. Hawking’ten öğrenmek için az sayılmayacak bir zaman geçiren biz, onun, bir İngiliz “garden”ı gibi gelişi güzel bir şekilde yapıtlarının satır aralarına serpiştirilmiş tavır ve düşüncelerinden oluşan “arka bahçesini” de ziyaret etme imkanı elde ettik. Sonuç, bir “somut bireyin” içinde var olduğu evrene entegrasyonunun nasıl gerçekleşebileceği konusunda son derece verimli bilgilerle dolu olduğu kadar, bir bilim insanının araştırma nesnesi olarak evrenle nasıl bütünleştiği konusunda da öğretici olmuştur.

Vardığımız sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

Birinci olarak, Hawking’in de ve ondan öğrenmeye çalışan biz ve bizim gibiler için de, bilimsel faaliyet içinde olanların evrendeki yerini belirleyen ilişki biçimi öğrenme faaliyeti tarafından karakterize edilmektedir. Ancak, Hawking’in “öğrenme” faaliyetinden anladığı her şeyden önce belli bir disiplin altına alınmış, spesifik (dolayısıyla kurumların kontrolü ve yönlendirilmesi ile gerçekleştirilmiş) bir faaliyettir. O bunu şu sözlerle dillendirmektedir:

Her olağanüstü birisinin arkasında, olağanüstü bir öğretmen bulacaksınız” (BSKC, s.207)

Buradaki “olağan üstü birisi” malumunuz dünyaca ünlü alimimiz S. Hawking’in kendisidir. Onun “olağanüstü öğretmeni” ise Ermeni asıllı olduğunu öğrendiğimiz lisedeki öğretmenlerinden birisi olan “Dikran Tahta” olmuş. Yazdığı ve ön-ayak olduğu (KDSH gibi) kendi bilimini “vülgarize” ederek bizim de içine dahil olduğumuz en geniş okuyucu kitlelerine ulaştırmasına bakarak, kendisinin de olağanüstü bir öğrenci olduğu kadar, olağan üstü bir “öğretmen” olmak için çaba harcadığını söyleyebiliriz.

Toplumsal bir kurum olan okulun saf bir mahsulü olduğu anlaşılan Hawking’in, öğrenme faaliyetini aynı zamanda temel bir insan faaliyeti olarak gördüğü ve evrensel bir değer olarak algıladığı açık bir konu olmaktadır. Bu konuda, aramızdaki birçokları gibi Hawking ile kolaylıkla bir konsensüs oluşturmamız mümkündür. Kendisi, tepeden tırnağa “kurumsal” bir varlık olma iddiasının yanında, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa açık bir tavır içinde görünmektedir:

Aramızdakilerin büyük bir kesimi, eğer açık bir şekilde ifade edilir ve denklem kullanılmazsa, temel fikirleri görebilir ve anlayabilirler” (BSKC, s.20)

Bilimsel faaliyeti kurumlar aracılığıyla yönlendirilen spesifik bir faaliyet olarak gören Hawking, “katılımcı” yani toplumun bütün üyelerini işin içine katan bir anlayışa sahip olduğu kadar, bireysel becerilerin de mobilize edilerek bu faaliyetin gerçekleştirildiğini öngörmektedir.

Benim için Einstein mühendislik becerisinin ete-kemiğe bürünmüş halidir. Onun fikirleri nereden gelmektedir? Sezgi ve orijinalliğin bir deha kıvılcımıyla oluşturduğu kokteylden!” (BSKC, s.205)

Bilim insanının böylece kendi bilimsel nesnesine odaklanarak onun içine nüfuz etmiş bir birey olarak tanımlanması; okul kurumunun öğrencileri tanımlarken takındığı tavra benzemektedir. Her iki durumda da faaliyetin daha çok bireysel yönünü öne çıkaran bir yaklaşım söz konusudur ve bir “Ulus-Devletin” vatandaş tanımı ile örtüşmektedir. Diğer bir deyişle, “bilim adamlığı” olduğu kadar Ulus-Devlet vatandaşlığı da “özgürleştirilmiş” bireylerin kurumlar (mesela okul gibi) aracılığı ile toplumsallaştırılmasının sonucunda edinilmiş bir şeydir8.

Takınılan bütün bu tavırlar, genel anlayış olarak “ilerlemeci” biçiminde adlandırılabilir ve genel bir kabul görebilir. Ne var ki mesele, yani bilim insanının “oluş” dediğimiz sürece aynı zamanda hem özne ve hem de nesne olarak katılmasının başka bir boyutu daha bulunmaktadır. Araştırma nesnesi ve bilgi kaynağı olan evrenin tabiatına uygun olarak ”evrenselleşen“ bilimsel faaliyet ve heterojen özellikleri olan “somut bireyleri”, sadeleşmiş bir “insan-birey” olarak “soyutlayan” okulun toplumsallaştırmak gibi zorunlu bir işlevi daha vardır9. Bu andan itibarense artık toplumsallaştıran “toplumun” yasaları işleyecektir. “Evrenselliğin” belirlediği bilimsel faaliyet “millileşecek”; “insanlaşan” öğrenci ise “vatandaş” haline dönüşecektir.

Sorun, bir adım daha ötesinde sadece “toplumsallaşma” adını verdiğimiz bu yatay metamorfozla çözülemeyecek kadar karmaşıklaşmaktadır. Artık bütün mesele “toplumsallaştıran” toplumun nasıl yapılaştığına bağlıdır. Eğer toplum düşey bir biçimde hiyerarşik bir yapılanma gösteriyorsa, yani sınıflı bir toplumsa, bilim insanı kendi spesifik bilimsel faaliyetinin yanında “sınıfını seçmek” ile yetinmeyerek, başlangıçtaki toplumsal kökeni elveriyorsa mesela “sınıf atlama” durumu ile karşı karşıya kalacaktır.

Böylesi uzlaşmaz çelişkili sınıflara bölünmüş bir toplumda bilimsel faaliyet bir “hizmet etme” meselesine dönüşecektir, tıpkı geçmişte bir “bilim insanı” konumundaki “kahinin” bir kralın hizmetinde “geleceği okuyan” bir “mabet bekçisine” dönüşmüş olmasındaki gibi. O, artık hizmetine girdiği muktedirin dünya görüşünün hizmetinde basit bir “görevli” konumundadır. Onun evren ve “oluşum” olayına doğrudan bir entegrasyonunun mümkün olabileceği düşünülemeyecek bir konu olacaktır. “Mabet bekçisi”, “saray kahini” olduğu oranda “bilim adamlığı” vasfını da kaybetmiş olacaktır. Bizce, burjuva bilim insanlarında sık sık görüldüğü üzere, evrene karşı olan bu göreceli yabancılaşma, somut bir birey olan bilim insanının muktedirin iktidarını temsil eden sınıfın üyesi olarak içinde yaşadığı topluma ve özgün faaliyetine de yabancılaşması anlamına gelmektedir.

İkinci olarak, Hawking’in söylediklerinde bir bilim insanının faaliyetinin “içeriği”, yani gözlemlere dayanarak evrensel bir dil olan kavramlar (ve teorik inşalar) üretmesi ve vardığı sonuçları paylaşması meselesi ön plana çıkmaktadır. Birkaç bağlamda kendi anlayışını şöyle özetlemektedir:

İyi bir teorinin şartları şunlardır: Zarif bir modeli vardır; geniş bir gözlemler sınıfını tanımlar ve yeni gözlemlerin sonuçlarını varsayabilir.” (KDBE, s.58)

Zarif modelin” O’nun gözünde tam olarak ne anlama geldiğine ileride tekrar döneceğiz. Burada ön plana, “gözlemler” üzerinden olguları ve o olguların birbirleri ile ilişkilerini (“gözlemler sınıfı”) çıkarışına bütünüyle katılmaktayız. Bir bilim insanının evrenle ilişkisini belirleyen onun doğrudan bir şekilde (yani bir “kralın” siyasi iktidarını devreden çıkaran) olgularla kurduğu ilişkidir. Bir bilim insanı için olguların dışında kabul edilebilir tek “yabancılaşma” tarzı, gözlenen olguların evrensel bir dilde (sayı, harf ve şekiller aracılığıyla) ifadesinden başka bir şey olmayan yeni kavramlar ileri sürerken gösterdiği çabadır. Kaldı ki bu tür bir “yabancılaşma” bir sonraki adımda tekrar olgulara geri dönmeyle giderilmiş de olacaktır.

Bilimlerin tarihinin bütünü, olayların zoraki bir şekilde değil ama, ister ilahi bir gücün yol göstermesiyle olsun, isterse olmasın, belli bir düzene göre oluştuğunu anlamaktır.” (ZKT, s.150)

Hawking’in bu sözlerini biz, bir “bilim insanının kullandığı kavramları evrende oluşa gelen olgulara empoze etme hakkı yoktur”, şeklinde anlamaktayız. “Olayların zoraki bir şekilde değil ama …. belli bir düzene göre oluştuğunu anlamaktır” önermesi, onların insan aklının “çıkarımcı” zorlamalarına göre değil ama aralarındaki “maddi tabiatlı” ilişkilerin iç mantığına göre bir zaman-mekan dizimi oluşturduğunu iddia etmekten başka bir anlamı yoktur. Böylesi bir postulat, olaylara saf materyalist bir yaklaşımın göstergesidir. Hawking’in şu önermesinde olduğu gibi:

Şunu söyleyebiliriz: “Evrenin şartı sınırlarının olmamış olmasıdır”. Evren, sadece kendi kendisini içerir. Ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir. Sadece “var olabilen” dir.” (ZKT, s.168)

Bu önermelerin arka planda bize itiraf ettiği şey şudur: Eğer evren ille de “yaratılmış” bir şeyse, o kendi kendisini yaratmış olandır. Bu “yaratılış” da yukarda birkaç kere altını çizerek belirttiğimiz gibi içten dışa doğru gerçekleşmiştir. “Evren kendi kendisini içerir” sözünün bu bağlamda bizce başka bir anlamı yoktur. Aynı şekilde “var olabilen” tümlecinin de. Dolayısıyla, aktardığımız paragrafta Hawking, bir fizik bilimcisi olarak olaylara karşı “radikal materyalist” bir tutum sergilemiş olmaktadır. Doğa bilimleri alanında ve hatta insani bilimler olarak adlandırılan alanda olaylardan başlayarak ve onların gözlemlenmesinden yola çıkarak, onların kendi aralarındaki ilişkileri üzerinden akıl yürütmenin adına materyalist tavır, yöntem, bakış açısı veya çok genel bir biçimde “dünya görüşü” demekteyiz. Bilimle uğraşan herkesin olaylardan hareket etmesi (OLUŞ varlığın enine ve boyuna hareket halinde olması demektir) bir ön şarttır. Bu anlamda dünya görüşü, siyasi duruşu ve inanç sistemi ne olursa olsun her bilim insanı “kendiliğinden” bir şekilde materyalist bir tavır sergilemekle yükümlüdür. Bir bilim adamının bu “kendiliğinden materyalizmi” (Bkz. V. İ. Lenin, “Materyalizm ve ampiryokritisizm”, son bölüm), onun faaliyetini başarıyla yürütebilmesi için gerekli olduğu kadar, vardığı sonuçların “bilimsellik” niteliğini kazanabilmesi için de aynı zamanda bir zorunluluk gösterecektir. Bizce, araştırma nesnesi evren gibi bir varlığın oluşumu olduğunda, örneğin Hawking çapında birçok buluşa imzasını atmış bir bilim adamı “kaba” veya “kendiliğinden” veya “metafizik” bir materyalizmle yetinemeyecektir10. Onun için esas olan sadece maddi bir varlığı ön plana çıkaran bir tavır değil ama “maddenin hareketinin bilimi” (Bkz. F. Engels, Doğanın Diyalektiği) olan diyalektik materyalist bir bakış açısı da gerekecektir.

Ancak, Hawking’in yukardaki paragrafta söylediklerinden çıkarılabilecek olanın aksine, belli bir dönem işbirliğine de girdiği anlaşılan “Sovyet bilim adamları” üzerinden tanıştığı “diyalektik materyalizmi” reddetmekte (9) ve kendi pozitivizminde karar kılmaktadır:

Bilim konusunda pozitivist bir anlayışa sahibim. Bu şu demektir: Bilimsel bir teori, sadece gözlemlerimizde tasvir edilen matematik bir modelden başka bir şey değildir. Bu model sadece zihnimizde mevcuttur ve, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, başka bir gerçekliği yoktur.” (KDBE, s.115)

Hawking’in “pozitivizm” düşüncesinde ısrarının bir de gerekçelendirilmesi var. Onu da fizik alimimiz şu şekilde sıralamaktadır:

Eskizini yaptığım pozitivist tavır bana yeni yasalar arayan ve evreni yeni bir biçimde tasvir eden birisi için mümkün olan tek tavır olarak görünüyor. Gerçeğe çağırmak bir şeye yaramamaktadır, çünkü belli bir modele bağlanmayan gerçek kavramına sahip değiliz.” (KDBE, s.59)

Peş peşe yaptığımız Hawking’in düşünce biçimini kendi kaleminden açıklayan bu iki alıntı ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz.

– İlk olarak, işe ilk adımında kendisinin de başlıca araştırma nesnesi olan evrenin öncelliği gerçeğini teslim ederek başlayan Hawking’in, ikinci adımda, bu nesnenin gerçekliği ile onun genel-geçer evrensel bir dile çevrilmiş biçimi olan “teori” ve “kavramlar” arasındaki diyalektik bağını kesmektedir. Birinci aşamada “gözlem” yapan bilim insanı, ikinci aşamada sıra tespit ettiği olguların birbirleri ile ilişkisini kurmaya geldiği zaman saf bir “matematikçi” ve “modelist” olup çıkabilmektedir. Bu tavır aynı zamanda, “kendiliğinden materyalizmin”, sanki bir kadermiş gibi kaba bir rasyonalizme dönüşmesi sürecine de işaret etmektedir.

– İkinci ve kendisinin daha önce “problemli” bularak sorguladığımız akıl yürütmeleriyle ilgili olarak Hawking, fiziği metafiziğe dönüştüren bir tavır içine girdiğini açıklıkla itiraf etmektedir. Teori ile pratiğin ayrı dünyaların ürünü olduğunun altını ısrarla çizerken gösterdiği tavır bunun en açık örneğidir. “…Belli bir modele bağlanmayan gerçek kavramına sahip değiliz” önermesi, bilimsel faaliyette olguların “saf” düşünce ürününün gerisine itilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz “epistemolojik kopuş”, bu tavırla gündeme gelmiş olmaktadır. Hawking türünden “kendiliğinden materyalist” bilim insanlarının olgulara verdiği önem onların düşüncelerine uygunluğu ölçüsündedir. Gerçeğin ölçüsü böylece olgular değil ama “saf akıl” mamulleri haline getirilmektedir. Başta da altını çizdiğimiz gibi, onun “yaratılıştan” (oluştan) zamanı çıkartmasının da zaten başka bir anlamı bulunmamaktadır. İyice anlaşılabilmek için tekrar etmekte yarar var: Bizce Hawking’in oluşu (veya varlığı) tanımlarken işin içine zaman gerçeğini katmaması ve dahası Einstein’in E=mc2’sindeki “c” ışık hızının gerçekte bir “zaman ölçüm birimi” olduğunu yok sayması, fiziği içine “yabancı madde” katılarak sulandırılıp “metafizik” haline getirilme işleminin bir örneğidir.

– Üçüncü olarak, bizce Hawking’deki bu “epistemolojik kopuş”, onun “somut bir birey” olarak toplumsal “yabancılaşmanın” etkisinde olan bir düşünce yapısına sahip olduğunu da göstermektedir. Bütün burjuva bilim insanlarında olduğu gibi Hawking’in de, aynı zamanda toplumsal bir sınıfın sözcüsü olmuş olmasından gelen “şizofrenlik” (“eklektik” olma anlamında) bir akıl yürütme biçiminden mustarip olduğu gözlenmektedir. Bu gibi durumlarda “tutarlı” davranmak meselesi doğallıkla kendiliğinden mümkün olan bir mesele değildir. Bu yüzden, bütün “bölünmüşlüğe” rağmen (aslında tam da bu yüzden), tutarlı diyalektik bir akıl yürütme gerçekleştirilemediğinden her çelişik durumda gerçeğin bir diğer kısmı sürekli şekilde “ölü noktaya” itilerek görünmez kılınmaktadır. Böylece, ilk adımda “olgulara verilmiş olan önem” ikinci adımda ayıklamaya tabi tutularak gündemden radikal bir biçimde kaldırılmaktadır. Sonuçta, bilimsel faaliyet sürecinin gözlemlerden yani olgulardan sonra, tekrar olgulara geri dönünceye kadar sembolik sayı, denklem ve kavramlar üzerinden devam etmesi bir süreklilik oluşturamamakta, metafizik bir kopukluk yaratılmaktadır. Hawking’in bilimsel faaliyetin bu şekilde yürütülmesini mutlaklaştırarak onu “tek tutarlı bilimsel tavır” mertebesine yükseltmesi, kendisinin hiç de “bütün varlığını bilime adamış” dört başı mamur “saygıdeğer bir bilim insanı” olmakla yetinmediğinin delilidir. Burun büküp bir köşeye fırlattığı “Marksist-Leninist” (terim kendisine aittir- Bkz. BSKC, s.71) Sovyet bilim adamları gibi toplumsal bir proje yüklü ideoloji ve siyasetin “yılmaz bir neferi” olduğunu göstermektedir.

– Dördüncü olarak şunu söyleyebiliriz: Hawking, bir “pozitivist” olarak sonuna kadar tutarlı bir tavır sergilemektedir, aynı tutarlılığı “bilim insanı” olarak göstermese de. Fizik alimimizin bir bilim insanı olarak evrene entegrasyonu sıradan bir insan bireyinin evrene entegrasyonu gibi değildir. O, somut bir birey olarak tıpkı bir burjuva gibi evrene entegre olmaktadır. Veya olamamaktadır.

– Beşinci olarak ise, böylece Hawking’in devamlı tekrarladığı teoride estetik bir nitelik olarak “zarafet”in tam olarak ne anlama geldiğini de anlamış bulunmaktayız: Meğer alimimizin bu alanda “zarafetten” anladığı neticede bir soyutlama işlemi olan teorinin, aynı zamanda bir güzellik kaynağı olan evrenin estetiğini sayıların ve şekillerin senfonisine dönüştürmek üzere bilim diline çevirerek bir tür “notaya çekmek” değil, ama “sanat için sanat” yapan kof bir edebiyatçı gibi kendi dünyasının kapılarını dışardakilere kapalı tutacak gizemli mısralar sıralamak olmaktadır. Neticede, Hawking’deki görünür ikilem aslında “şeylerin tabiatına uygun” bir durum gibi görünüyor: Bir bilim insanı olarak Hawking’in evrene entegrasyonu, burjuvazinin evrene entegrasyonu nasılsa öyledir.

Stephan Hawking’in “burjuvalığı” kesinlikle ona dışarıdan bir “ideolojik yakıştırma” ve “siyasi suçlama” olarak algılanmamalıdır. Mesele nesnel olarak çok açık bir meseledir ve kendisi bu gerçeği hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek kadar samimiyetle itiraf etmektedir:

Uzayın fethini başaramazsa insanlığın geleceği yoktur, dediğim olmuştur: Uzay yolculuklarını işverenlerle ortaklaşa olarak benim gibi bilim insanları geliştirecektir.” (BSKC, s.178)

Hawking, görüldüğü gibi, bütün “zarafetini” takınaraktan tek bir cümleyle sermayenin hizmetindeki bir bilim insanının bütün özelliklerini sıralayıvermiş. Gerçi işin içine biraz “karikatür” de katmış, ama olsun! Genellikle karikatürde düşünsel bir yan olduğu kadar estetik bir yan da yok mudur ki?

Bu sözlerde resmedilen karikatürde “Donkişot” misali “bilim insanı”: Hani şu “doğanın boyun eğdiği” yasaları keşfedip de “doğa ile savaşın”(!) komutanı edasıyla herkesten bir adım ileri olan “küçük-tanrı” bilim insanı var ya, hah işte o!

Donkişot’umuzun “yoldaşı” ise malum: Bir “senyörü” bile manipüle edebilecek kadar kurnaz ve kendi çıkarına odaklı “Sanço Panza” var ya, hah işte o! Geçmişin yaşam savaşı veren “yoksul köylüsü”, günümüzde çıkar savaşı veren “hain burjuvaya” dönüşmüş bulunmakta. Aradan geçen neredeyse beş asırlık zamanda bir taraftan cebini parayla doldururken diğer taraftan bütün insanlığın tasarrufunda olması gereken doğayı da yaşanmaz hale getirmiş bulunuyor. Bu “sömürgenin” artık bir tek amacı var: Sıvışarak yiyip tükettiği dünyayı ve insanlığı, “kendi kaderi” ile baş başa bırakmak. Bu “hain burjuva” için doğa, gerçekte bir bilgi kaynağı olmaktan çok metaya dönüştürülerek alınıp-satılan ve böylece bitip tükenmez bir rant kaynağı olmuş olmaktan başka bir şey oldu mu ki? İçinde yaşadığı topluma entegre olamayacak kadar aşırı bireyci bir burjuva için evrene “entegre” olmak gibi bir faaliyet kendisinin bütün varlığını belirleyen sermayenin tabiatına aykırı bir durumdur. Onun “yaşam reflekslerini” belirleyen “rekabet içinde” olmak ve “herkesin herkesle savaşına” en elverişli şartlarda katılmaktır. Doğaya “savaş açmış” olması orada var olmak için bir mücadelenin ürünü değil ki, onun “entegrasyon” gibi bir derdi olsun. O, en kabasından bir ölüm makinesi en korkuncundan bir “kara delik” olabilir ancak. Bu dünyayı “parmağında oynatan” birisi olageldi her daim, ama artık hem içinde var olduğu toplumda içten gelen dalganın baskısı, hem cehenneme çevirdiği ekolojik dış yaşam şartlarından dolayı bir an önce sıvışarak “postu kurtarma” çabasında bizim dünün “yoksul köylüsü”, bugünün “hain burjuvası” Şanzo Panza’mız. . “Uzay yolculuğu” teranesinin bundan başka hiçbir anlamı yok onun için.

Donkişot’umuzun “uzay seyahatleri” peşinden koşarak kendi kendine “gelin-güvey” olmasının “bilimsel faaliyet” ve “insanlığın selameti” açısından, hiç ama hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Hawking için, bizim “Sevgili Donkişot’umuz” gibi bilim insanları için, “insanlığın geleceğini kurtarmak” gibi asil bir misyon her zaman var olagelmiştir. Aradan geçen 500 yılda Sanço Panza, başkalaşıma uğradığı halde, Donkişot’un tavrında tek bir zerre değişiklik olmamıştır. “Doğanın bilimin yasalarına boyun eğdiği”11 safsatasına, kimsenin inanası filan gelmiyor artık. “Doğaya karşı savaşma” safsatası ile ancak kendi kendimizi yok edebileceğimizi gayet iyi anlamış bulunuyoruz. Evrene türümüzün devamı için en elverişli şartlarda entegrasyonu, düşünsel planda en doğru ve estetik planda en “zarif” kavrayış biçimi olduğunu çok ağır bedeller ödeyerek öğrenmiş bulunmaktayız.

SONUÇ YERİNE: “BİRLEŞİK TEORİ” VEYA “HERŞEYİN TEORİSİ”

Stephan Hawking eserlerinde bir bilgin olarak başlıca amacının, “birleşik” veya daha çok evrendeki her türlü şeyi açıklayabilecek bir tek teoriyi oluşturmak olduğunu sık sık ileri sürmektedir. Bu çabanın hedefinin “Her şeyin teorisini” yaratmak demek olduğunun altını özellikle çizmektedir.

Birleşik teori, detaydan arındırılmış ve zarif bir matematik formülasyondur. Her şeyin teorisinin az bulunan sadelikte olması lazım gelir.” (KDBE, s.164)

Her şeyi”, yani daha önce de gördüğümüz gibi sonsuz derecede küçük ve sonsuz derecede büyük ölçekte olup biten her olguyu içine alan genel teori ileri sürme kalkışmasının sonucunun doğal bir şekilde “az bulunan bir sadelikte” olması gerekecektir. Bunu anlamış bulunuyoruz ve bu temel özelliğin bir zorunluluk olabileceğini seve seve kabullenmeye de hazırız. Fizik biliminde önemli bir yeri olan Hawking gibi bir alimin kendisine böylesi bir misyon biçmiş olmasının yerinde ve gerekli bir adım olacağı da şüphe götürmez. Zira evrenin bir bölümüne, örneğin, “kara delikler” gibi bir “sır küpü” olma özelliğini hala saklayan nesneler üzerine yapılan araştırmaların onun bütünü içinde bir yerlere oturtulması ve buradan genel sonuçlara gidilmesi lazım gelecektir. Uzay ve zamanı birbirlerine bağlayarak göreceli kılan Einstein da “görecelik teorisiyle” bunu bir başka biçimde gerçekleştirmeye çalışmamış mıdır?

Bunun yanında böylesi bir teorinin, tümevarım hedefleyen bir çabanın ürünü olarak “zarif” olsa bile, matematik bir “formülasyon” olabileceğini düşünemiyoruz. Bu itirazımızın nedeni, niceliklerin olduğu kadar ilişkilerin de bilimi olan matematiğin böylesi bir çabada illa ki gerekli olabileceği gerçeğini reddetmek değildir. İtirazımız, “genel teori” yaratma çabalarının ancak ve öncelikle olguları ön plana çıkaran tümevarımsal (induction) bir yol izlendiğinde başarılı olabileceğine inandığımızdandır. Böylesi bir durumda tümdengelimsel (deduction) çabanın, Hawking’in yaklaşımına baştan beri yaptığımız eleştirilere bağlı olarak “fizik” değil ama ancak “metafizik” üretebileceğini düşünmekteyiz. Bizim yaklaşımımız, düşünsel faaliyetten önce olgularla birlikte algıları da harekete geçirerek “neye benziyor?”, “nasıl olageliyor?” gibi sorularla işe başlamayı önermektedir.

Bu şekilde işe başlamak, ne şeyler ve olgular arasındaki ilişki modelleri oluşturan “matematik formülasyonları” dıştalar, ne de “estetik düşmanı” bir tavırdır. Önemli avantajı ise, spesifik düşünce biçimlerinin karşımıza çıkardığı her çıkmaz sokakta olgulara geri dönmeyi biricik çözüm yolu olarak zorunlu kılar olmasında yatmaktadır. Bu yaklaşım, evren üzerine bilgi üreten insanın entelektüel faaliyetini de evrenin dışında değil ama onun içinde, yani onun bir parçası olarak görür. Fiziğe uygunluğu da buna bağlı bir durumdur. Örneğin, Hawking gibi bir bilginden fizik evrenin olguları üzerine öğrenerek, ama onun kullandığı akıl yürütmelerden başka bir yol izleyerek, varlığı oluş olarak tanımlar. Yine olgulardan hareket ederek oluşun dinamiğinin çelişkilerin birliği ve yaratıcı bir şekilde evrenin oluşumunu doğuran mücadelesi olarak tanımlanması da bir diğer örnektir. “Oluşum”, olayındaki evrilme ve değişimlerin içten dışa doğru ve nicel birikimin nitel biçimlere dönüşmesiyle gerçekleştiğini tespit de bir başka örnektir…

İzlediğimiz akıl yürütmenin genel adı “diyalektik materyalizmdir”, Engels’in tabiriyle “evreninin en genel yasalarının bilimi” olan diyalektik materyalizm. Ancak, biz bu akıl yürütme biçimini yine de gelişi güzel bir şekilde evrende oluşagelen olaylara empoze etmek yerine, bilim adamınca tanımı yapılan olguların kendi otantik düzenlerini anlamaya çalışarak “tümevarım” yolu izleyerek gerçekleştirdik. “Neye benziyor?”, “nasıl gerçekleşiyor?” gibi olguları öne çıkaran sorular akıl yürütmelerimizde öncelliğini düzenli bir şekilde korumaya devam etti.

Ne fizikçi ne de matematikçi olmadığımızdan son sözümüzü söylerken “her şeyin teorisinin” bir provasını yapmaya yeltenmeyeceğiz. Ama Hawking’in bir fizikçi ve matematikçi olarak bize öğrettiklerinden hareket ederek “Evren neye benziyor?” sorusunun bizde oluşturduğu izlenim ve düşünceyi de belirtmeden geçmeyi de düşünmüyoruz.

Biz, öğrendiklerimizin ışığında oluşum halinde olmadan var olamayacak olan, bilim insanı ve onun düşüncesi dahil “her şeyi içeren”, içten dışa doğru ve her yönde gelişen, sonsuz derecede küçük ve sonsuz derecede büyük aşırılıklar arasında oluşmakta olan, uzayın sabitlediği ama aynı anda zamanın harekete geçirdiği ve enerjiden mamul evreni bir plazmaya benzetmekteyiz. Bu durumda, bilinen en küçük parçacık olan “tanrı parçacığından” başlayarak en büyük toplu cisimler olarak bilinen galaksi kümelerine kadar uzanan irili ufaklı cisimlerin bir enerji yoğunlaşmasının sonucunda gerçekleşmiş olduğu anlaşılmış olmaktadır.

Bir fizik bilimcinin böylesi bir oluşumu bir “formül” ile izah etmesi gerekirse, Einstein’in “E=mc2” denklemi hala fizik alanında olup-biteni en genel biçimiyle pekala izah edebilir haldedir. Bu çaba, (daha önce kısaca değindiğimiz gibi) “sicim teorisi” gibi evrene dışarıdan biçim bahşetmek gibi metafizik bir çabadan, bizce olup bitene çok ama çok daha uygun görünmektedir.

Anlaşılmış olması gerekir ki, Einstein’i ve denklemini ileri sürmekle onun “mükemmelliğini” veya “aşılamamazlığını”, vs. iddia etmemekteyiz. Bu konuda en yetkili bilgi kaynağı, hiç şüphesiz onun gibi aynı alanda çalışan araştırmacı bilim insanlar olacaktır. Bizim söylediğimiz ve fizik alimlerinden beklentimiz, “hain burjuvaları” kendi yarattıkları cehennemden kurtarmanın planlarını yapmak değil, evrenin “en genel hareket yasalarını” onlarla paylaştığımızın bilinmesi ve onların bildiğini bizim de bilebileceğimizin kabul edilmesidir. Bilginin gelişmesinin en etkili ve sonuç alıcı yolu onun paylaşılması, dolayısıyla paylaşılabilir hale getirilmesidir. Bilimsel faaliyetin, Albert Einstein gibi, Stephan Hawking gibi tek bir öznesi, İngiltere gibi tek bir ulusu ve “burjuvazi” gibi tek bir sınıfı yoktur. Bilginin evrenselliği, bilimsel faaliyetin gerçekleştirilme ve uygulama alanını belirler. Bunun mümkün olabilmesi bilgiyi gerekli de olsalar spesifik bilimsel faaliyet alanlarına hapsetmekle gerçekleştirilemeyecektir. Bilim adamının faaliyeti, ufkunu sömürgen kapitalist sınıfın dar çerçevesi içine hapsedilmemeli, hapsedilmişse de bu çerçeve kırılarak onun dışına çıkacak ve yayılacak şekilde yürütülmelidir.

Böylesi bir perspektifte Stephan Hawking’in doğru bir şekilde yaptığı gibi, geniş kitlelerin anlayabileceği “düzeyde” aktarımlar gerçekleştirmek işin ancak bir başlangıç aşaması olarak kabul görebilir. Öğrenme ve öğretme faaliyetinin acilen yerleşik düzenin kurumlarının boyunduruğundan kurtarılması gerekmektedir. Kimse öğrenme ve öğretmenin önünde en büyük engelin, bireylerdeki “zeka geriliği”, “kapasite kıtlığı”, “algılama zayıflığı” gibi eften-püften bahaneleri ileri sürmeye kalkmasın. Cehaletin başlıca bekçisi kendi cehaletini nerelere saklayacağını bilemeyen çaresiz bırakılmış bireyler değildir. Cehaletin esas zebanileri bireyler arası ilişkileri düzenleyen, sınıflı toplumların ürettiği toplumsal kurumlardır.

Toplumsal özgürleşme olmadan, yani toplumsal sınıflar ortadan kaldırılmadan bilimin ve öğrenmenin özgürleştirilmesi düşünülemez.

Notlar:

  1. Elinizdeki uzun yazı, üç bölüm olarak tasarlanmış bir denemenin ilk bölümünü oluşturmaktadır. Bir tek kavramın, “oluşum”un, fizik evrende, toplumunda ve bireydeki karşılıklarının ne olduğunu tartışmak üzere kaleme alınmıştır. Amacı, etraflı bir bilgilendirme yapma yerine (Buna, “insani bilimler” alanında yoğrulmuş bizim gibi birisi için en azından fizik evren alanında imkan yoktur) kendi alanlarında ehliyet sahibi önemli araştırmacıların öne çıkmış eserlerinden yola çıkarak üzeri küllendirilmiş bir alanda tartışma yaratmaktır.

İçinde yaşadığımız tarih kesitini bazı antropologlar “antropolojik kopuş” dönemi olarak nitelemektedirler (Jean-Pierre LE GOFF). Bizim de gençliğin durumu ve “kapitalist sistemin krizi” üzerine yaptığımız araştırmalar bu hipotezi doğrular niteliktedir. Bu tespitten yola çıkarak zaman mevhumu konusunda yoğunlaşmak, “tarihsel kopuş” olayını yeniden tanımlamak ve böylece daha önce yaptığımız tanımları gözden geçirmek için çalışma gündemimizde bu konuyu ön plana çıkarmış durumdaydık. Nitekim elinizdeki yazının konusu başlangıçta “evrende zaman” başlığını taşımaktaydı. Yaptığımız ön çalışmaları takiben, başlıca iki nedenden dolayı başlangıçtaki projemizi değiştirmeyi tercih etmiş bulunmaktayız.

Bizi “oluş” kavramına yönlendiren ilk neden sadece “zaman” mevhumu üzerine yapılan bir tartışmanın içine “mekân” mevhumunu da katmadığınızda, metafizik bir tartışmaya dönüşme imkanının yüksek olduğunu görmemiz oldu. Özellikle de Stephan Hawking’in kitaplarını dikkatle ve eleştirel bir gözle incelediğimizde bunun tersinin de doğru olduğunu, yani “zaman” mevhumundan koparılmış bir “mekan” (veya uzay) mevhumunun da, “gerçek”ten ve onun ölçüsü olan “evren”den uzaklaşmaya neden olduğunu belirledik. “Oluş” kavramı bizim amacımıza en uygun olanıydı, çünkü “gerçek”i, yani “evren” dediğimiz şeyi, yani bir varlık alanı toplamını tek yanlı bir şekilde mekana (uzaya) göre değil ama varlığı sürekli kılan zamana göre tanımlamaktaydı.

Bizi tek yanlı olarak “zaman” (veya sadece mekan mevhumundan) “oluş” kavramına yönlendiren ikinci nedense bizim olaylara genel olarak bakış biçimiyle ilgilidir: Daha çok sosyoloji ve eğitim bilimleri alanında çalışmalar yürüten bir araştırmacı olarak “olgu tespitleri” yapmakla ve sonra bu olguların kendi bilimsel disiplinimizin çerçevesiyle sınırlı tanımlarını yapmakla yetinmedik. Amacımız her daim alışılmış yapış biçimiyle “sorun belirlemenin” ötesinde “çözüm yollarının” üzerinde yoğunlaşmak olagelmiştir. Bu ise olayların içinde doğup geliştiği süreçleri bir bütün halinde ve yer ve tarih özellikleriyle birlikte ele almayı öngörmektedir. “Oluş” kavramını çıkış noktası olarak almak, tarihsel kopuşların neler olduğunu gözler önüne serdiği kadar, eski ve yeni devamlılıkların neler olduğunu da bir “araştırma nesnesi” olarak önümüze koymaktadır. Bunun ise amacımıza en uygun olacağı açık bir meseledir.

Son olarak, “evrenin oluşumu” ile ilgili olarak sadece S. Hawking’in Fransız dilinde yayınlanmış beş eserini kendimize bilgi kaynağı ve irdeleme odağı olarak aldığımızı belirtmemiz gerekmektedir.

2) Bu düzeyi, bütün eleştirilerimize rağmen “okul” diye adlandırdığımız kuruma borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz. Bizim gibi, tutkuyla bağlı olduğu bir “ilgi alanının” aynı zamanda onun “iş ve yaşama alanı” da olamayanların, “laik, bedava ve bilimselliğe endeksli” okul gibi bir kurumdan sürekli bir şekilde ekonomi yapamayacağını teslim etmemiz gerekiyor. Amacımız böylesi bir toplumsal kurumu “sınır koyucu” değil ama “sınırsızlığa açılan kapı” haline getirmeye çalışmaktır. Bu aynı zamanda okulun tabiatına en uygun olan bir yaklaşım olacaktır.

3) “Bireyin hayat çizgisinin infilakı” sorunu için Türkçede “Denge ve Devrim” adlı kitabımıza bakılabilir. Bir tek kavram başlığı altında açıklamaya çalıştığımız bu olgu, bireyin hayat çizgisini oluşturan “zaman-toplumsal mekan” diyalektiğinin içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde düzensiz bir hale geldiği gözlemi ve düşüncesi üzerinde yükselmektedir.

4) “Oluşun halleri” terimiyle kastettiğimiz, kendileri de “oluş” halinde olan ve evreni oluşturan “büyük patlama”dan “kara deliklere” kadar bütün şeyler ve olaylardır. “Oluşun şeyleri” veya “mevhumları” veya “varlıkları” yerine “halleri” terimini kullanmamızın nedeni, “oluş” yani “zaman içinde varoluş” olayını en iyi yansıtan terim olmuş olmasındandır.

5) Bu Kavram, “sosyolojinin kurucularından” biri olarak kabul Gören E. Durkheim’ın yeğeni ünlü antropolog Marcel Mauss tarafından ortaya atılmıştır. Daha çok “gerçeğin global ifadesi” olarak anlamlandırılır. Mauss’a göre bazı ilkel toplumlarda “verme” böyle bir şeydir. Diğer bütün toplumsal olay ve kurumlar “verme-iade” ilişkisinden hareketle açıklanabilir.

6) Yaptığımız alıntılarda ileri sürülen olgu ve düşünceler “çelişki mantığının” yani diyalektiğin, oluşun fenomenleri üzerinden mükemmel bir örneklemesini oluşturmaktadır.

7) “Bilim adamının kendiliğinden materyalizmi” kavramını etraflıca irdelemek için Lenin’in “Materyalizm ve Ampirokritisizm” adlı eserinin özellikle de son bölümünün okunmasını salık vermekteyiz.

8) Bu duruma en iyi örnek “güneş” gibi bir yıldızın “hayat çizgisi” örnek olarak verilebilir. İlk adımda uzaydaki parçacıklardan oluşmuş “gaz bulutları” yoğunlaşarak yıldızı oluşturmaktadır. İkinci aşamada, böylece kütle kazanan yıldız “hidrojen” elementinden oluşan yakıtını yakarak hayatta kalır. Üçüncü aşamada, yakıtının tükenmesiyle birlikte bir “süper novaya” ve nihayetinde bir “kara deliğe” dönüşerek milyar yıl sonra mutlak bir ölümü tadarak kaybolur. Ölen yıldızın benzeri başka bir gök cismine dönüşmesi için oluşturduğu “kara deliğin” de patlaması ve uzaya yeni bir yoğunlaşmanın neferleri olan “parçacıklar” yayması gerekecektir.

9)Bu konuda Hawking “Büyük sorulara kısa cevaplar” adlı eserinin “Evrenin başlangıcı” ile ilgili 2. Bölümünde fikir beyan etmekte Sovyet bilim adamlarını “diyalektik materyalizme” uymuş olmakla suçlamaktadır: “Bu sonuç, evrenin başlangıcı ile ilgili rahatsız edici soruyu es geçtiğinden, Marksist-leninist diyalektik materyalizmin işine gelmekteydi. Sovyet bilim insanları onu kabullendiler” (BSKC, s.71). Hawking’in Sovyet bilim adamlarına karşı kızgınlığının nedenini kısaca “büyük patlamaya” en azında kendisinin ileri sürdüğü biçim üzerinden karşı çıkmış olmalarından dolayı olduğunu belirtmeliyiz. Sovyet bilim adamlarının görüşlerinin tam alarak gerekçeleriyle ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bizim, onlardan sonra ve onlardan habersiz olarak geliştirdiğimiz düşünce özellikle de “akıl yürütme” ile sınırlı olsa da birbirlerine çok yakın görünmektedir. Zaten başka türlüsü de düşünülemezdi.

KISA KAYNAKÇA:

Stephan Hawking’in eserleri (Fransızca basım):

-“Büyük sorulara kısa cevaplar” (Breves réponses aux grandes questions), Ed. Odile Jacobe, 2018.

-“Evrenin Kısa Tarihi” (Petite Histoire de l’Univers), Ed. Flammarion, 2014,

-“Kara delikler ve bebek evrenler” (Trous noirs et bébés univers), Ed. Odile Jacob, 2000.

-“Kara deliklerden son haberler” (Derniere nouvelles des trous noirs), Ed. Flammarion, 2016.

-“Zamanın kısa tarihi” (Une breve histoire du temps), Ed. Flammarion (J’ai lu), 1989.

1Açıklayıcı notlar yazının sonundadır.

2Bkz. “Akıl, akılcılık, kapitalizm ve ötesi” adlı makallemiz. EK dergi…

3Patlamaya neden olan da adı konulmamış sürekli bir belirsizlik hali değil, ama eksi ve artının mücadelesinin yarattığı bir dengesizlik hali olduğu olmaktadır.

4Anglo sakson ekonomizmin akılcılığı ile ilgili olarak bkz. “Akıl, akılcılık, kapitalizm ve ötesi”, Mahir KONUK, EK dergi….

5“Konum “uzay” ve hız da “zaman” mevhumuna indirgendiğinde böylesi bir hipotez ileri sürmek yerinde olacaktır. Kaldı ki uzay ve zamanın birlikteliğinin çelişkili uçların birlikteliği olduğunu daha önce ifade etmiştik.

6Evren aynı zamanda, yaratılmış olanın ağırlığı altında, “içten dışa” doğru gelişen evrenin oluşunun kronolojisini takiben, ikinci adımda dıştan içe doğru da eş zamanlı olarak yaratılmaktadır. Bu tür akıl yürütme bizce, oluşun “var olandan” itibaren gerçekleşebileceği olgusu ile uyum içindedir. Hawking’in iddiasının aksine, oluş “hiçlik” ile başlayan bir şey değildir. Onun verdiği “eksi tepe”nin “artı tepe” olması örneği aslında bizim tezimizi doğrular niteliktedir. Çünkü, “artı” tepe yaratılmadan var olan bir materyalden önce “eksi tepe” yaratılmıştır. Yani “eksi” eksik olandır, bir “hiç” olan değil. Bu durumda “var olan” her şey aslında eksik olandır: Tıpkı oluşan ilk “ağır hidrojen” atomu gibi. O dışta bir varlık gibi görünen “makro evren”in konumu, büyük patlamadan bir milyon yıl kadar sonra oluşan hidrojen atomunun konumu ve kaderinden farklı değildir. Sonuçta yaratılışın, daha doğru tabiriyle oluşun “dıştan içe” doğru da geliştiği olgusu genel olarak evrenin oluş güzergahında bulunmaktadır.

7Deyimi aktaran S. Hawking’dir. (Bkz. ZKT)

8Fazla bilgi için bkz. “Denge ve Devrim, Bireyselliğin İnfilakı”, Mahir KONUK, El Yayınları.

9Bir toplumsal kurum olarak “okulun” toplumsallaşması (ve toplumsallaşırken toplumsallaştırması) veya “somutlanması”, içinde var olduğu toplumu tarihsel gelişim sürecine bağlı olarak temsil etmesi ve o sürece uygun bir şekilde kendi payına düşen bir işlev üstlenmesi ile ölçülebilecek bir şeydir.

10Daha doğrusu “yetinmemesi” gereklidir…

11Aynı safsataya bazı sözüm ona “Marksist-Leninistler” de düşmektedirler. Mesela, Engels’in “doğanın en genel yasalarının bilimi” olarak tanımladığı “diyalektik materyalizmi” doğaya karşı savaşta en keskin kılıç olarak görüp göstererek meselenin özünü anlamadıklarını ortaya koymaktadır. Oysaki bu anlayışın Hawking’in pozitivizminden” özde hiçbir farkı bulunmamaktadır: Yolun kendisinin yerine “yol haritasını” geçirerek düz yolda kaybolmak!

Diğer Yazılar

DİJİTAL TEKNO-NEOLİBERALİZM YAPAY ZEKANIN EKONOMİ-POLİTİĞİ.

Ümit ÖZDEMİR / 09.02.2025 Düşünebilen makineler fikri yeni bir fikir değil, ortaya çıktığı ilk haliyle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir